Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Yaşamin Gerçeği

senay

New member
Katılım
11 Mar 2005
Mesajlar
9
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bilelim ki…

Bütün ilimlerin başı, Allah’ı bilmektir!.

“Allah”ı bilmeyenin ilmi ise, boşa emektir!

“Allah’ı hakkıyla idrâka çalışmadılar” diyor Kurân, 22.sûrenin 74. âyetinde...

Öyleyse önce, “Allah” ismiyle işaret edileni çok iyi bilmemiz lâzım!.

Zîrâ şu âyetlere dikkat edelim:

“Hayâlini hevâsını tanrı edineni gördün mü?”(45-23)

”Allah yanısıra tanrı edinme!” (28/88)

“Allah de, bırak sapık fikirleriyle başbaşa!” ( 6/91)

Âşikardır zâtı Hak, görmeyi bir dilesen…
“Benliği”dir var olan, adını silebilsen!
Düşünürsün ki varsın; oysa bu varsayımın!!!
Zâtı Hak’tır varlığın, “nefs”ini görebilsen!

“ALLAH” ismiyle işaret edileni, anlatmaya çalıştığımız kitabın adı “Hz. Muhammed’in açıkladığı ALLAH” olarak konuldu.

Belki de pek çoğumuz için şaşırtıcı bir isim..

Niçin sadece “ALLAH” değil de; “Hz.Muhammedin açıkladığı Allah”?

Çünkü insanların pek çoğu, hayalinde tasavvur ettiği “tanrı” kavramını “ALLAH” adıyla etiketliyor da ondan…. “ALLAH” ismiyle işaret edilenden tamamen alâkasız “tanrı” kavramıyla avunup yaşamına buna göre yön veren insanların sonu ise çoklukla hüsran olacak, zira sonuçta kafalarında kurguladıkları böyle bir “tanrı”nın var olmadığını görerek büyük sükûtu hayâle uğrayacaklar maâlesef!.

“ALLAH” adıyla işaret edileni anlatmaya çalıştığımız kitabımızda elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce “Allah” ismiyle işaret edilenin bir “Tanrı” olmadığını; çeşitli yanlış bilgilere ve şartlanmalara dayanan hayâllerde kurgulanmış türlü “Tanrı”ların asla Hz.Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’ın tebliğ etmiş olduğu “ALLAH” ile bağdaşmadığını izah etmeye çalıştık.

En ilkelinden gelişmişine kadar hemen herkesin düşüncesinde bir tanrı vardır...

Onu sever, ona kızar, onu yargılar, zaman zaman yaptığı yanlış işler yüzünden onu itham eder. Âdeta onu yukarıda bir yıldızda, ya da boşlukta oturmakta olan bir tonton dede ya da celâlli bir sultan gibi tahayyül ederiz.

Biraz daha geniş düşünenler ise bu tahayyülümüzde kurgulanmış tanrının olamayacağını söyler ve “biz Tanrıya inanmıyoruz” derler..

Evet... Hz.Rasûlallah, kişinin ölümötesinde karşılaşacağı olaylara göre o kişinin zarar görmemesi, huzur ve sadet içinde yaşaması için gerekli olan şartları bildirerek o şartlara dönük bir biçimde belli önerileri ve teklifleri getirmiştir.

Kişi kendi aklı-idrâkıyla bu teklifleri değerlendirip birtakım çalışmaları yapar veya yapmaz; sonucuna katlanır!

İşte bu sebepledir ki Kurân’da;

“Lâ ikrâha fiyd diyn!”

“Din içindeki tatbikatta; Din uygulanmasında zorlama yoktur” hükmü gelmiştir. Yani, hiç bir ferdin veya kuruluş veya devletin, bir kişiye dini bir kuralı uygulatma yolunda zor kullanma hakkı veya sorumluluğu yoktur, bu âyete göre!.

Kurân’ı kabul eden, âyeti kabul eden kişinin, bir başkasına herhangi bir dini kuralı uygulatma konusunda zorlama yapmaya hakkı yoktur!.

Çünkü esasen zaten olay, zorlamayla yapılacak bir olay değildir.
Sen, diyelim ki, belli bir imana sahip kişisin... Ama, Cuma namazına gitmiyorsun, hangi gerekçeyle olursa olsun.. Buna karşın, Allah’a inanıyorsun… Kurân’ın Hak Kitap olduğunu kabul ediyorsun.. Hz. Muhammed’in Allah Rasûlü olduğunu kabul ediyorsun..

Şimdi eğer be, seni Cuma namazına herhangi bir cezai müeyyideyle, tedbirle göndermeye kalkarsam, sen kerhen, istemeye istemeye Cuma’ya gideceksin; veya oruç tutacaksın..

Ben seni zorladığım için, sen istemediğin halde oruç tutuğunda veya namaz kıldığında, bu yaptığın hareket MÜNÂFIKLIKtır; ikiyüzlülüktür!

Yani sen, belli bir imanı olan kişiyken, benim seni zorlamam yüzünden istemeyerek, yaptığım zorbalık yüzünden, uyguladıklarınla münâfıklık düzeyine düşersin!.

Benim seni, iman noktasından münafıklık çizgisine atmaya hakkım yoktur!

Hiçbir kimsenin de, bir başkasını dini bir kuralı uygulamağa zorlamaya hakkı yoktur!.

Neye göre? Kurân’a göre!.

Kurân insanların kendi aklıyla kendi idrakıyla kendi yolunu çizmesini öneriyor!.

