Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

El-Bidaye ve'n-Nihaye – Ibn Kesîr

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Nuh (a.s.)'un Oğluna Vasiyeti


İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.)'m'yanmdaydık. Omuzuna üzerinde ipekten bağlar bulunan çizgili bir cübbe giymiş olan bedevi bir adam geldi ve şöyle dedi: "Bilesiniz ki bu arkadaşınız (yani Rasûlullah), sü-vaı'i oğlu süvari olan herkesi (yüksek mevkilerde bulunanları) alçaltmış, çoban oğlu çoban olan (aşağı tabakadaki) herkesi yüceltmiş-tır.

Rasûluîlah, (s.a.v.) onun cübbesinin yakasını tutarak: "Senin üzerinde akılsızların elbisesini görmekteyim." dedi ve sonra sözünü şöyle sürdürdü: «Allah'ın peygamberi Nuh, vefat edeceği esnada oğluna şöyle dedi: "Sana bir vasiyette bulunacağım. Sana iki şeyi yapmanı emrediyorum. Ve iki şeyi yapmanı da yasaklıyorum. "Lâ ilahe illallah "demeni emrediyorum. Yedi kat gökle yedi kat yer, terazinin. bir kefesine; "lâ ilahe illallah" sözü de terazinin diğer kefesine konulsa, "lâ ilahe illallah" kefesi ağır gelir. Şayet yedi kat gölde yedi kat yer, dağınık halkalar olsalar, "Lâ ilahe illallah" ile "Sübhanallahi ve bihamdihi" kelimeleri, bu halkaları bir araya getirip birleştirir. Çünkü bu cümlelerde her şeyin bağı vardır. Yaratıklar bunlai'la rızıklandınlırlar.

"Allah'a ortak koşmayı, kibri sana yasaklıyorum," Dedim ki - veya denildi ki -: "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a ortak koşmanın ne demek olduğunu biliyoruz. Ya şu 'kibir' nedir? Birimizin güzel ipli bir çift ayakkabısının olması kibir midir?" "Hayır" dedi. "Birimizin giydiği güzel bir elbisesinin bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi. "Birimizin binmekte olduğu bir bineğinin bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi. "Birimizin meclisinde oturup kendisiyle sohbet eden arkadaşlarının bulunması kibir midir?" dedim. "Hayır" dedi. "Peki ya kibir nedir?" dedim."Hakkı tanımamak ve insanları horlamaktır."» dedi.[1][1]

Ehl-i Kitab anlatırlar M: Nuh peygamber gemiye bindiğinde 600 yaşındaydı, îbn Abbas'm da böyle dediğini daha önce söylemiştik. Yalnız o, "Gemiye bindikten sonra 350 yıl daha yaşadı" sözünü eklemiştir. Ancak bu söz, tartışma götürür. Kaldı ki bu sözle Kur'ân-ı Kerim'in ifadeleri arasında uzlaşma sağlanamadığı için bu büyük bir yanılgıdan başka bir şey olamaz. Kur'ân-ı Kerim'in ifadesinden anlaşıldığına göre Nuh peygamber, risaletle görevlendirildiğinden itibaren tufanın vukuuna kadar geçen müddet zarfinda milleti arasında 950 yıl kalmıştır. Onlar zalim bir kavim oldukları için bundan sonra tufan seline yakalanmışlardır. Tufandan sonra Nuh peygamberin ne kadar yaşamış olduğunu ancak Allah bilir.

Nuh (a.s.)'un 480 yaşındayken peygamberlikle görevlendirildiği, tufandan sonra 350 yıl daha yaşadığı sözü gerçekten İbn Abbas (r a )'dan nakledilmişse, buna göre -950 yıl daha ilaveyle- Nuh (a.s.) 1780 yıl yaşamış olmaktadır. İbn Cerir ve Ezrakf nin rivayetlerine göre Nuh (a s )'un kabri, Mescid-i Haram'dadır. Bu rivayet, son devir ulemasından bir çoğunun bu konudaki kavillerinden daha güçlü ve. daha sabittir Bunlar derler ki: Nuh peygamberin kabri, Kerk-i Nuh beldesindedir. Ve orada bu maksatla bir cami de inşa edilmiştir.

Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.



[1][1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 385-427.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Hud Peygamberin Kıssası


Hud (a.s.), Erfahşiz oğlu Salih'in oğludur. Erfahşiz ise, Nuh oğlu Sam'm oğludur.

Denilir ki: Hud (as.), Salih oğlu Abir'in oğludur. Salih ise, Sam oğlu Erfahşiz'in oğludur. Bilindiği gibi Sam da Nuh peygamberin oğludur. Bunu, İbn Cerir (et-Taberî) anlatmıştır.

Hud (a.s.), Ad kabilesindendi. Ad, Avs'm oğludur. O da Nuh oğlu Şam'ın oğludur. Bunlar bir Arab kavmi olup Ahkaf denen dağlık bölgede otururlardı. Burası denize doğru uzanan ve Şahr adıyla isimlendirilen bir yer olup Yemen'de Umman ile Hadramut arasındaydı. Vadilerinin adı da Muğis idi. Nüfusları kabarık olup kalın direkli çadırlarda yaşarlardı. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

«Ey Muhammedi Rabbinin, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini görmedin mi?.» (el-Fecr, 6-7.)

İrem'de oturan Ad.... Bunlar ilk Ad kavmiydi. İkinci Ad ise, bilahare ortaya çıkmış bir kavim olup yeri geldiğinde gerekli açıklama yapılacaktır. Birinci Ad' dan şöyle söz ediliyor:

«Benzeri hiç bir memlekette yaratılmamış olan, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad...» {cl-Fecr, 7-8.)

İrem'in yeryüzünde dolaşan, bazen Şam'da, bazen Yemen'de, bazen Hicaz'da, bazen da başka yerde görünen bir şehir olduğunu söyleyen kimse, hedefi saptırmış, dayanaksız ve delilsiz bir söz sarfetmiş olur.

İbn Hibban'm sahihinde Ebu Zerr (r.a.)'in rivayet ettiği, nebilerle mürsellerin anlatıldığı uzun bir hadiste şu ifadelere rastlamaktayız:

- «O nebi ve rasûllerden dördü, Araplardandır; Hud, Salih, Şuayb ve bir de peygamberin ey Eba Zerr!.»

İlk Arabça konuşanın Hud (a.s.) olduğu söylenir. Vehb b. Münebbih'e göre ise, Hud'un babasıdır. Diğerleri dediler ki: İlk Arabça konuşan, Nuh (a.s.)'du. İlk Arabça konuşanın Adem (a.s.) olduğu da söylenir ki, gerçeğe yakın olan da budur. İlk Arabça konuşanın başkası olduğu da söylenmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

İsmail (a.s.)'de önceki Araplara Arab-ı Aribe denir ki, bunlar birçok kabilelere ayrılırlar: Ad, Semud, Cürhüm, Tasm, Cedis, Emim, Medyen, İmlak, Casim, Kahtan, Benu Yaktin ve benzerleri...

Müstarebe Araplara gelince bunlar, İbrahim Halil oğlu İsmail'in soyudurlar. Gramere uygun', edebi bir Arapçayı ilk konuşan, Hz. İsmail (a.s.)'dir. Allah izin verirse yeri geldiğinde anlatılacağı gibi Hz. İsmail, Arapçayı, Harem'de annesi Hacer'in yanına gelip Mekke'ye yerleşen Cürhüm kabilesinden öğrenmiştir. Ama Cenâb-ı Allah ona, Arapçayı gayet iyi derecede anlaşılır ve net bir şekilde konuşturmuştur. Rasûlullah (s.a.v.)'da öyle konuşurdu.

Bizim bahsini yapmak istediğimiz Ad, ilk Ad'dır. Tufandan sonra ilk puta tapanlar onlardır. Samed, Samud ve Hera adlı üç tane putları vardı.

Cenâb-ı Allah, onlara kardeşleri Hud'u'peygamber olarak gönderdi.

Hud, onları Allah'a kulluk etmeye çağırdı. Nitekim bunu açıklama sadedinde Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

«Ad milletine de kardeşleri Hud'u gönderdik: "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur, karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" dedi. Milletinin inkarcı ileri gelenleri, "Biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz."-dediler. "Ey Milletim! ben beyinsiz değilim. Alemlerin Rabbinin peygamberiyim. Size Rabbi-min sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarmak üzere, aranızdan bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah'ın sizi Nuh'un milleti yerine getirdiğini ve vücutça da onlardan üstün kıldığını hatırlayın. Başarıya erişebilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın." dedi. "Bize, yalnız Allah'a kulluk etmemizi, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, haydi bizi tehdid ettiğin azaba uğrat." dediler. "Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azab ve öfkesini hakkettiniz. Allah'ın hiç bir delil indirmediği ve isimlerini kendi koyduğunuz putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." dedi. Biz, rahmetimizle Hud'u ve beraberinde bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmayanların kökünü kestik.» (el-A'râf, 65-72.)

«Ad milletine kardeşleri Hud'u gönderdik. Şöyle dedi: "Ey Miletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Yoksa sadece yalan uyduran kimseler olursunuz. Ey Milletim! Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana aittir. Akletmez misiniz? Ey Milletim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin ki size gökten bol bol yağmur göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın; yüz çevirip de suçlu olmayın."

"Ey Hud! Sen bize bir belge getirmeden, senin sözünden ötürü tanrılarımızı terketmeyiz ve sana inanmayız. Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır demekten başka bir şey demeyiz." dediler. Hud: "Doğrusu, ben Allah'ı şahid tutuyorum. Siz de şahid olun ki, ben O'nu bırakıp koştuğunuz eşlerden uzağım. Hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da ertelemeyin. Ben, ancak benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rabbim elbette doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz, haberiniz olsun, şüphesiz ben size benimle gönderileni bildirdim. Rabbim sizden başka bir milleti yerinize getirebilir. O'na bir şey de yapamazsınız. Doğrusu, Rabbim her şeyi koruyandır." dedi.

Buyruğumuz gelince, Hud'u ve beraberindeki inananları, acıyarak kurtardık. Onları çetin bir azabdan koruduk. Bu, Rablerinin ayetini bile bile inkar eden, peygamberlerine kafa tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad milletidir. Bu dünyada da, kıyamet gününde de lanete uğradılar. Bilinki Ad milleti Rabblerini inkar etti. Ve yine bilin ki Hud'un milleti Ad, Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.» (Hud, 50-60.)

«Bunların ardından başka nesiller varettik. Onlara aralarından; "Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur, sakınmaz mısınız?" diyen bir elçi gönderdik. Onun inkarcı ve ahirete kavuşmayı yalanlayan milletinin ileri gelenleri - ki biz onlara bu dünya hayatında nimet vermiştik - şöyle dediler: "Bu yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, hüsrana uğrayacağınızda hiç şüphe yoktur. Ölü toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdid mi ediyor? Oysa tehdid edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak! Hayat ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz. Bu sadece Allah'a karşı yalan uyduranın biridir. Biz ona inanmayız." O Peygamber: "Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşılık bana yardım et." dedi. Allah da: "Az sonra pişman olacaklar." bu3oırdu. Gerçekten onları bir çığlık yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden millet, rahmetten uzak olsun! (el-Mü'minün, 31 -41.)

«Ad Milleti de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Hud, onlara: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan salanın ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Siz her yüksek yere koca bir bina kurup boş şeyle mi uğraşırsınız? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size verenden sakının. Davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir. Doğrusu, hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum." dedi. "İster Öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizim için farketmez. Bu durumumuz öncekilerin geleneğidir. Biz azaba uğratılacak da değiliz." dediler. Böylece onu yalanladılar. Biz de kendilerini yok ettik. Bunda şüphesiz ki ders vardır. Ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu, Rabbin güçlüdür, merhametlidir.» (eş-Şuarâ, 123-140)

«Ad milleti, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış, "Bizden daha kuvvetli kim vardır?" demişti. Onlar, kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmüyorlardı değil mi? Ayetlerimizi bile bile inkar ediyorlardı. Rezillik azabım onlara dünya hayatında tad-dırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı ise daha çok alçaltıcıdır. Ve onlar, yardım da görmezler.» (Fussilet, 15-16.)

«Ey Muhammed! Ad milletinin kardeşi Hud'u an. Ondan önce ve sonra, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin." diyen nice uyarıcılar gelip geçmişken, Ahkaf bölgesindeki milletini uyarmış: "Doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum." demişti. "Bize, bizi tanrılarımızdan alıkoymak için mi geldin? Eğer doğru sözlülerden isen, bizi tehdîd ettiğin şeyi başımıza getir." dediler. "Doğrusu, bunun ne zaman geleceğini Allah bilir. Ben size, benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat sizin cahil bir millet olduğunuzu görüyorum." dedi. O azabın yayılarak vadilerine doğru yöneldiğim gördüklerinde: Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır." dediler. Hud: "Hayır o, acele beklediğiniz şeydir. Can yakıcı azab veren bir rüzgardır; Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." dedi. Bunun üzerine evlerinin harabelerinden başka birşey görünmez oldu. Biz, suçlu milleti işte böyle cezalandırırız.» (el-Ahkâf, 21-25.)

«Ad milletinin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine, uğradığı herşeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik.» (ez-Zâriyât, 41-42.)

«İlk Ad milletini, semud milletini yok edip geri bırakmayan O'dur. Daha önce de Nuh milletini yok eden O'dur. Çünkü onlar çok zalim ve pek taşkın kimselerdi. Lut milletinin kasabalarını yere batıran, onları gömdükçe gömen O'dur. Ey kişi! Rabbinin hangi nimetinden şüpheye düşersin?» (en-Necm, 50-55.)

«Ad milleti peygamberini yalanlamıştı. Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Nitekim o uğursuz günde, üzerlerine, insanları, sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak yere seren, dondurucu bir rüzgarı devamlı olarak gönderdik. Benim azabmi ve uyarmam nasılmış? Andolsun ki, Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık; yok mudur öğüt alan?.» (el-Kamer, 18-22.)

«Ad milleti ise, önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgarla yok edildi. Allah onların kökünü kesmek üzere, üzerlerine o rüzgarı yedi gün,sekiz gece estirdi. Halkın, kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün. Onlardan arda kalmış birşey görür müsün?.» (el- Hâkka, 6-8.)

«Ey Muhammed! Rabbinin hiç bir memlekette benzeri yaratılmamış, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini görmedin mi? Dağ yamacında kayaları oyan Semud milletine, memleketlerde aşırı giden, oralarda bozgunculuğu arttıran, sarsılmaz bir saltanat sahibi Firavun'a Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Rabbin onları azab kırbacından geçirmiştir. Doğrusu, Rabbin hep gözetlemekteydi.» (el-Fecr, 6-14.)

Bütün bu kıssalardan, tefsirimizin ilgili bölümlerinde yeteri kadar bahsetmiştik. Övgü ve minnet, Allah'adır. Beraet, İbrahim, Furkân, Ankebût, Sâd ve Kâf sûrelerinde Ad milletinden söz edilmiştir.

Buraya kadar nakledilen ayetlere, konuyla ilgili haberleri de ekleyerek Ad milletinin başından geçenleri deıii toplu bir şekilde anlatacağız.

Daha önce de söylediğimiz gibi, tufandan sonra puta tapan ilk millet, Ad kavmidir.

«Allah'ın sizi Nuh'un milleti yerine getirdiğini ve vücutça da onlardan üstün kıldığını hatırlayın.» (el-A'raf, 69.).

Yani Cenâb-ı Allah onları,yaratılış, bünye ve tuttuğunu koparma bakımından zamanlarının en güçlü insanları olarak yaratmıştı.

«Bunların ardından başka nesiller var ettik.» (el-Mü'minûn, 31.)

Sahih rivayetlere göre bunlar Hud peygamberin milleti idiler. Başkaları, bunların Semud kavmi olduğu düşüncesindedirler. Zira bir ayet-i kerimede buyurulmaktadır ki:

«Onları bir çığlık yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getirdik.» (el-Mü'minün, 41.)

Dediler ki: Çığlıkla helak edilenler bunlar değil de Salih peygamberin milletidir. Zira bir ayet-i kerimede buyuruluyor ki:

«Ad milleti de bu yüzden önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgar ile yok edildi.» (el-Hâkka, 6.)

Rivayetçilerin böyle demeleri, ormanlık yerde oturan Medyen hal-kınm kıssasında da anlatılacağı gibi bunların hem rüzgar ve hem çığlıkla helak edilmiş olmalarına engel teşkil etmez. Onların üzerine bir kaç çeşit ilahi azab gönderilmişti. Sonra Ad milletinin, Semud milletinden önce yaşamış olduğu da tartışma götürmez bir gerçektir.

Özetle Ad kavmi; katı, kafir, inatçı ve putperestlikte ısrarlı bir milletti. Cenâb-ı Allah, aralarından bir adamı, kendilerim sırf Allah'a kulluk etmeye, ibadetlerini yalnızca Allah'a yapmaya, O'na karşı ihlaslı olmaya çağırmaya görevli kıldı. Ama onlar bu adamı (Hud peygamberi) yalanlayıp muhalefet ettiler ve küçümsediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, güçlü ve muktedir bir zata yaraşırcasma onları yakalayıverdi.

Hud peygamber, Allah'a ibadet etmelerini emredip O'na itaat etmelerini ve bağışlanma talebinde bulunmalarını teşvik ettiği, buna karşılık onlara dünya ile ahiret hayırlarını va'dettiği, ama bu emirlere muhalefet etmeleri halinde kendilerini dünya ve ahiret azabıyla tehdid ettiği zaman;

«Milletinin inkarcı ileri gelenleri: "Biz senin beyirfsiz olduğunu görüyoruz" dediler.» (el-A'râf, 66.)

Yani senin bizi davet ettiğin bu şey, kendilerinden yardım ve nzık umulan putlara tapmamız karşısında bir beyinsizlik ve ahmaklıktır. Kaldı İd sen, Allah tarafından bir elçi olarak gönderildiğini iddia ederken de yalan söylüyorsun...

«Ey Milletim! Ben beyinsiz değilim, âlemlerin Rabbinin peygamberiyim.» dedi (el-A'râf, 66.)

Yani bu iş sizin sandığınız gibi, inandığınız gibi değildir. Bilakis ben: «Size Rabbimin mesajlarım tebliğ ediyorum ve ben, sizin için güvenilir bir nasihatçıyım.» (A'râf, 67.)

Tebliğ vazifesi, tebliğ edilen şeyin aslım aktarmayı, yalan söylememeyi, fazlalık veya eksiklik yapmamayı gerekli kılar. Tebliğ edilecek şeyi açık, kısa, karışıklık ve anlaşmazlığa meydan vermeyecek şekilde derli toplu olarak aktarmayı gerekli kılar.

Tebliğci, bu Ölçülere bağlı kalarak görevini yapmanın yanısıra milletine nasihat etmeli, onlara karşı şefkatli olmalı, doğru yola erişmelerini kalben arzulaman, bu görevine karşılık olarak onlardan bir ücret is-tememeli, bilakis davet ve nasihatini "sırf Allah rızası için yapmalıdır. Ücretini, ancak kendisini hidayetçi olarak gönderen Allah'tan istemelidir. Çünkü dünya ve ahiretin bütün hayırları, Allah'ın elindedir.

Bu sebeple Hud peygamber demiş ki:

«Ey Milletim! Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana aittir. Akletmez misiniz?.» (Hud, 51.)

Yani sizi davet ettiğim şeyin, fıtratınızın da tanıklık ettiği gibi apaçık bir hak ve hakikat olduğunu ayırdedip kavrayacak aldınız yok mudur? Sizi davet ettiğim bu şey, gerçek dindir ki, Cenâb-ı Allah Nuh'u bu dinle insanlara göndermiştir. Kendisine muhalefet edenleri de yok etmiştir. Ben bu davetime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ücretimi, zarar ve faydanın sahibi olan Allah'tan istiyorum.

İnananlardan biri demişti ki;

«Sizden bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar. Beni yaratana ne diye kulluk etmiyeyim? Siz de O'na döneceksiniz.» (Yasin, 21-22.)

Ad milletinin Hud'a söyledikleri sözler arasında şunlar vardı: «Ey Hud! Sen bize bir belge getirmeden, senin sözünden ötürü tanrılarımızı terketmeyiz ve sana inanmayız. Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır demekten başka birşey demeyiz.» (Hud, 53-54.)

Diyorlardı ki: Ey Hud! Bize getirdiğin sözlerin doğruluğuna tanıklık edecek bir mucize getirmedin. Senin delilsiz ve dayanaksız olarak söylediğin yalm sözlerinden ötürü putlarımıza tapmayı bırakacak kimseler değiliz biz! Öyle sanıyoruz ki, bu sözleri deli olduğun için söylüyorsun. Bazı tanrılarımız sana öfkelenmiş ve seni akıl hastalığına yakalatmışlar, bu nedenle sen de delirmişsin. "Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır, demekten başka bir şey demeyiz." sözünün manası işte budur.

"Hud: "Doğrusu ben Allah'ı şahid tutuyorum. Siz de şahid olun ki ben O'nu bırakıp koştuğunuz eşlerden uzağım. Hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da ertelemeyin."» (Hud, 54.55.)


./.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Bu sözüyle Hud peygamber onlara meyden okuyor, tanrılarıyla ilgisi bulunmadığını bildiriyor, onları küçümsüyor; o tanrıların, yani putların fayda veya zarar veremeyeceklerini, cansız varlıklar olduklarını açıklıyordu. Ve şöyle diyordu: Eğer iddia ettiğiniz gibi bu putlar fayda veya zarar verebiliyorlarsa, işte ben, bunlara bağlı değilim ve bunları lanetliyorum. Yapabiliyor s anız bana tuzak kurun. Sonra da hiç ertelemeyin, hep bir araya- gelerek güçbirliği edin ve bir an ertelemeden bana ne yapabilecekseniz yapın! Umurumda değilsiniz. Sizi düşünmüyor ve size bakmıyorum bile.

«Ben, ancak benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim. Hiç bir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rabbim elbette doğru yoldadır.» (Hud, 56.)

Yani ben Allah'a tevekkül ediyor, O'ndan destek alıyor, kendisine sığınıp bel bağlayanın kayba uğramıyacağı Cenâb'ma güveniyorum. O'nu bırakıp ta yaratıklara aldırış etmem. O'ndan başkasına güvenmem ve ancak O'na kulluk ederim.

Hud'un Allah'ın kulu ve elçisi, Allah'tan başkasına tapan kavminin de sapıklık ve cehalet içinde olduğuna, sadece bu kesin bir delildir. Çünkü kavmi, ona hiç bir kötülük yapamadı. Bu da onun onlara getirdiğinin doğruluğuna, onların hal ve gidişatlarının yanlışlığına, yollarının bâtılhğına delâlet eder. Daha önceleri Nuh peygamber de bu delilin aynısını kendi milletine karşı kullanmıştı:

«Ey Milletimi Eğer durumum, Allah'ın ayetlerim hatırlatmam size ağır geliyorsa - ki ben Allah'a güvenmişimdir - siz ve koştuğunuz ortaklar elbirliği edin; yapacağınız iş, sonra size bir tasa vermesin. Sonra onu bana uygulayın ve beni ertelemeyin!.» (Yûnus, 71.)

İbrahim Halil (a.s.)'de böyle demişti:

«"Ona (Rabbinıe) ortak koştuklarınızdan korkmuyorum. Meğer ki Rabbimin bir dileği ola. Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt kabul etmez misiniz?" dedi. "Allah'a ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Oysa siz, Allah'ın hakkında size bir delil indirmediği bir şeyi O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. İki taraftan hangisine güvenmek gereklidir, bir bilseniz." "İşte güven, onlara, inanıp imanlarına haksızlık karıştırmayanlaradır. Onlar doğru yoldadırlar. Bu, İbrahim'e, milletine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Doğrusu, Rabbin Hakîm'dir, Bilendir."» (ei-En'âm, 80-83.)

«Onun inkarcı ve ahirete kavuşmayı yalanlayan milletinin ileri gelenleri - ki Biz onlara bu dünya hayatında nimet vermiştik - şöyle dediler: "Bu, yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir." "Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, hüsrana uğrayacağınızdan hiç şüphe yoktur." "Öldüğünüz, toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdid mi ediyor?"» (el-Mü'minûn, 33-35.)

Cenâb-ı Allah'ın bir insanı peygamber olarak görevlendirmesini yadırgadılar. Bu tür şüpheleri cahil kafirler öteden beri ortaya atmışlardır ve atmaktadırlar. Buna değinen bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

«İçlerinden birine: "İnsanları uyar." diye vahyetmemiz insanların tuhafma mi gitti?.» (Yûnus, 2.)

«İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına engel olan, sadece: "Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi?" demiş olmalarıdır. De ki: 'Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik."» (el-Isrâ, 94-95.)

Bu sebeple Hud peygamber, kendi kavmine şöyle demişti:

«Sizi uyarmak için aranızdan biri vasıtasıyla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?.» (el-A'râf, 63.)

Yani bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü Cenâb-ı Allah, peygamberliğini nereye ve kime bırakacağını daha iyi bilir.

«"Öldüğünüz, toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdid mi ediyor? Oysa tehdid edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak! Hayat, ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz. Bu, sadece Allah'a karşı yalan uyduranın biridir. Biz ona inanmayız!" O peygamber: "Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşı bana yardım et" dedi.» (el-Mü'mmûn, 35-39.)

Ahireti imkansız gördüler.. Toprak ve kemik haline geldikten sonra cesedlerin yeniden hayat bulacağım inkar ettiler.. "Bu, uzak, hem de ne kadar uzak bir şeydir'1 dediler. "Hayat, ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; tekrar diriltilmeyiz." Yani bir millet ölür, diğeri hayata gelir. Dehrilerin inancı budur. Nitekim bir kısım cahil zındıklar derler ki: "Rahimler çocuk doğurur. Yer de onları yutar." Devrilere gelince bunlar, her 36.000 senede bir bu dünyaya döneceklerine inanırlar.

Bütün bunlar yalan, küfür, cehalet, sapıklık, hiç bir delil ve burhana dayanmayan fasid ve bâtıl sözlerdir. Akıllarım çalıştırıp doğru yola girmeyen kafir ve günahkar ademoğullarının akılları, bu sözlerle çelin-mektedir. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

«Şeytanlar, ahirete inanmayanların kalblerinin ona yönelmesi, ondan hoşnud olması ve onların işledikleri suçlan işlemeleri için, o sözleri fısıldarlar.» (el-En'âm, 113.)

Onlara öğüt verme sadedinde şöyle demiştir:

«Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?.» (eş-Şuarâ, 128-129.)

Onlara diyordu ki: Her yüksek yerin üzerine, saray ve benzeri çok büyük muazzam binalar kurup, boş şeylerle mi uğraşırsınız. Bunlar boş şeylerdir.. Çünkü çadırlarda yaşadığınız için bunlara ihtiyacınız yoktur.

«Ey Muhammedi Rabbinin, hiçbir memlekette benzeri yaratılmamış, sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Ad milletine ne ettiğini görmedin mi?» (el-Fecr, 6-8.)

İrem'de yaşayan Ad, ilk Ad kavmidir ki, onlar büyük sütunlu çadırlarda yaşarlarmış.

İrem'in altm ve gümüşten yapılma bir şehir olup ülkeden ülkeye dolaştığını söyleyen bir kimse, yanılgıya düşmüş ve delilsiz bir söz söylemiş olur. "Sağlam yapılar mı edinirsiniz?" (eş-Şuarâ, 129.) Bu ayette sözü edilen sağlam yapılardan kastın, saraylar veya hamam burçları, yahut sedler olduğu, geleiı rivayetler arasındadır. "Ebedî kalırsınız umuduyla.", yani bu diyarda çok uzun bir ömür sürersiniz umuduyla bu sağlam yapıları inşa ediyorsunuz.

«Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakınm ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size verenden sakının; Davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir. Doğrusu, hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum.» (cş-Şuarâ, 130-135.)

İnançsız milleti, Hud (a.s.)'a şu karşılığı verdi:

«Bize yalnız Allah'a kulluk etmemizi, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, haydi bizi tehdid ettiğin azaba uğrat.» (el-A'râf, 70.)

Yani ibadet ve kulluğumuzu sırf Allah'a yapalım, atalarımıza, geçmişlerimize ve onların dinlerine muhalefet edelim diye mi bize geldin? Eğer bu söylediklerin ve getirdiğin din doğruysa, bizi tehdid edip durduğun azab ve cezayı başımıza getir. Doğrusu biz sana inanmıyor, senin peşin sıra gelmiyor ve seni doğrulamıyoruz...

Yine demişlerdi ki:

«İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma. Bizim için farketmez. Bu durumumuz öncekilerin dini ve geleneğidir. Biz azaba uğratılacak da değiliz.» (eş-Şuarâ, 136-138.)

Bu ayet-i kerimedeki kelimesindeki (Hı) harfini fetha (üstün) ile okuyan kıraate göre bu kelimeden maksat, öncekilerin uydurmasıdır. Yani bu senin getirdiğin yalmzca kendi uydurulandır. Onu öncekilerin kitaplarından almışsın. Evet.. Bunu birden fazla sahabe ve tabiîn bu şekilde tefsir etmişlerdir. Fakat kelimesindeki (Hı) ve (lam) harflerini zamme (ötre) ile okuyan kıraate göre bu kelimeden maksat, dindir. Buna göre mana şöyle olur. "Üzerinde bulunduğumuz su din atalarımızın ve geçmişlerimizin dinidir. Biz bundan vazgeçme*-yiz bu hususta.fikir değiştirmeyiz ve eski dinimize sarılmakta devam ederiz." "Biz azaba uğratılacak da değiliz." cümlesi ,her iki kıraat şekline de uygundur. Peygamber onlara şu cevabı verdi:

«Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azab ve Öfkesini hakkettiniz. Allah'ın hiç bir delil indirmediği ve isimlerini kendi koyduğunuz putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.» (el-A'raf, 71.)

Yani bu kötü sözünüzle, Allah'ın azab ve öfkesini hakkettiniz. Or-taksız olan bir Allah'a ibadet edeceğiniz yerde; kendi elinizle yontup tanrı diye adlandırdığınız ve Allah tarafından haklarında hiç bir delil indirilmeyen putlara mı taparsınız? Hakkı kabulden yüz çevirip bâtılda kalmakta devam ederseniz ve benimsemiş olduğunuz küfürden sizi me-nedip etmemem sizin için farketmiyorsa; artık üzerinize inecek olan ve geri çevrilmesi imkansız olan ilahî azabı bekleyin!...

Yüce Allah buyurdu ki:

«O peygamber: "Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşılık bana yardım et." dedi. Allah'da: "Az sonra pişman olacaklar." buyurdu. Gerçekten onları bir çığlık yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden millet, rahmetten ırak olsun!» (el-Mu'minûn, 39-41.)

«"Bize, bizi tanrılarımızdan alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdid ettiğin şeyi başımıza getir." dediler. "Doğrusu, bunun ne zaman geleceğini Allah bilir. Ben size, benimle gönderileni tebliğ ediyorum. Fakat sizin cahil bir millet olduğunuzu görüyorum." dedi. O azabın, yayılarak vadilerine doğru yöneldiğim gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler. Hud: "Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir; can yakıcı azab veren bir rüzgardır; Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." dedi. Bunun üzerine evlerinin harabelerinden başka bir şey görünmez oldu. Biz, suçlu milleti işte böyle cezalandırırız.» (el-Ahkâf, 22-25.)

Bu inkara milletin yok oluş haberi, gerek kısa, gerek geniş bir şekilde müteferrik ayetlerde anlatıldı:

«Biz, rahmetimizle, Hud'u ve beraberinde bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmayanların kökünü kestik.» (el-A'râf, 72)

«Buyruğumuz gelince, Hud'u ve beraberindeki inananları, acıyarak kurtardık. Onları çetin bir azabdan koruduk. Bu, Rabblerinhı ayetlerini bile bile inkar eden, peygamberlerine kafa tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Ad milletidir. Bu dünyada da, kıyamet gününde de lanete uğradılar. Bilin ki Ad milleti, Rabblerini inkar etti ve yine bilin ki Hud'un milleti Ad, Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.» (Hûd, 58-60.)

«Gerçekten onları bir çığlık yakaladı ve onları süpürüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden millet, rahmetten ırak olsun!» (Mü'mimm, 41.)

«Böylece onu yalanladılar; Biz de kendilerini yok ettik. Bunda şüphesiz ki ders vardır, ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu Rabbin güçlüdür merhametlidir.» (eş-Şuarâ, 139-140.)

Ad milletinin yok oluş hadisesinin tafsilatına gelince, Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«O azabın yayılarak vadilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler. Hud: "Hayır, o, acele beklediğiniz şeydir; can yakıcı azab veren bir rüzgardır. Rabbi'nin buyruğu ile her şeyi yok eder."» (el-Ahkaf, 24.)

Üzerlerine ilk olarak şu şekilde azab inmeye başlamıştı: Kuraklığa ve kıtlığa maruz kalmış, dolayısıyla yağmur yağması dileğinde bulunmuşlardı. Gökte yaygın bir bulut görünce de onu bir rahmet bulutu sanmışlardı. Ama az sonra onun azab bulutu olduğunu gördüler. Bu nedenle Cenâb-ı Allah buyurdu ki! "Hayır, o, sizin acele beklediğiniz şeydir." "Eğer doğru sözlülerden isen, bizi tehdid ettiğin azabı haydi başımıza getir." diyerek azabın bir an evvel üzerlerine inmesini istemişlerdi.