İşte bu yüzden zaten İslâm, TEKLİFTİR!

“İslâm’ın şartları” diye bahsedilen çalışmalar, tekliftir! Yani “sen bunları bunları yaparsan şu neticelerle karşılaşacaksın; veya yapmazsan şu tarz olaylarla karşılaşacaksın”, denerek teklif ediliyor.

Kişi de bu teklifi, ya değerlendirir veya değerlendirmez, neticesine kendi katlanır.

Demek ki İslâmiyet, kişinin ölümötesine inanması veya ölümötesi yaşamı idrak etmesi sonucu, kendisinin karar vererek birtakım şeyler yapmasını istiyor.

Zorlama diye bir olay yok!.

Ayrıca herbirimiz Hz.Rasûlallah’a inanmak ve O’nun gösterdiği yoldan gitmek teklifiyle karşı karşıyayız.

Senin herhangi bir tarikata, herhangi bir şeyhe bağlanman veya herhangi bir mezhebe girmen diye Din’de bir hüküm yoktur.

Çünkü Din esas itibariyle akla, mantığa, düşünen insana hitab eder; ve İnsanların düşünmesini, tefekkür etmesini, aklını mantığını kullanmasını ister.

Yani kişinin, kendi yolunu kendinin çizmesini ister.

Dolayısıyla herkes, Kurân’ı elinden geldiği kadar anlayacak.. Hz. Rasûlullah’ın sözlerini açıklamalarını dinleyecek, etüd edecek, ve buna göre kendine bir yol çizecek.

İslâm, Kurân insanın körükörüne, koyun gibi gidip birisine tâbi olmasından yana değildir.

İnsanın aklıyla mantığıyla yolunu çizmesinden yanadır!.

İşte bu sebeptendir ki, biz insanların bu konuları düşünmesini, araştırmasını, bu yolda etüdler yapmasını ve bunun gereği bir biçimde de kendi yaşamına kendisinin yön vermesini öneriyoruz.

Dolayısıyla biz hiçbir zaman, ne bir dini liderlik, ne bir önderlik, ne bir şeyhlik, ne bir hocalık, ne de herhangi bir dini ünvan ve etiketten yana değiliz; böyle ünvanımız yok; insanları da kesinlikle kendimize davet etmiyoruz! Cahiller, bizi, bu görüşümüze rağmen, bizi nasıl etiketlemek isterse istesin, bu etiket bize yapışmaz!

İslâm’da asla “din adamlığı” diye bir sınıf veya etiket yoktur!

Biz, insanların kendi akıl ve mantıklarını kullanarak, kendi yollarını kendilerinin çizmeleri realitesine davet ediyoruz..

İnsanları, gerçekçi bir biçimde İslâm’ı kaynaklarından araştırıp sorgulamaya, öğrenmeye davet ediyoruz.

Öyleyse bu gerçekler ışığı altında düşünelim...

Din’i gerçekçi bir biçimde değerlendirelim...

Bu gerçekçi değerlendirme bizi nereye getirecek?...

Bizi şuraya getirecek; Hz. Rasulullah, Sistem’in gereği olarak bize belli önerilerde bulunmuş; “Şunları şunları yaparsanız sizin için böyle faydalı olur, veya bunları yapmazsanız neticesinde böyle birtakım sıkıntılar sizi bekliyor” diye..

Hz. Rasûlullah’ın bize önerdiği Kurân’da bahsedilen teklifer, kesin olarak bilelim ki, bir paket değildir. Yani “ya hepsini birden tatbik edeceksin, veya hiç birini tatbik etme!”

Bu tamamen yanlış bir görüştür!’

Kurân’ın bize teklifi pek çoktur; Namaz, oruç, hac, zekat, yalan söylememek, gıybet etmemek, zina yapmamak, kumar oynamamak, vesâire gibi...

Bunun ne kadarını biz tutarsak o kadar kârlı oluruz; ne kadarını ihmal edersek, geri bırakırsak, o kadarının da sonuçlarına katlanırız.

Şimdi diyelim ki bir kişi Ramazanda oruç tutabiliyor, elinden geliyor; fakat namaz kılamıyor..

Tamam... orucunu tutsun.. Namaz kılamıyorsa kılamasın...

Namaz kılamıyorum diye de orucu tutmaması yanlıştır!.

Veya herhangi bir kişinin, “Sen mâdem ki namaz kılmıyorsun, oruç da tutma” demesi kesinlikle yanlıştır ve Din’de yeri olmayan bir hükümdür, büyük vebal getirir!.

Çünkü herkes yapabildiği kadarını yapacak, yapamadığının da sonuçlarına kendisi katlanacaktır!

Yani biz hiçbir zaman Allah adına yargıç olamayız ve birbirimizi yargılamakla da yükümlü veya yetkili değiliz!.
 

senay

New member
Katılım
11 Mar 2005
Mesajlar
9
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Devami

Devami

Herkes yaptığını yapacak ve neticede de Allah ile kendi arasında bir mekânizma karar verecektir!

Biz maalesef bazı şeyleri çok yanlış anlıyor ve anlatıyoruz..

Günümüzde çok önemli bir konu, kadınların başını örtmesi olayıdır.

Namaz-oruç-hac-zekât gibi hükümlerin bir insan için son derece önemli olduğu ve bunları yerine getirmeyenlerin neleri kaybetmekte olduğu Hz.Rasûlullah tarafından açıklanmıştır..