Müfessirler ve diğerleri burada İmam Muhammed b. îshak b. Ye-sar'ın anlatmış olduğu haberi nakletmişlerdir. Şöyleki: Ad milleti, onur ve üstünlük sahibi Allah'ı inkar etmekten vazgeçmeyince, üç yıl süreyle yağmursuz kaldılar. Bu, onları çok sıkıntıya düşürdü. O devirlerde insanlar her hangi bir işte sıkıntıya düştüklerinde, bu sıkıntının giderilmesi için Allah'a dua edecek olurlarsa, Ka'be ve Ka'be'nin yeri hürmetine, bu sıkıntılarını gidermesi için Allah'a dua ederlerdi. Ka'be, o zamanın insanları tarafından bilinirdi. Orada Amalikalılar yaşarlardı. Bunlar, Nuh peygamberin oğlu Sam'm oğlu Amlik b. Laviz'in soyundandı-lar. Amalika kabilesinin reisi, Muaviye b. Bekr adlı biriydi. Muaviye'nin anası, Ad kavminden Celheze binti Hayberî idi.

Ad, Harem-i Şerif yanında yağmur duasında bulunmaları için yetmişe yakın adamı bir heyet halinde Mekke'ye gönderdi. Bu heyet, Mekke dışında ikamet eden Muaviye b. Bekr'e uğradı. Yanında bir ay kaldı. İçki içiyorlar, Muaviye'nin iki sanatçı cariyesi de onlara şarkılar okuyorlardı. Bu heyet, bir ayda ancak Muaviye'ye ulaşabilmişlerdi. Misafirlikleri uzun sürünce Muaviye, onlara yaptığı masraftan dolayı kendi kavmine acımaya başladı. Evinden çıkıp gitmelerini söylemekten utandı, ama çekip gitmelerini ima eden bir şiir yazdı ve sanatçı cariyelerine, bu şiiri misafirlere okumalarını emretti:

Ey Kayl! Yazıklar olsun sana kalk da dua et.
Belki Cenâb-ı Allah, bize bir bulut gönderir.
Ad milletinin topraklarını yağmurla sulandırır.
Susuzluktan ağızları kurudu, konuşamaz oldular.
Bebekleri yaşlanamaz, yetişkin dahi olamazlar.
Bir zamanlar kadınları şen şakrak iken,
Ama şu günde kadınları dul oldular.
Canavarlar, onlara açıktan açığa gelir.
Ad milletinin oklarından korkmaz oldular.
Siz burada oldunuz, arzularına kavuşan kimseler,
Gecelerinizle gündüzleriniz enfes olmuştur.
Heyetiniz çirkinlik işledi,
Selam ve saygı hakkınız değildir.

Bu şiiri dinleyen heyet kalkıp hareme gitti, milletleri için dua ettiler. Duahanları Kayl b. Anz dua etti. Cenâb-ı Allah, bu dua üzerine biri beyaz, biri kızıl, biri de siyah olmak üzere üç bulut peydahladı. Sonra gökten bir ünleyici: "Kendin - veya milletin - için bu üç buluttan birini seç.»"diye seslendi. Kayl: "Şu siyah bulutu seçtim. Çünkü bulutların en çok sulu olanı budur." dedi. Ünleyici ise ona şu karşılığı verdi:

"Helak edici bulutu seçtin. Bu, Ad milletinden bir tek ferdi bile sağ bırakmayacaktır. Ne ana, ne çocuk, ne de baba, Hiçbiri hayatta kalmayacaktır. Yalnız Lüveyze Oğullarına bu ateş tesir etmeyecektir." Lüvey-ze Oğulları, Ad kabilesinin bir batm olup Mekke'de yaşarlardı. Kavimlerine gelen bela, kendilerine isabet etmedi. Bunların neseplerinden kalanlar, son Ad kavmidir.

Cenâb-ı Allah, Kayl b. Anz'm seçtiği siyah bulutu, içindeki azabla birlikte Ad milletinin üzerine şevketti. Onlara, Muğis denilen vadi tarafından çıkıp geldi. Bulutu gördüklerinde sevinip dediler ki: Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır. Cenâb-ı Allah ta onlara şu cevabı verdi: «Hayır, o, sizin acele beklediğiniz şeydir. O, can yakıcı azab veren bir rüzgardır. Rabbinin emriyle her şeyi yok eder.» (ei-Ahkâf, 25) .Yani uğradığı her şeyi ortadan kaldırıp yok eder.

Bunu ilk görüp azab rüzgarı olduğunu anlayan, rivayete göre Ad kavminden Mehd adlı bir kadındır. O buluttaki şeyin ne olduğunu anlayınca bağırdı, sonra da düşüp bayıldı. Ayıldığmda O'na: "Ne gördün ey Mehd?" diye sordular. Şu cevabı verdi: "Bu bulutta, ateşe benzer bir rüzgar gördüm. Önünde, onu çekmekte olan bazı adamlar vardı... "

Cenâb-ı Allah o rüzgarı yedi gece, sekiz gün aralıksız olarak üzerlerinde estirdi. Ad milletinin helak olmadık bir tek ferdini bile bırakmadı.

Hud (a.s.) beraberindeki mü'minlerle beraber cennetvari bir bahçeye çekilmiş, yumuşak ve nefislerin hoşuna giden şeyler kendilerine geliyordu. Göklerle yer arasında bir mahfile binerek Ad milletine uğruyor, onları taşlarla eziyorlardı...

İmam Ahmed b. Hanbel de Müsned'inde buna benzer bir kıssa anlatmaktadır: Zeyb b. Habbab, îbn Yezid el- Bekrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ala' b. Hadremî'yi şikayet için Rasûlullah (s.a.v.)'a gitmek üzere evden çıktım. Rabaza'ya uğradım. Bir de baktım ki orada tek başına duran, Temim oğulları kabilesinden yaşlı bir kadm yar. Bana dedi ki: "Ey Abdullah! Rasûlullah (s.a.v.)'ı görmem gerekiyor. Beni ona götürür müsün?"
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Ben de onu yanıma alıp Medine'ye götürdüm. Bir de ne göreyim: Mescid-i Nebevi., onun akrabalarıyla hınca hınç dolu.. Siyah bir bayrak da dalgalanıyor.. Bilal, kılıç kuşanmış, Rasûlullah (s.a.v.)'m huzurunda bekliyor.."Bu insanların işi burada ne?.» diye sordum. "Rasûlullah (s.a.v.), Amr b. As'ı bir tarafa (savaş için) göndermek niyetinde." dediler. Oturdum... Rasûlullah (s.a.v.) menziline girdi. Yanma girmek için izin istedim, bana izin verildi.. İçeri girip selam verdim. "Sizinle Temim oğulları arasmda birşey var mıydı?" diye sordu. Dedim ki: "Evet.. Bizimle onların arasında bir olay oldu. Bu olay bizim lehimize, onların aleyhine oldu. Onlardan yaşlı bir kadına rastladım. Bir kenarda yalnız başına oturmuştu. Kendisini alıp huzuruna getirmemi istedi., işte kapıda bekliyor."

Rasûlullah (s.a.v.) izin verdi, kadın içeri girdi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Eğer uygun görürsen, bizimle Temim oğulları arasına bir sed çek. Dehna çölünü sınır kıl. Çünkü o bize aittir."

Kadın kükreyip ayağa kalkar gibi yaptı ve : "Sana iltica eden, artık nereye başvurur?" dedi. Ben de şöyle dedim: "Benim durumum da Önce anlattığım gibidir. Başıma bela aldım. Düşmanım olduğunu bilmeksizin bu kadını size getirdim. Ad milletinin elçilik heyetinin başı gibi olmaktan Allah ve Rasûlüne sığınırım." Rasûlullah (s.a.v.): "Ad milletinin elçisi de ne?" diye sordu. Halbuki o, meseleyi benden daha iyi biliyor, ama beni konuşturmak istiyordu. Dedim ki:

Ad milleti kıtlığa maruz kaldılar. Kayl adında birini elçi olarak gönderdiler. O da Mekke'de ikamet eden Muaviye b. Bekr'e uğradı. Yanında bir ay kadar kaldı. Ona içki içiriyor, sanatçı iki cariyesi de ona şarkılar söylüyorlardı. Bir ay geçtikten sonra Tihame dağlarına çıktı ve şöyle dua etti: "Allahım! Biliyorsun ki, ben bir hastanın yanma gelmedim ki, onu tedavi edeyim.. Bir esirin de yanma gelmedim ki fidyesini verip serbest bıraktırayım. Allahım! Ad milletine yağmur yağdırıp, vereceğin kadar su ver."

Böyle dua ettikten sonra onun tarafina değişik renkteki bulutlar geldi. Kendisine: "Bu bulutlardan birini seç." diye ses geldi. O da simsiyah bir bulutu gösterdi. Bunun üzerine kendisine şöyle bir seda geldi: "Alın da helak olun. Ad milletinden hiç kimse hayatta kalmasın!." Bana ulaşan habere göre onlara, şu yüzüğümün içinden geçebilecek kadar bir rüzgar esti, hepsi de helak oldular. Ebu Vail dedi ki: Doğrudur. O kadınla erkek, bir elçi gönderdiklerinde ona: "Ad milletinin elçisi gibi olma"derlerdi.[1][1]

Bu anlatılan kıssa, sonuncu Ad kavmiyle ilgili olsa gerek. Çünkü îbn İshak üe diğerlerinin anlattıkları kıssada Mekke'den söz edilmektedir Oysaki Mekke, İbrahim Halil (a.s.)'den sonra kurulmuş bir beldedir. Hani bir zamanlar o, zevcesi Hacer ile oğlu İsmail'i oraya yerleştirmiş; Cürhümlüler de onların yanma inip konaklamış ve onlarla beraber Mekke'de yaşamaya başlamışlardı.

Halbuki ilk Ad kavmi, İbrahim peygamberden önce yaşamıştır. Onların helaki kıssasmdaysa, Muaviye b. Bekr'den ve onun yazmış olduğu şiirinden söz edilmektedir. Ama şiir, birinci Ad'ın zamanından sonraki zamanların şiirine benzemektedir. Önceki devirlerde yaşamış insanların sözlerine benzememektedir. O şiirde anlatılan bulutun adına "Şernar" denmektedir. Oysaki ilk Ad milleti, karşı durulmaz dondurucu bir rüzgarla helak edilmişti. îbn Mes'ud, İbn Abbas ve birden fazla tabiîn imamları dediler ki: ayet-i kerimesinde geçen (Sarsar) kelimesi, soğuk ve dondurucu; (Atiye) kelimesi ise, şiddetli esen anlamına gelir.

«Allah o rüzgarı üzerlei"ine yedi gece, sekiz gün aralıksız estirdi.» (el-Hâkka, 7.)

Denildiğine göre o günlerin ilki cuma veya çarşamba idi.

«Halkın, kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün.» (el-Hakka, 7.)

Bu ayette onlar, başsız hurma kütüklerine benzetilmişlerdir. Şundan ki: Azab rüzgarı, onlardan birini yakaladığında kaldırıp havaya yükseltiyor, sonra da tepesi üstüne bırakıyordu. Böylece kafası ezilip parçalanıyor ve cesedi başsız kalıyordu. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurdu ki:

«Nitekim o uğursum günde, üzerlerine, insanları, sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak yere seren, dondurucu bir rüzgarı devamlı olarak gönderdik.» (el-Kamer, 19-20.)

Uğursuz günün çarşamba günü olduğunu söyleyip o günü uğursuz sayan kimse, yanılgıya düşmüş ve Kur'ân'a muhalefet etmiş tir. Çünkü başka bir ayette de şöyle buyurulmuştur:

«O uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik.» (Fussilet, 16.)

Bilindiği gibi, üzerlerine rüzgar estirilen günlerin sayısı sekizdir. O günler de birbirini izlemiş, aralarına hiç fasıla girmemişti. Eğer günlerin bizatihi kendileri uğursuz olsalardı, bu takdirde senenin bütün günlerinin uğursuz olması gerekirdi ki bunu akıl sahibi hiç kimse söylemez. Ancak bu günler, azaba uğratıldıkları için onlara göre uğursuz sayılmışlardır. Yüce Allah buyurdu ki:

«Ad milletinin başından geçende de ibret vardır. Onların üzerine uğradığı her şeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik.»(ez-Zâriyât, 41-42.)

Yani o rüzgar, hiçbir hayır üretmiyordu. Yalnız başına rüzgar; ne bulutu sevkeder, ne de ağaç ve buğdaylara fayda verir. Kısırdır, hayır vermez. Bu nedenle müteakip ayette denmiş ki:

"O rüzgar, uğradığı her şeyi bırakmayıp toza çevirir." Yani hiç fayda vermeyen çürümüş şeye döndürür.

Şu'be, İbn Abbas'tan rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Bana Saba rüzgarıyla yardım edildi. Ad kavmi ise (batıdan esen) Debur rüzgarıyla yok edildi.»[2][2]

«Ey Muhammedi Ad milletinin kardeşi Hud'u an. Ondan önce ve sonra: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin." diyen nice uyarıcılar gelip geçmişken, Ahkaf bölgesindeki milletini uyarmış "Doğrusu sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." demişti.» (el-Ahkâf, 21.)

Bu ayette sözü edilen Ad, açıkça anlaşıldığı gibi ilk Ad milletidir. Buradaki ifadeler Hud kavminin ifadesine benzemektedir ki, onlar da ilk Ad milletidir.

Bu kıssada anlatılanların ikinci Ad milleti olması da muhtemeldir. Önce anlatmış olduğumuz ve ileride Hz. Aişe'den rivayet edilecek hadis de buna delâlet etmektedir.

«O azabın, yayılarak vadilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde: "Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler.» (d-Ahkâf, 25.}

Gökteki o yaygın bulutu görünce yağmur bulutu sandılar; az sonra gördüler ki o bir azab bulutudur. Onu rahmet sandılar; az sonra onun ilahî bir intikam olduğunu anladılar. O buluttan hayır umdular; ama ondan şiddetli bir şer ve musibet gördüler. «Hayır, o, sizin acelece beklediğiniz şeydir." Çabuk gelmesini istediğiniz azaptır. "O, can yakıcı azab veren bir rüzgardır." Bu azabın, kendilerine isabet eden dondurucu ve sürekli esen ve karşı durulamaz bir rüzgar olması da muhtemeldir. Bu rüzgar yedi gece, sekiz gün üzerlerinde esmiş, onların hepsini yok etmiş, kaçanlarını kovalayıp yakalamıştı. Öyle ki mağaraları ve kovukları üzerlerine kapatıyor, sonra onları çıkarıp helak ediyordu. Sağlam evlerini ve saraylarını, üzerlerine çökertiyordu. Onlar, önceleri güç ve kuvvetlerine aldanarak: "Bizden daha güçlü kim vardır?" demişler; Cenâb-ı Allah da onlardan daha güçlü ve kuvvetli olan kuru rüzgarı üzerlerine musallat kılmıştı.

Muhtemeldir ki bu rüzgar, neticede bir bulut meydana getirmiş; onların artakalanları da, bunun kendileri için bir imdat ve rahmet bulutu olduğunu sanmışlardı. Çoklarının anlattıkları gibi Cenâb-ı Allah, o buluttan, üzerlerine kıvılcım ve ateş göndermişti. Bu bulut, Medyenlilerinüzerine gönderilen gölge gibi bir şeydi. Cenâb-ı Allah, üzerlerine hem soğuk bir rüzgar, hem de ateş eriyiği göndermişti ki, bu da birbirine zıt muhtelif şeylerle verilen azabtan daha şiddetli olmuştu. Buna ek olarak kendilerini bir çığlık y akalayı vermiş ti. Mü'minûn sûresinde bu çığlıktan bahsedilmektedir. Doğruyu Allah bilir.

İbn Ebi Hatîm dedi ki: Babam, İbn Ömer'den naklen, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etti: Allah'ın, Ad milletini yok etmek için üzerlerine estirdiği rüzgar, ancak bir yüzük deliğinden geçen bir rüzgar kadardı. Çölde yaşayan Ad milletine çarpan azab rüzgarı onları, davarlarını ve mallarım alıp yer ile gök arasında kaldırdı ve yükseklere çıkardı. (Sonra da yüz üstü bırakıp helak etti). Kent içinde yaşayan Ad kavmi, azab rüzgarım ve ondaki musibeti görünce: "Bu yaygın bulut, bize yağmur yağdıracaktır." dediler. O rüzgar, çöldeki Ad kavmini, davarlarını ve mallarını göğe doğru kaldırdıktan sonra, kentte yaşayan Ad kavminin üzerine bıraktı ve tümünü yok etti.Taberanî, İbn Abbas'tan naklen Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Cenâb-ı Allah'ın Ad milleti üstüne estirdiği azab rüzgarı, ancak bir yüzük deliğinden geçebilecek yoğunluktaydı. Sonra onların köylülerini rüzgarla havalandırarak kentlilerinin üzerine bıraktı. Kentliler, azab bulutunun kendilerine yönelip gelmekte olduğunu gördüklerinde: "Vadilerimize yönelip gelmekte olan bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır.» dediler. Halbuki Ad milletinin köylüleri o bulutun içindeydiler. Cenâb-ı Allah o bulutun içindeki köylüleri, kentlilerin üzerine bıraktı ve neticede hepsi yok oldular."

O azab rüzgarı, o kadar şiddetli esiyordu ki, mahzenlere ve kapı aralıklarından içerilere sızıyordu. Hesapsız denecek kadar kuvvetli esiyordu.

Ayet-i kerimeden de açıkça anlaşıldığı gibi Ad milleti, azab bulutunun yaygın ve geniş olduğunu görmüşlerdi. Bunu Müslim de "Sahîh'inde açık bir dille nakletmiştir. Şöyle ki: Ebu Bekr et- Tahir, Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etti: Rüzgar estiğinde Rasûlullah (s.a.v.) şöyle derdi: «Allahım! Bu rüzgarın hayrını, bundaki şeylerin hayrını ve bununla gönderdiğin şeylerin hayrım senden diliyorum. Bu rüzgarın şerrinden, bundaki şeylerin şerrinden ve bununla gönderdiğin şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.»

Gök bulutlandığı zaman da Rasûlullah (s.a.v.)'m yüzünün rengi değişir, dışarı çıkar, içeri girer, ileri gider, geri gelirdi. Buluttan yağmurlar boşanınca da yüzünün rengi açılırdı. Aişe, onun bu halini anlardı. Sebebini sorunca da şu cevabı alırdı: «Ey Aişe! Bu bulut belki de Ad kavminin dediği bulut gibi olabilirdi. Onlar, yaygın bulutun, vadilerine yönelerek geldiğini gördüklerinde, "Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır." demişlerdi, (ama üzerlerine azab indirmişti).»[3][3]

Başka bir rivayette şöyledir: İmam Ahmed b. Hanbel dedi ki: Harun b. Ma'ruf, Süleyman b. Yesar'dan naklen Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etti: «Rasûlullah (s.a.v.)'m, küçük dili görünecek şekilde katıla katıla güldüğünü hiç görmedim. Yalnızca gülümserdi. Bir bulut veya rüzgar esişini gördüğünde, bu, onun yüzünden anlaşılırdı. Dedim ki: Ya Rasûlullah! İnsanlar bulut gördüklerinde, kendilerine yağmur getireceği umuduyla sevinirler; Ama bulut gördüğünde, yüzünde hoşnutsuzluk görüyorum. Bu, neden? Buyurdu ki: "Ey Aişe! Bulutta veya rüzgarda azab bulunmayacağından emin değilim ki! Nuh'un milleti, rüzgarla helak edildi. Başka bir millet de azabı (bulutu) gördüklerinde; "Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır" dediler.»

Önce de işaret ettiğimiz gibi bu hadis, Ad milletiyle ilgili iki kıssanın apayrı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Şu halde Ahkâf sûresinde anlatılan haber, ikinci Ad milletiyle ilgilidir. Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan diğer haberlerse, ilk Ad milletiyle ilgilidir. Doğruyu en iyi bilen, Allah'tır.

Hud peygamberin haccını, Nuh peygamberin haccmdan bahsederken anlatmıştık. Hz. Ali'den rivayet olunduğuna göre Hud peygamberin mezarı, Yemen'dedir. Başkalarıysa Şam'da olduğunu söylemişlerdir. Caminin kıble duvarında bir yer vardır ki, bazı kimseler, oranın Hud peygamberin mezarı olduğuna inanırlar. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.[4][4]



[1][1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 482

[2][2] Buharî, îstiska, 36. Müslim, îstiska, 17.

[3][3] Tirmizî, V, 503, Kitabü'd-Daavat.

[4][4] Buhari, VI, 238. Tefsîr-i Suretil-Ahkâf.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Semûd Mîlletinin Peygamberi Hz. Salih


Bunlar, kendilerine Semud denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri Semud'un adını almışlardı. Semud, Cedis'in kardeşidir. Bu ikisi de İrem oğlu Asir'in oğullarıdırlar. İrem ise, Nuh peygamberin oğlu Sâm'ın oğludur.

Semud, Arab-ı Aribe'dendir. Hicaz ile Tebük arasında, Hicr denen yerde yaşarlardı. Rasûlullah (s.a.v.) Tebük gazvesine giderken, beraberindeki Müslümanlarla beraber, bunların yurdu Hicr'e uğramıştır. Bunlar, Ad milletinden sonra dünyada yaşamışlardır. Onlar gibi bunlar da puta taparlarmış.

Cenâb-ı Allah, içlerinden bir adamı kendilerine peygamber olarak gönderdi. Kulu ve elçisi olan bu adam, Nuh peygamberin soyundan gelen Salih b. Abid, b. Masih, b. Abid, b. Hadir, b. Semud, b. Asir, b. İrem, b. Nuh idi. Onları, ortaksız olan bir Allah'a kulluk etmeye, putlara ve Allah'ın ortaklan olduklarını iddia ettikleri varlıklara tapmaktan vazgeçmeye, hiç birşeyi Alllah'a ortak koşmamaya davet etti. İçlerinden küçük bir grup ona iman etti, çoğunluğu inkar etti. Ona dillerini ve ellerini uzattılar, öldürmeye yeltendiler. Salih (a.s.)'in gerçek peygamber olduğunu göstermek için Allah'ın, kendilerine karşı bir delil olarak gönderdiği dişi deveyi öldürdüler. Dolayısıyla Allah da onları, güçlü ve muktedir bir zata yaraşırcasma yakalayıverdi. Nitekim buyurdu ki:

«Semud milletine kardeşleri Salih'i gönderdik. "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi size bir delildir. Onu bırakın, Allah'ın toprağında otlasın. Ona kötülük etmeyin. Yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız. Allah'ın sizi Ad milleti yerine getirdiğini, ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde yerleştirdiğini hatırlayın; Allah'ın nimetlerini anın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." dedi. Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, aralarından iman eden ve bu sebeple hor gördükleri kimselere, "Salih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini sahiden biliyor musunuz?" dediler. Onlar da: "Doğrusu biz, onunla gönderilene inanıyoruz." dediler. Büyüklük taslayanlar: "Sizin inandığınızı, biz inkar ediyoruz." dediler ve dişi deveyi kesip devirdiler. Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar. "Ey Salih! Eğer sen peygambersen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat bakalım. dediler. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü çö-küverdiler. Salih de onlardan yüz çevirdi ve :"Ey Milletim! Andolsun ki ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim. Fakat siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz." dedi.» (el-A'râf, 73-79.)

«Semud milletine kardeşleri Salih'i gönderdik. "Ey Milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O'dur. Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da ona tevbe edin. Doğrusu, Rabbim size yakın ve duaları kabul edendir." dedi. "Ey Salih! Sen bundan önce, aramızda kendisinden iyilik beklenir bir kimseydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu, bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endişedeyiz." dediler. "Ey Milletim! Eğer Rabbimden bir belgem olur ve bana rahmet eder de ben ona başkaldırırsam, söyleyin, Allah'a karşı beni kim savunur? Bana zararımı artırmaktan başka bir şey yapamazsınız." dedi. "Ey Milletim! Bu, size bir ayet olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık etmeyin. Yoksa siz, hemen azaba uğrarsınız." Buna rağmen onu kesip devirdiler. O zaman Salih: "Yurdunuzda üç gün daha kalın. Bu, yalanlanmayacak bir sözdür." dedi. Buyruğumuz gelince Salih'i ve beraberindeki inananları - katımızdan bir rahmet olarak - o günün rezilliğinden kurtardık. Doğrusu, Rabbin pek kuvvetli ve güçlüdür. Haksızlık yapanları bir çığlık tuttu. Oldukları yerde diz üstü çöküverdiler. Sanki orada, hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semud milleti Rabbini inkar etmişti. Bilin ki, Semud milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.» (Hud, 61-68.) '

«Andolsun ki Hicr halkı, peygamberleri yalanlamışlardı. Onlara ayetlerimizi verdiğimiz halde, yüz çevirmişlerdi. Dağlarda güven içinde, evler yontuyorlardı. Sabaha karşı çığlık onları y akalayı ver di. Yaptıkları, kendilerine bir fayda sağlamadı.» (el-Hicr, 80-84.)

«Bizi mucize göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semud milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa biz mucizeleri, yalnız korkutmak için göndeririz.» (el-İsra, 59.)

«Semud milleti de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Salih onlara: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu, ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim,ancak âlemlerin Rabbine aittir. Burada bahçelerde, pınar başlarında,ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız? Artık Allah'tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü İslah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin." dedi. "Sen şüphesiz büyülenmişin birisin. Bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlü isen, bir belge getir." dediler. Salih: "İşte belge, bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı belirli bir gün onun ve belirli birgün de sizindir. Sakın ona bir kötülük yapmayın. Yoksa sizi büyük günün azabı yakalar." dedi. Onlar ise deveyi kestiler, ama pişman da oldular. Bunun üzerine onları azab yakaladı. Doğrusu, bunda bir ders vardır. Fakat çoğu inanmamıştır. Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.» (eş-Şuarâ,141-159.)

«Andolsun ki, Semud milletine kardeşleri Salih'i; "Allah'a kulluk ediniz." desin diye gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki gurup olu-verdiler. Salih: "Ey milletim! Niye iyilikten önce, acele kötülük istiyorsunuz? Açmasınız diye Allah'tan mağfiret düeseniz olmaz mı?" dedi. "Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık." dediler. Salih: "Uğursuzluğunuz Allah katından takdir edilmiştir. Belki imtihana çekilen bir milletsiniz." dedi. O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk-yapan, düzeltmeye uğraşmayan dokuz kişi vardı. "Biz gece ona ve ailesine baskın verelim, sonra da onun dostuna, ailesinin yokedilişinde bulunmadık, şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim." diye aralarında Allah'a yemin ettiler. Onlar bir düzen kurdular. Biz, farkettirmeden düzenlerini bozduk. Düzenlerinin sonunun nasıl olduğuna bir bak. Biz onları ve milletlerini, hepsini yerle bir ettik. İşte haksızlıklarına karşılık çökmüş bulunan evleri! Bunda bilen bir millet için şüphesiz ders vardır. İnanıp Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.» (en-Neml, 45-53.)

«Semud milletine doğru yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü, doğru yolda gitmeğe tercih ettiler. Kazandıklarının karşılığı olarak, onları, alçaltıcı azabın yıldırımı çarptı. İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.» (Fussiiet, 17-18.)

«Semud milleti, uyaran peygamberleri yalanladı. "İçimizden bir insana mı uyacağız? O zaman biz sapıklık ve delilik etmiş oluruz. Kitap, aramızda, ona mı verilmiş? Hayır, o pek yalana ve şımarığın biridir." dediler. Yarın kimin pek yalancı ve şımarık olduğunu bileceklerdir. Doğrusu, onları denemek üzere dişi deveyi gönderen biziz. Salih'e şöyle demiştik: "Onları gözetle ve sabret. Onlara, herkese, sıralarına göre suyun aralarında pay edilmiş olduğunu söyle." Ama bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını alarak deveyi kesti. Benim azabım ve uyarmam nasıl-mış? Nitekim üzerlerine bir çığlık gönderdik de, ağılcılarm kullandığı kurumuş ot gibi oldular. Andolsun ki Kur'ân'ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?» (el-Kamer, 23-32.)

«Semud milleti içlerinden en azgını ileri atılınca, azgınlığı yüzünden peygamberleri yalanladı. Allah'ın peygamberleri onlara, Allah'ın devesini göstermiş ve: "Allah'ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın." demişti. Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azab indirdi; yerle bir etti onları. Bu işin sonundan onun korkusu yoktur.» (eş-Şems,11-15.)

Berâet, İbrahim, Furkân, Sâd, Kâf, Necm ve Fecr sûrelerinde olduğu gibi Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerlerinde Ad ve Semud milletlerinin kıssalarını anlatırken aralarında bazı mukayeseler yapmıştır.

Denilir ki: Bu iki milletin haberlerini Ehl-i Kitap bilmemektedir. Onların kitapları Tevrat'ta, bu İM milletten bahsedilmemektedir. Ne var ki Kur'ân-ı Kerîm'de, Musa peygamberin Ad ve Semud'dan bahsettiğine delâlet eden ayetler mevcuttur. Nitekim Cenâb-ı Allah, İbrahim suresinde şöyle buyurur:

«Musa: "Siz ve yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz, Allah yine de müstağni ve övülmeğe layık olandır." demişti. Sizden önce geçen Nuh, Ad, Semud milletlerinin ve onlardan sonra gelenlerin haberleri - ki onları Allah'tan başkası bilmez-size ulaşmadı mı? Onlara peygamberleri belgelerle geldiler...» İbrâhîm, 8-9.)

Ayetten açıkça anlaşılıyor ki bu, Musa (a.s.)'nm kendi milletine söylediği sözün ta kendisidir. Fakat bu iki millet Araplardan oldukları için, Ehl-i Kitap bunlarla ilgili haberleri- bu haberler ne kadar Musa peygamber zamanında meşhur idiyse de - iyice ezberlememişler ve bu haberlerin hıfzedilmesi için gereken itinayı göstermemişlerdir. Bütün bunları tefsirde[1][1] detaylarıyla anlatmış bulunmaktayız. Övgü ve şükranlar, Allah'adır.

Gayemiz, Semud milletinin kıssasını, yaratıkları işleri, karşılaştıkları akıbeti, Allahm, peygamberi Salih (a.s.) ile beraberindeki mü'min-leri nasıl kurtardığını; küfürleri, azgınlıkları ve peygamberlerine muhalefetleri dolayısıyla zulmetmiş olanların köklerini nasıl kazıdığım anlatmaktır.

Önce de söylediğimiz gibi Semud milleti Arap'tı. Ad milletinden sonra yaşamış ama onların akıbetlerinden ders almamışlardı. Bu nedenle peygamberleri Salih onlara şöyle demişti:

«Allah'a kulluk edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Allah'ın bu dişi devesi size bir delildir. Onu bırakın, Allah'ın toprağında otlasın; ona kötülük etmeyin. Yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız. Allah'ın sizi Ad milleti yerine getirdiğini, ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde yerleştirdiğini hatırlayın. Allah'ın nimetlerini anın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.» (el-A'râf, 73-74.)

Yani sizi Ad milletinin yerine yerleştirdi. Onlardan sonra dünyaya getirdi ki akibetlerinden ibret alasınız; onların yaptıkları hataları yap-mayasınız. Yeryüzünü ve bu toprakları size verdi. Siz de düzlüklerde şatolar ve saraylar kuruyorsunuz. «Dağlarda ustalıkla evler oyuyorsunuz.» (eş-Şuarâ, 149.) Allah'ın size bahşettiği bu nimetlere şükür, iyi amel, sadece O'na ortaksız olarak ibadet ve kulluk etmekle karşılık verin. O'na muhalefet etmekten, O'na itaatten sapmaktan sakının. Doğrusu bunun sonucu vahim olur.

Salih (a.s.), bu sebepten Ötürü onlara şu Öğüdü verdi: «Burada bahçelerde, pınar başlarında, ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Artık Allah'tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin.» (eş-Şuarâ, 147-152.)

«Ey milletim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O’dur.» (Hud, eı.)

Yani sizi yoktan var edip yeryüzünü sizinle şenlendiren, içindeki ekin ve meyvelerle birlikte yeryüzünü emrinize amade kılan, Allah'tır. Yaratan ve rızık veren odur. Yalnız O, tapımlmaya layıktır. Başkası değil...

«Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da O'na tevbe edin.» (Hûd, 61.)

Yani içinde bulunduğunuz küfür halinden vazgeçin ve sadece Allah'a kulluğa yönelin. Çünkü O, sizin tevbenizi kabul eder ve kusurlarınızı bağışlar. "Doğrusu Rabbim size yakın ve duaları kabul edendir."(Hûd, 61.)

"Ey Salih! Sen bundan önce, aramızda kendisinden iyilik beklenir bir kimseydin." dediler. (Hûd, 62.)

Yani ibadeti sadece Allah'a yapmamızı, onun ortaklarına tapmaktan vazgeçmemizi, ata ve dedelerimizin dinlerini bırakmamızı teklif edici bu sözünü söylemenden önce, tam akıllı bir kimse olduğunu sanıyorduk.

"Şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endişedeyiz."» (Hûd, 62.)