Bu hükümler bu kadar önemliyken maalesef bazı kişiler Din olayını, Müslümanlık olayını sadece ve sadece kadınların başörtmesi üzerine kurarak; başını örtmeyen kadının âdeta İslâmiyette yeri olmayacağını, kâfir olacağını vurgulama noktasına kadar gitmektedirler.

Bize göre bu, çok yanlış bir değerlendirmedir!.

Kurân’da kadının başını örtmesi konusunda âyetler vardır. Yani bu, hanımlara yapılan bir tekliftir!

Fakat, bir hanım başını örtmediği takdirde ne olacağına dair ne bir Kurân âyeti vardır; ne de Hz.Rasûlallah’ın getirdiği bir açıklama vardır.

Dolayısıyla, İslâm Dini’ni kabul etmiş olan bir hanım, eğer başını örtmüyorsa, biz onun hakkında hiçbir yorumda ve değerlendirmede bulunmayız.

“Yaptığı hareket, onunla Allah arasında çözümlenecek bir olaydır. Allah nasıl dilerse onun hakkında öyle hüküm verir “ deriz ve geçeriz .

Ama o hanımın “ben başımı örtemiyorum öyleyse namaz da kılmayayım” demesi kadar büyük bir yanlış da olamaz!.

Eğer başını örtemiyorsa, örtemeyebilir. Ama gene de namazını kılabilir, orucunu tutabilir, hacca gidebilir. Nasıl namaza durduğu zaman, başını örtüp namazını kılıyor, daha sonra da günlük kendi kıyafeti içinde çıkıp dolaşabiliyorsa, aynı şekilde o hanım Hacca da gider. Hac görevini de oranın şartları içinde ifa eder, döndükten sonra da gene kendi kıyafeti ile yaşamına devam eder.

Başını örtmemişse, bu, Allah’la onun arasında bir olaydır. Ama başını örtmemesi, Hacca gitmemesi konusunda kesinlikle bir engel teşkil etmez!.

Bunu çok açık ve net söylüyorum!.

Ve herkesin kendi yaşamını buna göre değerlendirmesi gerekir.

Yani yaşamda temel esas şudur:

Biz gerçekçi zaman boyutuna göre, saniyeler kadarlık bir süreç yaşıyoruz Dünya üzerinde!.

Nitekim Hz. Rasûlullah buyuruyor ki:

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!”

Ölünce uyanırlar!… Bu ifadenin hem zahir yaşamı ilgilendiren anlamı vardır, hem de şuur boyutuna hitap eden anlamı.

İnsanların ölmeden evvel yaşadıkları hayat, bir “rüya” hükmündedir!.

Biz, âdeta bir rüya hükmünde olan bu Dünya yaşamında ölümötesi ebedi hayatı kazanmak; ölümötesi ebedi hayatın bedenini, imkânlarını inşâ etmek durumuyla yüz yüzeyiz.

Böyle bir süreç içinde yaşamımızın büyük bir kısmı, gerçekleri farketmeden geçmiş... Gençliğin, orta yaşın, iş hayatının çeşitli gürültüsü patırtısı, çalkantısı içinde ömrü harcamışız.. Kalan önümüzde ne kadar bir süre bilmiyoruz... Belki de çok çok az! Şu günün şartlarında bir trafik kazası bir anda hayatı bitiriveriyor. Ve o geçişten sonra da geri dönüş, Dünya’ya geri geliş kesinlikle mümkün değil!.

Öyleyse ne yaparsak burada şu çok kısa sürelik ömürde yapmak zorundayız!

Yani, yaşamımızın bir kısmı alev almış yanıyor.. Sanki salonumuzun bir kısmı alev almış yanıyor.. Biz buradan kurtarabildiğimizi kurtarmaya bakacağız!

Yanan yanmış... Onun gailesini derdini çekmiyeceğiz.. Geride ne kalmışsa onu kurtarmaya bakacağız.

Şimdi.. “Efendim ben başımı örtemiyorum” diyerek başka yapabileceklerini ihmal etmek, yapılacak en büyük hata ve gaflettir!

Herkes ne yapabiliyorsa onu yapsın!

Cuma namazına gidebilen, Cuma namazına gitsin...

Günde 2-3 vakit namaz kılan 2-3 vakit kılsın!.

5 vakti tamamlayan aliyyül âlâ..

Ama ben 5 vakit kılamıyorum, öyleyse hiç kılmayayım, demek çok yanlıştır!..

5 kılamıyorsan 4 kıl... 4 kılamıyorsan 3 kıl.. 3 kılamıyorsan, hiç değilse bir sabahleyin elini yüzünü yıkadıktan sonra ayağını da yıkadığın zaman işte abdest almış oldun!.

2 rekat sabah namazını evden çıkmadan evvel kılsan, hiç olmazsa günün bir vaktini kılmış olursun... Hiç kılmamaktan çok daha âlâdır.

Bir şeyi hiç yapmamaktansa biraz olsun yapmak, neticede kazançtır!

Siz dükkanınızı açtığınız zaman, işyerinize geldiğiniz zaman, “bugün 100 milyon kazanıcam, 5 milyon kazanıcam, 10 milyon kazanıcam” deyip de bunun 10 da birini kazandığınız zaman“; olmaz, bu benim hedefim değildi; istediğim değildi”, diye geri mi çeviriyorsunuz?

Hayır!

Alabildiğiniz, kârınızdır!.

Öyleyse şu dünya yaşamı içinde, bu Dünya mücadelesi, savaşı içinde yapabildiğinizi yapın..

İster kadın olun ister erkek...

İster genç olun, ister yaşlı..

Geçen geçmiştir.. Geçmişin kavgasıyla boşa geçirecek zamanımız yok!.

Önümüzde meçhul ve uzun olmayan bir süreç var. Bu süreci mümkün olabildiğince iyi değerlendirmeye bakalım.

Ne yapabiliyorsak onu yapalım. Çünkü kârımız o kadar olsun!

Zarardansa en az kâr, her hâlukârda iyidir.

Kazanmamaktansa kazanmak, az da olsa gene de iyidir!..

İşte Din’deki esas, “herkesin ne yapabiliyorsa onu yapabilmesi” esasıdır.

Çünkü bir daha geri gelip yapmadıklarımızı yapma şansımız olmayacak!.

Niye mi? Gayet basit…

Biz şu bedenimizde yaşarken dışarıdan çeşitli gıdaları alırız. Bu gıdalar vücudumuzun enerjisini, bioelektrik enerjisini oluşturur.

Bu bioelektrik enerji, mikrovolt cinsinden elektrik ihtiva eden, beyin hücrelerinin ihtiyacı olan bioelektrik enerjiyi meydana getirir..

Beyin, bedendeki bioelektrik enerjinin verdiği güçle, belli bir ışınsal dalga yayar.

Beynin yaydığı bu ışınsal dalgalar bir yandan bizim “RUH” adını verdiğimiz ışınsal bedenimizi, yani “astral bedenimizi”, yani “ruh”umuzu üretir ve beynimizdeki tüm kapasite bilgi, idrak, ilim ve de “ruh gücü” denen “ruhumuzdaki mevcud potansiyel enerji” beyin tarafından “ruh”a yüklenir.

Beyin durduğu andan itibaren de, ruha yüklenmiş olan bilgilerin oluşturduğu bilinçle biz yaşamımıza ışınsal boyutta, “Güneş platformu” dediğimiz güneşin ışınsal alanı içinde, Dünyanın manyetik alanının içinde Kıyâmete kadar yaşamımıza devam ederiz. Ki bu devre, Din’de “BERZAH ÂLEMİ”, “Kâbir âlemi” diye anlatılmıştır
 

senay

New member
Katılım
11 Mar 2005
Mesajlar
9
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Devami

Devami

Bu âleme geçtikten sonra artık Dünyaya bir daha geri dönüş diye bir olay yok!

Ve yeniden beyin sahibi olarak, yeniden ruhumuza birşeyler yükleme şansımız yok!

İşte bu yüzdendir ki biz geleceğe dönük bir biçimde belli çalışmalar yapmak zorundayız!.

Şimdi.. en basit bir olayla meseleye girmeye çalışayım...

Biz abdest alırız.. Abdest aldığımız zaman, “bunu niye aldık?” diye sorarsak, eskilerin bir çoğu der ki; “temizlik olsun diye, temizlik için “...

Halbuki Hz. Rasûlullah aleyhisselam icabında bir bardak suyla dahi abdest almıştır; ve bugün ortadoğu ülkelerinde sıcak yerlerde görürsünüz, ufacık bir kaptan birazcık suyla abdest alınır..

Hele bir de teyemmüm olayını düşünürseniz… yüze toprak sürme….

O alınan suyla vücudun temizlenmesi mümkün değildir!

Buradaki temizlik, bildiğimiz fiziki bir temizlik olayı olamaz.

Peki, temizlik için değilse, niçindir?

Eğer bunu da dikkatli bir şekilde düşünürsek;

Vücudun osmos yoluyla dışardan hava aldığını biliyoruz.. Aynı şekilde osmos yoluyla dışardan su da alır. Suyu alması demek, H2O, hidrojen ve oksijen atomlarından oluşmuş olan enerjiyi sinir sistemine iletmesi demektir!

Eğer dışardan suyu vücuda sürmek suretiyle elektrik enerjisi temini amacına mâtuf değilse abdest, acaba ne içindir?...bunu düşünmek gerekir.

Aynı şekilde “Teyemmüm” dediğimiz şey de vücutta statik elektriğin beyin üzerinde büyük baskı ve stresi oluşturan statik elektriğin atılmasıdır. Yani “ibadet” denen bu çalışmaların herbiri, tamamen bilimsel birtakım gerçeklere, fiziksel, kimyasal birtakım “sistem gerekleri”ne dayalı şekilde önerilmiş çalışmalardır!

İşin bir diğer değişik yönü daha var... O yönü itibariyle de olay şöyle:

Bu Kâinatı var eden Mutlak Varlık; ki “ALLAH” ismiyle O’na işaret edilmiştir İslâm’da, Kurân’da...

Bu varlığı, kâinatta varolan herşeyi, kendi isimlerinin-esmâsının özellikleriyle varetmiştir. Yani hepimizde varolan bütün özellikler, “Allah İsimlerinin işaret ettiği mânâlar”dan kaynaklanmaktadır.

İnsanın yeryüzünde halife olması, Allah’ın 99 isminin mânâsının da mâhiyet olarak-öz olarak insanın varlığında mevcud olmasından kaynaklanmaktadır.

Şimdi, İnsanın Halifeliği’nden bahsetmişken burada bir noktaya daha açıklık kazandırmak istiyorum...

Dikkat edin, Kurân’daki âyette; “Biz insanı Halife olarak yarattık”, veya “Biz sizleri yeryüzünde halifeler olarak meydana getirdik”, derken kadın ve erkek ayırımı yapmamıştır.