«"Ey milletim! Eğer Rabbimden bir belgem olur ve bana rahmet eder de ben O'na baş kaldınrsam, söyleyin, Allah'a karşı beni kim savunur? Bana zararımı artırmaktan başka birşey yapamazsınız." dedi.» (Hûd, 63.)

Böylece Hud peygamber, onlara tatlı dil ve yumuşak ifadelerle yaklaşıyor, güzel bir üslupla onları hayra davet ediyordu. Yani gerçek, benim size dediğim ve sizi davet ettiğim şey gibi ise, o zaman ne yapacağınızı sanıyorsunuz? Allah katında ileri sürecek mazeretiniz ne olacaktır? Sizi O'nun kabza-i kudretinden kurtaracak ne vardır? Oysaki siz, sizi O'na itaate davet etmekten vazgeçmemi istiyorsunuz. Bundan vazgeçmem mümkün değildir. Çünkü bu, benim görevimdir. Bu işten vazgeçersem, ne sizden ne de başkalarından hiç kimse beni, Allah'ın azabından koruyamaz ve bana yardımcı olamaz. Ben, sizleri tek ve ortaksız olan Allah'a kulluk etmeye çağırmaya devam edeceğim. Allah'ın benimle sizin aranızda hükmünü vereceği zamana kadar görevimi sürdüreceğim...

«Ama milleti ona: "Sen, şüphesiz, büyülenmişin birisin." dediler.» (Şuarâ, 153.)Yani bizi sadece Allah'a kulluk etmeye ve O'na koştuğumuz ortaklardan vazgeçmeye davet ederken ne dediğini bilmeyen, büyülenmiş birisin. Cumhur-u ulema bu ayet-i kerimeyi böyle manalandırmış-lardır. Ayette geçen (müsahharm) kelimesiyle kastedilen mana da budur.

"Müsahharîn" kelimesinin cinci kimse anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Nitekim milleti, Salih peygambere: "Sen, büyüsü olan bir insansın." demişlerdi. Ama "müsahharîn" kelimesinin birinci manası daha kuvvetlidir. Çünkü ona böyle dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürmüşlerdi:

«Bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Eğer doğru sözlülerden isen, bir belge getir.» (eş-Şuarâ, 154.)

Kendilerine getirdiği şeyin doğru ve gerçek olduğuna delâlet eden bir mucize göstermesini istediler:

«Salih: "İşte belge, bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı, belirli bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir. Sakın ona bir kötülük yapmayın. Yoksa sizi büyük günün azabı yakalar." dedi.» (eş-Şuarâ, 155-156.)

Salih peygamber, Semud milletine ayrıca şöyle demişti:

«Rabbinizden size bir belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi size bir delildir. Onu bırakın, Allah'ın toprağında otlasın. Ona kötülük etmeyin, yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız.» (el-A'râf, 73.)

Yüce Allah da buyurdu ki:

«Semud milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi.» (İsrâ, 59.)

Müfessirlerin anlattıklarına göre Semud milleti, bir gün toplantı yerlerinde bir araya gelmişlerdi. Allah'ın elçisi Salih, yanlarına giderek onları Allah'a kulluğa davet etmiş, azab-ı ilahiyi onlara hatırlatmış, sapıklıktan sakındırmış, öğüt vermiş ve bâtıla yanaşmamalarını emretmişti. Ama onlar Salih (a.s.)'e şöyle bir şart koşmuşlardı: "Ey Salih: Şu karşıdaki kayadan şu ve şu niteliklere sahip, boylu poslu, gebe bir deve çıkarırsan belki sana iman ederiz." Salih (a.s.), onlara dedi ki: "Bu isteğinizi tam olarak yerine getirirsem, benim getirmiş olduğum dine iman eder ve size tebliğ ettiğim ilahi mesajı doğrular mısınız?" "Evet" dediler. Salih (a.s.) de bu hususta onlardan söz ve teminat aldı. Sonra namazgahına gidip, onur ve üstünlük sahibi Allah'ın huzurunda nasibince namaz kılıp dua etti. Kavminin bu isteğinin gerçekleştirilmesini Rabbin-den diledi. Allah da oracıktaki kayaya, yarılarak istenilen nitelikteki büyük cüsseli gebe bir deveyi çıkarmasını emretti. Kaya da bu ilahî eniri hemen yerine getirdi. Devenin ortaya çıktığını müşahede ettiklerinde büyük bir iş, dehşetli bir olay, Salih (a.s.)'in doğruluğunu ortaya koyan kesin bir delil, parlak bir hüccet ve göz alıcı bir kudret gördüler. Bunun üzerine çokları iman getirdi. Çokları da küfür, sapıklık ve inatlarına devam ettiler. Cenâb-ı Allah'ın, "Ona (deveye) zulmetmişlerdi.» demesinin sebebi işte budur. Yani onun mucize oluşunu inkar ettiler. Onun sebebiyle çokları hakka inanmadılar. Öte yandan inananların reisi Cen-da1 b. Amr b. Muhallat b. Lebid b. Cevas idi. Bu zat, Semud kavminin önde gelen büyüklerindendi. Eşrafın kalan kısmı da Allah'ın dinine girmeye yöneldiler. Ama putlarının sahibi Habbab ile Züab b. Amr b. Lebid, Rabab b. Sa'r b. Cemlis- onları yeni dine girmekten menettiler. Cenda', amcası oğlu Şihab b. Halife'yi-bu da eşraftandı- imana davet etti. Ama yukarıda adları geçen inkarcılar, onu da Allah'ın dinine girmekten menettiler. Bunun üzerine Şihab, bunların akıntısına kapıldı. Bunun üzerine, Müslümanlardan Mehreş b. Ganme adındaki bir adam - Allah ona rahmet etsin - şöyle bir şiir söyledi:

"Amroğullarından bir grup geldiler.
Şihab'1 Salih'in dinine davet ettiler.
Şihab, tüm Semud kavminin ulusu idi.
Dine gelmiş olsaydı o eğer,
Salih, içimizde olurdu güçlü peygamber,
Onlar, sahipleri Züab'a dönemez idiler.
Ama Hicr halkının saptırıcıları,
Aydınlandıktan sonra sineğe dönüştüler."
İşte bu sebeple Salih peygamber onlara şöyle dedi:

«Bu, size (getirdiğim ilahî mesajın doğruluğunu gösteren) bir alamet olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağında otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa siz hemen azaba uğrarsınız.» (Hûd, 64.)

Anlaşmaya varıldı. Bu deve, Semud halkının arasında dolaşacak, topraklarından istediği yerde otlayacak, gün aşırı su başına gelip içecekti. Sırası geldiğinde kuyu basma gelecek ve suyunu içecekti. Onlar da su içerlerken, ertesi gün de kendilerine lazım olacak suyu önceden tedarik ediyorlar, ayrıca kendilerine yetecek kadar o devenin sütünü de içiyorlardı. Bu sebeple Salih (a.s.) onlara dedi ki:

«Su içmek hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir.» (eş-Şuarâ, 155.)

./.


[1][1] Tefsirden kastı; H.K.K.T. îbn Kesîr Tefsiridir
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Cenâb-ı Allah da buyurdu ki:

«Doğrusu, onları denemek (iman edip etmediklerini sınamak için) dişi deveyi gönderen biziz. (Yapacakları işi) gözetle ve (eziyetlerine de) sabret. (Haber, sana apaçık bir şekilde gelecektir.) Onlara, herkese, sıralarına göre suyun aralarında pay edilmiş olduğunu söyle.» (el-Kamer, 27-28.)

Bu hal uzun süre böyle devam edince, Senıud halkının bilginleri toplandılar; belasından kurtulup rahatlarını bulsunlar ve bol suya sadece kendileri sahib olsunlar diye deveyi kesmeyi kararlaştırdılar. Yapacakları bu işi de Şeytan kendilerine hoş gösterdi. Yüce Allah buyurdu ki:

«Dişi deveyi kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna başkaldırdılar. "Ey Salih! Eğer sen peygamber isen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat bakalım." dediler.» (el-A'râf, 77.)

Deveyi boğazlama işini üstlenenlerin elebaşısı, Kudar b. Salif b. Cenda1 idi. Sarışın ve mavi gözlüydü. Veled-i zina olup Salif in yatağında doğduğu söylenir. O, Sibyan denen bir adamın oğludur. Kudar'ın deveyi kesmesi, hepsinin ittifakıyla olmuştu. Suçun tümüne nispet edilişi de bu sebeptendir.

İbn Cerir et-Taberî ve diğer tefsir âlimleri dediler ki: Semud milletinden iki kadın vardı. Bunlardan biri, Mahya b. Züheyr b. Muhtar'm kızı Saduk idi. Soylu ve güzel sözlü, tatlı dilli biriydi. Müslüman bir erkeğin nikahı altındaydı. Kocasından boşandı. Amcası Mehrec b. Mah-ya'nm oğlu Masra'ı çağırdı ve ona: "Salih'in devesini kesersen ben seninim." dedi. Bu iki kadından diğerinin adı da Anize idi. Guneym b. Mic-lez'in kızıydı. Ümmü Gamme künyesiyle çağırılan bu kafir kadın bir acuzeydi. Halkın liderlerinden biri olan kocası Züab b. Amr'dan, kızları vardı. Deveyi kestiği takdirde, dört kızından hangisini beğinirse onu kendisine vereceğini, Kudar b. Salif e va'd etti. Bu iki genç, Salih peygamberin devesini boğazlama işini benimsediler. Kavimleri arasında bunun propagandasım yaptılar. Kendilerine yedi kişi daha katıldı. Böylece dokuz kişi oluverdiler ki, ayet-i kerimede bunlardan söz edilmektedir:

«O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan, düzeltmeye uğraşmayan dokuz kişi vardı.» (en-Neml, 48.)

Kabilenin geri kalan adamlarına da giderek bu işin propagandasını yaptılar. Deveyi boğazlamanın çok iyi bir iş olacağım söylediler. Halk da onlara uyum gösterdi.

Artık deveyi gözetlemeye başladılar. Deve, su içmekten geri dönünce pusuya yatmış olan Masra', arkadaşlarını kışkırtmak ve de teşvik et-mek.içuı bir ok attı. Kudar b. Salif, onların en hızhsıydı. Deveye bir kılıç darbesi indirdi; dizini kırıp kemiğini ortaya çıkardı. Deve yere yıkıldı ve yüksek sesle böğürdü. Bu böğürüşüyle yavrusunu uyarıyordu. Sonra Kudar, ikinci darbeyi hayvanın boynuna vurup kesti. Devenin yavrusu, karnından çıktı. Geçit vermez yüksek bir dağa çıktı ve üç defa böğürdü...

Abdürrezzak'm rivayetine göre devenin yavrusu: "Ya Rab! Anam nerede?" demiş, sonra da bir kaya kovuğuna girerek orada kaybolmuş. O yavrunun da o caniler tarafından takib edilip boğazlandığını söyleyenler de olmuştur.

Yüce Allah buyurdu ki:

«Ama bir arkadaşlarını çağırdılar, o da kılıcını alarak deveyi kesti. Benim azabım ve uyarmam nasılmış?» (el-Kamer, 29-30.)

«Semud milletinin en azgını ileri atılınca, azgınlığı yüzünden peygamberleri yalanladı. Allah'ın peygamberi, onlara Allah'ın devesini göstermiş ve: "Allah'ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın." demişti.Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rable-ri, suçlarından dolayı onları kırıp geçirerek yerle bir etti. Bu işin sonundan O'nun korkusu yoktur.» (eş-Şems, 11-15.)

İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Zem'a'dan rivayet etti ki: Rasülullah (s.a.v.),. ashabına hitapta bulundu, Salih peygamberin devesini ve o deveyi boğazlayanı anlattı, dedi ki:

«O kavmin en azgını (deveyi boğazlamak için) ileri atıldı. Ebu Zem'a gibi, aşireti içinde zeki ve emrine itaat edilen güçlü bir adam ileri atıldı.»[1][2]

Muhammed b. İshak, Ammar b. Yasir'den rivayet ederek dedi ki: Rasülullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye şöyle dedi:

- Sana insanların en bahtsızını bildireyim mi?

- Evet ya Rasûlallah.

- Bunlar iki kişidir. Biri Salih peygamberin devesini boğazlayan, Semud kavminin ufak tefek sarışın adamıdır. Diğeri de ey Ali, senin şu tepene vurarak çeneni tependen ayıracak olan adamdır.

Bunu İbn Ebi Hatîm rivayet etmiştir.

Yüce Allah buyurdu ki:

«Dişi deveyi kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar, "Ey Salih! eğer sen peygambersen bizi tehdid ettiğin azaba uğrat bakalım." dediler.» (el-A'râf, 77.)

Semud milleti bu sözlerinde, bir kaç noktadan son derece şiddetli bir kafirlik yapmışlardı. Şöyle ki:

1 - Allah'ın, kendilerine mucize olarak göndermiş olduğu dişi deveyi kesmeme hususundaki kati yasağı çiğnemekle, Allah'a ve peygamberine muhalefet etmişlerdi.

2 - Azabın, üzerlerine inmesini çabuklaştırdılar. Bu azabı da iki bakımdan hakkettiler:

A - Cenâb-ı Allah'ın kendilerine koştuğu şarta riayet etmediler. Allah Teâlâ şu buyruğu vermişti:

«Bu, size bir ayet olarak, Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın toprağından otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa yakın bir azaba uğrarsınız.» (Hûd, 64.)

Başka bir ayette, "Büyük bir azaba uğrarsınız." Bir başka ayette ise, Can yakıca bir azaba uğrarsınız." denmektedir ki, bu ifadelerin hepsi de doğrudur.

B - Semud kavmi, Salih peygamberin, kendilerini tehdid edip durduğu azabın bir an evvel gelmesini istediler. Çünkü azabın geleceğine inanmıyorlardı.

3 - Nübüvvetine ve doğruluğuna ilişkin kesin kanıtlar bulunan peygamber Salih (a.s.)i yalanladılar. Oysaki onun hak peygamber olduğunu kesin bir bilgiyle biliyorlardı. Ama kafirlikleri, sapıklıkları ve inatları; onları, gerçeği inkara ve azabın geleceğim imkansız görmeye şevketti. Yüce Allah buyurdu ki:

«Buna rağmen deveyi kesip devirdiler. O zaman Salih: "Yurdunuzda üç gün daha kalın. Bu, yaİanlanmıyacak bir sözdür." dedi.» (Hûd, 65.)

Anlatıldığına göre Semud halkı deveyi boğazladıklarında ilk saldıran, lanetli Kudar b. Salif olmuştu. Hayvanın dizini kırmış, yere düşürmüştü. Sonra hayvanın üzerine kılıçlarıyla çullanmışlar, onu kesip parçalamışlardı. Bu durumu gören yavrusu onlardan kaçarak, orada bulunan yüksek bir dağın tepesine çıkmış, üç defa böğürmüştü. Bu sebeple Salih (a.s.) onlara: "Yurdunuzda üç gün daha kalın." demişti. Ama onlar, onun bu kesin tehdidine de inanmamışlardı. Dahası, akşam olunca da onu Öldürmeyi ve akıllarınca onu devenin akıbetine uğratmayı planlamışlardı.

"Biz gece ona ve ailesine baskın verelim." diye aralarında Allah'a yemin ettiler. (en-Neml, 49.)

Yani geceleyin ailesiyle birlikte Salih'i evinde kıstıralım, onu öldürelim. Sonra da öldürdüğümüzü inkar edelim. Dostları ve akrabaları kanını dava ederlerse, öldürmediğimizi söyleyelim. Bu sebeple dediler ki: "Sonra da onun dostuna, ailesinin yok edilişinde bulunmadık. Şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim." Yüce Allah da buyurdu ki: «Onlar bir düzen kurdular. Biz farkettirmeden düzenlerini bozduk. Düzenlerinin sonunun nasıl olduğuna bir bak! Biz onları ve milletlerini, hepsini, yerle bir ettik. îşte, haksızlıklarına karşılık çökmüş bulunan evleri! Bunda, bilen bir millet için şüphesiz, ders vardır. İnanıp Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık... (en-Neml, 50-53.)

Salih peygambere suikast planlayan bu grubu, Cenâb-ı Allah taş yağmuruna tuttu. Yağan taşlar, onları ezip parçaladı. Milletlerinden önce kendileri yok edildiler.

Salih peygamber, hani kendilerine üç günlük süre tanımıştı ya, İşte bu sürenin ilk gününde - ki o gün perşembe idi - Semud milletinin yüzü sapsarı oldu. Nitekim peygamberleri de onları uyarmıştı. Perşembe günü gün batıp hava kararınca hep birlikte: "Haberiniz olsun. Mehil müddetinin bir günü geçti!." diye bağırdılar. İkinci güne girdiklerinde -ki o gün cuma idi - yüzleri kıpkırmızı oldu. O gün, gün batıp hava kararınca hep birlikte: "Haberiniz olsun, verilen sürenin iki günü geçti." Verilen mehilin üçüncü gününe -ki o gün cumartesi idi- girdiklerinde yüzleri simsiyah oldu. O gün gün batıp hava kararınca hep birlikte: "Haberiniz olsun. Mehil bitti." diye bağırdılar. Pazar sabahı olunca koku sürünüp hazırlık yaptılar. Kendi üzerlerine inecek olan ilahî azab ve intikamı beklemeye oyuldular. Allah'ın kendilerine ne yapacağını ve azabın hangi yönden kendilerine geleceğim bilmiyorlardı.

Güneş doğup ortalık aydınlanınca üstlerinden, gökten üzerlerine bir çığhk; altlarından, yerden de kendilerine bir sarsıntı geldi. Ruhları dışa taştı, canları çıktı, hareketler durdu, sesler kesildi, hak yerini buldu, yurtlarında cansız ve hareketsiz cesedler olarak diz üstü çökük vaziyette kalakaldılar. Kelbe adlı kötürünı bir cariye hariç, hepsi öldü. Selk kızı Kelbe adındaki bu cariyeye Zeria da deniyordu. Salih peygambere karşı küfür ve düşmanlığı aşırı denecek kadar fazlaydı. Azabı görünce tutuk ayakları açıldı. Hızla koşmaya başladı. Bir Arap kabilesine uğrayarak, gördüklerim ve milletinin başına gelen-felaketi onlara haber verdi. İçmek için su istedi. İçince de öldü.

Yüce Allah buyurdu ki:

«"Sanki orada (bolluk ve refah içinde) hiç yaşamamışlardı. Bilin ki, Semud milleti Rabbini inkar etmişti. Bilin ki Semud milleti Allah'ın rahmetinden uzaklaştı." Yani kader lisam onlara böylece seslendi.» (Hud,68.)

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Zübeyr'den rivayetle, Cabir (r.a.)'in şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.v.) Semud milletinin yaşamış olduğu Hicr mıntıkasına uğradığında şöyle dedi: "Mucizele'r'istemeyin. Bir millet (Semud halkı) istemişti de (mucize olarak kendilerine gönderilen) dişi deve, şu yoldan gelir ve bu yoldan da giderdi. O millet, Rableri-nin buyruğuna karşı geldiler de deveyi kesip devirdiler. Bir gün o, onların suyunu içer, bir gün de onlar onun sütünü içerlerdi. Onu kesip devirdiler. Bu yüzden bir çığlık kendilerini yakaladı. Bu çığlık sebebiyle gök kubbenin altında onlardan bir kişi hariç, hepsi ölüp yok oldular. O bir kişi de Allah'ın haremindeydi." "O kimdi ya Rasûlallah?.» diye sordular. Buyur du ki: "O, Ebu Rigal'di. Harem'den çıkınca, milletinin başına gelen musibet, kendisini de yakaladı."[2][3]

Abdürrezzak, Ma'mer'in şöyle dediğini rivayet etti:

İsmail b. Ümeyye'nin bana anlattığına göre Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Rigal'in kabrine uğramış. "Bunun (burada yatanın) kim olduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş. Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, demeleri üzerine cevabı kendisi vermiş: «Bu, Ebu Rigal'in kabridir. Semud halkın-dandır. Allah'ın hareminde bulunuyordu. Harem, onu Allah'ın azabından korudu. Harem'den çılanca, milletinin başına gelen musibet kendisini de yakaladı. (Öldü.) işte buraya gömüldü. Kendisiyle birlikte altın bir dal da bu kabre gömüldü."

Rasûlullah (s.a.v.)'m böyle demesi üzerine, yanında bulunanlar mezarı hemen kılıçlarıyla açtılar ve altın dalı oradan çıkardılar.

Abdürrezzak, Zührî'nin: "Ebu Rigal, Sakif kabilesinin dedesidir." dediğini rivayet etmiştir. Muhammed b. îshak, "Sîret" adlı kitabında, Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Kendisiyle birlikte Taife gidip de bir mezara uğradığımızda Rasûlullah (s.a.v.)ın şöyle dediğini işittim:

«Bu, Ebu Rigal'in kabridir. O, Sakif kabilesinin dedesidir. Semud halkındandı. Bu Harem'de bulunuyordu. Harem, onu azabtan koruyordu. Harem'den çıkınca, milletinin başına gelen musibet onu burada yakalamıştı. (Ölmüş) ve buraya defnedilmiş ti. Bunun işareti de, kendisiyle birlikte buraya altın bir dalın gömülü olmasıdır. Mezarını açarsanız, onunla birlikte altın dalı da bulursunuz." Rasûlullah (s.a.v.)'m böyle demesi üzerine, beraberindekiler, hemen mezarı açmışlar ve oradaki altın dalı çıkarmışlardı.»

Bunu, Muhammed b. İshak yoluyla Ebu Davud rivayet etmiştir.[3][4]

Yüce Allah buyurdu ki:

«Salih de onlardan yüz çevirdi ve: "Ey Milletim! And olsun ki, ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz." dedi.» (el-A'râf, 79.)

Salih (a.s.)'in durumundan haber veren bu ayet-i kerimede onun, yokoluşlarmdan sonra milletine hitapta bulunduğu bildiriliyor. Bulundukları mahalden başka tarafa gideceği sırada onlara şöyle seslenmişti: "Ey Milletim! Andolsun ki, ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim." Yani sizi doğru yola eriştirmek için bütün gücümle çalıştım. Sözüm, fiilim ve niyetimle, bu uğurda hummalı bir çalışma içine girdim. "Fakat siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz." Yani sizin karekter ve seciyeniz, hakkı kabul etmiyor ve istemiyor. Bu sebeple de can yakıcı ve ebediyete kadar üzerinizde devam edecek olan bir azaba uğrama akibetine maruz kaldınız. Bu azabı sizden savmak için, ne sizin ve ne de benim gücüm vardır. Üzerime düşen risalet ve nasihat görevimi size ifa ettim. Ama Allah, dilediğini yapar.

Ölümlerinin üzerinden üç gün geçtikten sonra, Bedir kuyusunda gömülü bulunan müşrik ölülerine Rasûlullah (s.a.v.)'da böyle bir hitapta bulunmuştu. Gecenin son saatlerinde mücahid sahabelere geri dönüş emri vermiş, bineğine binerek Bedir kuyusunun başına gelmiş ve şöyle bir nutuk irad etmişti:

"Ey kuyudakiler! Rabbinizin size va'dettiğinin gerçek olduğunu gördünüz mü? Doğrusu ben, Rabbimin bana va'dettiğinin gerçek olduğunu gördüm. Peygamberiniz için ne kötü bir aşiret oldunuz! Siz beni yalanladınız; (başka) insanlar, beni doğruladı. Siz sürgün ettiniz; (başka) insanlar beni barındırdı. Siz benimle savaştınız; (başka) insanlar bana yardım etti. Peygamberiniz için ne kötü bir aşiret oldunuz!"

Hz. Ömer (r.a) dedi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Leş haline gelmiş kimselere mi hitab ediyorsun?" Rasûlullah (s.a.v.) ona şu karşılığı verdi: "Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a andolsun ki, söylediklerimi onlardan daha iyi işitiyor olamazsın! Ne var ki onlar cevap veremiyorlar."[4][5]

Rivayete göre Salih peygamber, Semud kavminin yok edilmesinden sonra Harem-i Şerife gelmiş, vefat edinceye kadar orada yaşamıştır.

İmam Ahmed b. Hanbel, îbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.), haccederken Usfan vadisine geldiğinde şöyle demiş:

- Ey Ebu Bekir! Bu hangi vadidir?

- Usfan vadisidir ya Rasûlallah.

- Hud ve Salih peygamberler, yularları liften olan genç develerle buraya uğramışlardır. İzarlan aba idi. Ridalan da siyah-beyaz çizgili yün bir kumaştı. Telbiye getirip şerefli beyti haccetmişlerdir." [5][6]



[1][2] Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV, 17.

[2][3] Müsned, Ahmed b. Hanbel, III, 296.

[3][4] Ebu Davud, Sünen, III, 181-182. Hadis No: 3088.

[4][5] Buharı, Cenaiz, 86. Meğazî, 8.

[5][6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/183-195.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Peygamber Efendimizin Tebük Savaşında, Semud Kavminin Toprağı Olan Hicr Vadisine Uğraması


İmam Ahmed b. Hanbel, îbn Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etti. Rasûlullah (s.a.v.) halkı Tebük'e götürdüğünde onları, Semud milletinin evlerinin bulunduğu Hicr mıntıkasına da götürdü. Halk, Semud milletinin sulannı içmiş olduğu kuyulardan su çekti. O sularla hamur-lannı yoğurup kazanlanm kurdular. Rasûlullah (s.a.v.)'m emri üzerine kazanlanndaki sulan döktüler. O sularla yoğurmuş olduklan hamurla-n da develere yedirdiler. Rasûlullah (s.a.v.) daha sonra halkı ahp, Salih peygamberin devesinin suyunu içmiş olduğu kuyunun yanına götürdü. Azaba uğramış milletin yurduna girmekten onlan alıkoydu ve şöyle dedi: «Onlara gelen belanın size de gelmesinden korkanm. Onun için, yurtlanna girmeyin.»

Yine İmam Ahmed dedi ki: AfFan, Abdullah b. Ömer'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m Hicr mmtıkısmdayken şöyle buyurduğunu söyledi: «Şu azaba uğramışların yurduna ancak ağlayarak girin. Eğer ağlamayacaksanız girmeyin. Yoksa, onlara gelen musibet size de gelir.»[1][1]

Bazı rivayetlerde anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.), Semud halkının harabelerinin yanından geçerken başım semaya kaldınr, bineğini hızlandırır ve beraberindekileri o harabelere girmekten men'ederdi.

Ancak ağlayarak oralara girmelerine izin verirdi. Bir rivayette de şöyle buyurduğu nakledilir: "Eğer ağl ay anlıyorsanız, onlara gelen belanın size de gelmesinden korkarak ağlamaya çalışın." Allah'ın salat-ü selamı Rasûlullah'ın üzerine olsun.

İmam Alımed b. Hanbel, Amir b. Sa'd'ın şöyle dediğini rivayet etti: "Tebük gazvesine gidilirken insanlar, Hicr halkına doğru koşuştular." Durumdan haber alan Ra,sûlullah (s.a.v.), "Namaz kılmak üzere toplanın." diye seslendi. Yanına vardım. Devesinin yularını tutmuş şöyle diyordu:

"Allah'ın gazab ettiği bir milletin yanma ne diye gidiyorsunuz?" Adamın biri: "Onlara hayret ediyoruz ya RasûlaUah!" diye yüksek sesle karşılık verdi. O da buyurdu ki: "Size bundan daha çok hayret edilecek bir durumu haber vereyim mi? İçinizden bir adam, sizden önce olanlarla sizden sonra olacak şeyleri size haber veriyor. Şu halde kendinize çekidüzen verip doğru dürüst davranın. Çünkü Allah, sizi azablandırmakla yorgunluk duymaz ve sizden sonra öyle bir kavim gelir ki, kendilerinden hiç bir şeyi savamazlar."[2][2]

Anlatıldığına göre Salih peygamberin kavmi, çok uzun ömürlü kim-selermiş. Balçıktan evler yaparlarmış. Ama bu evler, onlardan birinin ölümünden önce yıkılıp harab olurmuş. Bunun üzerine kendileri için dağlarda kayalardan evler oymaya başlamışlar.

Salih peygamberden bir mucize istediklerinde, Cenâb-ı Allah onlara kayadan bir dişi deve çıkarmış. Bu deveye ve karnındaki yavrusuna ilişmemelerini emretmiş, yoksa Allah'ın azabına uğrayacaklarını bildirerek onları sakındırmış; ama eninde sonunda bu deveyi boğazlayacaklarını ve bunun da onların helaklerine neden olacağını bildirmiş. Deveyi boğazlayacak olan caninin evsafım dahi vermiş; onun sarışın, mavi gözlü bir kimse olacağını bildirmiş. Bunun üzerine Semud halkı, ebeleri ülkenin dört bir yanma göndererek, bu evsafta doğan bir çocuk olursa onu derhal öldürmelerini emretmişler. Bu hal, uzun süre böyle, devam etmiş. O zaman mevcud olan nesil inkıraza uğrayıp yerini başka bir nesil almış. Zamanın birinde Semud halkının reislerinden biri, başka bir reisin kızını oğluna istemiş, oğlunu o kızla evlendirmiş. Salih peygamberin devesini boğazlayacak olan Kudar b. Salif, bu evlilikten doğmuş. Ana babası ve dedeleri halkın şereflisi olduğu için, ebeler, doğan bu çocuğu öldürememişlerdi. Bu çocuk (yani Kudar b. Salif), emsalleri olan diğer çocukların bir ayda aldıkları mesafeyi bir haftada alarak hızlı bir büyüme gösterdi. Gün geldi,emrine uyulur bir reis oldu. Deveyi boğazlama tutkusuna kapıldı. Eşraftan sekiz kişi daha bu komploda ona katıldılar. Salih peygambere suikast planlayan dokuz kişi, işte bunlardı.

Nihayet deveyi boğazladılar. Durumdan haberdar olan Salih peygamber, ağlayarak yanlarına geldi. Özür dileyerek onu karşıladılar. Dediler ki:'Bu işi bizim grup yapmadı. Yalnız şu yeni yetmelerimiz bu kötülüğü işlediler. Denilir ki, Salih peygamber onlara, devenin yavrusunu bulup ona ölen anasının yerine iyi davranmalarını emretti. Yavrunun peşine düştüler. Yavru, orada bulunan yüksek bir dağa tırmandı. Onlar, da tırmanmaya başladılar. Ama yavru, dağın o kadar yüksek bir yerine çıktı ki, arkasındakiler ona ulaşamadılar. Oraya ancak kuşlar ulaşabilirlerdi.'Yavru, dağın o yüksek yerine çıktıktan sonra ağlamaya başladı; gözlerinden yaşlan boşandı. Sonra Salih peygambere yüzünü çevirdi ve üç defa böğürdü. İşte o zaman Salih (a.s.), kavmine şöyle dedi:

«Yurdunuzda üç gün daha kaim. Bu, yalanlanmayacak bir sözdür.»(Hûd, 65.)

Onlara böyle bir tehditte bulunduktan sonra, ertesi gün sabanla-dıklarında yüzlerinin sararacağım, ikinci gün kızaracağını, üçüncü gün kararacağını haber verdi. Dördüncü güne girdiklerinde, yıldırım gibi bir çığlık kendilerine geldi ve yurtlarında çökmüş vaziyette helak oldular...

Bu kavimden ve bu kavmin kıssasından bahseden Kur'ân ayetlerinin zahirinden anlaşıldığına göre, bunlarla ilgili olarak nakledilen haberlerin bazısında Kur'ân haberlerine muhalefet vardır. Nitekim daha önce de bundan söz etmiştik. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.


[1][1] Buharî, Meğazi 80. el-Enbiyâ, 17.

[2][2] Ibn Mace, Fi ten, İl. AJımed b. Hanbel, Müsned, 1,14.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
İbrahim Halil Peygamber


İbrahim (a.s.), Nahoroğlu Tareh'in oğludur. Nahor, Rağooğlu Saroğ'un oğludur. Rağo, Abir oğlu Faliğ'in oğludur. Abir, Erfahşiz oğlu Saleh'in oğludur. Erfahşiz ise, Nuh oğlu Sâm'm oğludur. Bu, Ehl-i Kitabın kitabında yer alan bir ifadedir. O kitapta yani Tevrat'ta verilen bilgilere göre Tareh, 250 yıl; Nahor, 448 yıl; Saroğ, 239 yıl; Rağo, 230 yıl; Faliğ, 439 yıl; Abir, 464 yıl; Şaleh, 433 yıl; Erfahşiz, 438 yıl; Sâm ise 600 yıl ömür sürmüştür. Nuh peygamberin ne kadar yaşadığını daha önce söylediğimiz için, burada tekrara lüzum görmedik.

Hafiz b. Asakir, Tarih'inde İbrahim Halil (a.s.) 'in hayatından bahsederken, "el-Mübteda" adlı eserin sahibi İshak b. Bişr el- Kahilî'den naklen, İbrahim peygamberin anasının adının Emile olduğunu söylemiştir. Sonra da Hz. İbrahim'in doğumuyla ilgili olarak uzun bir hikaye anlatmıştır. Kelbî, İbrahim peygamberin anasının adının Bona olduğunu söylemiştir. Onun anlattığına göre Bona, Kersi oğlu Kerbeta'nın kızıdır. Kersi, Erfahşiz b. Sanı b. Nuh'un oğullanndandır. îbn Asakir'in rivayetine göre Hz. İbrahim Halil, Eba Dîfan (misafirlerin babası) künye-siyle çağmlırmış.