Yani, Allah’ın Halifesi olma yönünde, erkek ve kadın eşittir! Her ikisi de Allah’ın Halifesi olma kemâlâtına sahiptir.

Bu sebepten dolayı da kadının erkekten 2. derecede olması veya 2. düzeyde, 2. sınıf mahlûk olmasından söz edilemez.

Çünkü Allah, “Biz sizi yeryüzünde Halife olarak yarattık” derken kadın ve erkek ayırımından sözetmemiştir!.

Asliyyeti ve mâhiyeti itibariyle kadın ve erkek Hilâfet bahsinde eşit özelliklere sahiptir!

İslâm’ın ve Kurân’ın bu gerçeğini böylesine vurguladıktan sonra, işin biraz daha derinine girmek istiyorum ..

Hepimiz Allah’ın isimlerinin varlığıyla meydana geldiğimize göre; Allah’ın Rahman, Rahim, Mürid, Melik, Kuddüs isimleri hepimizde varolduğu gibi, Allah’ın Zâti sıfatlarıyla da hepimiz varız.

Yani Allah’ın Hayat sıfatının varlığımızda olması itibariyle hepimiz HAYY, yani canlı- diriyiz.

Allah’ın ilim sıfatının hepimizde varolması itibariyle hepimiz şuur sahibiyiz..

Allah’ın İrade sıfatının hepimizde varolması hasebiyle yani Allah’ın MÜRİD isminin mânâsının işaret etiiği irade vasfı, özelliği hepimizde mevcud olduğu için biz şuurumuzda varolan şeyleri dilemekte; ve KUDRET sıfatı hepimizde varolduğu için o dilediklerimizi gerçekleştirebilmekteyiz.

Yani hepimiz Allah’ın zâti sıfatları ve esmâsının ihtiva ettiği özelliklerle varız.

Kurân’da ve Hz. Rasûlullah tarafından Allah’ın bu isimlerinin bize bildirilmesi, yukarıdaki - ötedeki bir Tanrının özelliklerini bize tanıtmak amacıyla değil, kendi varlığımızı teşkil eden bu özelliklerin yani yapımızın hakikatinin bilinebilmesi amacına mâtuftur.

Nitekim “Nefsini bilen Rabbını bilir!” hadisi bu gerçeğe işaret eder. Yani sen nefsindeki bu özellikleri ne kadar bilip tanıyabilirsen, o nisbette de senin nefsinin, varlığın, kâinatın hakikati olan Allah’ın özelliklerini bilebilirsin!

Ancak; Allah’ı ne kadar bu özellikleriyle bilirsen bil, Zâtı yönünden de O’nu bilebilmek, düşünebilmek, tefekkür edebilmek, mümkün değildir!

Çünkü Zâtının sonsuz ve sınırsızlığı, sınırlı ve sonlu idrak ve kavrayış sahibi varlıkların Onun Zâtını kavramasına olanak tanımaz!.

Öyleyse biz hepimiz, O’nun varlığıyla, O’nun esmâsının özellikleriyle meydana geldiğimize göre, gerçekte herbirimiz O’nun tüm özellikleriyle âşikâr olduğuna göre, O’nun dilediği özellikleriyle âşikâr olduğuna göre, herbirimiz O’nun halifesi olarak saygıya, sevgiye ve hürmete değer varlıklarız!.

Öyleyse biz adı-rengi-cinsi-ırkı-dili-dini ne olursa olsun herbir insanı ve birimi sevmek ve saygı göstermek mecburiyetindeyiz!.

Çünkü o ismin, o resmin, o rengin, o dilin, o dinin, o ırkın ardındaki varlık, Allah’a ait varlıktır.

Yüz çevirdiğiniz, nefret ettiğiniz, beğenmediğiniz, hor-hakir gördüğünüz varlık, neticede Allah’ın vechine dayanan bir varlık olduğu için bu davranışınız Allah’a uzanır gider.

“Secde”, sadece alnı toprağa koymak değil; varlıkta mutlak hakiki yegâne varlığın O olduğunu, ötelere atmadan idrak edebilmek ve her bir surette O’nun vechinin varolduğunu idrak edebilmektir!.

Eğer biz bu idraka gelirsek; ne Arab’ı hor görürüz, ne Acem’i hor görürüz, ne Kürd’ü hor görürüz, ne Alevi’yi hor görürürüz, ne Sünni’yi hor görürüz, ne herhangi bir birimi!.

Öyleyse bizim için “Allah’ın Halifesi olan insan” vardır. Ve hangi ırkta, hangi cinste, hangi dilde, dinde ortaya çıkarsa çıksın, biz onu sevip saymak, ona elimizden gelen saygı-hürmeti göstermekle mükellefiz!

Aksi taktirde Allah’tan ve gerçeklerden perdeli olarak şartlanmış gâfil bir birim olarak bu dünyadan geçer gideriz ki, bunun sonucu da ebediyyen azap ve ızdırap içinde kalmaktır. Çünkü kendimizin hakikatinden mahrum kalmış, hakikatimizi tanıyamadığımız için de karşımızdakini değerlendirememiş ve böylece de gaflet içinde, yani bir diğer günümüz ifadesiyle, koza içinde-kozadan çıkamadan bu dünyadan geçmiş oluruz.

Ya kozamızı delip kelebek olup uçacağız… Ya da kozayı delemeden kozayla birlikte kaynar kazanı boylıycak; ipek böceği misali, kelebek olamadan tırtıl olarak ipeğin içinde ateşi boyluyacağız!