Dediler ki: Tareh yetmişbeş yaşma vardığında oğulları İbrahim, Nahor ve Haran doğdular. Haran'ın da Lut adlı oğlu doğdu. Bu rivayetin sahiplerine göre Hz. İbrahim, babasımn ortanca oğludur. Haran, babası daha hayattayken kendi doğum yeri olan Keldanî ülkesi olan Babil ülkesinde ölmüştür. Siyerci ve tarihçilere göre meşhur olan görüş budur. Hafiz b. Asakir de bu görüşü doğrulamıştır. Bunu doğrulamadan önce de İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir:

İbrahim (a.s.), Şam ovasmdaki Berze köyünde (Bu köy, Kasyon dağı yanındadır.) doğmuştur.

Bu rivayetinden sonra İbn Asakir demiş ki: Sahih görüşe göre İbrahim (a.s.), Babil'de doğmuştur. Berzeli olduğu da söylenmiştir. Çünkü Lut (a.s.)'a yardıma geldiğinde orada namaz kılmıştır.

Dediler ki: Hz,İbrahim, Sare ile; Nahor da kardeş kızı Melka ile evlendi. Sare kısırdı. Tareh, oğlu İbrahim, İbrahim'in zevcesi Sare ve İbrahim'in kardeşi Haran oğlu Lut'u yanma alarak Keldanî toprağından çıkıp Kenanî toprağına girdi; Harran'a yerleşti ve 250 yaşma varıncaya kadar orada yaşadı, sonra da öldü. Bu da onun Harran'da doğmadığını gösteriyor. Doğum yeri Keldanî ülkesidir ki, orası da Babil ve Babil'e bağh olan yerlerdir.

Evet.. Sonra Kenanî toprağına yönelerek göçtüler. Orası, Beyt-i Makdis (Kudüs)'e bağh beldelerdi. O zaman Keldanüerin elinde bulunan Harran'a yerleştiler. Şam ve Cezire de Keldanîlerin elinde bulunuyordu. Keldanüer, yedi yıldıza taparlardı. Şam'ı imar edenler de bu dine mensuptular. İbadet ederken kuzey kutbuna yönelir; çeşitli dua ve hareketleriyle yedi yıldıza taparlardı. Bu nedenledir ki Şam'ın yedi eski kapısından her birinin üstünde bu yıldızlardan birinin heykeli bulunurdu. Bu yıldızlar için bayram ve şenlikler tertipler, kurbanlar sunarlardı.

İşte böyle.. Harranlılar'm tamamı yıldızlara ve putlara taparlardı. Yalnız İbrahim Halil peygamber ile zevcesi Sare ve kardeşi oğlu Lut (a.s.), bu saçmalıklardan uzak kaldılar. Cenâb-ı Allah, bu kötülükleri İbrahim (a.s.) aracılığıyla ortadan kaldırdı ve bu sapıklığı onun vasıtasıyla iptal etti. Doğrusu, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, îbrahimü küçüklüğünde doğru yola ileterek aydınlatmış, onu elçilikle görevlendirmişti. Büyüyünce de kendine dost edinmişti. Nitekim buyurdu ki:

«Andolsun ki, daha önce İbrahim'e de akla uygun olanı göstermiştik. Biz onu (bu işe ehil olarak) biliyorduk.» (ei-Enbiyâ, sı.)

«İbrahim'i de gönderdik. Milletine: "Allah'a kulluk edin. O'ndan sa-kınm. Bilirseniz bu sizin için daha iyidir." dedi. Ey putperestler! Siz Allah'ı bırakıp sadece bir takım putlara tapıyor, aslı olmayan sözler uyduruyorsunuz. Doğrusu, Allah'tan başka taptıklarınızın size rızık vermeye güçleri yetmez. Artık rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin. O'na şükredin. Siz O'na döneceksiniz. Eğer siz peygamberi yalanlıyorsanız, bilin ki sizden önceki ümmetler de yalanlamışlardı. Peygambere düşen , sadece apaçık tebliğdir. Allah'ın yaratmaya nasıl başlayıp, sonra onu nasıl tekrar edeceğini anlamazlar mı? Doğrusu bu, Allah'a kolaydır. De ki: "Yeryüzünde dolaşın; Allah'ın yaratmaya nasıl başladığını bir görün. İşte Allah aynı şekilde ahiret yaratmasını da yapacaktır. Doğrusu, Allah her şeye Kadir'dir. Dilediğine azab eder. Dilediğine merhamet eder. O'na çevrileceksiniz."

Siz ne yeryüzünde ve ne de gökte Allah'ı aciz bırakabilirsiniz. Allah'tan başka bir dost ve yardımcınız da bulunmaz. Allah'ın ayetlerini ve ona kavuşmayı inkar edenler, işte onlar benim rahmetimden ümitlerini kesmiş olanlardır. İşte can yakıcı azab onlar içindir. İbrahim'in sözlerine milletinin cevabı sadece: "Onu öldürün yahut yakın" demek oldu. Ama Allah, onu ateşten kurtardı. Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır. İbrahim şöyle demişti: "Dünya hayatında, Allah'ı bırakıp aranız da putları muhabbet vesilesi kıldınız. Sonra kıyamet günü, birbirinize küfreder ve karşılıklı lanet okursunuz. Varacağınız yer ateştir. Yardımcılarınız da yoktur." Bunun üzerine Lut ona inandı ve: "Doğrusu, ben Rabbime iltica ediyorum. O, şüphesiz güçlüdür, Hakim'dir ." dedi. İbrahim'e, îshak'ı ve Yakub'u bahşettik. Soyundan gelenlere kitap ve peygamberlik verdik. Onu dünyada mükafatlandırdık. Doğrusu o, ahi-rette de iyilerdendir."» (ei-Ankcbût,16-27.)

Bundan sonra Cenâb-ı Allah, İbrahim peygamberin, babasıyla ve kavmiyle tartışmalarda bulunduğunu başka yerlerde anlatmıştır. Allah izin verirse, yeri geldiğinde bundan da söz edeceğiz,Hz. İbrahim, ilk olarak babasını imana davet etmişti. Babası, puta tapanlardandı. Çünkü herkesten önce kendisine samimiyetle öğüt vermesi gereken şahıs, babasıydı. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:

«Ey Muhammedi Kitabda İbrahim'e dair anlattıklarımızı da an; o, şüphesiz dosdoğru bir peygamberdi. Babasına şöyle demişti: "Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Doğrusu, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapma, çünkü Şeytan, Rahman'a başkaldırınıştır. Babacığım! Doğrusu, sana Rahman katından bir azabın gelmesinden korkuyorum ki böylece Şeytan'm dostu olarak kalırsın." Babası: "Ey İbrahim! Sen mi benim tanrılarımı beğenmiyorsun? Bundan vazgeçmezsen, mutlaka seni taşlarım. Ebediyyen benden uzaklaş, git." dedi. İbrahim şöyle cevap verdi: "Sana selam olsun. Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkardır. Sizi Allah'tan başka taptıklarınızla bırakıp çekilir, Rabbime yalvarırım. Rabbime yalvarışımda mahrum kalmayacağımı umarım."» (Meryem, 41-48.)

Cenâb-ı Allah, İbrahim peygamberin babasıyla yaptığı diyalog ve tartışmayı, babasını en kuvvetli deliller ve en yumuşak ifadelerle hakka nasıl davet ettiğini anlatıyor, İbrahim peygamber, babasının puta tapma yolunun yanlış bir yol olduğunu açıklıyordu. O putlar ki, kendilerine tapan kimsenin duasını işitmez, dahası, o kimsenin nerede olduğunu bilmezler. Böyle olunca da, kendilerine tapanlara rızık ve yardım gibi hayırları nasıl ulaştırabilir veya onları ilahî azabtan nasıl koruyabilirler? Sonra İbrahim peygamber, babasından yaşça her ne kadar küçükte olsa, Allah'ın, kendisine verdiği faydalı bilgi ve hidayet konusunda uyarıcı bir eda ile babasına şöyle demişti:

«Babacığım! Doğrusu, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim.» (Meryem, 43.)

Seni, dünya ve ahirette hayra kavuşturacak, eğriliklerden uzak, kolay ve açık bir yola eriştireyim. Bu akıl yolunu arzedip nasihati yaptıktan sonra babası kabul etmemiş, tersine onu tehdid etmişti:

«Ey İbrahim! Sen mi benim tanrılarımı beğenmiyorsun? Bundan vazgeçmezsen, mutlaka seni (söz veya fiille) taşlarım. Ebediyyen benden uzaklaş, git.» (Meryem, 46.) Benimle olan bağlantını kopar ve bana hiç görünme. '

Babası onu bu sözlerle tehdid ederken İbrahim: "Sana selam olsun" yani benden sana bir kötülük ve eziyet bulaşmayacak, tam tersi, benden yana rahat ve güven içinde olacaksın, dedi. Ona olan hürmetini vurgulayarak sözünü şöyle sürdürdü: "Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok lütufkardır." (Meryem, 47.)

İbn Abbas ve bazı âlimler: «Yukarıdaki ayet-i kerimede geçeni ^ ) kelimesi lütufkar manasına gelir. Böylece (Rabbim beni kendine ihlasla ibadet eden bir kul yaptığı için bana lütfetmiştir.) anlamına gelir.» demişlerdir. Bu sebeple İbrahim (a.s.):

«"Sizi, Allah'tan başka taptıklarınızla bırakıp çekilir, Rabbime yalvarırım. Rabbime yalvarışımda mahrum kalmayacağını umarım." demişti.» (Meryem, 48.)

İbrahim (a.s.), söz verdiği gibi, duaları arasında babası için Allah'tan mağfiret diledi. Ama onun, Allah'düşmanı olduğunu anlayınca babasından uzaklaştı. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

«İbrahim'in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu, İbrahim çok içli ve yumuşak huylu îdi.» (et-Tevbe, 114.)

İsmail b. Abdullah, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söyledi: «Kıyamet gününde İbrahim (a.s.), yüzünde toz ve karanlık olarak babası Azer'le karşılaşacak ve ona: "Bana isyan etme demedim mi sana?." diyecek. Babası: "Bu gün sana isyan etmem." diye karşılık verecek. Bunun üzerine İbrahim şu dilekte bulunacak: «Ey Rabbim! İnsanlann dirilecekleri günde (yani kıyamet gününde) beni rüsvay etmeyeceğini bana va'detmiştin.

Benden uzak bir babanın bulunması kadar insanı rezil edici bir rüsvaylık var mıdır?" Cenâb-ı Allah da: "Cennet'i kafirlere haram kıldım." diye karşılık verecektir. Bundan sonra denilecek ki: "Ey İbrahim! Ayaklarının altındaki nedir?" İbrahim, ayaklarının dibine bakacak, bir de ne görsün: Kana bulanmış bir davar.. Bu kesilmiş davar, ayaklarından tutulup ateşe atılacak.»[1][1]

Yüce Allah buyurdu ki: «İbrahim, babası Azer'e: "Putları tanrı olarak mı benimsiyorsun? Doğrusu, ben seni ve milletini açık bir sapıklık içinde görüyorum." demişti.» (d-En'âm, 74.)

Bu ayet-i kerime, İbrahim (a.s.)'in babasının adının Azer olduğunu kanıtlıyor. Aralarında İbn Abbas'm da bulunduğu neseb ulemasının ekserisi, İbrahim (a.s.)İn babasının adının Tarelı olduğunu ifade etmişlerdir. Denildi ki: Tareh, Azerin taptığı bir putun adı olduğu için, bu kelime Azer'e bir lakap olarak takılmıştır. İbn Cerir dedi ki: Doğrusu, İbrahim'in babasının adı Azer'dir. Babasının iki adı da olabilir. Ya da bu iki isimden biri onun lakabıdır; diğeri de özel ismidir.[2][2]

İbn Cerir'in bu sözünün gerçeklik payı büyüktür. Doğruyu en iyi bilen, Allah'tır.

Sonra yüce Allah buyurdu ki:

«Yakinen bilenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin hükümranlığım şöylece gösteriyorduk. Gece basınca bir yıldız gördü. "İşte bu benim Rabbim." dedi; yıldız batınca, "Batanları sevmem." dedi. Ayı doğarken görünce, "İşte bu benim Rabbim. " dedi, batınca, "Rabbim beni doğruya eriş tir meşeydi andolsun ki sapıklardan olurdum." dedi.

Güneşi doğarken görünce, "İşte bu bönim Rabbim, bu daha büyük." dedi; batınca, "Ey Milletim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım." dedi. "Doğrusu, ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim. Ben puta tapanlardan değilim." Milleti onunla tartışmaya girişti. "Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum, meğerki Rabbimin bir dileği ola. Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt kabul etmez misiniz?" dedi. "Allah'a koştuğunuz ortaklardan nasıl korkarım? Oysa siz, Allah'ın halikında size bir delil indirmediği birşeyi O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. İki taraftan hangisine güvenmek daha gereklidir, bir bilseniz." İşte güven, onlara, inanıp imanlarına haksızlık karıştırmayanlaradır. Onlar doğru yoldadırlar. Bu, İbrahim'e, milletine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Doğrusu, Rabbin Hakîm'dir, bilendir.» (ei-En'âm, 75-83.)

Burada İbrahim (a.s.), kendi kavmiyle münazara yapıp tartışmada bulunuyor; gözle görülen parlak yıldızlarla gezegenler gibi birtakım gök cisimlerinin tanrılığa elverişli olamayacaklarım, onur ve üstünlük sahibi Allah'a tanrılık ortağı da olamayacaklarım onlara açıklıyordu. Çünkü bu gök cisimleri, Allah tarafından yaratılmış birer sanat eseri olup, kullarının emrine verilmiştir. Bazen doğar, bazen batarlar ve bu alemde görünmez olurlar. Oysa yüce Rab'dan hiç birşey saklanıp gizlenemez. O daimîdir, sonu yoktur, ebedîdir. O'ndan başka Rab, Ondan başka tanrı yoktur.

İbrahim peygamber, kavmine ilk başta yıldızın tanrılığa elverişli olamıyacağmı açıklıyordu. Denildiğine göre bu, Zühre yıldızıydı. Sonra bu yıldızdan daha parlak, daha göz alıcı bir gezegen olan aya geçti. Bunun da tanrı olamıyacağını söyledi. Daha sonra gök cisimlerinin en çok ışık saçıp göz kamaştıranına, güneşe geçti. Bunun da emir altında yürütülerek belli bir zamana kadar görev yapacağını ve nihayet bir yaratık olduğunu, dolayısıyla tanrı olamayacağım açıkladı. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:

«Gece ile gündüz, güneş ile ay, Allah'ın varlığının belgelerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin.» (Fussilet, 37.)

«Güneşi doğarken görünce, "İşte bu, benim Rabbim, bu daha bü-vük." dedi. Batınca, "Ey Milletim! Doğrusu ben, ortak koştuklarınızdan uzağım." dedi. "Doğrusu ben, yüzümü gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim. Ben puta tapanlardan değilim." Milleti onunla tartışmaya girişti. "Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum; meğerki Rabbimin bir dileği ola."» (el-En'âm, 78-80.)

Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz bu tanrılarla benim ilgim yoktur. Çünkü bunlar hiç bir fayda sağlamaz, hiçbir sözü işitmez ve anlamazlar. Bilakis onlar, ya yıldızlar gibi Allah'ın emri altındadırlar ya da tahtadan işlenerek veya taştan yontularak yapılmıştırlar.

Görüldüğü gibi İbrahim peygamberin, yıldızlara.tapılmaması yolundaki bu öğütleri, Harranhlara yöneliktir. Çünkü onlar yıldızlara ve gezegenlere tapıyorlardı. Bu da İbrahim (a.s.)'in mağaradan çıkarken, henüz küçük yaştayken bu sözü söylediğini iddia edenlerin sözlerini çürütmektedir. Nitekim îbn İshak ve diğerleri bu görüştedirler. Diğer görüş, gerçeğe aykırı olup güvenilir olmayan îsrailiyat haberlerine dayanmaktadır.

Babillilere gelince, onlar putlara tapıyorlardı. Putlara ibadetlerinden dolayı İbrahim (a.s.)'în kendileriyle tartıştığı kimseler, işte bu Ba-billilerdir. Bundan sonra İbrahim (a.s.), onların putlarım kırarak horla-mış ve bâtıl olduklarını açıklamıştı. Nitekim bu konuda Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

«İbrahim şöyle demişti: "Dünya hayatında, Allah'ı bırakıp aranızda putları muhabbet vesilesi kıldınız. Sonra kıyamet günü, birbirinize küfreder ve karşılıklı lanet okursunuz. Varacağınız yer ateştir. Yardımcılarınız da yoktur."» (el-Ankebüt, 25.)

«Andolsun ki, daha önce İbrahim'e de akla uygun olanı göstermiştik. Biz onu biliyorduk. İbrahim, babasına ve milletine: "Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?" demişti. "Babalarımızı onlara tapar bulduk." demişlerdi. İbrahim: "Andolsun ki sizler de babalarınız da, apaçık bir sapıklık içindesiniz." deyince: "Sen bize gerçeği mi getirdin yoksa şaka mı ediyorsun?" dediler. O şöyle dedi: "Hayır; Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır. Ben de buna şahidlik edenlerdenim. Allah'a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınıza bir düzen hazırlayacağım." Hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü ona başvursunlar diye, sağlam bıraktı. Milleti: "Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o, zalimlerden biridir." dediler.

Bazıları: "İbrahim denen bir gencin onları diline doladığım duymuştuk." deyince, "O halde bunların sahicilik edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin." dediler. İbrahim gelince ona: "Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?." dediler. İbrahim: "Belki onu, şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun." dedi. Kendi kendilerine: "Doğrusu siz haksızsınız." Sonra kafalarında olan eski inançlarına dönerek: "Ey İbrahim! Bunların konuşmayacağım, andolsun ki bilirsin."» dediler. İbrahim: "O halde Allah'ı bırakıp da size hiç bir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akletmiyor musunuz?" dedi. Onlar: "Birşey yapacaksanız, şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin." dediler. Biz de: "Ey Ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol." dedik. Ona düzen kurmak istediler; fakat biz onları hüsrana uğrattık.» (el-Enbiyâ: 61-70.)

Ey Muhammed! Onlara İbrahim'in kıssasını anlat. İbrahim, babasına ve milletine : "Nelere tapıyorsunuz?"» demişti. "Putlara tapıyoruz; onlara bağlanıp duruyoruz." demişlerdi. İbrahim: "Çağırdığınız zaman sizi duyarlar veya size bir fayda ve zarar verirler mi?" demişti. "Hayır ama, babalarımızı da bu şekilde ibadet ederken bulduk." demişlerdi. İbrahim: «Eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz? Doğrusu onlar, benim düşmanımdır. Dostum, ancak âlemlerin Rabbidir. Benî yaratan da, doğru yola eriştiren de O'dur. Beni yediren de, içiren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O'dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.» (eş-Şuarâ, 69-83.)

«İbrahim de şüphesiz O'nun yolunda olanlardandı. Nitekim Rabbi-ne temiz bir kalble geldi. İbrahim, babasına ve milletine şöyle demişti: "Nelere kulluk ediyorsunuz? Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkındaki sanınız nedir?" İbrahim yıldızlara bir göz attı ve: "Ben rahatsızım." dedi. Onu bırakıp gittiler. O da onların tanrılarına gizlice yönelip: "Sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz? Ne o, konuşmuyor musunuz?" dedi. Sonunda, üzerlerine yürüyüp kuvvetle vurdu. Bunun üzerine putperestler koşarak ona geldiler. İbrahim onlara şöyle dedi: "Yonttuğunuz şe3'lere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır." Putperestler: "Onun için bir yapı yapın da onu oradan ateşin içine atın."dediler. Ona düzen kurmak istediler, ama biz onları altettik.» (es-sarrat, 83-98.)

./.

[1][1] Buharî, V, 202. Kitabü't-Tefsîr. Eş-Şuarâ, Hadis No: 262.

[2][2] Tefsîr-i Taberî, VII, 159. (Yukarıdaki ifadeler kısaltılarak alınmıştır.)
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Cenâb-ı Allah, seçkin kulu İbrahim (a.s.)'den haberler veriyor. Milletinin puta tapmasına karşı çıktı. Putperestliği tahkir etti. Putları horlayıp küçümsedi ve şöyle dedi:

«Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?» (ei-Enbiyâ, 52.)

Putperest kavmi, ona şu karşılığı verdiler:

«Babalarımızı onlara tapar bulduk.» (el-Rnbiya, 53.)

İbrahim'e verecekleri tutarlı bir cevap yoktu. Yalnızca, bu işi ata ve dedelerinin de yapmış olduklarını söylediler. Tuttukları, Allah'a ortaklar koşma yolunun, geçmişlerinin yolu olduğunu söylediler. Bu cevaplarına, İbrahim şu karşılığı vedi:

«İbrahim: "Andolsun ki sizler de babalarınız da apaçık bir sapıldık içindesiniz." dedi» (el-Enbiyâ, 54.)

«İbrahim, babasına ve milletine şöyle demişti: Nelere kulluk ediyorsunuz? Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkındaki sanınız nedir?» (es-Sâffat, 85-87.)

Katade, bu ayetin tefsirini yaparken şöyle dedi: "Kendisinden başkasına tapmış olduğunuz halde huzuruna çıktığınız zaman, âlemlerin Rabbinin size ne yapacağını sanıyorsunuz?."

İbrahim (a.s.), putperest kavmine, putlarla ilgili olarak şöyle demişti:

«İbrahim: "Çağırdığınız zaman sizi duyarlar veya size bir fayda ve zarar verirler mi?" demişti. "Hayır ama, babalarımızı da bu şekilde ibadet ederken bulduk." demişlerdi.» (eş-Şuarâ, 72-74.)

Putların, kendilerim çağıranı duymadıklarını, kimseye ne fayda ve ne de zarar veremediklerini itiraf etmişlerdi. Ancak geçmişlerine, sapıklıkta benzerleri olan cahil babalarına uymuş olmak için bu putlara tapma yoluna girdiklerini söylemişlerdi. Bu sebeple İbrahim (a.s.) ,onla-ra şöyle dedi:

«Eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz? Doğrusu, onlar benim düşmanımdır. Dostum, ancak âlemlerin Rabbidir.» (eş-Şuarâ, 75-77.)

Bu da onların, tanrı olduklarını iddia ettikleri putların tanrılıklarını geçersiz kılan kesin bir delildir. Zira İbrahim Halil peygamber, bu putlardan uzak olduğunu, bunların tanrılıklarını kabul etmediğini bildirmiş ve onları horlamıştı.

Şayet bir kimseye zarar verebilselerdi bu putlar, İbrahim (a.s.)'e zarar verirlerdi. Veya bir kimseye tesir edebilselerdi, İbrahim (a.s.)'e tesir ederlerdi.

«"Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa şaka mı ediyorsun?" dediler.» (el-Enbiyâ, 55.)

İlahlarımızı küçümseyerek, bu sebeple de atalarımıza dil uzatarak söylediğin bu sözleri ciddî olarak mı söylüyorsun, yoksa şaka mı ediyorsun?

Onlara cevaben Hz. İbrahim:

«"Şöyle dedi: "Hayır, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki onları o yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim."» (el-Enbiyâ: 56.)

Yani ben bu sözleri, size ciddî olarak söylüyorum. Sizin tanrınız, sizin ve her şeyin Rabbi olan Allah'tır. O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır.Önceden hiç bir benzerleri olmaksızın onları yoktan var etmiştir. Ma-budluğa yalnızca O layıktır, ortağı yoktur. Ben de buna şahitlik edenlerdenim.

«Allah'a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra, putlarınıza bir düzen hazırlayacağım.» (el-Enbjyâ, 57.)

Tapmakta oldukları putlara, onların bayram yerine gitmek üzere mabetten ayrılışlarından sonra bir komplo kuracağına yemin etti. Bu yemini gizlice yapmış olduğu söylenir. İbn Mesud (r.a.)'un dediğine göre o, bu yeminini, bazılarının duyabileceği kadar seslice yapmıştı.

İbrahim (a.s.)'in milletinin her sene kutlamakta oldukları bir bayramları vardı. Bayrama katılması için babası, İbrahim (a.s.)'i çağırmıştı ama o, hasta olduğunu söyleyerek mazeret beyan etmişti. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:

«İbrahim yıldızlara bir gözattı ve: "Ben rahatsızım." dedi.» (es-Sâffât, 88-89.)

Putlarını küçük düşürmek, Allah'ın hak dinine yardım etmek, onların kırılmaya ve horlanmaya layık olan putlarına tapmalarının bâtıl bir yol olduğunu göstermek amacıyla İbrahim peygamber, hastalık bahanesini ileri sürerek bayrama katılmadı ve mabette kaldı.

Millet bayrama gitmek üzere şehirden çıktığında İbrahim (a.s.) şehirde kaldı. O da "Onların tanrılarına yöneldi." Tanrı diye taptıkları putların önünde bol miktarda yiyecekler gördü. Çeşitli yemeklerin bu putlara takdim edilmiş olduğunu gördü. Onları tahkir ederek şöyle dedi: "Yemez misiniz? Ne o, konuşmuyor musunuz?" "Bunun üzerine onlara kuvvetle vurdu."(es-Sâffât, 94.) Çünkü İbrahim (a.s.)'in ezici bir kuvveti vardı. Elinde bulunan bir balta ile onları parçaladı. "Hepsini paramparça etti. İçlerinden büyüğünü ona başvursunlar diye,sağlam bıraktı, "(el-Enbiyâ, 58.)

Denilir ki: Hz. İbrahim baltayı büyük putun eline koymakla güya, büyük putun küçük putlara tapmılmasmı kıskandığına işaret etmek istemiştir.

Halk, bayram yerinden dönüp, putlarına yapılan hakareti gördüklerinde;

«"Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o, zalimlerden biridir."

dediler.» (el-Enbiyâ, 59.)

Eğer akılları olsaydı, bu işte kendileri için apaçık bir delil vardı. Şöyle ki: Tapmakta oldukları putlarının başına bir felaket gelmişti. Şayet gerçek tanrı olsalardı, kendilerine kötülük yapmak isteyenlere karşı varlıklarını korurlardı. Ama bu putperestler; cahilliklerinden, akıllarının kıtlığından, sapıklıklarının çokluğundan ve sünepeliklerinden dolayı: «"Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o, zalimlerden biridir." dediler. Bazıları: "İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk." dediler.» (ei-Enbiyâ, 59-60.)

Yani İbrahim denen genç, bu putlarımızı horlayıp küçümseyerek diline doluyordu. Bunları kıran odur.

İbn Mes'un (r.a.)'un dediğine göre onlar şöyle demişlerdi: "Allah'a vemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra, putlarınıza bir düzen hazırlayacağım." diyerek tanrılarımızı diline dolayan İbrahim adlı bir genç duymuştuk. Bunları kıran da odur. Bunlar böyle deyince, halkın ileri gelenleri:

"O halde bunların şahidlik edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin." dediler.» (el-Enbiyâ, 61.)

Zaten İbrahim (a.s.)'in en büyük amacı da buydu. Tüm halkın bir araya gelmesini, putperestlerin tuttukları yolun yanlış olduğunu o büyük topluluk önünde ispatlamak istiyordu. Tıpkı Musa (a.s.)'mn Firavun'a dediği gibi:

«Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde, insanların toplandığı kuşluk vaktidir.» (Tâ-Ha, 59.)

Halk toplanarak İbrahim'in yanma geldi ve:

"Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?" dediler. İbrahim: "Belki onu, şu büyükleri yapmıştır, "dedi.

Denildi ki bu ayetin manası şöyledir: "Bu putları kırmaya beni iten, işte şu büyük puttur." Evet.. İbrahim böyle demek istemiş, ancak şu sözle onlara tarizde bulunmuştu:

"Konuşabiliyorlarsa, onlara sorun."

İbrahim (a.s.) bu sözleriyle, onların hemen: "Bunlar konuşamazlar." demelerim ve bu putların da diğer cansız varlıklar gibi olduklarını itiraf etmelerini amaçlamıştı.

"Kendi kendilerine dönerek (kendi nefislerini kınayarak) 'haksız olanlar, sizsiniz siz!1 dediler." Bu putları bekçisiz ve koruyucusuz bıraktığınız için, haksız olan sizsiniz.

"Sonra kafalarında olan eski inançlarına döndüler."

Süddî dedi ki: Yani fitneye döndüler. Buna göre mana şöyle olur: "Bu putlara ibadet etmekte haksızlık yapan sizsiniz siz!."

Katade dedi ki: O putperest millet, müthiş bir şaşkınlığa düştü. Başlarını önlerine eğdiler ve dediler ki: "Ey İbrahim! Bunların konuşmayacağını andolsun ki bilirsin." Böyleyken, bu işi kimin yaptığını onlara sormamızı nasıl istersin?

İşte tam o zaman İbrahim şöyle dedi:

«O halde, Allah'ı bırakıp da size hiç bir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akletmiyor musunuz?» (el-Enbiyâ, 66-67.)

Bunun üzerine putperestler koşarak ona geldiler. İbrahim onlara şöyle dedi: "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"

Yani kendi ellerinizle ağaçlardan ve taşlardan yontup dilediğiniz şekil ve biçimde suretlendirdiğiniz bu putlara nasıl taparsınız?

"Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır."

Ayet-i kerimedeki edat-ı masdariye de olsa, mevsule de olsa mana şöyledir: Siz de, bu putlar da yaratılmışsınız. Yaratılmış bir varlık, kendi gibi bir yaratılmışa nasıl tapar? Siz bunlara tapacağınıza bunlar size tapsınlar, daha iyi. Aslında böylesi jie yanlış, Öylesi de. Çünkü kulluk, sadece ortağı olmayan yaratıcıya yapılabilir ve O'na yapılmalıdır da.

«Putperestler: "Onun için bir yapı yapın da onu oradan ateşin içine atın." dediler. Ona düzen kurmak istediler, ama biz onları altettik.» (es-Sâffât, 97-98.)

Konuşamaz hale gelip mağlub oldukları için, İbrahim'le tartışmaktan vazgeçtiler. Beyinsizlik ve taşkınlıklarından ötürü tuttukları yanlış yolu savunmak, kuvvet ve saltanatları kullanmak için, ellerinde bir şüphe ve hüccetleri kalmadı. Şam yüce Rabb, tuzaklarını boşa çıkardı; kendi dinini, burhanını ve kelimesini yüceltti, üstün kıldı. Nitekim buyurdu ki:

«Onlar: "Birşey yapacaksanız, şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin." dediler. Biz de: "Ey Ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol." dedik. Ona düzen kurmak istediler. Fakat biz, onları hüsrana uğrattık.» (el-Enbiyâ, 68-70.)

Bütün imkanlarını seferber ederek her taraftan odun toplamaya başladılar. Bu iş için uzun süre çalıştılar. Öyle ki, kadınları hastalandığı zaman: "Bu hastalıktan şifa bulursam, İbrahim'i yakmak için odun toplamak adağım olsun." derlerdi. Sonra geniş bir araziyi düzlediler ve topladıkları odunları bu düzlüğe istif ettiler. Ateşi tutuşturdular. Tutuşan odunlar, emsali görülmemiş bir yangına dönüştü; alevleri göğe yükseldi. İbrahim'i de mancınığın kefesine yerleştirdiler. Mancınığı, Kürtlerden Heyzen adlı biri yapmıştı. İlk mancınığı yapan odur. Allah onu yere batırdı. Kıyamete dek o, yere batmaya devam edecektir.

İbrahim'in ellerini ve ayaklarını bağlamaya başladılar. Onlar bağlarken o şöyle diyordu: "Allahım! senden başka tanrı yoktur. Sen noksanlıklardan uzaksın. Âlemlerin Rabbisin. Övgüler sanadır. Mülk ve hükümranlık senindir. Ortağın yoktur." İbrahim Halil (a.s.), elleri ve ayakları bağlı olarak mancınığın kefesine konulup, oradan ateşe atılırken: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir." diyordu. Nitekim Buharı de İbn Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir." Bu sözü, ateşe atıldığı sırada İbrahim (a.s.) söylemiştir. Muhammed (s.a.v.) de, kendisine şu aşağıdaki haber verildiği esnada böyle demiştir:

«"Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun," (Bu haber) onların imanım artırdı da: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" dediler. Bu yüzden kendilerine bir fenalık dokunmadan, Allah'tan nimet ve bollukla geri döndüler.» (Âi-i Imrân, 173-174.)

Ebu Ya'lâ, Ebu Hüreyre (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

«İbrahim ateşe atılırken şöyle dedi: "Allah'ım! Sen gökte bir ve yalnızsın. Ben de yerde bir ve yalnızım. Sana kulluk ederim!»

Seleften bazıları dediler ki: İbrahim, ateşin içine düşmezden önce, henüz havadayken Cebrail kendisine göründü ve : "Ey İbrahim! Bir ihtiyacın var mı?" diye sordu. İbrahim de: "Sana ihtiyacım yoktur." dedi.

İbn Abbas ile Said b. Cübeyr'in şöyle dedikleri rivayet edilir: İbrahim, ateşin içine düşmezden Önce, henüz havadayken yağmur meleği ona: "Emir aldığım anda yağmuru salıveririm." diyordu. Allah'ın emri daha da çabuk geldi:

"Ey ateş! İbrahim'e serin ve zararsız ol!" dedik. Ebu Talip oğlu AH dedi ki: Yani "Ey ateş! İbrahim'e zarar verme!"

İbn Abbas ile Ebu’1- Aliye dediler ki: Şayet Cenâb-ı Allah, "İbrahim'e zararsız ol!" demeseydi, o zaman da şiddetli soğuk, İbrahim'e eza verirdi. Kabü'l-Ahbar dedi ki: O gün y er yüzün dekiler ateşten yararlanamamışlardı. Ve Hz. İbrahim'i bağlayan ipten başka yanan bir şey olmamıştı.

Dahhâk dedi ki: Rivayet olunduğuna göre Cebrail de, İbrahim (a.s.) ateşe atılırken beraberin de ymiş. İbrahim'in alnındaki terleri siliyor-muş. Ateş, ancak terletecek kadar İbrahim'e tesir edebilmiş.

Süddî dedi ki: Ateşe atılırken İbrahim (a.s.)'in yanında gölge meleği de vardı. Ateş çukurundaydı, etrafı da ateşti. Ama o, ateşin ortasında yemyeşil bir bahçenin içindeydi. Halk ona bakıyor, ama ona ulaşamıyor-lardı. O da, bulunduğu yerden çıkıp onlara gidemiyordu.

Ebu Hüreyre (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilir: En güzel sözü İbrahim'in babası söylemiştir. Oğlunu o halde görünce: "Ya İbrahim! Senin Rabbin ne güzel bir Rabdır!" demişti.

İbn Asakir, İkrime'den rivayet etti ki: İbrahim'in anası, oğluna baktı ve şöyle seslendi: 'Yavrucuğum! Sana gelmek istiyorum. Allah'a dua et de, beni çevrendeki ateşin sıcaklığından korusun." İbrahim evet deyince anası ona doğru yürümeye başladı. Ateşin sıcaklığı ona dokunmadı. Oğluna ulaştığında onu bağrına basıp öptü ve geri döndü.

Minhal b. Amr'm şöyle dediği rivayet edilir: Bana gelen habere göre ibrahim (a.s.) orada kırk, ya de elli gün kalmış ve şöyle demiş: "Orada geçirdiğim günlerle geceler kadar güzel ve rahat bir yaşantım olmamıştı. Bütün hayatımın orada geçmesini isterdim." Allah'ın salat-ü selamı onun üzerine olsun.

Onu yenmek istediler, perişan oldular. Yükselmek istediler, alçal-dılar. Galip gelmek istediler, mağlub oldular. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:

«Ona düzen kurmak istediler, fakat biz onları hüsrana uğrattık.» (el-Enbiyâ, 70.)

Başka bir ayette de, "Ama biz onları altettik." denilmektedir. (es-Sâffât, 98.)

Evet.. Kazançları sefillik ve hüsran oldu. Bu, onların bu dünyadaki kazançlarıydı. Ahirette ise, onları yakacak olan ateş ne serin, ne de zararsız olacaktır. Orada güven, emniyet ve esenlik de bulamayacaklardır. Tam tersi, tıpkı Cenâb-ı Allah'ın dediği gibi olacaktır:

«Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır.» (el-Furkân, 66.)

Buharı, Ümmü Şüreyk'ten rivayet etti ki: «Rasûlullah (s.a.v.), zehirli kelerin öldürülmesini emretti ve şöyle buyurdu: "Çünkü o, tutuş- ' turmak için İbrahim'in ateşine üflüyordu."»[1][3]

İmam Ahmed b. Hanbel, îbn Ömer'in azatlısı Nafî'den rivayet ediyor: Hz. Aişe bana haber verdi ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «"Zehirli keleri öldürün. Çünkü o, tutuşturmak için İbrahim'in ateşine üflüyordu." Aişe de onları öldürüyordu.»[2][4]

İmam Ahmed b. Hanbel, Nafî'den rivayet etti ki: Kadının biri Aişe (r.a.)'nin odasına girdi. Odada, dikili bir mızrak gördü. "Bu mızrak da neyin nesi?" diye sordu. Aişe (r.a.): "Bununla zehirli kelerleri öldürüyoruz.» dedi, sonra da Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söyledi:

«İbrahim ateşe atıldığında, hayvanların tümü ateşini söndürmek-için uğraşıyorlardı. Yalnız zehirli keler, tutuşturmak için, İbrahim'in ateşine üflüyordu.»[3][5]

İmam Ahmed b. Hanbel, Nafi'den naklen, Fakih b. Muğire'nin azatlısı Sümame'nin şöyle dediğini rivayet etti: "Aişe'nin odasına girdim. Odasında, bir tarafa konulmuş bir mızrak gördüm." "Ey mü'minlerin anası! Bu mızrakla ne iş görüyorsun?" diye sordum. Şu cevabı verdi: "Bu, şu zehirli kelerler içindir. Bununla onları öldürüyoruz, Rasûlullah bize demişti ki:

"İbrahim ateşe atıldığında, yeryüzündeki hayvanların hepsi onun ateşini söndürmek için çabalıyorlardı. Yalnız zehirli keler, tutuşturmak için İbrahim'in ateşine üflüyordu." Rasûlullah (s.a.v.) bize de, zehirli kelerleri öldürmemizi emretti."[4][6]



[1][3] Buharı, el-Enblyâ, 8.

[2][4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 280.

[3][5] A.g.e VI, 317.

[4][6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 109.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Zayıf Bir Kul Olduğu Halde Mütekebbirlik Elbisesine Bürünerek Rablık İddiasında Bulunan Ve Yüce Allah İle Boy Ölçüşmek İsteyen Nemrud'la İbrahim (a.s.)'in Münazarası


Yüce Allah buyurdu ki:

«Allah kendisine hükümranlık verdi diye, İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: "Rabbim, dirilten ve öldürendir." demişti. "Ben de diriltir ve öldürürüm.» dedi. İbrahim: "Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene"dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.» (el-Bakara,258.)

Yüce Allah, dostu İbrahim'in, kendini Rab yerinde gören zorba ve asi hükümdarla yaptığı münazarayı anlatıyor. İbrahim (a.s.), o zorba hükümdarın delillerini boşa çıkarmış; bilgisizliğinin çokluğunu, aklının kıtlığını ortaya koymuştu. Kuvvetli delillerle onu susturmuş, doğru ve delilli geniş yolu ona izah edip göstermişti.

Tefsircilerle diğer neseb ve rivayet uleması dediler ki: Ayette sözü edilen hükümdar, Babil kralı Nemrud'tur. Babasının adı, Kuşoğlu Kenan'dır. Kuş, Şam'ın oğludur. Sam da Nuh (a.s.)'un oğludur.

Mücahid ve diğerleri dediler ki: Nemrud, dünyaya hükmeden bir kı-raldı. Anlatıldığına göre dünya hükümdarları dört tanedir. Bunların ikisi mü'min, ikisi de kafirdir. Mü'min olanlar, Zülkarneyn ile Süleyman'dır. Kafir olanlarsa, Nemrud ile Buhtü'n-Nasr (Nabokodonas-ser)'dır.

Rivayetlere göre Nemrud, 400 sene hüküm sürmüş; azgınlık ve taşkınlık yapmış, Allah'ın buyruğundan çıkıp zorbalık yapmış ve dünya hayatını ahirete tercih etmiştir. İbrahim peygamber onu, bir ve ortaksız olan Allah'a kulluk etmeye çağırdığında cahilliği, sapıklığı ve tûl-i emel sahibi oluşu onu, yaratıcıyı inkara sevketmiş, bu konuda İbrahim'le tartışmaya girişmiş, Rablık iddiasında bulunmuştu. İbrahim peygamber: "Rabbim dirilten ve öldürendir." dediğinde, «Ben de diriltir ve öldürürüm." demişti.

Katade, Süddî ve Muhammed b. İshak dediler ki: Nemrud, ölüm cezaları kesinleşmiş iki adamı huzuruna getirterek, birinin öldürülmesini, diğerinin de serbest bırakılmasını emretmekle; güya birini öldürmüş, diğerini diriltmiş gibi oldu. Elbette bu davranışı İbrahim peygamberin sözüne bir cevap sayılmazdı. Zira Nemrud'un sözü, konu dışı olup bir göz boyama ve saptırmadan ibaretti. Bu gerçekte tartışmadan çekilmedir.

İbrahim Halil (a.s.), canlılara hayat verme ve onları öldürme gibi cereyan eden olayları göstererek, kainatın yaratıcısının varlığına ilişkin deliller ortaya koymuştu. Bu olup bitenler, kendiliklerinden olmayıp mutlaka bir yaratıcıya istinad etmek zorundaydılar. Gözlerimizle müşahede ettiğimiz varlıkları yaratıp hizmetimize boyun eğdiren, gezegenleri fezada yüzdüren; rüzgarları, bulutları ve yağmurları semada hareket ettiren; gözlerimizle ayan beyan gördüğümüz şu kadar canlıyı yaratıp yaşatan, sonra da öldüren bir failin mevcud olması zorunludur. Bu nedenle İbrahim (a.s.): "Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir." demişti. Ama o cahil hükümdar: "Ben de diriltir ve öldürürüm." demişti. Gözlerle müşahede edilen olayların failinin kendisi olduğunu söylemiş, büyüklük taslayarak inatçılık etmişti. İki ölüm mahkumunu huzuruna getirterek birini öldürme, diğerim serbest bırakma emrini vermekle, İbrahim (a.s.)'in sorusuna cevap vermiş sayılmadı. Çünkü bu hareketiyle, İbrahim'in delilini çürütememiş, onun inancına karşı bir delil ileri süre-memişti.

O hükümdarın bu münazarada mağlub olduğunu orada bulunanların çoğunluğu belki farkedememişti. Bu nedenle İbrahim (a.s.), yaratıcının varlığını açıklayan, Nemrud'un iddiasını boşa çıkaran ve onun yenik düştüğünü açıklıkla ortaya koyan bir başka delil Öne sürdü:

İbrahim: "Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor. Sen de batıdan getirsene." dedi. Yani hizmetimize boyun eğdirilmiş olan bu güneş; yaratıcısının, gökte yüz durucusunun ve kontrol altında bulunduranın disipline ettiği gibi her gün doğudan doğuyor. Onu kontrol altında tutan, herşeyin yaratıcısıdır. O'ndan başka tanrı yoktur. İddia ettiğin gibi dirilten ve öldüren bir kimse isen, şu güneşi batıdan doğdursana! Çünkü dirilten ve öldüren bir kimse, dilediği her işi yapar ve hiç bir engelle karşılaşmaz; hiç bir güç tarafından da mağlub edilemez. Aksine, herşeyi emri ve hakimiyeti altına alır. İddia ettiğin gibi bir tanrı isen, haydi bu işi yap bakalım. Yapamazsan, demek ki iddia ettiğin gibi biri değilsin. Sen ve herkes pekala biliyorsunuz ki, sen bu işin üstesinden gelemezsin. Bırak şu işi de, bir sivrisineği bile yaratmaktan veya ona galip gelmekten acizsin!

Hz. İbrahim, onun sapıklığım, cahilliğini, yalan iddiada bulunduğunu, tuttuğu yolun yanlışlığını; bu iddialarıyla, cahil kavmi yanında caka sattığını açıkladı. Nemrud'un, İbrahim'e verecek cevabı kalmamıştı. Susmuş, konuşmaktan kesilmişti.

"İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez."

Süddî'nin anlattığına göre bu münazara, ateşten çıktığı gün İbrahim ile Nenırud arasında cereyan etmiştir. O güne kadar ikisi bir araya gelmiş değildi. O gün bir araya gelerek tartışmışlardı.

Abdürrezzak'ın, Zeyd b. Eslem'den rivayet ettiğine göre Nemrud'un yanında yiyecek maddesi vardı. Halk, erzakım almak için onun yanına geliyordu. İbrahim de bir grup insanla birlikte erzak almak için Nemrud'un yanına geldi. O güne kadar İbrahim (a.s.), Nemrud'la bir araya gelmiş değildi. Aralarında mezkur tartışma cereyan etti. Diğerlerine verdiği halde İbrahim'e azık vermedi. İbrahim, erzak almadan Nemrud'un yanından çıkıp gitti. Evine yaklaştığında bir toprak yığınına yöneldi. Her iki çuvalını da toprakla doldurdu. "Eve vardığımda ailemi, içinde toprak bulunan bu çuvallarla oyalarım." demişti. Eve varınca yükünü indirdi, yatağına girip uyudu.

Öte taraftan karısı Sare, çuvallara yöneldi, her iki çuvalın da güzel yiyeceklerle dolu olduğunu gördü. Çuvaldan çıkardıklanyla yemek yaptı.

İbrahim uyandığında, yaptıkları yemeği görünce: «Bu yemek size nereden geldi?." diye sordu. Zevcesi Sare: "Çuval içinde getirdiğin yiyeceklerle yaptım.» deyince İbrahim, bunun yüce Allah tarafından kendilerine ihsan edilen bir rızık olduğunu anladı.

Zeyd b. Eşlem dedi ki: Cenâb-ı Allah o zorba hükümdara, kendisini imana çağıran bir melek gönderdi. Ama o, meleğin çağrısına olumlu cevap vermedi. Melek ikinci defa geldi; Nemrud yine olumlu cevap vermedi. Melek üçüncü defa geldiğinde yine olumlu cevap alamayınca Nem-rud'a: "Sen ordunu topla. Biz de ordumuzu toplayalım!" dedi. Bunun üzerine Nemrud, gün doğumu esnasında askerlerim ve ordusunu topladı. Cenâb-ı Allah ta ona karşı sivrisinekler ordusunu gönderdi. Sivrisinekler o kadar çoktu ki, güneş görünemiyordu. Bu orduyu Cenâb-ı Allah, Nemrud'a ve askerlerine saldırttı. Onların etlerim ve kanlarını yediler; çıplak kemiğe dönüştürdüler. Bu sivrisineklerden biri Nemrud'un burun deliğinden içeri girdi ve beynine yerleşti. Orada tam 400 sene kaldı. Cenâb-ı Allah bu sinekle onu azablandırdı. Bu süre boyunca, ta ölünceye kadar, acısını dindirmek amacıyla kafasına külünkle vurulurdu.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
İbrahim Halil (a.s.)'in Şam'a Göçü, Mısır Diyarına Girişi Ve Kudüs'e Yerleşmesi


Yüce Allah buyurdu ki:

«Bunun üzerine Lut ona inandı ve (ibrahim): «Doğrusu ben Rabbim-min dilediği yere hicret ediyorum, O, şüphesiz güçlüdür, Hakimdir." dedi.» (el-Ankebût, 26.)

«Onu da, Lut'u da, âlemler için kutsal kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık. İbrahim'e, buna ilaveten îshak ve Yakub'u da verdik. Her birini iyi kimseler kıldık. Onları, buyruğumuz altındaki insanları doğru yola götüren önderler yaptık. Onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, zekat vermeyi vahyettik. Onlar, bize kulluk eden kimselerdi.» (el-Enbiyâ, 70-73.)

İbrahim (a.s.) rızay-ı ilahî uğruna milletini terk edip aralarından çıktı, göçüp gitti. Karısı kısırdı. İbrahim (a.s.)'in çocuğu yoktu. Kardeşi Haranın oğlu Lut'u yanına almıştı. Bundan sonra Cenâb-ı Allah ona sa-lih evlatlar bahşetti. Onun soyuna kitap ve peygamberlik verdi. İbrahim'den sonra gelmiş olan peygamberler, hep onun soyundandırlar. Yine ondan sonra, gökten her hangi bir peygambere inmiş olan ilahî kitaplar, onun soyundan ve zürriyetinden olan bir kimseye inmiştir ki, bu da İbrahim'e Allah tarafından bahşedilen bir hil'at ve ikramdır. Çünkü o ailesini, akrabalarını ve yurdunu terketmiş; kutlu ve yüce Rabbine ibadet edebileceği, halkı ona davet edebileceği bir beldeye hicret etmişti. Hicret için seçtiği hedef, Şam'dı.

Şam için Cenâb-ı Allah: "Alemler içinde kutsal kıldığımız yer.» demiştir. Bunu Ubeyy b. Ka'b, Ebü'l-Aliye, Katade ve diğerleri söylemişlerdir.

Avfi, îbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Alemler için kutsal kıldığımız yer" ayetiyle kastedilen yer, Mekke'dir. Hiç mi şu ayeti duymadın?:

«Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, âlemler için mübarek ve hidayet sebebi olan Ka'be'dir.» (Âi-i Imrân, 96.)

Önceki sayfalarda da Ehl-i Kitap'tan naklettiğimiz gibi İbrahim (a.s.); kardeşi oğlu Lut, kardeşi Nahur, kendi zevcesi Sare ve kardeşinin hanımı Melka ile birlikte Babil diyarından çıkmış, Harran'a gelip yerleşmişti. Babası Tareh, Harran'da ölmüştü.

Süddî dedi ki: İbrahim, Lut'u da beraberine alarak Şam'a doğru hareket etti. Sare ile -karşılaştı. Harran melikinin kızı olan Sare, milletinin dinini eleştirmişti. (Sabiîliğe karşı çıkmıştı.) Bu inancım değiştirmemesi şartıyla onunla evlendi. Bu haberi (İbn Cerir) rivayet etmiştir. Meşhur görüşe göre Sare, İbrahim'in amcası Haranın kızıdır. Harran kelimesi de onun adına nispet edilmiştir.

Sare'nin, İbrahim'in kardeşi Haran'ın kızı ve Lut'un da kız kardeşi olduğunu söyleyen kimse, bilgisizce konuşmuş olur. O zamanlar kardeş kızı ile evlenmenin meşru olduğunu iddia eden kimsenin, bu sözünün delili yoktur. Bazı Yahudi bilginlerinden nakledildiği gibi faraza o zaman böyle bir evlenme meşru olsaydı bile, bir peygamber böyle bir evliliğe kesinlikle girmezdi. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Sonra meşhur görüşe göre İbrahim (a.s.), Babü'den muhacir olarak çıktığında, Sare de beraberindeymiş. Gerçeği en iyi bilen, yüce Allah'tır.

Ehl-i Kitabın anlattığına göre İbrahim (a.s.) Şam'a geldiğinde, Allah kendisine şöyle vahyetmiş: "Ben bu diyarı, senin ardın sıra gelecek olan halefine bırakcağım." Bunun üzerine İbrahim (a.s.), bu nimete şükür olarak orada bir mabed inşa etti. Kubbesini Mescid-i Aksa'mn doğusuna yönelik kurdu. Sonra da Teymün'e hareket etti- O şuralar kıtlık ve açlık olunca Mısır'a göç ettiler.

Ehl-i Kitab, Sare ile Mısır hükümdarı arasında geçen olayı da anlatırlar. İbrahim, O'na: "Hükümdara benim kız kardeşim olduğunu söyle", demişti. Hükümdarın uşakları, Sare'yı Hacer'e anlatmışlardı. Sonra onları Mısır'dan çıkardı. Onlar da Teymün'e yani Kudüs tarafına döndüler. Beraberlerinde hayvanlar, köleler ve bol miktarda mal vardı.

Buharı, Ebu Hüreyre (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etti: İbrahim (a.s.) yalnızca üç defa yalan söyledi. Bunlardan ikisi Allah içindi: (Putları kırmak için bayrama gitmek istememiş) ve "Ben rahatsızım." demişti. Bir de putları kendisi kırdığı halde "Hayır, bu işi putların şu büyüğü yaptı."demişti.

Bir.de günün birinde Sare ile beraberken, zorba hükümdarlardan birinin memleketine uğramış; hükümdara, İbrahim'in beraberinde güzel bir kadın bulunduğunu söylemişler. O da İbrahim'e adam gönderip yanına çağırtmış, kadının Mm olduğunu sormuş, o da "Kızkardeşimdir." diye cevap vermiş, sonra da Sare'nin yanına gelerek : «Ey Sare! Yeryüzünde seninle benden başka Allah'a inanan iki dinkardeşi yoktur. Ben de ona, bu manayı kastederek kardeşim olduğunu söyledim. Sakın onun yanında beni yalancı çıkarma." dedi.[1][1]

Hükümdar, Sare'ye haber göndererek makamına çağırttı. Sare, makama girdiğinde hükümdar, kalkıp onu eliyle tutmak istedi ama eli kaskatı kesildi. Bunun üzerine: "Benim için Allah'a dua et, sana zarar vermem." dedi. Sare, Allah'a dua edince hükümdarın eli açıldı. Sonra ikinci kez yakalamak istedi. Bu defa eli daha şiddetle felç oldu. Bunun üzerine: "Benim için Allah'a dua et, sana zarar vermem:.» dedi. Sare Al- , lah'a dua edince hükümdarın eli açıldı. Ve bazı mabeyincilerini çağırıp onlara şöyle dedi: "Siz bana bir insan değil, şeytan getirmişsiniz. Hacer'i buna hizmetçi olarak veriyorum." dedi. Bundan sonra Sare, İbrahim'in yanına döndü.

İbrahim namaz kılmaktaydı. Ona: "Durumun ne merkezde?" manasında eliyle işaret yaptı. Sare: "Allah, kafirin tuzağım başına geçirdi. Hacer'i de bana hizmetçi olarak verdi." dedi.

Ebu Hüreyre dedi ki: "Ey gök suyunun çocukları! Ananız, işte bu (Hacer) dir."[2][2]

Hanz Ebu Bekr el-Bezzar, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi:

«İbrahim sadece üç defa yalan söylemiştir. Bunların tümünü de Allah için söylemişti. Bunlardan biri, (mabette kalıp putları kırmak için, hasta olmadığı halde) "Doğrusu, ben rahatsızım." demesiydi. Diğeri de (putları kendisi kırdığı halde) "Hayır, bu işi putların şu büyüğü yaptı." demesiydi. Üçüncüsü de-şudur: Bir ara o, zorba hükümdarlardan birinin memleketinde dolaşmaktayken bir konağa uğramış, hükümdar oraya gelmiş, ona: "Buraya bir adam indi. Beraberinde dünya güzeli bir kadın var." demişlerdi. O da İbrahim (a.s.)'e haber göndererek, o kadının kim olduğunu sormuş, İbrahim de, "Benim kızkardeşimdir.» demişti. Sare'nın yanma döndüğünde: "Bu zorba herif seni sordu. Ben de kızkar-deşim olduğunu söyledim. Bu gün sen ve benden başka bir Müslüman yoktur. Sen de benim (dinî anlamda) kızkardeşimsin. Sakın beni onun yanında yalancı çıkarma!" dedi. Sare'yi alıp saraya götürdü. Sare huzura girince hükümdar onu tutmak için elini uzattı, ama eli dondu, kaskatı kesildi. "Benim için Allah'a dua et, sana zarar vermem." dedi.

Sare dua etti; hükümdarın eli açıldı. Fakat yine elini uzatıp Sare'yi yakalamak istedi. Bu defa eli, öncekine nispetle daha ağır biçimde tutuldu. Sare'ye: «Benim için Allah'a dua et, sana zarar vermem." dedi. Sare dua etti; eli açıldı. Bu hal üç kez tekrarlandı. Sonunda en küçük rütbeli mabeyincisini çağırdı ve: "Sen bana bir insan getirmemiş, bir şeytan getirmişsin. Onu buradan çıkar ve kendisine Hacer'i ver." dedi.

Sare, İbrahim'in yanına döndüğünde İbrahim namaza durmuştu. Zevcesinin geldiğini duyunca namazı bırakıp: "Durumun ne merkezde?» diye sordu. Sare de: "Allah, zalimin tuzağını boşa çıkardı ve Hacer'i bana hizmetçi olarak verdi." dedi.[3][3]

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: «İbrahim sadece üç defa yalan söylemiştir. (Putperest kavminin) tanrılarına ibadete çağrıldığında: "Ben rahatsızım," demişti. (Putları kırdığında, bunu kendisinin mi yaptığı sorulduğunda) "Hayır, işte şu büyükleri bu işi yaptı." demiştir. Bir de Sare için, "O benim kızkardeşimdir." demişti.»

Zorba hükümdarlardan birinin kasabasına girmişti. Denildi ki: "İbrahim bu gece dünya güzeli bir kadınla kasabaya geldi." Hükümdar ona haber salarak huzuruna getirtti, "Beraberindeki bu kadın kimdir?" dedi. İbrahim: "Kızkardeşimdir." deyince, Hükümdar: "Onu bana gönder." diye buyruk verdi. İbrahim, Sare'yi ona gönderdi; gönderirken de: "Sözümü yalanlama. Ona, seninle bacı - kardeş olduğumuzu söyledim. Çünkü yeryüzünde seninle benden başka mü'min yoktur." diye tenbihatta bulundu.

Sare huzura girince o zorba hükümdar kalkıp onu yakalamak istedi. Sare de dönüp abdest aldı ve namaza durdu. Sonra da şöyle dua etti: "Allahım! Sana ve peygamberine iman getirdiğimi, uçkurumu kocamdan başkasına açmadığımı biliyorsan - ki biliyorsun - şu kafiri bana musallat eyleme!" Bu dua üzerine Cenâb-ı Allah onu yere batırdı. O da ayaklarıyla tepinmeye başladı. Ebu Hüreyre'nin rivayetine göre Sare şöyle dedi: "Allahım! Eğer bu herif ölürse, onu benim öldürmüş olduğum söylenir." Sare'nin böyle demesi üzerine zorba hükümdar, yere batmaktan kurtuldu. Sonra tekrar kalkıp Sare'yi yakalamak istedi: Sare de dönüp abdest aldı ve namaza durdu; şöyle dua etti: "Allahım! Sana ve peygamberine iman getirdiğimi, uçkurumu kocamdan başkasına açmadığımı biliyorsan - İd biliyorsun - şu kafiri bana musallat eyleme!". Bu dua üzerine Cenâb-ı Allah onu yere batırdı. O da ayaklarıyla tepinmeye başladı. Ebu Hüreyre'nin rivayetine göre Sare şöyle dedi: "Allahım! Eğer bu herif Ölürse, onu benim öldürmüş olduğum söylenir". Sare'nin böyle demesi üzerine zorba hükümdar, yere batmaktan kurtuldu. Üçüncü veya dördüncü kez de. bu işi tekrarladığında, adamlarını şöyle azarladı: "Siz bana ancak bir şeytan göndermişsiniz. Bunu yine İbrahim'e götürün ve Hacer'i de kendisine verin".

Sâre eve döndü ve İbrahim'e şöyle dedi: "Duydun mu? Allah, kafirlerin tuzağını boşa çıkardı ve doğurgan bir kadın, (Hacer'i) de hizmetçi olarak (bize) verdi".[4][4]

İbn Ebi Hatim, Ebu Said'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.) İbrahim peygamberin üç sözüyle ilgili olarak şöyle konuştu: îb-, rahim'in söylediği sözlerin her kelimesi, Allah'ın dininde helaldir. "Ben rahatsızım." demişti. Bir defasında da: "İşte şu büyükleri, bu işi yaptı.» demişti. Zevcesini elinden almak isteyen hükümdara da, zevcesi için; "O, benim kızkardeşimdir." demişti.

İbrahim, "kardeşimdir" derken din kardeşi olduğunu kastederek söylemiştir. Zevcesi Sare'ye: "Yeryüzünde seninle benden başka mü'min yoktur." derken de, seninle benden başka mü'min karı-koca yoktur, demeyi kasdetmişti. Yoksa peygamber olan Lut (a.s.) da bir mü'min olarak beraberlerinde bulunuyordu, ama o evli değildi o zamanlar.

İbrahim (a.s.), zevcesini zorba hükümdara gönderdikten sonra kalkıp yüce Allah'ın huzurunda elpençe durup namaz kılmaya başladı. Zevcesinin ırzını korumasını ve hanımının namusuna kem gözle bakan o hainin şerrini savmasını Allah'tan diledi. Sare de kocasının yaptıklarını yaptı.Tanrı düşmanı o zorba hükümdar, Sare'ye kötülük yapmak istediğinde o, hemen abdest alıp namaza durdu. Yukarıda naklettiğimiz sözlerle Rabbine yalvarıp dua etti. Bu nedenle Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

«Sabır ve namazla yardım dileyin.» (el-Bakara, 153.)

Evet.. Böyle yaptığından ötürü Allah onu, kulu ve elçisi, sevgilisi ve dostu İbrahim'in ismeti için koruyup muhafaza etti.

Bazı âlimler, üç kadının peygamber olduğunu söylemişlerdir. Bunlar da Sare, Meryem, bir de Musa peygamberin anasıdır. Allah'ın selamı üzerlerine olsun. Cumhur-u ulemaya göre bunlar, Allah'ın rızasına ermiş olan doğruluk ve hidayet erbabı kadınlardır.

Bazı eserlerde gördüm ki Cenâb-ı Allah, o zorba hükümdarın sarayına gitmekte olan Sare ile İbrahim'in arasındaki perdeyi kaldırmış. Sare saraya gidip dönünceye kadar İbrahim hep onu görmüştü. Hükümdarın yanında karşılaştığı durumları, Allah'ın onu hükümdardan, nasıl koruduğunu hep izlemişti ki kalbi rahatlasın ve gönlü de tam ferahlayıp gözü aydınlansın. Dindarlığından, kendisine yakınlığından ve göz alıcı güzelliğinden ötürü, İbrahim onu çok seviyordu. Havva'dan sonra o zamana kadar, onun derecesinde güzel bir kadın görülmemişti. Allah ondan razı olsun. Övgü ve minnet Allah'adır.

Bazı tarihçilerin anlattığına göre o Mısır Firavun'u, zulmüyle meşhur olan hükümdar Dahhak'm kardeşiymiş. Kardeşinin maiyetinde Mısır'da valilik yapıyormuş. Adının Sinan b. Ulvan b. Uveyc b. îmlak b. Lavuz b. Sam b. Nuh olduğu söylenir. "Tîcan" adlı eserde İbn Hişam der ki: Sare'yi elde etmek isteyen o zorba hükümdar, Amr b. İmru'1-Kays b. Maylon b. Sebe' idi. Mısır'da hüküm sürüyordu.

Bunu Süheylî nakletmiş tir. Doğruyu Allah bilir.

Sonraları İbrahim (a.s.) yanma bol miktarda mal, davar ve köle alarak, Mısırlı kıbtî Hacer de kendilerine eşlik ederek, Mısır'dan çıkıp Tey-mün'e gittiler. Teynıün, Kudüs ve çevresidir. Bundan sonra Lut (a.s.), bu bol miktardaki malın içinde bulunan kendi malını İbrahim (a.s.)'in emri üzerine alıp Gur-ı Zağr denen ülkeye göçtü. O ülkenin Sedum adlı beldesine inip yerleşti.[5][5] Sedum, o zaman çevredeki beldelerin başkenti idi. Halkı çok şerli, ahlaksız ve inançsızdı.

Cenâb-ı Allah, İbrahim Halil (a.s.)'e vahyetti. Kuzeyden güneye, doğudan batıya, her tarafa gözü alabildiğince bakmasını emretti ye görebildiği bu toprakları kendisine ve kendisinin soyundan kıyamete kadar gelecek olan haleflerine mülk olarak vereceğini, zürriyetini toprak gibi çoğaltacağını müjdeledi. Bu müjde, Muhammed ümmetine de ulaşmıştır. Bu müjde, bizde olduğu kadar diğer ümmetlerde böylesine tekemmül etmiş değildir. Rasûlullah (s.a.v.)'m şu kavli şerifi de bunu teyid etmektedir:

«Doğrusu Cenâb-ı Allah, yeryüzünü toplayıp gözümün önüne getirdi. Doğusunu ve batısını gördüm. Ümmetimin mülkü (ve hakimiyeti), dürülerek gözümün önüne getirilmiş olan yerlere kadar ulaşacaktır.»

Dediler ki:Bir grup zorba, Lut (a.s.)'a saldırarak onu esir ettiler. Malını alıp davarlarını önlerine kattılar; sürüp götürdüler. Bundan haberdar olan İbrahim Halil (a.s.), 318 kişilik bir kuvvetle bu zorba grubun üzerine yürüdü; Lut (a.s.)'u onlardan kurtardı, malını geri aldı, Allah ve rasûlünün düşmanlarından bir çoğunu öldürdü, onları hezimete uğratti, kaçanları takibe koyuldu, nihayet Şam'ın kuzeyine vardı. Şam'ın dışında Berze denen yerde, zannedersem Makam-ı İbrahim'de ordugah kurdu. İbrahim Halil (a.s.)'in askerleri orada ordugah kurduğu için oraya Makam-ı İbrahim denmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Sonra İbrahim Halil (a.s.), mansur ve muzaffer olarak ülkesine döndü. Kudüs ve çevresindeki beldelerin emirleri, boyun büküp ikramlarda bulunarak ve de ağırlayarak onu karşıladılar. O da Kudüs'e yerleşti. Allah'ın salat-ü selâmı onun üzerine olsun.



[1][1] Ekz. Tarih-i Taberî, 1,172-173.

[2][2] Buharı, IV, 104, Bab-ü Halk-i Adem ve Zürriyetihî.

[3][3] Buharı, el-Enbiyâ, 8.

[4][4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 403.