İpeğin içinde olup da onun dışına çıkamadan o kozayla birlikte ateşi, kaynar kazanı boylamak, herhalde tırtıl için hoş bir şey olmasa gerek!

Öyleyse;

“Ey ipeğin içindeki!”…

Kozanı delip, kelebek olup uçmaya bak.. Aksi taktirde tırtıl olarak o kozayla birlikte kaynar kazan seni bekliyor! Gel sen aklını başına topla.. Bir an evvel kozanı del, yaşamın gerçeklerini gör. Hz. Rasulullah’ın hitâbına kulak ver, Onu değerlendirmeye çalış. Ebedi hayatını kurtarmaya bak!. Çünkü sana teklif edilen şeyler senin kendin için gerekli olan şeyler.

Ne Allah’ın sana ihtiyacı var..

Ne Allah Rasulünün sana ihtiyacı var..

Ne Kurân’ın sana ihtiyacı var..

Ne de benim, sana ihtiyacım var!

Sen, sadece kendi geleceğini kurtarmak için bu söylediklerimi düşünmek, değerlendirmek mecburiyetindesin!.

Aksi takdirde pişmanlığın hiçbir zaman sana fayda vermeyecektir.”

Şu anda Dünya üzerinde 5 milyar insan yaşıyor.. 5 milyar insanı bir araziye toplasak, senin tanıdığın bir insanı o 5 milyar içinde görüp bulma şansın, dikkat et, 5 milyarda birdir!

“Ölüm” denen olayla birlikte bu dünyadan ayrılacaksın ve kabir âlemine geçeceksin... Kabir âleminde milyonlarla sene yaşamına devam edeceksin ve Kıyâmette tüm insanlar biraraya gelecek.

Acaba bugün en değer verdiğin birimlerin kaçını orada görebileceksin, bulabileceksin veya bulamayacaksın?

Şimdi... “Ölüm” denen olayla birlikte “Kabir âlemi”ne gireceksin, dedim.

Kısaca bu konuyu biraz açmak istiyorum...
 

senay

New member
Katılım
11 Mar 2005
Mesajlar
9
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Devami

Devami

Biz “ölüm” denen olayla birlikte bu bedenle alâkamız kesildikten sonra şuurlu bir biçimde kabre konarız. O mezarın içindeki toprağın içindeki haşeratı, şunu bunu hepsini görürüz. Ve aynı şekilde dışardan gelen sesleri de işitiriz, fakat kabirden çıkıp gidemeyiz. Tıpkı bütün gün yaşam boyunca düşündüğün olaylar nasıl otomatik olarak rüyana girer ve rüyanda bunları değiştirmek elinden gelmezse, gündüz kafana girmiş şeylerin doğal sonucunu rüyanda yaşarsan; “Dünyada da insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” hesabı, dünyada neleri yaşamışsan, neleri benimsemişsen, benlenmişsen, sahiplenmişsen bunların hepsinin sonuçlarını da kabirde yaşamaya başlarsın!.

Tabii bir süre sonra madde dünyası tamamen kaybolduğu için de, kabrin o toprak mezar bölümü, dünyası tamamen kaybolur ve ruh boyutunda kabirde yaşamaya başlarsın.

Kabirde “Ruh boyutunda” yaşamaya başlamış olman demek, senin gözünün önünden dünyanın tamamen kaybolması, güneşin ışınsal platformunda yaşamaya başlamış olman ve güneşi ve güneşin içindeki bütün canlıları olduğu gibi görmeye başlaman demektir.

Aynı şekilde galaksi içindeki tüm yıldızların ışınsal boyutundaki varlıkları da görmeye başlarsın. İşte bu olay Din’de “kişi ölümle birlikte kabirde bir pencere açılır. Bir yandan cehennemi ve içindekileri görür, bir yanda bir pencere açılır cenneti ve içindekileri görür”, diye anlatılmıştır. Çünkü ruh gözünde mesafe kavramı yoktur!

Bizim bu gözle her ne kadar 50 metre, 100 metre, 1000 metre görme gibi bir sınırımız varsa da, kabir âlemine geçmiş kişinin ruh gözü için mesafe kavramı kalkar ve sanki birkaç metre yanındaymış gibi 150 milyon km. ötedeki güneşin merkezinin ışınsal varlıklarını, canlılarını görmeye başlar.

Bizim bir arkadaşın hesabına göre, şu anda 70 kilo olan bedeni güneş üzerindeki ağırlığı itibariyle 300.000 kilo olacak diye düşünüyor.

Cehenneme girmiş insanların bedenlerinin de son derece dev boyutlarda olacağına dair birtakım hadisler, yani Hz.Rasûlallah’ın açıklamaları var.

Kabir âlemine geçen bu kişi bir yandan güneşi, içindeki canlıları ve o ortamı görür..

Şâyet o, orada ebedi olarak kalacak olanlardan ise; gidemeyeceği güzel ortamı görüp, gideceği de azap verici ortamı görüp, bunun sonucunda kabirde oldukça sıkıntılı azaplı bir evre geçirir, tıpkı kâbus içinde rüya gören insan gibi..

Eğer bunun aksi ise, yani o cennet denen güzellikler ortamına gidecek, ordan kurtulacaksa, o zaman da çok huzurlu olur, o öbür ebedi kalınacak ortamdan kurtulacağının sevinci içinde.. Ve bu süre kıyamete kadar böylece devam eder
 

senay

New member
Katılım
11 Mar 2005
Mesajlar
9
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Devami

Devami

Kıyâmet dediğimiz, bizim tesbitimize göre güneşin büyüme ve çevresindeki dünyayı yok etme evresinden sonra; şu anda dünya varolması itibariyle “Von Allen” adı verilmiş manyetik kuşağın içinde yaşamaktadır, dünyadan ayrılmış kişilerin ruhları.

“Kabir âlemi” ve “Berzah âlemi” denen âlem, bu kuşak içinde olan manyetik âlemdir!

Güneşin büyüme evresiyle birlikte Güneş; Merkürün, Venüsün ve Dünyanın tamamen eriyip, yok olup, buhar olmasını, sonuçta TAMAMEN ORTADAN KALKMASINI TEMİN EDER.. Bu kalkışla birlikte “Von Allen” alanı - dünyanın manyetik çekim alanı da biter.

Bu bitişle birlikte insanlar, Güneşin çekim alanına dahil ışınsal mekân-platform üzerinde hep bir arada olurlar. Bu alan ortadan kalktığı için de, “Mahşer” denen o kıyâmet evresinden sonra da insanlar dünyada neler yapmış olduklarını ve bu yaptıkları yanlışların ve doğruların kendilerine neler getirdiğini, o günün şartları ve varlıkları içinde müşahede ederler. Yani “mahşer” denen ortama dair hadislerle sembolik bir biçimde anlatılan bütün olaylar bilfiil yaşanır ve bundan sonra bu insanlardan belli çalışmalar yapmış, belli neticeler elde etmiş kişiler Cehennem ortamından çıkarak, tamamen “Cennet” denen bir başka boyuta geçerler..

Diğerleri ise o boyutta yani Güneşin çekim alanı içinde kalır.

Esasen, Güneş’in cehennem olduğu konusu, bizim müşahademize göredir..

Bizim bugünkü bilimsel verilerle olaya yaklaşımımız da güneşin dünyayı yutacağı ve yok edeceği kesin olarak bildirilmektedir!.

İş, gerçekler böyle olduğuna göre bu durumda biz ne yapmak zorundayız?

İşte “ne yapmak zorundayız”a yine geldik, döndük dolaştık aynı yöne.

Bir yönü itibariyle ölümötesi ruhumuzu, şu anda yaptığımız beyin çalışmalarıyla oluşturduğumuza göre beynimizi azami ölçüde değerlendirmek zorundayız. Meselâ; “herkesin beyni %5-7 arasında bir kapasiteyle çalışmaktadır” bulgusu vardır bilimsel olarak.. Geri kalan %90 civarında bir kapasite de beyinde âtıl duruyor.

“Biz Allah’ı zikredelim” dediğimiz zaman, “ne yapıyoruz?”, “niye yapıyoruz?”..

Bunun üzerinde kısaca durayım...

En önemli şey bir insan için, ZİKİR’dir!

Çünki “zikir” denen olay, biraz evvel de bahsettiğim gibi yukarıda ötede bir tanrıyı anma amacına yönelik olarak gelmemiştir.

Biz, biraz evvel de bahsettiğim gibi, Allah’ın çeşitli isimleriyle işaret edilen özelliklerle varolmuşuz.

Bu özellikler yani Rahman isminin, Rahim isminin, Mürid isminin, Kuddüs isminin, Fettah isminin mânâları bizim beynimizde mevcuttur!

Nasıl mevcuttur?

Beyinde, ne kelime vardır, ne resim vardır, ne görüntü vardır..

Beyinde her bir anlamın, belli hücre grupları içinde yerleşik belli frekansta bir titreşimi vardır. Beyin hücreleri sürekli titreşim hâlindedir. Bir elektriksel titreşim hâlindedir.

Her bir düşünce, beyinde belli hücre grupları arasında bir titreşim oluşturmakta ve belli bir elektrik akışı oluşturmaktadır.

Dünyada ilk defa olarak, 1986 yılında “İNSAN VE SIRLARI” isimli kitabımızda, zikir denen olayın beyinde hücreler arasında belli bir elektrik faaliyeti meydana getirdiğini, bu kelime tekrarından hücreler arasındaki elektriksel faaliyetin arttığını; bunun frekansının âtıl duran diğer hücrelere ‘transmetter’lar aracılığıyla iletilerek bu âtıl duran hücrelerin o gelen frekansa programlanarak devreye girdiğini ve böylece de zikrin beyindeki kapasiteyi arttırdığını yazdık.

1986 senesinde biz bunu yazdıktan sonra, bu konuda ilk bilimsel açıklama, 1993 senesinde Amerika’da, 93 aralık sayısında, Dünyanın bir numaralı bilim dergisi olan “Scientific America”da bir makalede ele alındı.

Bu makalede, bilim adamı-yazar beyindeki hücrelerin belli kelime tekrarlarıyla devreye girdiğini, kelime tekrarlarının beyinde belli hücreleri devreye sokarak kapasiteyi arttırdığını yazdı. (Scientific America mecmuası 1993 senesi Aralık ayı sayısı) Arzu edenler bu olayı ordan tahkik edebilirler.