[5][5] Sedum; Filistin'de ölü deniz kıyısında bulunan eski bir şehirdir ki, Lut kavminin yaşadığı yerdir.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Hacer Hanımın İsmail (a.s.)’i Doğurması


Ehl-i Kitap dediler ki: İbrahim peygamber Allah'tan iyi bir evlat istedi. Allah da ona, böyle bir evlat vereceğini müjdeledi. İbrahim'in Kudüs'te ikameti yirmi yılı bulunca Sare ona şöyle dedi: "Rabbim beni çocuksuz bıraktı. Şu cariyem Hacer'le gerdeğe gir, belki onun aracılığıyla Allah beni evlat sahibi kılar".

Sare, cariyesi Hacer'i kendisine bağışlayınca İbrahim onunla gerdeğe girdi. Hacer hamile kaldı. Hamile kalınca da büyüklenmeye ve hanım efendisine caka satmaya başladı. Sare, onun bu tavırlarına katlanamadı; Onu İbrahim'e şikayet etti! İbrahim de: "Ona ne istersenyap!" dedi. Hacer, korkup evden kaçtı ve o çevrede bulunan bir pınarın yanına vardı. Meleklerden bir melek ona dedi ki: "Korkma! Karnında taşımakta olduğun şu oğlanı Allah hayırlı bir evlat yapacaktır." Böyle dedikten sonra, evine dönmesini emretti ve bir oğlan çocuğu doğuracağını, adını İsmail koyacağını, emsalsiz bir insan olacağını, herkese hükmedeceğini, herkesin idaresinin onunla olacağını, kardeşlerinin beldelerinin tümünde onun hükmünün yürüyeceğini de Hacer'e müjdeledi. Bunun üzerine Hacer, onur ve üstünlük sahibi yüce Allah'a şükretti.

Bu müjde, onun torunu Muhammed (s.a.v.)'in üzerinde tam tanıma gerçekleşmiştir. Muhammed (s.a.v.), bu müjde ile bütün Araplara hükmetmiş, doğuda ve batıda bulunan ülkelere sahib olmuştur. Allah ona, önceki ümmetlerden hiç birine vermediği kadar faydalı ilim ve salih amel vermiştir. Bu ümmet, çok yararlı işler yapmış ve hayırlı faaliyetlerde bulunmuştur. Şüphesiz bu da, bu ümmetin peygamberinin diğer peygamberlerden daha üstün olması, risaletinin bereketi, elçiliğinin uğuru, getirdiği düzenin mükemmelliği ve bütün insanlık için gönderilmiş bir peygamber olması sayesinde mümkün olmuştur.

Hacer hatun, pınarın yanından kalkıp eve döndüğünde İsmail'i doğurdu. O zaman İbrahim'in seksenaltı yaşında olduğu, ondan onüç sene sonra da îshak'm doğduğu söylenir.

İsmail doğunca Cenâb-ı Allah, İbrahim'e, Sare'nin de İshak'ı doğuracağını müjdeledi. Bunun üzerine İbrahim secdeye kapanıp Rabbine şükranlarını sundu. Rabbi de ona şöyle dedi: "İsmail'le ilgili dileğini yerine getirdim. Onu mübarek bir insan kıldım. Onun soyunu gerçekten çoğaltmayı takdir ettim. Onun soyundan on iki büyük insan doğacaktır. Onu büyük milletin reisi yapacağım."

Bu sözler de bu büyük ümmet için bir müjdedir. O, oniki büyük insan da oniki Hulefa-i Raşidin'dir İd onlar da, Abdül, Melik b. Umeyr'in, Cabir b. Semure'den rivayet ettiği şu hadiste müjdelenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:

«Oniki emir olacaktır. Babama, ne dediğini sordum. Dedi ki: "O emirlerin hepsi de Kureyş (soyun) dan olacaktır." dedi.»

Bir başka rivayette de şöyle buyurulmuştur: «Bu ümmetin idaresi, oniki emîr hüküm sürünceye kadar yolunda - ya da güçlü - olacaktır. O emirlerin hepsi de Kureyş (soyun) dan olacaktır.»[1][1]

Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ömer b. Abdülaziz ile Abbas oğullarından bazıları bu on iki emirdendirler. Bu on iki halifenin sadece bir dizi olmaları kastedilmiş değildir. Bilakis onların mevcudiyetleri zorunludur. Bu on iki halifeden maksat, Rafızi inancına göre Hz. Ali ile başlayıp Sanıarra mağarasında yeraltında bekleyen Muhammed b. Hasen el Askerî ile nihayete eren on iki imam değildir. Çünkü bunların arasında; savaşı terkedip idareyi Muaviye'nin eline bırakan, böylece fîtne ateşini söndürerek, Müslümanlar arasında dönmekte olan savaş değirmenin döner taşını durduran Hz. Ali ile oğlu Hasan dan daha faydalı bir kimse yoktur. Reaya topluluğunun geri kalan kısmmınsa herhangi bir işte millete hükmetmeleri mümkün değildir. îmamiye'nin, İmam Aske-rî'nin Samarra'da yer altındaki bir mağarada beklediğine inanması ise, kafalardaki bir hevesten ve nefislerdeki bir hezeyandan ibarettir. Bunun hakikati, aslı yoktur.

Hacer hatun, İsmail'i doğurduğunda Sare onu kıskanmış; İbrahim'den onu, kendisinin görmeyeceği uzak bir yere götürmesini istemişti. İbrahim de Hacer'i ve oğlunu alıp yolculuğa çıkmış, bu günün Mekke-si olarak bilinen yere götürüp onları bırakmıştı. İsmail, o zaman henüz süt emme çağmdaydı. İbrahim onları bırakıp ta ardını dönerek geri gelmeye kalkınca, Hacer hemen ardına düştü ve elbisesine tutunarak; "Ey İbrahim! Yanımızda bakacak kimsemiz olmadığı halde, bizi yalnız başımıza bırakıp da nereye gidiyorsun böyle?" dedi. İbrahim cevap vermedi. Hacer, sorusunu tekrarladı; İbrahim'in cevap vermediğini görünce, bu defa da: "Böyle yapmanı Allah mı sana emretti?" diye sordu. İbrahim, "Evet..." diye cevap verince, Hacer: "Eğer öyleyse Allah bizi telef etmez!." dedi.

Şeyh Muhammed b. Ebi-Zeyd (r.a.), "Nevadir" adlı kitabında dedi ki: Sare, Hacer'e öfkelendi, onun üç organını kesmeye yemin etti. Bunun üzerine İbrahim (a.s.) ona, Hacer'in iki kulağını delmesini ve sünnet etmesini emretti. Böylece yemini, yerini bulmuş olacaktı. Süheylî dedi ki: Kadınlardan ilk sünnet olan, kulağını ilk deldiren ve eteğini ilk uzatan, Hacer hatundur.



[1][1] Buharı, Ahkam, VIII, 119; Müslim, el-Imâre, II, 79.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
İbrahim (a.s.)'in Oğlu İsmail Ve İsmail'in Anası Hacer'le Birlikte Mekke'deki
Faran Dağlarına Hicret Etmesi Ve Orada Şerefli Beytullah'ı İnşa Etmesi



Buharı, İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğim rivayet etti: Önceki devirlerde ilk olarak kuşak bağlayan kadın, İsmail'in anasıdır. Arkasını Sare'ye göstermemek için beline kuşak bağlamıştı. Sonra İbrahim onu ve emzirmekte olduğu oğlu İsmail'i alıp götürdü; Ka'be'nin yanında, Zemzem kuyusunun üst tarafında, Mescid-i Haram'm yukarı kısmında Devha denen yere bıraktı: O zaman Mekke'de kimse yoktu, su da bulunmuyordu. Onları oraya indirdi, yanlarına da içinde hurma bulunan bir dağarcıkla, içinde birazcık su bulunan bir kırba bıraktı.[1][1] Sonra İbrahim geri dönmek için kalkıp yürüdü; İsmail'in anası da peşine takılıp şöyle dedi: "Ey İbrahim! İçinde bize arkadaşlık edecek bir kimse bulunmayan ve hiç bir şeyi olmayan bu vadide bizi bırakıp da nereye gidiyorsun?!." Bu sözünü defalarca tekrarladığı halde, İbrahim ona dönüp bakmadı. En sonunda: "Ey İbrahim! Böyle yapmanı Allah mı sana emretti?.» diye sordu. İbrahim, "evet" deyince, Hacer: "Öyleyse Allah bizi telef etmez." dedi ve sonra geri döndü. İbrahim de geri dönüş yoluna koyuldu ve onların kendisini göremiyeceği bir tepeye vardı. Orada Ka'be'ye yönelerek ellerim semaya kaldırdı ve şöyle dua etti:

«Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kalabilmeleri için, senin kutsal evinin yanında, çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir. Şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır.» (İbrahim, 37.)

Anası, İsmail'i emzirmeye başladı. Kendisi de kırbadaki sudan içiyordu. Su tükenince, kendisi de oğlu da susadı. Çocuğunun, susuzluktan ötürü kendini yerlere vurduğunu gördü. Bu acıklı manzarayı görmemek için, oradan kalkıp ileriye doğru koştu. Oraya en yakın tepenin Safa tepesi olduğunu gördü. Tepenin üstüne çıktı; sonra bir kimseyi görür umuduyla, oradan vadiye baktı, ama hiç kimseyi göremedi. Safa'dan indi; vadinin ortasına geldiğinde bütün gücünü topladı, sonra da yorgun kimse gibi koştu ve vadiyi aştı; Merve tepesine ulaştı; tepenin üstüne çıktı. Sonra bir kimseyi görür umuduyla etrafa göz gezdirdi, ama hiç kimseyi göremedi. Bu yürümeyi yedi kez tekrarladı.

İbn Abbas, bununla ilgili olarak Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: «İşte bu nedenle insanlar, (hac ve umre için) Safa ile Merve arasında sa'y ederler.»

Merve tepesine çıktığında bir ses duydu. Kendi kendine "Sus" dedi sonra kulak verince aynı sesi yine duydu ve "Senin yanında bize bir yardımcı bulunduğunu bize işittirdin." dedi. Bir de ne görsün: Bu günkü Zemzem kuyusunun yerinde bir melek, topuğuyla - ya da kanadıyla -toprağı kazıyor. Nihayet suyu çıkardı. Hacer de suyun etrafa akıp gitmemesi için, etrafını toprakla çeviriyor ve eliyle toparlıyordu. Suyu avuçlayarak kırbasına dolduruyordu. O avuçladıktan sonra su yine yerden kaynıyordu.

İbn Abbas (r.a.), Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: «"Allah, İsmail'in anasına rahmet etsin. Zemzemi kendi haline bırak-saydı - ya da Zemzemi avuçîamasaydı - akar bir su olurdu."[2][2] Kendisi içti, çocuğunu emzirdi. Melek de ona şöyle dedi: "Ey Hacer! Telef olmaktan korkma. Burada Allah'ın Beytini şu çocuk ve babası inşa edeceklerdir. Doğrusu Allah, kendi ehlini telef etmez."»

Beyt-i Muazzam'a yerden yüksekteydi. Tepe üstünde gibiydi. Seller gelir, sağından ve solundan alır giderdi.

Nihayet Cürhüm kabilesinden bir grup can yoldaşı veya bir aile, kuzey tarafından Mekke'ye yöneldi. Mekke'nin alt taraflarında yerleştiler. Orada konmak üzere dolaşmakta olan bir kuş gördüler. "Bu kuş, bir suyun üzerinde dolaşmaktadır. Oysa biz bu vadiyi susuz bir yer olarak bilirdik." dediler; Bir ya da iki haberci gönderdiler. Haberciler Zemzem kuyusunda su gördüler. Dönüp, su gördüklerini haber verdiler. Bunun üzerine bütün kafile oraya yöneldi. İsmail'in anası, Zemzem suyunun yanındaydı. Ona: "Senin yanında konaklayıp yerleşmemize izin verir misin?" diye sordular. O da: "Bu su için bizden bir hak talebinde bulunmamanız şartıyla evet." diyerek izin verdiğini açıkladı. Onlar da "Evet." diyerek bu şarta rıza gösterdiler.

Abdullah b. Abbas, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etti: İsmail'in anası buna alıştı. O, yanında kendisine can yoldaşlığı edecek kimselerin bulunmasından hoşlanıyordu. Cürhünılüler oraya yerleştiler. Akrabalarına haber saldılar, onlar da yanlarına gelip yerleştiler. Böylece oraya bir kısım hane halkı yerleşmiş oldu.

Hacer'in oğlu büyüyüp delikanlılık çağına geldi. Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüyünce onları beğendi, hoşuna gittiler. Baliğ olunca da, onu kendi kızlarından biriyle evlendirdiler. Gün geldi, İsmail'in anası öldü. İsmail'in evlenmesinden bir süre sonra babası İbrahim, bırakmış olduğu yavrusunun durumunu incelemek üzere Mekke'ye geldi. İsmail'i bulamadı. Karısına sordu. O da: "Bizim için azık aramaya gitti." dedi. Sonra İbrahim (a.s.), geçimlerini ve durumlarını sordu. İsmail'in karısı: "Kötü durumdayız. Darlık ve sıkıntı içindeyiz." diyerek hallerinden memnun olmadığını açıkladı. Bunun üzerine İbrahim ona şu tenbihte bulundu: "Kocan geldiği zaman ona selamımı ilet ve kapısının eşiğini değiştirmesini söyle!» dedi.

İsmail (a.s.) eve geldiğinde, evine bir insan uğradığını hisseder gibi oldu. Hanımına: "Size uğrayan oldu mu?" diye sordu. Hanımı şöyle dedi: "Evet.. Şu ve şu vasıfta yaşlı bir adam geldi. Seni sordu. Azık temini için dışarı çıktığını söyledim. Geçimimizi sordu. Darlık ve sıkıntı içinde olduğumuzu anlattım.." İsmail: "Sana bir tenbihte bulundu mu?" diye sordu. O da : "Evet.. Sana selamım iletmemi ve kapının da eşiğini değiştirmeni söylememi tenbihledi." diyerek cevap verdi. Bunun üzerine İsmail (a.s.): " O benim babamdır. Senden ayrılmamı bana emretmiştir. Var, babangile git." dedi ve onu boşadı. Aynı kabileden başka bir kadınla evlendi.

Bir süre sonra İbrahim Halil (a.s.), tekrar Mekke'ye geldi. Yine İsmail'i evde bulamadı. Hanımının yanına gelip İsmail'i sordu. Kadın: "Bizim için azık bulmaya gitti." dedi. Durumlarını ve geçimlerini sordu. Kadın; rahat ve bolluk içinde bulunduklarını söyleyerek yüce Allah'a hamd-ü senada bulundu. İbrahim: "Ne yersiniz?" diye sordu. Kadın: "Et yeriz." dedi. İbrahim: «Ne içersiniz?" diye sordu. Kadın: "Su içeriz." dedi. Bunun üzerine İbrahim: "Allahım! Onlar için eti ve suyu bereketlendir.» dedi.[3][3] Peygamber {s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki: «O zaman onlar için tahıl yoktu. Eğer tahılları olsaydı, İbrahim, tahılın da onlar için bereketli olmasına dua ederdi.» O zaman Mekke dışındaki kimseler, sadece et ve suyla yetinmiyorlardı.

Evet.. İsmail'in yeni zevcesinin böyle demesi üzerine İbrahim (a.s.; ona şu tenbihatta bulundu:

"Kocan geldiğinde ona selamımı ilet ve kapısının eşiğini sağlam tutmasını kendisine söyle." dedi.

İsmail (a.s.) eve geldiğinde karısına: "Size gelen oldu mu?" diye sordu. Karısı dedi ki: "Evet.. Güzel suretli bir ihtiyar geldi. (Ayrıca onu övdü.) Seni sordu. Azık tedariki için dışarıya çıkmış olduğunu söyledim. Geçimimizi sordu. Rahat ve bolluk içinde bulunduğumuzu söyledim."

İsmail: "Sana her hangi bir tenbihte bulundu mu?" diye sordu. Karısı şu cevabı verdi. "Evet.. Sana selam söyledi ve kapının eşiğini de sağlam tutmanı sana emretti."

İsmail dedi ki: "O ihtiyar, benim babamdır. Kapının eşiği de sensin. Seni sağlam tutmamı ve senden ayrılmamamı emretmiştir."

İbrahim, Allah'ın dilediği bir süre kadar daha bekledi. Bundan sonra Mekke'ye yine geldi. İsmail, Zemzem kuyusuna yakın bir yer olan

Devha'nın alt tarafında, okunun ucunu keskinliyordu. Babasını görünce kalkıp yanına gitti. Bir babanın oğluna, bir oğlun da babasına yapması gereken hareketleri yaptılar. Sonra İbrahim şöyle dedi:

- Ey İsmail! Allah bana bir iş emretti.

- Rabbinin emrini yerine getir.

- Bana yardım eder misin?

- Evet..

- Allah, bana, şuracıkta bir ev yapmamı emretti.

Böyle derken de, etraftan birazcık yüksek olan bir yeri, yani Ka'be-i Muazzama'nın yerini gösterdi. Bundan sonra Ka'be-i Muazzama'nm inşasına başladılar. Temelleri yükselttiler. İsmail taş getiriyor; İbrahim de binayı kuruyordu. Bina yükselince şu taşı (Makam-ı İbrahim'deki taşı) getirip yere koydu. Basamak yapıp üzerine çıktı. Böylelikle inşaatı devam ettiriyor; İsmail de ona taşlan uzatıyordu. Her ikisi de şöyle dua ediyorlardı:

«Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. Sen hem işitir, hem bilirsin.»(el-Bakara, 127.)

Binayı yapmaya devam ediyor, Beyt'in etrafında, «Rabbimiz, yaptığımızı kabul buyur, sen hem işitir, hem bilirsin.» diyerek dönüyorlardı.

Abdullah b. Muhammed, İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etti:

Ailesiyle kendisi arasında bazı hadiseler meydana gelince İbrahim, İsmail ile ******* evden alıp götürdü. Yanlarında, içinde azıcık su bulunan bir kırba vardı. Öyle sanılır ki İbn Abbas, bu sözleri îsrailiyattan almıştır. İçinde biraz gariplik bulunan bu ifadelerde, İsmail'in o zaman henüz süt emmekte olduğu da anlatılmaktadır.

Tevrat ehlinin anlattıklarına göre Cenâb-ı Allah, İbrahim'e oğlu İsmail'i ve maiyetindeki kuleleriyle diğer adamlarım sünnet etmesini emretmişti. O zaman da İbrahim (a.s.) doksan dokuz yaşındaymış. İsmail de onüç yaşındaymış. İbrahim, Allah'ın emrine uyarak onları sünnet etmiş. Bu da, onun bu işi bir yecibe olarak yaptığım göstermektedir. Yine bu nedenledir ki, âlimlerin sahih kavline göre sünnet, erkekler için bir vecibedir. Nitekim bu hüküm, yerinde de kesin olarak açıklanmıştır.

Kuteybe b. Said, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi:

«İbrahim seksen yaşındayken keserle sünnet oldu.»[4][4]

Bazı lafızlardaysa şöyle denmiştir: "İbrahim, üzerinden seksen sene geçtikten sonra sünnet oldu. Ve kadumla sünnet oldu". Kadum, kesici bir alet olan keserdir. Kadumun bir mevld adı olduğunu söyleyenler de olmuştur .[5][5]

Ancak bu rivayette kullanılan lafızlar, sünnet olduğunda İbrahim'in seksen yaşından daha büyük olduğuna bir mani teşkil etmezler. Çünkü Ebu Hüreyre'den rivayet edilen ve vefatından bahseden bir hadiste Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«İbrahim, 120 yaşındayken sünnet oldu. Ondan sonra seksen yıl daha yaşadı.»

Bunu İbn Hibban, "Sahih"inde rivayet etmiştir.

Buraya kadar anlatılanlarda, boğazlanmak üzere yere yatırılan kurbanlık İsmail'den bahsedilmedi. İbrahim (a.s.)'in Mekke'ye gelişinden de ancak üç defa bahsedildi. Birinci gelişi, Hacer'in ölümünün ardı sıra İsmail'in evlenmesinden sonra olmuştu. Anlatıldığına göre henüz küçücük bir çocuk iken İsmail'i Mekke'de terketmişti. Evleninceye kadar İsmail ile anasının durumunu gelip kontrol etmemişti. Halbuki o, yolculuğa çıktığında yollar, onun ayakları altında dürülüp kısalıyordu. Onlara giderken Burak denen hızlı bir bineğe bindiğini söyleyenler de olmuştur. Hal böyleyken ve de zevcesiyle çocuğu sıkıntı, ihtiyaç ve şiddetli bir geçim sıkıntısı içindeyken nasıl olurdu da onları gelip görmezdi?

Öyle sanıyorum ki bu ifadelerin bir kısmı îsrailiyattan alınmadır. Biraz da merfu rivayetler ile süslenmiştir. İsmail'in boğazlanmak için yatırılma kıssası bu ifadelerde de görülmemektedir. Boğazlanmak için yere yatırılanın İsmail olduğunu Saffat sûresinin tefsirinde ispatladık.



[1][1] Buharî, el-Enbiyâ, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 347

[2][2] Buharı", Musakat, III, 72.

[3][3] Tarih-iTaberî, 1,181.

[4][4] Buharî, Halk-] Adem, IV, 103.

[5][5] Buharî, istizan, VII, 134.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
İsmail'in Kurban Edilmesi


Yüce Allah buyurdu ki:

«"İbrahim: "Doğrusu ben, Rabbim uğrunda sizi bırakıp gidiyorum; O beni doğru yola eriştirir." dedi.

"Rabbim! Bana iyilerden olacak bir çocuk ver." diye yalvardı. Biz de ona yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik. Çocuk kendisinin yanısıra yürümeye başlayınca : "Ey oğulcuğum! Doğrusu, ben uykudayken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?" dedi.

"Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yap, Allah dilerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin." dedi. Böylece ikisi de Allah'a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırmca Biz: "Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın; işte biz, iyi davrananları böylece mükafatlandırırız." diye seslendik.

Doğrusu bu, apaçık bir deneme idi.

Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik. Sonra gelenler içinde, "İbrahim'e selam olsun." diye ona iyi bir ün bıraktık. İşte iyileri böylece mükafatlandırırız. Doğrusu o, inanmış kullarımızdan di. Ona, iyilerden olan İshak'ı peygamber olarak müjdeledik. Kendisini ve İshak'ı mübarek kıldık. İkisinin soyunda iyi olan da vardır, açıktan açığa kendisine yazık eden de vardır."» (es-Sâffât, 99-113.)

Yüce Allah bildiriyor ki: Dostu İbrahim (a.s.), kendi inançsız milletinin beldesinden göç ettiği zaman, kendisine iyi bir evlat vermesini Rabbinden diledi. Allah ta, ona yumuşak huylu bir oğlan çocuk vereceğini müjdeledi ki, o da İsmail (a.s.)'dir.

Çünkü o, seksenaltı yaşına gelmiş olan ibrahim (a.s.)'in doğan ilk çocuğuydu. Bütün din ve diyanet ehli arasında bu hususta hiç bir ihtilaf yoktur. İbrahim peygamberin ilk çocuğu, İsmail'dir.

"Çocuk, kendisinin yamsıra yürümeye başlayınca.." Yani yetişkin olup, babası gibi kendi işine koşmaya başlayınca...

Mücahid dedi ki: "Çocuk, kendisinin yamsıra yürümeye başlayınca..." Yani yetişkin olup, babasının yaptığı işleri kendi başına yapmaya başlayınca...[1][1]

İsmail yetişkin bir çocuk olunca İbrahim (a.s.), bu çocuğunu kurban etmekle emrolunduğunu rüyasında gördü. İbn Abbas'm merfu olarak rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmaktadır:

"Peygamberlerin rüyası vahiydir." Bunu Ubeyd b. Umeyr de söylemiştir.

Bu, yüce Allah'ın, dostu İbrahim'i, çocuğunu kurban edip etmeyeceği hususunda imtihan edişiydi. İhtiyarlık devrinde doğmuş olan bu çocuğu, kendisi için çok kıymetliydi. Rabbi, bu çocukla anası Hacer'i; in, cin, ses ve gürültü, elcin ve davar bulunmayan çorak bir beldeye bırakmasını emrettikten sonra, şimdi de onu, bu çocuğu kurban etmesini buyurmakla imtihan ediyordu. İbrahim o emre uyarak, çocukla ******* o ıssız vadiye bırakmış; Allah'a tevekkül edip güvenerek onları orada yalnız başlarına bırakmıştı. Ama Allah, o ikisine bir çıkış kapısını aralamış, genişliğe kavuşturmuş, ummadıkları bir taraftan onları rızıklan-dırmıştı. Bütün bu olup bitenlerden sonra İbrahim, biricik oğlunu kurban etme emrini de aldıktan sonra, bu emri tek başına yapmak üzere derhal buyruğa icabet etti ve Rabbinin fermanına itaate koştu. Sonra, çekip zorla boğazlamaktansa, daha rahatça yapsm diye bu işi oğluna açtı:

"Ey oğulcuğum! Doğrusu ben, uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?" dedi.

O yumaşak huylu çocuk, babası İbrahim Halil'e hemen şu cevabı verdi:

"Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yap. Allah dilerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin." Bu cevap,babaya ve kulların Rabbine itaat ifade eden çok doğru bir cevaptı.

Yüce Allah buyurdu ki:

"Böylece ikisi de Allah'a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırmca..." Ayet-i kerimede geçen" ( ul,ı ) fiilinin, "Yüce Allah'ın emrine teslim oldular." manasına geldiği söylenmiştir. "Alnı üzerine..." sözü de, yüzüstü yere yatırmak manasına gelir. Boğazlarken yüzünü görmemek için, babasımn onu enseden kesmek istediği, rivayetler arasındadır. İbn Abbas, Mücahid, Said b. Cübeyr, Katade ve Dahhak bu görüştedirler.

Bir rivayete göre İbrahim (a.s.), koyun boğazlar gibi onu yan yatırmış, böylece İsmail'in alnının bir tarafı yere gelmiş. Bir başka rivayete göre ayet-i kerimede geçei* ( u-'ı ) fiili, şu manaya gelir: İbrahim besmele çekip tekbir getirdi. (i)ğlu da, ölmek üzere olduğu için şahadet getirdi.

Süddî ve diğerleri dediler ki: İbrahim, bıçağı İsmail'in boğazına sürdü, ama bıçak onu kesmedi. Denilir ki: İsmail'in boğazıyla bıçağın arasına bakır bir tabaka gerilmiş. O nedenle bıçak kesmemiş. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

İşte tam o esnada gökten bir nida gelmiş:

"Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın." (es-Sâffât, 104-105.)

«Yani denenme ve imtihan edilmendeki amaç gerçekleşti. Rabbinin buyruğuna hemen icabet ettin. Kurbanlık olarak çocuğunu feda ettin. Nitekim cömertlik ederek kendi bedenini de ateşe vermiştin. Yine bunun gibi, malını misafirlere sermiştin. "Şüphesiz bu, apaçık bir imtihan idi. Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik." (es-Sâffât, 106-107.)

Cumhur-u ulemanın meşhur kavline göre bu kurbanlık beyaz renkli, iri ve siyah gözlü, boynuzlu bir koçtu. Onu bir kaya oyuğunun yanındaki muz ağacına bağlı olarak gördü.

İbn Abbas, bu koçun kırk yıl kadar Cennet'te otladığını söylemiştir. Said b. Cübeyr'in anlattığına göre o koç, Cennet'te otlanırmış. Nihayet bir kaya oyuğu yarılarak içinden çıkıp dünyaya gelmiş, üzerinde kızıl renkli yapağısı varmış, îbn Abbas der ki: İbrahim'e kaya oyuğundan bir koç çıkıp geldi. Siyah ve iri gözlü, boynuzlu idi, meleyerek gelen bu koçu İbrahim tutup kurban etti. Bu, Adem peygamberin oğlu Habü'in Allah'a takdim ettiği, kabul edilmiş olan kurbandı.

Bunu îbn Ebi Hatin rivayet etmiştir.

Mücahid dedi ki: "İbrahim (a.s.), o koçu Mina'da kurban etti" Ubeyd b. Umeyr ise, Makam-ı İbrahim'de kurban ettiğini söylemiştir.

Bu hayvanın bir oğlak olduğunu îbn Abbas'm söylemiş olduğu, rivayetler arasındadır. Hasen'in de, bu hayvanın "cerir" adlı besili bir teke olduğunu söylediği dahi rivayetler arasındadır ki, bu rivayetlerin ikisi de sahih değildir, diyebiliriz.

Sonra bu rivayetlerin çoğu israiliyattan alınmadır. Cereyan eden bu büyük hadisenin ve hayretengiz imtihanın açıklığa kavuşması için yeterli miktarda Kur'ân-ı Kerim'de bilgi vardır. İsmail'e bedel olarak İbrahim'e büyük bir kurbanlık verildiği de bu bilgiler arasındadır. Hadiste anlatıldığına göre bu kurbanlık, bir koç imiş.

İmam Ahmed b. Hanbel, Şeybe kızı Safiye'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Annem bana dedi ki: "Rasûlullah (s.a.v.), Osman (r.a.)'ı Ka'be'ye gönderdi." Ben de ona: "Ey Osman! Resûlullah (s.a.v.) niçin seni çağırdı?" diye sordum. Bana cevaben, Rasûlulîah (s.a.v.)'m kendisine şu buyruğu verdiğini söyledi:

"Ben Ka'be'ye girdiğimde (İbrahim'in kurban etmiş olduğu)koçun boynuzlarım gördüm. Onları saklamanı sana söylemeyi unuttum. Şimdi sen onları sakla. Çünkü Ka'be'de, namaz kılacak kimsenin zihnini meşgul edecek bir şeyin bulunmaması gerekir."[2][2]

Süfyan dedi ki: Yangın çıkıncaya kadar koçun boynuzları, Ka'be'de asılı duruyordu. Ka'be yanarken onlar da yandılar.

Kurumuş olarak koç başının altın oluk yanında asılı durduğu, îbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Allah'ın buyruğu için kurban edilenin İsmail olduğuna, yalnız başına bu rivayet de delâlet etmektedir. Çünkü Mekke'de ikamet etmiş olan, İsmail'dir. İshak'm küçük yaşlarda Mekke'ye geldiği bilinmemektedir. Doğruyu yine de Allah bilir.

Kur'ân'm açık ifadesi budur. Bu ifadeler, kurban edilenin İsmail olduğu hususunda hemen hemen bir nass gibidirler. Çünkü bu ayetlerde, kurban edilenin kıssası anlatılmakta, sonra da şöyle denilmektedir.

"Ona iyilerden bir peygamber olacak îshak'ı ona müjdeledik." (es-Sâffât, 112.)

Bu mealdeki "peygamber olacak" sözünü "peygamber olarak" şeklinde kabul eden kimse, gereksiz bir zorluğa girişmiş olur. Kurban edilenin îshak olduğunu söyleyenlerin dayanağı, israiliyat hikayeleridir ki, İsrailoğullarının kitapları da tahrif edilmiştir. Özellikle bu kıssayı anlatışlarında kesin bir tutarsızlık vardır. İsrailoğullarma göre Cenâb-ı Allah İbrahim peygambere; biricik oğlunu kurban olarak sunmasını emretmiştir. Tevrat'ın Arapça'ya tercüme edilen bir nüshasında: "Allah ona ilk çocuk olarak îshak'ı verdi." denilmektedir. Bu cümlede İshak adının yeralması, iftira ve uydurmadır. Çünkü îshak, İbrahim peygamberin ilk ve tek oğlu değildir. Onun ilk oğlu, yalnızca İsmail'dir.

İsrailoğullarım böyle bir iftirada bulunmaya iten faktör, Arabları çekemeyişleridir. Çünkü İsmail, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in de mensub olduğu Hicaz bölgesi Arablartnm atasıdır. İshak ise, îsrailoğullarının atası Yakub'un babasıdır. Yakub'un bir adı da îsraildir. îsrailoğulları bu şerefi, Araplardan alıp kendilerine mal etmek istediler. Bu nedenle de Allah'ın kelamını tahrif ettiler, ilaveler yaptılar. İftiracı bir kavimdirler. Üstünlük ve şerefin Allah'ın elinde olduğunu ve bunları dilediğine vereceğini bir türlü kabul etmediler.

Selef ulemasının bir çoğu ve diğerleri, İbrahim'in kurban olarak Allah'a takdim ettiği oğlunun İshak olduğunu söylemişlerdir. Allah bilir ya, onlar bu kavillerini Kabü'l-Ahbar'dan veya Ehl-i Kitab'm kitaplarından almışlardır. Bu hususu teyid edici sahih bir hadis, masum Peygamberimizden varid olmamıştır ki, o hadisten ötürü, kutsal kitabımız olan K\ır'ân'ın açık ifadelerini kulak ardı edelim. Kurban olarak takdim edilenin İshak olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'in ifadelerinden anlaşılmıyor. Biraz düşünürsek, kurban edilenin İsmail olduğunu Kur'ân ifadelerinden anlarız. Hatta bu husus, kesin ifadelerle de belirtilmiştir.

Kurban edilenin İshak değil de İsmail olduğu hususunda İbn Ka'b el- Kurazî'nin yapmış olduğu istidlal ne kadar güzel ve ilginçtir. İstidlalinin dayanağı, şu ayet-i kerimedir:

"Ona îshak'ı, ardından da Yakub'u müjdeledik." (Hûd, 71.)