Yani burda demek istediğim şu;

Siz, zikir yapmak yani Allah’ın belli isimlerini anmak suretiyle o isimlerin ihtiva ettiği anlam istikametinde beyin kapasitesini geliştirebilirsiniz. Meselâ diyelim ki Allah’ın 7 zâti sıfatından 3.sıfatı olan irade sıfatının adı olan MÜRİD ismini zikrettiğiniz zaman, hergün belli bir sayıda bunu tekrarladığınız zaman, diyelim ki 1000-2000-3000 defa tekrarladığınız zaman, birkaç ay sonra kendinizde İrade gücünün arttığını farkedersiniz.. Bunun yanı sıra, “Mürid” isminin yanısıra, “Kuddüs” ismini tekrar etmeye başladığınız zaman, kendinizde belli bir arınma, istemediğiniz kötü alışkanlıllardan arınma; kendinizin bu beden değil, bir bilinç bir varlık olduğunu ölümötesi yaşamda yaşamınızın devam edegiden bir sonsuz varlık olduğunun idrakının kendinizde gelişmeye başladığını farkedersiniz.

İşte bütün bu kelime zikirleri yani Allah’ın isimlerinin zikri, sizin beyninizde belli kapasiteleri arttırır, geliştirir.

Bu kapasite sizde ne kadar artarsa, o ismin mânâsı sizde o kadar açılır ve o ismin mânâsının hakikatinin işaret ettiği mânâda da Allah’ı tanımış olursunuz.

Yani sizin Allah’ı tanımanız, kendinizde O’nu bulabildiğiniz ölçüdedir!

Kendinizde olduğu gibi başkalarında da ortaya çıkan özellikler, yine Allah’ın isimlerinin özellikleridir. Ama biz etrafa dönük değil, önce kendimizi geliştirmek yönünden olaya bakarsak, nasıl zikir beyinde belli bir kapasite genişlemesini ve bu kapasitenin gelişmesine bağlı olarak kişilikte gelişmeleri ve kişiliğin tekâmülünü getiriyorsa ve bu özellikler de otomatik olarak beyin tarafında ruha yüklendiği için, ruhunuzun da çok daha yüksek kapasitede özelliklerle kemalatla üretilmesini sağlamış oluruz.

Yani yaptığımız bu zilkir çalışmaları veya bu zikir yanısıra yaptığımız diğer “ibadet” adı verilen bireysel menfaate dönük çalışmalar, yani namaz-oruç-hac vs. gibi çalışmalar hep bizim kendi geleceğimizi en güzel şekilde inşâ etmek, ölüm ötesi boyutta yaşam şartlarımızı güzelleştirmek amacına yöneliktir.

Dolayısıyladır ki biz, ya bu çalışmalarla kendi ölümötesi yaşam bedenimiz olan astral bedenimizi-ruhumuzu geliştireceğiz, kuvvetlendireceğiz ve bunun ötesinde Allah’ı ve Allah’a ait özellikleri daha iyi anlayıp kavrayacağız, ve onları anladığımız bildiğimiz ölçüde kendi yaşamımıza ona göre yön vereceğiz... ya da bunları ihmal edeceğiz, bütün bunlardan bîhaber olarak; sanki yukarıda ötede bir tanrı varmış gibi, sanki onun bizim yaptığımız şeylere ihtiyacı varmış gibi olayı değerlendirip; “Aman canım, O’nun benim yaptığıma ihtiyacı yok!“ deyip, her şeye boşverip, ondan sonra da yaşamın son derece acı gerçekleriyle karşı karşıya kalacağız!.

İşte bu sohbetimde size bilebildiğim, muttali olabildiğim kadarıyla yaşamın gerçeklerinden ve bu gerçeklere dayalı olarak gelmiş olan Din’in tekliflerinden ve Din’in geliş gerekçelerinden söz etmeye çalıştım..

Bilemiyorum faydalı olabildim mi, olamadım mı?...

Ama şurası kesin gerçek ki, bu anlattıklarım doğru veya yanlış da olsa siz gene de bu konuları ana kaynaklardan araştırın, düşünün, inceleyin, etüd edin.

YAŞAMINIZLA KUMAR OYNAMAYIN!

Yaşamınız derken EBEDİ YAŞAMINIZdan sözediyorum.

Şu dünyada kaç saniye yaşadık ve daha kaç saniye yaşayacağız, gerçek boyuta, gerçek zaman değerlerine göre?... Bunu hatırlayın!

Yaşamınızın kaç saniyesi gitti veya kaç saniyesi veya salisesisi kaldı?

“Timer” hızla işliyor!

Geri sayım başladı... 59 58 57 56....

Hızla azalıyor zaman!

Öyleyse bu kalan zamanı çok iyi değerlendirin!.. Bu dediklerimi araştırın!..

“Doğru mu, değil mi?” bunları tasbit edin, kalan son süreyi iyi değerlendirmeye bakın!..

Bir daha geri geliş, Kurân’a göre yok!

Hz. Muhammed’e göre insanın bir daha dünyaya gelerek yapmadıklarını yapması, hatalarını, yanlışlarını telâfi etmesi mümkün değil!.

Yarın öbür tarafa gittiğiniz zaman, burdaki bu değerlerin hiçbirisi geçerli olmayacak..

Öyleyse lütfen, bu gerçekleri olabildiğince gerçekçi bir biçimde düşünerek pişman olmayacağınız bir biçimde yaşamınıza yön vermeye çalışın. Zira son pişmanlık noktasında, size bir daha kesinlikle geri dönüş hakkı olmayacak!.

Allah hepimize pişman olmayacağımız bir şekilde yaşamı değerlendirmeyi, yaşamın gerçeklerini değerlendirmeyi kolaylaştırmış nasip etmiş olsun!

Hoşça kalın dostlarım!

AHMET HULUSİ
 
Üst Alt