İbn Ka'b demiş ki: İshak'm doğacağı, sonra da İshak'm oğlu Yakub'un doğacağı müjdeleniyor. Sonra da çocuğu doğmadan, kendisi henüz küçücük bir çocuk iken İshak'm kurban edilmesi emrediliyor. Küçücük bir çocuk iken kurban edilmesi emredilen bir insanın bilahare çocuğu doğar mı? Bu olamaz. Çünkü bu, önceki müjdeyle çelişiyor. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Süheylî,bu istidlale özetle şöyle itiraz ediyor:

"Ona îshak'ı müjdeledik." ayeti, tam bir cümledir. İshak'm ardından da Yakub gelecektir." Bu da bir başka cümledir ki, anılan müjdenin kapsamında değildir. Çünkü Arap grameri açısından (Yakub) kelimesinin mecrur olması, başında harfi cerrin bulunmaması durumunda mümkün değildir. Mesela demek, yani (Âmr) ismini mecrur okumak doğru olmaz. Ancak diyerek (Amr) isminin başına (be) harfi cenini koyduğumuz takdirde (Amr) ismini mecrur okumak mümkün olur.

Şu halde ayet-i kerimede ki (Yakub) ismi muzmer, yani gizli bir fiil ile mansuptur ki, takdiri şöyle olur; "İshak'a Yakub'u bahşettik."

Bazıları, kurban edilenin İshak olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Bu tercihlerine dayanak olarak ta şu ayet-i kerimeyi göstermişlerdir: "Çocuk, kendisinin yamsıra yürümeye başlayınca.." (es-Sâffât,ıo2.)

İsmail, çocukluk döneminde babası İbrahim'in yanında değil, aksine anası Hacer'le birlikte Mekke dağlarındaydı. Nasıl olur da babasının yanısıra yürür?

Bu görüş üzerinde de tartışılabilir. Çünkü rivayete göre İbrahim Halil (a.s.), çok zamanlar Burak'a binerek Mekke'ye gider, oğlunun durumunu kontrol edip geri dönermiş. Doğruyu en iyi bilen, Yüce Allah'tır. Bazı rivayetlere göre, kurban edilenin îshak (a.s.) olduğunu söyleyen zatlar şunlardır: Kabü'l-Ahbar, Ömer, Abbas, Ali, îbn Mes'ud, Mesrûk, , İkrime, Said b. Cübeyr, Mücahid, Ata, Şa'bi,Mukatil Ubeyd b. Umeyr, Ebu Meysere, Zeyd b. Eşlem, Abdullah b. Şakik, Zührî, Kasım, İbn Ebi

Bürde, Mekhul, Osman b. Hadir, Süddî, Hasen, Katade, Ebu Hüzeyl, îbn Sabit.

İbn Cerir de bu görüşü benimsemiştir. Ama onun bunu benimsemesi tuhaftır. İbn Abbas'tan gelen iki rivayetten biri de bu doğrultudadır.

Ama İbn Abbas'tan ve yukarıda adı geçenlerin çoğundan gelen sahih rivayetlere göre, kurban edilen zat, İsmail (a.s.)'dir.. Mücahid, Said, Şa'bi, Yusuf b. Mehran, Ata ve İbn Abbas, kurban edilenin İsmail olduğunu söylemişlerdir.

İbn Cerir, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kurban edilen, İsmail'dir. Yahudilerse, kurban edilenin İshak olduğunu iddia etmişlerdir. Ama onlar yalan söylemişlerdir.

İmam Ahmed b. Hanbelın oğlu Abdullah, babasından naklederek dedi ki: Kurban edilen, İsmail'dir.

Ebu Hatîm, oğlunun bu husustaki bir sorusuna verdiği cevapta şöyle demiştir: Rivayete göre Ali, îbn Ömer, Ebu Hüreyre, Ebu Tufeyl, Said b. Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Hasan, Mücahid, Şa'bi, Muhammed b. Ka'b, Ebu Cafer, Muhammed b. Ali ve Ebu Salih; "Kurban edilen zat, İsmail'dir." demişlerdir. Bağavî, Kelbî ve Ebu Amr b. Ala da böyle bir rivayette bulunmuşlardır.

Muaviye'den şöyle rivayet edilmiştir: "Adamın biri Rasûlullah (s.a.v.)'a "Ey iki kurbanlığın oğlu!" diye hitab etti. Rasûlullah (s.a.v.) da böyle bir hitaptan Ötürü güldü."[3][3]

Ömer b. Abdülaziz ve Muhammed b. İshak b. Yesar da bu görüştedirler. Hasan-ı Basrî, kurban edilenin İsmail olduğunda hiç şüphe olmadığını söylemiştir.

Muhammed b. Ka'b, kurbanın İshak değil de İsmail olduğuna ilişkin istidlalini Ömer b. Abdülaziz'e anlatırken Ömer, ona: "Benim buna bir diyeceğim yok, ben de bu hususta senin gibi düşünüyorum." demiş; sonra Şam'da ikamet etmekte olan bir Yahudiye haber salarak huzuruna çağırtmıştı. Yahudi âlimlerinden olduğuna kanaat getirdiği o adama Ömer b. Abdülaziz: "İbrahim'in iki oğlundan hangisinin kurban edilmesi emredilmişti." diye sormuş. Yahudi âlimi şu cevabı vermiş: "İsmail'in kurban edilmesi emredilmişti. Allah'a andolsun ki Yahudiler de bunu biliyorlar, ey mü'minlerin emiri! Ne var ki onlar, siz Arab topluluğunun babasının Allah'ın emrine uymada sabır göstermesinden ötürü O'nun lütfuna mazhar olmuş biri olmasını çekemiyorlar. Kurban edilmesi emredilenin, atanız İsmail olduğunu bu sebeple inkar ediyor, kurban edilmesi emredilenin, îshak olduğunu iddia ediyorlar. Çünkü İshak, onların atasıdır..."

Bu meseleyi delil ve eserleriyle birlikte, tefsirimizde1 detayh olarak anlattık. Övgü ve minnet, Allah'adır.



[1][1] Tefsîr-i Mücahid, 544.

[2][2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 68.


[3][3] Tefsîr'den kasıt, îbn Kesîr Tefsiridir.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
İshak (a.s.)'ın Doğumu


Yüce Allah buyurdu ki:

"Ona iyilerden olan İshak'ı peygamber olarak müjdeledik. Kendisini ve îshak'ı mübarek kıldık; ikisinin soyunda iyi olan da vardır, açıktan açığa kendisine yazık eden de vardır." (es-Saffât, 112-113.)

Evet.. Küfürlerinden ve ahlaksızlıklarından ötürü kendilerini helak edip yurtlarını harab etmek için Lut kavminin beldesi olan Meda-yin'e giderken, kendilerine uğrayıp geçen melekler tarafından bu müjde, İbrahim ile Sare'ye verilmişti. Bununla ilgili olarak, Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:

«"Andolsun ki elçilerimiz müjde ile İbrahim'e geldiler. "Selam sana" dediler. "Size de selam" dedi, hemen kızartılmış bir buzağı getirdi. Ellerini ona uzatmadıklarını görünce, durumlarım beğenmedi ve içine korku düştü. Onlar, "Korkma, biz Lut milletine gönderildik." dediler. Bu arada, İbrahim'in ayakta duran karısı gülünce, "O'na îshak'ı, ardından da Yakub'u müjdeleriz," dediler. "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam da ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim? Doğrusu bu, şaşılacak bir şey." dedi.

"Ey evin hanımı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken nasıl Allah'ın işine şaşarsın? O, övülmeye layıktır, yücelerin yücesidir." dediler.» (Hüd, 69-73.)

"Onlara İbrahim'in konuklarını da anlat: İbrahim'in yanına girdiklerinde selam vermişlerdi. O: "Doğrusu, biz sizden korkuyoruz." demişti de, "Korkma, biz sana, bilgin bir oğlun olacağını müjdelemeye geldik." demişlerdir. "Ben kocamışken bana müjde mi veriyorsunuz? Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?" deyince: "Seni gerçekten müjdeliyoruz, umut kesenlerden olma." demişlerdi. "Zaten sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser!" dedi.» (el-Hicr, 51-56.)

Ey Muhammed! İbrahim'in ikram edilmiş konuklarının sözü sana geldi mi? Onlar, İbrahim'in yanma girip: "Selam sana" demişledi. İbrahim de: "Selam size" demişti. İçinden de, onların, "tanınmamış bir topluluk" olduğunu geçirmişti. Hemen ailesine giderek semiz bir buzağı getirmiş, onların önüne sürüp: "Yemez misiniz?" demişti. Yemediklerini görünce onlardan endişeye düştü; "korkma" dediler ve ona, bilgin bir oğul sahibi olacağını müjdelediler. Bunun üzerine karısı hayretle seslenerek geldi, yüzünü kapayarak: "Kısır bir kocakarı!" dedi. Melekler: "Bu böyledir, Rabbin söylemiştir; doğrusu O, Hakîm olandır, bilendir" dediler. (ez-Zâriyât, 24-30.)

Evet.. Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Allah'ın anlattığı bu melekler üç taneydiler. Biri Cebrail, diğeri Mikail, üçüncüsü de İsrafil'di. Evine geldiklerinde ilk önce İbrahim (a.s.) onları misafir sanmış, onlara misafir muamelesi yapmış, sığırlarının arasındaki seçme bir buzağıyı kesip kızartarak önlerine getirmişti. Yemeği takdim edip buyurun dediği zaman, onların yemeğe niyetli olmadıklarını gördü. Çünkü meleklerde yemek yeme ihtiyacı yoktur. Melek olduklarını bilmediği için, kendileıine sunulan yemeğe el uzatmadıklarım görünce İbrahim onları yadırgadı. "Onlardan endişeye düştü. "Korkma" dediler. "Doğrusu biz, Lut kavmine gönderildik" ki onların yurtlarını harab edelim. Bu esnada, Allah'ın Lut kavmine gazab ettiğini öğrenen Sare sevinmeye başladı; misafirlerin yanı başında duruyordu. Arapların ve diğer insanların âdetidir bu. Lut kavminin felakete uğrayacağını duyunca, sevincinden gülmeye başladı. "Ona İshak'ı, İshak'm ardından da Yakub'u müjdeledik." Yani melekler ona, îshak adında bir oğlunun doğacağını müjdelediler. "Bunun üzerine karısı, hayretle seslenerek geldi." (ez-Zâriyât, 29.}

Kadınların şaşkınlık anında yaptıkları gibi 'Yüzünü kapadı." ve "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam da ihtiyar olmuşken .nasıl doğurabilirim?" dedi."

«Yani karşımda durmakta olan şu kocam bunca ihtiyariamışken ve ben de hem yaşlı, hem kısır bir kadınken nasıl doğurabilirim?! "Doğrusu bu, çok tuhaf bir şeydir." Melekler dediler ki: "Allah'ın işini tuhaf mı buluyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun ey hane halkı! Doğrusu O, övülen ve pek üstün olan onurlu bir zattır."» (Hûd, 72-73.)

«Bu müjde karşısında sevinip, ferahlayan İbrahim (a.s.)'de hayrete kapıldı. "Yaşlılık bana dokunmuşken mi beni müjdeliyorsunuz? Neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?" dedi. Melekler dediler ki: "Seni gerçek ile müjdeledik. Sakın umut kesenlerden olma!"» (el-Hicr, 54-55.)

Melekler, haberi bu müjdeyle vurguladılar, İbrahim ile zevcesine "Bilgin bir oğlan" müjdelediler. Bu çocuk, İsmail'in kardeşi îshak'tı. Bilgin bir çocuktu. Sabrına ve makamına münasip bir çocuktu. Çünkü Rabbi onu, va'de sadakat ve sabırla nitelemişti. Başka bir ayette de şöyle buyurmuştu:

"O'na İshak'ı, îshak'm ardından da Yakub'u müjdeledik." (Hûd, 71.)

Muhammed b. Ka'b el-Kurazî ve diğerleri, bu ayete dayanarak yaptıkları istidlalde, kurbanlık olarak Allah'a takdim edilenin İsmail olduğunu söylemişlerdir. Kendisinin doğacağı, kendisinden sonra da oğlu Yakub'un doğacağı müjdelenmiş olan İshak'm kurban, edilmesinin Allah tarafından emredilmiş olması mümkün değildir. Yakub adlı bir oğlunun doğacağı müjdelenmiş olan îshak'm, çocuk yaşta kurban edilmesinin emredilmiş olması mantıklı değildir.

Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre İbrahim (a.s.), meleklere kızartılmış buzağıyı takdim ederken, Mekke'den bir parça ekmek getirterek-onu da sofraya koymuştu. Bu ekmek parçası üç kile buğdaydan yapılmış olup, hamuru yağ ve sütle yoğurulmuştu. Melekler de bunu yemişlerdi. Bu, baştan.sona yanlıştır.

Denildi ki: Melekler yemeği yerken, yemek henüz havadayken yok oluyordu. (Yani ağızlarına girmeden, havadayken eriyordu).

Yine Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Cenâb-ı Allah İbrahim (a.s.)'e şöyle buyurmuş: Senin zevcen Sare'ye gelince, onun adı Sare olarak çağrılmasın. Adı Sarre'dir. Sana mübarek olsun, ondan sana bir oğul vereceğim. O oğlun da sana hayırlı ve mübarek olsun. Onun neslinden milletler ve milletlerin hükümdarları gelecektir...

Cenâb-ı Allah'ın bu müjdeyi vermesi üzerine İbrahim, secdeye kapandı ve kendi kendine gülerek şöyle dedi: "Ben yüz yaşını aştıktan sonra oğlum mu olacak? Ya da Sare, doksan yaşım aştıktan sonra çocuk mu doğuracak?"

İbrahim (a.s.), Cenâb-ı Allah'a dedi ki: "İsmail keşke senin yolunda yaşasa..." Cenâb-ı Allah ta İbrahim'e şöyle dedi: "Gerçekten Sare, sana bir oğlan doğuracak. Adını İshak koyacaksın. Ömrü boyunca benim ahdime sadık kalsın. Evlad ve ahfadına da, ahdime sadıkkalmalarını ten-bihlesin. Benden evlad istedin. Sana İsmail'i verdim. O'nu hayırlı ve mübarek laldım. Soyunu genişletip çoğalttım. O'nun torunları arasında oniki büyük insan çıkacaktır. O'nü büyük bir milletin reisi yapacağım."

Daha önce de bu konuya değinmiştik. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

"O'na İshak'ı, İshak'm ardından da Yakub'u müjdeledik."

Bu ayet-i kerime, Sare'nin, oğlu İshak'ın doğacağına, İshakın da Yakub adında bir oğlunun doğacağına ilişkin haberi bizzat işittiğine delâlet ediyor. Yani gözleri aydınlansın diye her ikisi de hayattayken İshak doğacaktı. Nitekim İshak'm oğlu Yakub'un doğumuyla da gözleri aydınlanmıştı.

Eğer böyle olmasaydı, İshakın diğer çocukları arasından özellikle Yakub'un adının belirtilmesinin bir yararı olmazdı. Özellikle Yakub'un adının belirtilmesi, îbrahimle Sare'nin, İshak ve oğlu Yakub'u sevip onunla gözlerinin aydınlandığına delâlet ediyor. Daha önce İshak'm doğumuyla sevinç duydukları gibi, Yakub'un doğumuyla da sevinip ferah-lamışlardı. Yüce Allah buyurdu ki: '

"Ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık. Her birini doğru yola eriştirdik." (el-En'âm, 84.)

«İbrahim onları Allah'tan başka taptıklarıyla başbaşa bırakıp çekilinçe ona, İshak ve Yakub'u bahşettik." (Meryem, 49,)

İıışaallah kuvvetli ve zahir olan görüş budur. Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadis de bu görüşün doğruluğunu kuvvetlendirmektedir. Süleyman b. Mehran el A'meş, Ebu Zerr (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etti: Dedim ki:

- Ya Rasûlallah! İlk yapılan mescid hangisidir?

- Mescid-i Haram'dır.

- Sonra hangisidir?

- Mescid-i Aksa'dır.

- Aralarında kaç sene vardır?

- Kırk sene...

- Sonra hangisidir?

- Namaz vakti nerede gelip çatarsa orada kıl. Her yer mesciddir. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıdığına göre Mescid-i Aksa'yı inşa eden Yakub (a.s.)'dur ki, O da Kudüs'teki İlya Mescidi'dir. Allah şerefini artırsın.

Bu ifadelerin doğruluğuna yukarıdaki hadis de şahadet etmektedir. Şu halde İbrahim (a.s.)'in oğlu İsmail (a.s.) ile birlikte Mescid-i Haramı inşa edişinden kırk yıl sonra Yakub (yani İsrail) peygamber Mescid-i Aksa'yı inşa etmiştir. Her iki mescidin inşası da, İshak (a.s.)'m doğumundan sonra olmuştur. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de de nakledildiği gibi, dua ederken İbrahim (a.s.) şöyle demişti: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl; beni ve oğullarımı putlara kul olmaktan uzak tut. Rabbim! O putlar çok insanları saptırdı. Bana uyan bendendir. Bana karşı gelen kimseyi sana bırakırım. Sen bağışlarsın, merhamet edersin. Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için, senin kutsal evinin yanında, çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir. Şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır. Rabbimiz! Doğrusu sen gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da bilirsin. Yerde ve gökte hiç birşey Allah'tan gizli kalmaz. Kocamışken bana İsmail ve İshak'ı veren Allah'a hamdolsun. Doğrusu, Rabbim duaları işitendir. Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur. Rabbimiz! Hesab görülecek günde, beni, anamı, babamı ve inananları bağışla."» (İbrâhîm, 35-41.)

Hadiste anlatıldığına göre, Davud oğlu Süleyman (a.s.) Mescid-i Aksa'yı inşa ederken Cenâb-ı Allah'tan üç şey istemişti ki, bunları şu ayet-i kerimeyi tefsir ederken açıklamıştık:

"Rabbim ! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver." (Sâd, 35.)

Süleyman (a.s.)'m Allah'tan istediği üç şeyin neler olduğunu, o'nun kıssasını anlatırken de açıklayacağız. "Süleyman (a.s.), Mescid-i Aksa'yı inşa etti." sözünden maksat, -Allah bilir ya- "Süleyman (a.s.) onun binasını yeniledi." dir. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi Mescid-i Haramın inşasıyla Mescid-i Aksa'nm inşası arasında geçen zaman kırk yıldır. Mescid-i Haramı inşa eden İbrahim (a.s.) ile, Mescid-i Aksa'yı inşa ettiği iddia edilen Süleyman (a.s.) arasında geçen zaman kırk yıldan fazla olduğuna göre; doğru olan görüş, Süleyman (a.s.)'ın Mescid-i Ak-sa'yı onarıp yenilemesidir. Çünkü İbrahim (a.s.) ile Süleyman (a.s.) arasında geçen zamanın kırk yıl olduğunu İbn Hibban'dan başka söyleyen olmamıştır. Bu sözü daha önce hiç kimse söylemediği gibi, bu sözünde İbn Hibban'a muvafakat eden de olmamıştır.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Ka'be-i Muazzama'nın İnşası


Yüce Allah buyurdu ki:

«"Bana hiç birşeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyama duranlar, rükû edenler ve secdeye varanlar için evimi temiz tut." diye İbrahim'i Ka'be'nin yerine yerleştirmiştik.

İnsanları hacca çağır; yürüyerek veya binekler üstünde uzak yollardan sana gelirler."» (el-Hacc, 26-27.)

«Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de, dünyalar için mübarek ve hidayet sebebi olan Ka'be'dir. Orada apaçık deliller vardır, İbrahim'in makamı vardır. Kim oi'aya girerse, güvenlik içinde olur. Oraya yol bulabilen insana, Allah için Ka'be'yi haccetmesi gereklidir. Kim inkar ederse bilsin ki, doğrusu Allah, âlemlerden müstağnidir.» (Âl-i İmrân,96-97.)

«Rabbi İbrahim'i bir takım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, "Seni insanlara önder kılacağım." demişti. O "Soyumdan da" deyince, "Zalimler benim ahdime erişemez." buyurmuştu. Ka'be'yi insanlar için toplanma ve güven yeri kılmıştık. İbrahim'in makamını namaz yeri edinin, dedik. Evimi ziyaret edenler, kendini ibadete verenler, rükû ye secde edenler için teiniz tutun diye İbrahim ve İsmail'e ahd verdik. İbrahim: "Rabbim! Burasını emin bir şehir lal. Halkından, Allah'a ve ahiret gününe inananları, ürünlerle rızıklandır." demişti. "İnkar edeni de az bir müddet geçindirir, sonra da onu ateşin azabına uğramak zorunda bırakırım; ne kötü sonuç!" buyurmuştu.

İbrahim ve İsmail, Ka'be'nin temellerini yükseltiyordu. "Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. Sen hem işitir, hem bilirsin." dediler.

"Rabbimiz! İkimizi, sana teslim olanlar kıl. Soyumuzdan da sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster. Tevbemizi kabul buyur. Çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli olan ancak sensin. Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu, güçlü ve Hakim olan ancak sensin." (el-Bakara, 124-129.)

Yüce Allah; kulu, elçisi, dostu, seçkin peygamberi, şirkten uzak kalmışların önderi ve peygamberlerin atası İbrahim (a.s.)'in; insanların tümü için yeryüzünde inşa edilmiş ilk mescid olan şerefli Beyt-i Muazzama'yı bina ettiğini anlatıyor. İnsanlar orada Allah'a ibadet ederler. Beyt'in inşa edileceği yeri Cenâb-ı Allah, vahiyle ona bildirmişti. Mü'minlerin emiri Ebu Talib oğlu Ali (r.a.)'den ve diğerlerinden yaptığımız rivayete göre Beyt'in inşaat yerini, Cenâb-ı Allah vahiyle İbrahim (a.s.)'e bildirmiştir. Göklerin yaratılış evsafını belirtirken şöyle demiştik: Yeryüzündeki Beytullah, gökteki Beyt-i Ma'mur'un ve diğer yedi kat göklerdeki mabedlerin tam hizasındadır. Öyleki, gökte duran Beyt-i Ma'mur yere düşecek olsa, tam Ka'be'nin üzerine düşer. Nitekim seleften bazı âlimler demişler İd: Gök tabakalarının her birinin içinde sema halkının Allah'a ibadet ettikleri bir Beyt vardır. O gök katlarındaki beytler, yeryüzündeki Ka'be gibidirler. Cenâb-ı Allah İbrahim (a.s.)'e, meleklerin göklerdeki mabedleri gibi, insanlar için de yeryüzünde bir Beyt yapmasını emretti. Göklerle yerin yaratıldığı günden beri Ka'be inşası için belirlenen ve hazırlanan yeri, ona gösterdi. Nitekim bu husus, Buharı ve Müslim'in sahihlerinde de anlatılmaktadır:

"Cenâb-ı Allah göklerle yeri yarattığı gün bu beldeyi (Mekke-i Mü-kerreme'yi) saygın kılmıştır. Bu belde, Allah'ın hürmetiyle kıyamet gününe dek saygındır."[1][1]

Ka'be'nin İbrahim peygamberden önce inşa edilmiş olduğuna ilişkin herhangi sahih bir haber, Rasûlullah (s.a.v.)'dan nakledilmiş değildir.

"İbrahim'i Ka'be'nin yerine yerleştirmiştik." (cl-Hacc, 26.) ayetine tutunarak, Ka'be'nin İbrahim peygamberden önce inşa edilmiş olduğunu iddia edenlerin sözleri, nazar-ı itibara alınacak kuvvetli bir söz değildir. Çünkü bu ayette geçen "Beyt'in yeri sözünden kasıt, Allah'ın ilminde Beyt'in takdir edilen yeri, Adem'den İbrahim'e kadar geçen devrede peygamberler nezdinde tazim gören yerdir.

Daha önce de anlattığımız gibi Adem (a.s.), Beytin yeri üzerine bir kubbe dikmiş; meleklerde ona: "Biz senden önce bu Beyti tavaf ettik. Nuh'un gemisi de kırk gün süreyle buranın etrafında dolanmıştı..." demişlerdi. Buna benzer daha başka sözler de sarfetmişlerdi. Ancak bu haberlerin hepsi İsrailoğulları kaynaklıdır. Önce de söylediğimiz gibi bu haberler, ne yalanlanabilir ne de doğrulanabilirler. Delil değeri taşımazlar. Ancak bunların içinde gerçeğe aykırı olanlar varsa, onlar zaten kabul edilemezler.

Cenâb-ı Allah buyurdu ki;

"Doğrusu, insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de, dünyalar için mübarek ve hidâyet sabebi olan Ka'be'dir." (âi-i Imrân, 96.) Yani bütün insanlar için bereket ve hidayet vesilesi olsun diye, Mekke'de kurulan Ka’be-i Muazzama'dır. Bazıları dediler ki, bundan maksat, Ka'be-i Muazza-ma'nın yeridir. Onu inşa edenin İbrahim (a.s.) olduğuna ilişkin "Orada apaçık deliller vardır." (Âl-i İmrân, 97.)

İbrahim peygamber ki, o, kendisinden sonra gelen peygamberlerin atasıdır. Kendisinin sünnetine uyup yolundan giden evlatlarının, şirkten uzak durup hakka yönelen zürriyetinin önderidir. Orada "İbrahim'in makamı vardır." Ka'be'nin duvarı boyunu aştığında, eli duvarın üstüne ulaşsın diye İbrahim (a.s.)'in basamak olarak kullanmak için ayağının altına koyduğu taşa, Makam-ı İbrahim denir. Bu meşhur taşı oğlu İsmail ona getirmişti. İbn Abbas'm rivayet ettiği uzun bir hadiste bu meseleden bahsedilir.

Bu taş, eskiden beri Ka'be duvarına bitişikti. Hz. Ömer devrine kadar da bitişik kaldı. O, bu taşı Ka'be duvarından ayırıp az öteye bıraktı. Bu uygulamasında başkaları ona uydular. Bazı hususlarda yüce Allah-ta Hz. Ömer'in görüşüne uygun emirler indirmiştir. Örneğin Hz. Ömer, Rasûlullah (s.a.v.)'a: "Makam-ı İbrahim'i namaz yeri edinsek?" diye teklifte bulunmuş; bunun üzerine Cenâb-ı Allah ta şu buyruğu indirmişti:

"İbrahim'in makamını namaz yeri edinin." (el-Bakara, 125.) Makam-ı İbrahim'deki taşta İbrahim (a.s.)'in ayak izleri, İslâmiyet'in ilk zamanlarına kadar mevcuttu. Meşhur Kaside-i Lamiye'sinde Ebu Talip de-mişki:

Boğa burcuna andolsun, taşı basamak yaparak,
Yükselmek için çıkıp inene de and olsun.
Mekke vadisindeki Ka'be'nin hakkı için,
Andolsun ki Allah hiç birşeyden gafil değildir.
Sabah-akşam kucaklayıp yüz sürdükleri,
Hacer-i Esved'e de and olsun ki,
İbrahim'in çıplak ayakla bastığı taş yumuşaktı.
O, taşa azıcık gömülerek iz bıraktı.

Ka'be-i Muazzama'nın inşa edilişine değinen yüce Allah buyurmuş ki:

"İbrahim ve İsmail, Ka'be'nin temellerim yükseltiyordu. (Yaparken de şöyle dua ediyorlardı:) Rabbimiz! yaptığımızı kabul buyur. Sen hem işitir, hem bilirsin." (el-Bakara, 127.)

Evet.. Ka'be'yi inşa ederken Allah'a karşı son derece ihlas ve itaat içinde yalvararak, bu yaptıkları işin ve taatin kabul buyurulm asını istiyorlardı:

"Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlar kıl. Soyumuzdan da sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster, tev-bemizi kabul buyur. Çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli olan, ancak sensin." (el-Bakara, 128.)

Demek istediğimiz şu ki: İbrahim Halil (a.s.), mescidlerin en şereflisini; en şerefli bir yerde, çorak bir vadide inşa etti. O vadide yaşayanların azıklarının bereketli olması; ağaçsız, ekinsiz ve suyu kıt bir yer olmasına rağmen onların çeşitli ürünlerle rızıldandırılması, inşa edeceği Ka'be'nin de saygın ve güvenli bir yer olması için dua etti. Hamdolsun yüce Allah da onun bu çağrısına icabet edip dileğini yerine getirdi ve şöyle buyurdu:

«Çevrelerinde insanlar öldürülüp esir edilirken Bizim Mekke'yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi?» {el-Ankebût, 67.)

«Onları, katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünün toplandığı güvenli ve kutlu bir yere yerleştirmedik mi?» (el-Kasas, 57.)

Ayrıca Hz. İbrahim, Rabbinden, Mekke halkına içlerinden yani kendi cinslerinden olup kendi dillerini düzgün ve öğüt verici bir üslupla konuşan bir insanı elçi olarak göndermesini de istedi İd, dinî ve dünyevî nimetleri, dünyevî ve uhrevî mutlulukları tamamlansın. Cenâb-ı Allah, onun bu dileğini de yerine getirdi. Mekke halkına bir elçi gönderdi.. Hem de nasıl bir elçi! Onunla nebi ve rasûller devrini kapattı. Kendisinden önce hiç bir peygambere nasib olmamış bir şerefi ona bahşederek, onunla dini ikmal edip tamamladı. Onun davetini; ırkları, dilleri, vasıfları, ülkeleri, kentleri, çağları ve zamanları değişik te olsa bütün insanlara genelledi. Çağrısını umumîleştirdi. Zatı itibariyle onurlu, getirdiği din mükemmel, beldesi şerefli, dili düzgün ve fasih, ümmetine şefkatli ve merhametli, soyu asil, doğum yeri ulu bir yer, kaynağı da pak ve temiz olduğu için Allah onu, diğer peygamberlerden daha üstün kıldı.

Tüm insanlığın mabedi olsun diye Ka'be'yi inşa ettiği için İbrahim (a.s.), göklerde, yüksek derecelerde, Beyt-i Ma'mur'un yanında makam tutmayı haketmiştir. O Beyt-i Ma'mur ki, makbul ve mübarek olan yedinci kat gök sakinlerinin mabedidir. O Beyt'e günde 70.000 melek girip ibadet ederler. Çıktıktan sonra, meleklerin çokluğundan ötürü, kıyamete kadar orada ibadet sırası bir daha kendilerine gelmez.

Tefsirin[2][2] Bakara sûresi bölümünde, İbrahim (a.s.)'in Beyt-i Muaz-zama'yı inşa edişini, bu konuyla ilgili haber ve rivayetleri yeter derecede anlatmışız dır. Tafsilatlı bilgi edinmek isteyen oraya baksın. Hamd-ü sena Allah'adır.

Bu cümleden olarak Süddî demiş ki: Cenâb-ı Allah, İbrahim ve İsmail'e Beyt'i inşa etmeleıini emrettiği zaman onlar, nereye inşa edeceklerini bilemiyorlardı. Nihayet Cenâb-ı Allah onlara, "Hacuc" adlı bir rüzgar (meleğini) gönderdi. İki kanatlı ve yılan başlı idi. İlk Beyt'in temelini esas alarak çevresini süpürüp temizledi. Onlar da onu izleyerek kazmalarla temeli kazmaya başladılar. Buna işaretle Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "İbrahim'i, Beyt'in yerine yerleştirdik." (ei-Hacc, 26.)[3][3] Temelleri yükseltip köşe duvarlarını inşa ettiklerinde İbrahim, İsmail'e dedi ki:

- Oğulcuğum! Bana iyi bir taş getir de şuracığa yerleştireyim.

- Babacığım, ben yorgun ve halsizim.

- Öyleyse durma da git.

Öte yandan Cebrail, Hindistan'danhacer-i esvedi getirdi. O zaman bu taş beyazdı. Segame ağacı gibi bembeyaz bîr yakuttu.[4][4] Adem (a.s.), onu Cennet'ten Hindistan'a indirmişti. O bembeyaz taş, günahkar insanların kendisine dokunmaları sonucu kararmıştır. Ayrıca İsmail de babasına bir taş getirdi. Ka'be'nin köşesinde hacer-i esvedi görüp: "Baba, bunu kim getirdi?" diye sorunca babası: "Senden daha gayretli ve daha çalışkan biri getirdi." dedi. İkisi de: "Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. Sen hem işitir, hem bilirsin." diye dua ederek Ka'be'yi inşa ettiler.

İbn Ebu Hatîm'in anlattığına göre İbrahim (a.s.) Ka'be'yi, beş dağdan getirdiği taşlarla inşa etmiştir. O zaman yeryüzünün sorumlusu olan melek Zülkarneyn, Ka'be'yi inşa etmekte olan İbrahim'le oğlunun yanma gelerek: "Bu inşaatı yapmanızı size kim emretti." diye sormuş. İbrahim de; "Allah emretti" diye cevap vermiş. Melek: "Bu söylediklerinin doğru olduğunu nereden bileyim?" diye sorunca beş tane koç, bu emrin ibrahim'e Allah tarafından verildiğine tanıklık etmişler. Bunun üzerine Melek inanıp doğrulamış ve İbrahim Halil (a.s.) ile beraber Ka'be'yi tavaf etmiş.

Ka'be, İbrahim (a.s.)'in inşa ettiği şekliyle uzun müddet kalmış. Daha sonra Kureyşliler onu yeniden inşa etmişler. Şam'a bakan kuzey duvarını, İbrahim'in temelinden azıcık içeriye alarak binayı küçültmüşler. Ve bu haliyle Ka'be, günümüze kadar gelmiştir. Buharı ve Müslim'in sahihlerinde îbn Ömer'in Hz. Aişe'den rivayet etmiş olduğu bir hadiste şöyle denmektedir: Rasûluîlah (s.a.v.), Hz. Aişe'ye dedi ki: «"Baksana.. Senin kavmin Ka'be'yi (yeniden) inşa ederken İbrahim'in temellerini kısaltmışlar." Hz. Aişe de demiş ki: "Onu, İbrahim'in koyduğu temel üzerine yeniden inşa etsen olmaz mı?" Aişe'nin bu teklifine Rasûlullah (s.a.v.) şu karşılığı vermiş: "Milletin, kafirlikten yeni kurtulmuş olmasalardı (bu dediğini) yapardım."

Bir başka rivayete göre Rasûlullah (s.a.vO, Aişe'ye şöyle demiş: "Eğer milletin, cahiliyetten - ya da küfürden - yeni kurtulmuş olmasalardı, Ka'be'nin hazinesini Allah yolunda harcar, kapısını yerin seviyesine indirir ve Hatim (denen mahall)'i de Ka'be'nin içine alırdım."[5][5]

Allah rahmet etsin İbn Zübeyr, kendi döneminde, mü'minlerin anası ve kendisinin de teyzesi olan Hz. Aişe'nin verdiği habere dayanarak, Rasûlullah (s.a.v.)'m işaret ettiği temeller üzerine Ka'be'yi yeniden inşa etmiş. Hicretin yetmiş üçüncü yılında Haccac-ı Zalim onu öldürünce, Ka'be'nin yeni inşasını, zamanın halifesi Abdülnıelik b. Mervan'a yazmış. İbn Zübeyr'in, Ka'be'yi bu yeni şekliyle kendi kafasına göre inşa ettiğini sanmışlar. Abdülmelik te, Ka'be'nin yıktırılarak eski ölçüsü üzerine yeniden yapılmasını emretmiş. Şam'a bakan duvarını yıkarak, Hatîm'i dışarı çıkarmış, duvarı Örmüş, arta kalan taşları da Ka'be'nin içine atmışlar. Doğuya bakan kapısı yerden yüksekte kalmış, batı kapışım da tamamen kapatmışlar ve bu günkü haliyle Ka'be'yi yeniden inşa etmişler. Fakat daha sonra îbn Zübeyr'in, bu inşaatı, Hz, Aişe'nin verdiği habere dayanarak yaptığını duyduklarında, Ka'be'yi yıkıp yeniden inşa etmiş olmaktan ötürü pişman olmuşlardır. "Keşke eski haliyle bıraksaydık." diyerek üzüntülerim belirtmişlerdir. Sonra Halife Mehdi b. Mansur, Ka'be'yi yıktırıp İbn Zübeyr'in yapısına uygun olarak yeniden inşa etme hususunu İmam Malik b. Enes'e açarak görüşüne başvurmuş. İmam Malik, bunu uygun görmediğini şu sözleriyle açıklamıştı: "Hükümdarların bunu oyuncak haline getirmelerinden endişe ediyorum. O zaman her gelen hükümdar, Ka'be'yi yıktırıp dilediği ölçü ve şekilde yeniden inşa eder." İmam Malik'in böyle demesi üzerine Ka'be, bu günkü şekil ve ölçüsüyle olduğu gibi kalmış.




[1][1] Buharı", Cizye, IV, 69; Müslim, Hacc, I, 383.

[2][2] Bkz. İbn Kesîr Tefsiri (Bakara sûresi 125. ayet ve devamı.)

[3][3] Tarih-i Taberî, 1,177.

[4][4] Beyaz renkli çiçek ve ürün veren bir ağaç olup dağ tepesinde yetişir.

[5][5] Buharî, Hacc, 24; Enbiya 210; Müslim, Hacc, 403, Tirmizî, Hacc, 48.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Allah Ve Rasûlü'nün, Allah Kulu Ve Dostu İbrahim'i Övmeleri

Yüce Allah buyurdu ki:

«Rabbi, İbrahim'i bir takım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, "Seni insanlara önder kılacağım." demişti. O "Soyumdan da" deyince, "Zalimler benim ahdime erişemez." buyurmuştu.» (el-Bakara, 124.)

Rabbinin kendisine emrettiği büyük yükümlülükleri yerine getirince Rabbi, onu, insanların kendisine uyacağı ve göstereceği doğru yoldan yürüyeceği bir önder yaptı. O da Allah'tan, bu önderliğin kendisi sebebiyle sürekli olmasını, soy ve zürriyetinin de kendisi gibi insanlara önder kılınmalarını Allah'tan diledi. Allah, onun bu duasına icabet etti. Önderlik, eksiksiz olarak kendisine verildi. Ancak soyundan olan zalimlerin bu şerefe kavuşamıyacakları, soyundan gelecek olan ilmiyle amel edici âlimlerin bu şerefe ulaşacakları kendisine bildirildi. Nitekim Yüce Allah buyurdu ki:

«İbrahim'e îshak'ı ve Yakub'u bahşettik. Soyundan gelenlere kitap ve peygamberlik verdik. Onu dünyada mükafatlandırdık. Doğrusu o, ahirette de iyilerdendir.» (el-Ankebût, 27.)

«İbrahim'e İshak'ı ve Yakub'u bahşettik. Herbirini doğru yola eriştirdik. Daha önce Nuh'u ve soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyüb'ü Yusuf u, Musa'yı ve Harun'u- ki işlerim iyi yapanlara böylece karşılık veririz - Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı- ki hepsi iyilerdendir - İsmail'i, Elyesa'ı, Yunusu, Lut'u - İd hepsim dünyalara üstün kıldak- doğru yola eriştirdik. Babalarından, soylarından, kardeşlerinden bir kısmını seçtik ve doğru yola eriştirdik.» (el-En'âm, 84-87.)

Kelimesindeki zamir, meşhur kavle göre İbrahim'e döner. Lut, her ne kadar İbrahim'in kardeşi oğluysa da, azınlığın çoğunluğa uyması kuralı gereği, onun soyuna girer. Bu husus, bir başkasını da, "Bu zamir, Nuh'a döner." sözünü söylemeye sevkeder. Nitekim bu hususu, Nuh (a.s.)'un kıssasını anlatırken açıklamıştık. Doğruyu Allah bilir.

«Andolsun ki Nuh'u ve İbrahim'i biz gönderdik. İkisinin soyundan gelenlere peygamberlik ve kitab verdik.» (el-Hadîd, 26.)

İbrahim (a.s.)'den sonra gökten hangi peygambere gelmişse, mutlaka o peygamber, İbrahim'in soyundan ve zürriyetindendir. Bu, başkalarında bir benzeri bulunmayan şerefli bir payedir. Başkalarının elde edip övünemeyecekleri yüksek bir rütbedir. Çünkü onun birer ulu insan olan iki oğlu vardı. Bunlardan İsmail, Hacer'den; İshale ise Sare'den doğmuştu. İshak'm da Yakub adlı bir oğlu dünyaya gelmişti ki, onun bir başka adı da İsrail'dir ki İsraillilerin diğer kolları da ona nispet edilirler. Peygamberlik bu soya veıildi. Nüfusları o kadar çoğaldı ki, sayılarını ancak kendilerini yaratan ve risaletle nübüvveti kendilerine özgü kılan Allah bilir. Son peygamberleri de, îsrailoğullarmdan olan İsa (a.s.) olmuştur.

İsmail (a.s.)'e gelince, Allah izin verirse ileride de açıklayacağımız gibi, muhtelif kabileleriyle birlikte Araplar hep onun soyundandırlar. Onun neslinden sadece bir peygamber çıkmıştır ki o da; mutlak olarak peygamberlerin sonuncusu, efendisi, dünya ve ahirette insanlığın övünç kaynağı olan Muhammed (s.a.v.)'dir. O da Kureyş kabilesine mensub olup Abdulmuttalib oğlu Abdullah'ın oğludur. Abdulmuttalip te Haşim'in oğludur. Muhammed (s.a.v.), önce Mekkeli, sonra da Medi-nelidir. Allah'ın salat-ü selamı o'nun üzerine olsun.

Bu şerefli daldan ve yüksek soydan ancak bu göz kamaştırıcı güzellikteki mücevher, bu parlak inci ve bu şahane gerdanlık meydana gelmiştir. Bu da herkesin kendisiyle övündüğü, maziye gömülmüş kimselerle kıyamete dek gelecek insanların kendisine imrendiği Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. Bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:

"Öyle bir makama çıkacağım ki bütün halk, hatta İbrahim bile oraya rağbet edecektir." Bu arada Rasûlullah (s.a.v.)'m, atası İbrahim'i oldukça övücü sözleri, İbrahim (a.s.)'in kendisinden sonra Allah katında en üstün varlık olduğunu göstermektedir. İbrahim, hem bu dünyada hem de ahirette en üstün varlıktır.

Osman b. Ebi Şeybe, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.), Hasan ile Hüseyin'in üzerine koruyucu dualar okur ve şöyle derdi: Atanız (İbrahim) de bu okuyacağım duaları, İsmail ve İshak'm üzerine okurdu:

"Her şeytandan, zehirli haşerattan ve kötü nazar değdiren gözden, Allah'ın eksiksiz kelimelerine sığınırım."[1][1]

Yüce Allah buyurdu ki:

«İbrahim: "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster." dediğinde, "İnanmıyor musun?" deyince de, "Hayır öyle değil,fakat kalbim iyice kansın." demişti. "Öyleyse dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır, sonra onlardan her dağın üzerine bir parça koy, sonra onları çağır; koşarak sana gelirler. O halde Allah'ın güçlü ve Hakîm olduğunu bil." demişti.» (el-Bakara, 260.)

Tefsirciler, İbrahim peygamberin bu soruyu sormasını bir takım sebeplere bağlamışlardır. Bu sebepleri tam olarak tefsirde açıkladık.

Hülasa Cenâb-ı Allah, İbrahim'in sorusuna cevap verdi. Dört çeşit kuş alıp bunların etlerini ve tüylerini paralayarak birbirine katmasını, bu karışımı paylara ayırıp her bir payı bir dağın üzerine bırakmasını emretti. İbrahim, kendisine emredileni yaptı. Sonra Cenâb-ı Allah, onları Rablerinin izniyle kendi yanına çağırmasını emretti. İbrahim onları çağırınca, o parçalanıp birbirine karışmış olan organlar, asıl sahiplerinin yanına gittiler; o tüyler asıl bedenlerine gidip yapıştılar. Nihayet o parçalanmış kuşlar eski canlarına ve hallerine kavuştular. Bu arada İbrahim, "ol" dediği şeyi hemen olduran Allah'ın kudretini temaşa ediyordu. Kuşlar, - iyice görüp müşahede etsin diye - uçarak gelmektense koşarak, İbrahim'in yanma geldiler.

Denilir ki Cenâb-ı Allah, İbrahim (a.s.)'e, kuşların kafalarım koparıp elinde tutmasını, sonra da başsız gövdelerini ayrı ayrı dağların üzerine bırakmasını emretmişti. İbrahim onları çağırdığında, her biri gelip kendi başını almış ve eski cüssesini oluşturmuştu. Allah'tan başka ilah yoktur! Şüphesiz İbrahim (a.s.), Cenâb-ı Allah'ın ölüleri diriltmeye muktedir olduğunu, zıddı düşünülemeyecek olan kesin bir bilgiyle (il-mel yakin) biliyordu. Amabu gerçeği ayan-beyan görmek, bilgiden gözle görme aşamasına yükselmek istemişti. Cenâb-ı Allah, onun bu isteğini yerine getirdi ve tasarladığını tam olarak gerçekleştirdi.

Yüce Allah buyurdu ki:

Ey Kitab Ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir. Akletmiyor musunuz? Siz, hadi bilginiz olan şey üzerinde tartışıyorsunuz. Ama bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışırsınız? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz. İbrahim, Yahudi de Hnstiyan da değildi. Ama doğruya yönelen bir müs-limdi. Puta tapanlardan değildi. Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlar, bu pej^gamber Muhammed ile iman edenlerdir. Allah mü'minlerin dostudur.» (Âl-i İmran, 65-68.)

Ehl-i Kitaptan Yahudi ye Hnstiyanların, Hz. İbrahim'i kendilerine mal etmelerini, kendi dinlerinde ve yollarında olduğunu iddia etmelerini Cenâb-ı Allah reddetmiş; İbrahim'in onlarla hiç bir ilişkisi bulunmadığını, onların çok cahil ve kıt akıllı olduklarım beyan buyurmuştur,

"Ey Kitab ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de şüphesiz İbrahim'den sonra indirilmiştir." (Al-i İmran, 65.)

Ey Kitab ehli, İbrahim nasıl sizden biri ve dininize mensup bir insan olur? Size indirilen şeriatlar, ancak ondan çok uzun zaman sonra indirilmiştir. "Akletmiyor musunuz?"

«İbrahim, Yahudi de, Hnstiyaııda değildi. Ama doğruya yönelen bir müslimdi, puta tapanlardan değildi.» (Âl-i İmnin, 67.)

Cenâb-ı Allah, İbralıim in Hanîf Dini üzerinde bulunduğunu beyan buyurmuştur. Hanîf demek, ihlasa yönelmek; bâtıldan uzaklaşarak Yahudiliğin, Hnstiyanhğm ve putperestliğin zıddı olan hakka doğru istikamet almaktır. Nitekim Yüce Allah buyurdu ki:

«Kendini bilmezden başkası İbrahim'in dininden yüz çevirmez. An-dolsun ki, dünyada onu seçtik, şüphesiz o, ahirette de iyilerdendir. Rabbi ona: "Teslim ol." buyurduğunda, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." demişti. İbralıim bunu oğullarına vasiyet etti. Yakub da: "Oğullarım! Allah, dini size seçti. Siz de ancak O'na teslim olmuş olarak can verin." dedi. Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O, Oğullarına : "Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?" diye sormuştu; Onlar da:"Senin tanrına ve ataların İbralıim, İsmail, İshak'm tannsı olan tek tannya kulluk edeceğiz. Bizler ona teslim olmuşuzdur." demişlerdi. Onlar geçmiş bir ümmettir. Kazandıkları kendilerine, kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz. "Yahudi veya Hnstiyan olunuz ki, doğru yolu bulaşınız." dediler. De ki: "Hayır, biz dosdoğru İbrahim dinine uyanz. O, Allah'a, eş koşanlardan değildi." "Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene", Musa ve İsa'ya verilene, onları birbirinden ayır-detmeyerek inandık. Biz ona teslim olanlarız." deyin. Sizin inandığınız gibi inanmış olsalar, doğru yol da olurlar. Yüz çevirirlerse, şüphesiz onlar çıkmazdadırlar. Onlara karşı sana Allah yetecektir. O, işitir ve bilir. Allah'ın verdiği renge uyun, rengi Allah'mkinden daha güzel olan kim vardır? "Biz o'na kulluk edenleriz." deyin. De ki: "Bizim ve sizin Rabbi-niz olan Allah hakkında bize karşı hüccet mi gösteriyorsunuz? Bizim yaptıklarımız kendimize, sizin yaptıklarınız da kendinize aittir. Biz ona karşı samimiyiz." Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi'veya Hiristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Peki, siz mi yoksa Allah mı daha iyi bilir? de. Allah, tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. Onlar geçmiş birer ümmettir. Kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz.» (el-Bakara, 130-141.)

Cenâb-ı Allah, dostu İbrahim (a.s.)'i Yahudi veya Hnstiyan olmaktan tenzili etmiştir. Onun putperestlikten uzak ve hakka yönelen biri olduğunu açıklamıştır. "Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlardır."(Âl-i İmran,68.)

Yani onun zamanında kendisinin dinine tabi olanlarla, onlardan sonra gelip İbrahim'in dinine bağlananlardır. "Bir de şu peygamber!" Yani Muhammed (s.a.v.), O'na en yakın olan insanlardandır. Cenâb-ı Allah, İbrahim'e verdiği Hanîf Dinini, daha da mükemmelleştirerek Hz. Muhammed'e vermiştir. Daha önce hiç bir nebi ve rasûle vermediğini Hz. Muhammed'e vermiştir. Nitekim yüce Allah buyurmuş ki: «"Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, gerçek dine, doğruya yönelen ve puta tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine iletmiştir."de. De İd: "Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Müslümanların ilki olarak böylece emrolun-dum."» (el-En'âm, 161-163.)

«İbrahim, şüphesiz Allah'a yönelen ve O'na boyun eğen bir önderdi. Puta tapanlardan değildi. Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Rabbi de onu seçti ve doğru yola eriştirdi. Dünyada ona iyilik verdik. Doğrusu o, ahirette de iyilerdendir. Şimdi ey Muhammed! Sana, "Doğruya yönelen, puta tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine uy" diye vahyettik.» (en-Nahl 120-123.)

İbrahim b. Musa, İbn Abbas'tan rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) Beyt'te resimler görünce, emir verip o resimleri imha ettirinceye kadar içine girmedi. Beyt'in içinde, ellerinde fal okları bulunan İbrahim ile İsmail'in resimlerini gördüğünde de şöyle dedi:

"Onları (bu resimleri yapanları) Allah kahretsin,. Allah'a yemin olsun ki, İbrahim ile İsmail, fal okîanyla asla fala bakmamışlardır."[2][2] Buharî'nin diğer bazı lafızları da şöyledir:

"Onları (bu resimleri yapanları) Allah kahretsin. Allah'a yemin olsun ki onlar, şeyhimizin (yani büyüğümüz ve atamız olan İbrahim'in) bu oklarla asla fala bakmamış olduğunu kesinlikle bilmektedirler."

Yüce Allah buyurdu ki: «İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim edip, Hakka yönelen İbrahim'in dinine uyandan, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim'i dost edinmişti.» (en-Nisa, 125.)

Cenâb-ı.Allah, insanları İbrahim'in dinine uymaya teşvik ediyor. Çünkü o, doğru, dürüst bir din ve dosdoğru bir yol üzerindeydi. Rabbinin bütün emirlerini yerine getirdi. Rabbi de onu bu özelliği dolayısıyla övdü "ve sözünü yerine getiren İbrahim..."[3][3] (en-Necm, 37.)buyurdu. Bu nedenledir ki Rabbi onu kendine dost edindi. Dostluk, sevginin doruk noktasıdır. Şair demiş ki:

Can damarlarımın içine girdin ey dost.
Dosta bu nedenle Halil1 adı verilmiştir.

Hatenıü'l-enbiya ve Seyyidü'l-mürselin Muhammed (s.a.v.)'de bu mertebeye, Allah dostu rütbesine yükselmiştir. Cündüb el-Becelî, İbn Mesud'dan naklederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Ey İnsanlar! Doğrusu, Allah beni dost edindi."[4][4] Bir başka hitabesinde de şöyle buyurmuştur:

"Ey İnsanlar! Eğer yeryüzünde kilerden birini dost edinecek olsaydım, mutlaka Ebu Bekir'i dost edinirdim. Ama arkadaşınız (yani Rasûlullah) Allah'ın dostudur."[5][5]


./.

[1][1] İbn Mace, Tıp, Hadis No: 3525.

[2][2] Buharî, Meğazi, V, 87.

[3][3] Halil, gedikten içeriye sızan demektir.

[4][4] Buharî, Salat 82.

[5][5] Buharî, Fezailü's-Sahabe, 3-5; Feraiz, 9.
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
Buharı, Amr b. Meymun'dan rivayetle dedi ki:

Muaz (r.a.) Yemen'e geldiğinde, halka sabah namazını kıldırdı. Namazda; "Allah, İbrahim'i dost edindi." ayetini okudu. Bunun üzerine cemaatten biri: "İbrahim'in anasının gözü aydın olsun." dedi.

İbn Mirdeveyh, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etti: Sahabelerden bir grup oturmuş, Rasülullah'ı bekliyorlardı. Rasûlullah (s.a.v.), içerden çıkıp yanlarına yaklaştı. Kendi aralarında konuşmakta olduklarını işitti. Sözlerine kulak verdi. Biri diyordu ki: "Hayret!. Allah, kendi yaratıklarından birini dost edindi. İşte İbrahim O'nun dostudur."

Diğeri şöyle diyordu: "Allah'ın Musa ile konuşmasından daha tuhaf ne var?" Öbürü şöyle diyordu: "İşte İsa, Allah'ın ruhu ve kelimesidir." Bir diğeri de şöyle diyordu: "Adem, Allah'ın seçkin kıldığı bir peygamberdir."

Evet.. Onlar kendi aralarında böyle konuşurlarken Rasûlullah (s.a.v.) yanlarına gelip selam verdi ve şöyle dedi: "Hayret edişinizi ve konuşmalarınızı duydum. İbrahim, Allah'ın dostudur, diyordunuz. Evet, öyledir. Musa ile Allah konuşmuştur, diyordunuz. Evet, öyledir. İsa, Allah'ın ruhu ve kelimesidir, diyordunuz. Evet, öyledir. Adem'i Allah seçmiştir, diyordunuz. Evet, öyledir. Dikkatinizi çekerim! Ben, Allah'ın sevgilisiyim. Ben bununla övünmüyorum. Bilesiniz ki ben, ilk şefaat eden ve şefaati de ilk kabul edilenim. Ben bununla övünmüyorum. Cennet kapısının halkasını ilk oynatan ben olacağım. Allah bana o kapıyı açacak; beni ve beraberimdeki fakir mü'nıinleri de Cennet'e koyacaktır. Ben kıyamet gününde, öncekilerle sonuncuların en üstünü olacağım. Ben bununla da övünmüyorum."

Hakim, "Müstedrek" adlı eserinde İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah dostluğunun İbrahim'e, Allah ile konuşma mertebesinin Musa'ya, Allah'ı görme şerefinin Muhammed'e verilmiş olmasını inkar mı ediyorsunuz?"

İbn Ebi Hatîm, îshak b. Yesar'm şöyle dediğini rivayet etti: "Cenâb-ı Allah, İbrahim (a.s.)'i dost edindiğinde onun kalbine (ilahi) korkuyu yerleştirdi. Öyleki kuşun havada uçarken kanat çırpmasının sesi nasıl gelirse, İbrahim'in kalp çarpıntısının sesi de uzaktan duyuluyordu."

Abid b. Umeyr dedi ki: "İbrahim (a.s.), insanları, evinde konuk ederdi. Bir gün konuk edecek adam aramaya çıktı ama kimseyi bulamadı. Eve döndüğünde, içeride bir adarn gördü. Ona: "Ey Allah'ın kulu! İzin almadan ne sebeple evime girdin?" diye sordu. O da: "Rabbinin izniyle girdim." dedi. İbrahim'in, "Sen kimsin?" diye sorması üzerine şu karşılığı verdi:

"Ben, Ölüm meleğiyim. Rabbim beni, Allah tarafından dost edinildi-ğini kendisine müjdeliyeyim, diye bir kuluna gönderdi." İbrahim sordu: "O kul kimdir? Allah'a yemin ederim ki, o kulun kim olduğunu bana bil-dirirsen, sonra o, yeryüzünün en uzak mıntıkasında da olsa yanma gider, ölüm bizi ayırmcaya kadar komşusu olarak yanında kalırdım ve oradan hiç ayrılmazdım." Melek dedi ki:

- O kul sensin!

- Ben mi?

- Evet.. Sensin.

- Rabbim beni hangi nedenle dost edindi?

- Çünkü sen insanlara (mal ve yiyecek) verirsin; onlardan hiç bir şey istemezsin.

Bunu îbn Ebi Hatîm rivayet etmiştir.

Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerinde İbrahim (a.s.)i övmüştür. Denildi ki: İbrahim (a.s.)'den , Kur'ân-ı Kerîm'in otuz beş ayetinde bahsedilmiştir. Bunun yalmz on beşi Bakara sûresindedir. Diğer, peygamberler arasında seçilerek adları belirtilen beş Ûlu'1-azm peygamberden biri de İbrahim (a.s.)'dir. Bununla ilgili olarak yüce Allah buyurdu ki:

«Peygamberlerden söz almıştık. Ey Muhammed! Senden, Nuh'dan, İbrahim'den, Musa'dan, Meryem oğlu İsa'dan sağlam bir söz almışızdır.» (el-Ahzâb, 7.)

«Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Ey Muhammed! Sana vahyettik; İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki: "Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin."» (eş-Şûrâ, 13.)

İbrahim (a.s.), Muhammed (s.a.v.)'den sonra, Ûlu'1-azm peygamberlerin en şereflisidir. İbrahim ki, Rasûlullah miraca çıkışında yedinci kat gökte, o'nu, sırtını Beyt-i Ma'mur'a dayamış vaziyette görmüştür. Beyt-i Ma'mur'a günde 70.000 melek ibadet için girerler. Çıktıktan sonra da meleklerin kalabalık oluşundan ötürü sıra kendilerine gelmediği için, kıyamete kadar bir daha onlar Beyt-i Ma'mur'a giremezler.

Şüreyk'in, Enes'ten rivayet ettiği İsrâ hadisinde İbrahim'in altıncı kat gökte, Musa'nın da yedinci kat gökte olduğunu söylemesi, hadisci-lerce eleştirilmiştir. Doğrusu, İbrahim'in yedinci kat gökte oluşudur.

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'den naklederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etti.

"Asil oğlu asilin oğlu asil oğlu asil Yusuf b. Yakub b. îshak b. İbrahim Halüü'r-Rahman,"'[1][6] Sonra İbrahim'in, Musa'dan daha üstün olduğuna şu hadis-i şerif delâlet etmektedir:

"Üçüncüsü, bütün halkın, hatta İbrahim'in rağbet edeceği bir güne ertelendi."[2][7]

Bu, Rasûlullah (s.a.v.)'in bildirdiği Makam-ı Mahmud'dur. Buyurmuş ki:

"Kıyamet gününde ben, ademoğullarının efendisiyim. Ben bununla " övünmüyorum." Rasûlullah (s.a.v.) bu sözlerinden sonra, kıyamet gününde insanların Adem'den, sonra Nuh'tan, sonra İbrahim'den, sonra Musa'dan, sonra İsa'dan şefaat dilene çeklerini, bu pej'gamberlerin onlardan yüz çevireceklerini, sonuçta kendisine başvuracaklarını ve kendisinin de : "Ben şefaat etmeye ellilim, ehilim." diyeceğini anlatmıştır.

Buharı, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Denildi ki:

- Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en üstünü kimdir?

- İnsanların en üstünü, Allah'tan en çok korkanlarıdır.

- Bunu sormuyoruz.

- Öyleyse insanların en üstünü, Allah'ın peygamberi Yusuf tur. O, Allah'ın peygamberinin (Yakub'un) oğludur. O (Yakub) da Allah'm peygamberinin (İshak'm) oğludur. O (îshak) da Allah'ın dostunun (İbrahim'in) oğludur.

- Bunu sormuyoruz.

- Arapların aslını (ve Özünü) mı soruyorsunuz?

- Evet...

- Cahiliyet devrinde onların seçkin olanları, (Hakkı kabul edip) anladıkları takdirde, İslâmiyet devrinde de seçkindirler.[3][8]

Gelelim İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği hadise: îbn Abbas, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etti: «"İnsanlar çıplak ve sünnetsiz olarak haşroiunacaklardır. (O zaman) kendisine ilk giysi giydirilen, İbrahim aleyhisselam olacaktır." Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle dedikten sonra şu ayeti okudu:

'Yaratmaya ilk başladığımız gibi - katımızdan verilmiş bir söz olarak - onu tekrar var edeceğiz."» (el-Enbiya, 104.)[4][9]

İbrahim peygambere özgü olan bu belirli üstünlük; gelmiş, geçmiş ve gelecek insanların imrendiği, Makam-ı Mahmud'un sahibi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e özgü üstünlüklere erişemez.

Şimdi de İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği diğer hadise gelelim: Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet edilmiştir: «Adamın biri Peygamber (s.a.v.)'e : "Ey yaratıkların en hayırlısı!" diye hitab etti. Peygamber (s.a.v.)'de: "O (dediğin) İbrahim'dir." diye karşılık verdi. Bu sözü Peygamber Efendimiz, atası İbrahim'e olan tevazu ve alçakgönüllülüğünün bir ifadesi olarak söylemiştir. Nitekim buyurmuş ki:

"Beni diğer peygamberlerden daha üstün tutmayın." Bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur:

"Beni, Musa'dan üstün tutmayın. Çünkü kıyamet gününde herkes düşüp bayılacak. İlk ayılan ben olacağım. Musa'yı, Arşın sütununu tutmuş vaziyette göreceğim. Bilmem ki benden önce mi âyılmıştır yoksa (dünyadayken) Tur-i Sina'da düşüp bayılmasının karşılığı olarak mı kıyamet gününde bayılmamış tır?"

Ancak bütün bunlar, Peygamber (s.a.v.)'in kıyamet gününde Adem oğullarının efendisi olacağım bildiren ve mütevatiren gelen rivayetlerle çelişmemektedirler. Ubeyy b. Ka'b'm rivayet ettiği bir hadiste de şöyle denmektedir:"... Üçüncüsü ise, İbrahim de dahil olmak üzere tüm yaratıkların rağbet edip imrenecekleri bir güne ertelendi."[5][10]

İbrahim (a.s.), Rasûlullah (s.a.v.)'dan sonra diğer peygamberlerin ve Ûlu'1-azm olanların en üstünü olduğu için, namaz kılanların teşeh-hüd esnasında ona salat getirmeleri emredilmiştir.

Kab b. Acre ve başkaları dediler ki: (Namazda) sana nasıl selam okuyacağımızı anladık. Peki ya sana salatı nasıl okuyacağız? Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki, "Şöyle okuyun: Allahım! İbrahim'e ve İbrahim'in aile efradına rahmet ettiğin gibi, Muhammed'e ve Muhammed'in aile efradına rahmet et. İbrahim'i ve İbrahim'in aile efradını mübarek kıldığın gibi, Muhammedi ve Muhammed'in aile efradını da mübarek kıl. Şüphesiz sen, övülen ve üstün olansın."[6][11]

Yüce Allah buyurdu ki:

"İbrahim ki sözünü yerine getirdi." (en-Necm, 37.)

Müfessirler dediler ki: İbrahim, Allah'tan aldığı emirlerin tümünü yerine getirdi. İmanın tüm gereklerini ve teferruatını yerine getirdi. Yüce Rabbinin emirlerini yerine getirmesi, az faydalı işleri yapmasına engel olmuyordu. Ağır işlerle uğraşması, ona, küçük işleri yapmasını unutturmuyordu.

Abdürrezzak, İbn Abbas'm; "Rabbi, İbrahim'i bir takım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti." (el-Bakara, 124.) ayet-i kelimesiyle ilgili olarak şöyle dediğini haber vermektedir.

"Allah, İbrahim'i temizlik konusunda denemişti. Temizlikle ilgili emirlerin beşi başı, beşi de bedeni alakalandırıyordu. Baştakiler şunlardı: 1-Bıyığı kısaltmak. 2-Ağıza su almak. 3-Buruna su almak. 4-Mis-vak kullanmak. 5-Baştaki saçları ikiye ayırmak. Bedendekiler de şunlardı: 1- Tırnakları kesmek. 2- Kasığı tıraş etmek. 3- Sünnet olmalı. 4-Koltuk altındaki tüyleri yolmak. 5- İdrar ve dışkının vücuttaki kalıntılarını yıkamak."

Bunu, îbn Ebi Hatîm rivayet etmiştir.

Ebu Hüreyre de, Hz, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. "Fıtratın gereği beştir: 1- Sünnet olmak 2- Tıraş olmak 3-Bıyığı kısaltmak 4- Tırnakları kesmek. 5- Koltuk altlarındaki kılları yolmak."[7][12]

Veki', Hz. Aişe'den naklederek, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söyledi: "On şey, fıtratın gereklerindendir: Bıyığı kısaltmak. Sakalı koyvermek. Misvak kullanmak. Buruna su almak. Tırnakları kesmek. Parmak mafsallarını yıkamak. Koltuk altlarındaki tüyleri yolmak. Kasığı tıraş etmek. Gaita ve idrar çıkış yerlerini suyla temizlemek, sünnet olmak."

Yani İbrahim (a.s.), Rabbine huşu' ve ihlasla ibadet etmenin yanısı-ra bedensel faydaları da gözden kaçırmıyordu. Çeki düzen verip güzelleştirme gibi, her organm hakkım veriyordu. Uzun saç, uzun tırnak, diş kiri ve pislik gibi çirkin görünümlü şeyleri gidermeyi de ihmal etmiyordu. Cenâb-ı Allah, "İbrahim İd, kendisine verilen emirleri yerine getirdi." diyerek onu Övmüştü ya.. İşte onun bu özellikleri de bu cümledendir.




[1][6] Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV, 181.

[2][7] Buharı", Enbiyâ, 19.

[3][8] Buharı", Enbiyâ, Hadis No: 55; Müslim, Pezaiî, 168.

[4][9] Müslim, Cennet, 56; Tirmizî, Kıyamet, 3.

[5][10] Buharî, Enbiya, 19.

[6][11] Buharı", III, 315; IV, 197; Müslim, II, 16.

[7][12] Camiü's-Sağir, Hadis No: 3953.
 
Üst Alt