sinang
New member
Hak bir mezhep olmayan ve ehl-i sünnet içinde kabul edilmeyen Şianın doğuşu ve fikirleri ile ilgili bazı bilgiler şöyledir;
En büyük hidayet meşalesi olan Kur'ân-ı Azimüşşân'ın nâzil olmasıyla bütün insanlık âleminde yepyeni bir devir başlamıştı. İnsanlar kalp ve ruhlarının tabiî ihtiyacı olan "Hak Din"e kavuşma sevinci içinde idiler. Şirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikate, cehaletten bilgiye kavuşmuşlardı. Kur'an'ın hayattar prensipleri onları her an maddi ve mânevi yüceliğe doğru götürüyordu. Dünün bedevî insanları, artık âleme medeniyet dersi verecek hâle gelmişlerdi. Müslümanlar göz kamaştıracak bir gayret ve himmetle, bütün insanlık âlemine iman ve irfan nurlarını neşrediyorlardı. Yapılan bütün zulüm ve işkencelere, hile ve ihanetlere, oynanan bütün oyunlara rağmen, bu hidayet nurunun altına giren insanlar, günden güne artıyor ve kuvvetleniyorlardı. Artık hak din büyük bir ışıkla ile parlıyor, terakki ve teâli ediyordu. İslâmîyet' gönüllerde taht kura kura yayılıyor; imanın küfre, Hakk'ın batıla, tevhidin şirke ve adaletin zulme galip geleceğinin işaretleri ufukta görünüyordu.
Nitekim, öyle de oldu. Resul-i Ekrem Efendimizin döneminde İslâmîyet' Mekke, Medine, Hicaz ve civar bölgelerde mutlak hakimiyetini kurdu. Artık cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrine bırakmıştı.
Hz. Ebûbekir ve Ömer (ra) devirlerinde kısa zaman içerisinde yapılan eşsiz fetihlerle Suriye, Mısır, Irak ve İran'ın fethine başarılı olundu.
Bu harikulâde gelişme, İslâm düşmanlarının, bilhassa Yahudilerin(1) haset ve kinlerini kabarttı.
Yahudiler tarih boyunca nifak ve ayrılık çıkarmada ve hak ehlini bölüp parçalamada maharetli olan dessas bir millettir. İlâhi iradeye her devirde karşı çıkmış, kendi peygamberlerini bile öldürmekten çekinmemişlerdir. Bunlar her çeşit ihtilâli tezgâhlayan ve bütün ifsat komitelerini sevk ve idare eden, beşerin huzur, ahlâk ve itikadını bozmayı baş gaye edinen muzır bir millettir. Münâfıklık ve riyakârlıkta hiçbir kavim bunlara ulaşamamıştır. Bunlara, "insanlık âleminin nefs-i emmâresi" denilse yeridir. Kur'an'ın: "Duribet aleyhümü'z-zilletü ve'l meskenet" ifadesiyle, Yahudiler, kıyâmete kadar üzerlerinden silip atamayacakları bir zillet ve meskenet damgasını yemişlerdir.
Yahudiler, İslâmîyet'in kısa zamanda gösterdiği büyük gelişme karşısında dehşete kapılıyor ve beyinleri çatlayacak gibi oluyordu. Üstelik birçok Yahudi cemaatlerinin İslâm'a girişi de onları büsbütün çıldırtıyordu. İslâmîyet'in bu hızlı ve parlak yayılışı mutlaka durdurulmalıydı. Bu gidişle İslâmîyet' bütün dünyaya yayılacak ve Yahudilik yeryüzünden silinip gidecekti. Birkaç bin senelik Yahudi varlığı artık son bulmuş olacaktı. Yahudiler vaktiyle, yani İslâmîyet'ten 6.5 asır önce de Hıristiyanlığın zuhuru ile böyle bir "yok oluş tehlikesi" geçirmişlerdi. Önce, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak için büyük gayret göstermişler, daha sonra bu yeni dinin mensuplarını kuvvetle mağlup edemeyeceklerini anlayınca hile ve desise yoluna başvurmuşlardı. Şöyle ki:
Hıristiyanlığın esas temellerini yıkarak onun yerine kendi uydurma hurâfelerini ikame etmek üzere alim ve feylesof bir Yahudi olan Saul'u sahneye çıkardılar. Bu zeki Yahudi beyi, güya Hıristiyanlığı kabul ederek Pavlos ismini aldı ve kiliseye çekilerek uzun müddet inziva hayatı yaşadı. Hıristiyan dininin icaplarını harfiyen yerine getiriyor ve gitgide halkın itimadını kazanıyordu. Sonunda Hıristiyanların sevgi ve hoş görüsüne o derece sahip oldu ki, kendisine bir havari gibi hürmet etmeye başladılar. Pavlos, bu sevgiyi, Hıristiyanlığı bozmakta çok dessas bir şekilde kullanmasını bildi. Hz. İsa (as) ile görüştüğüne ve O'ndan talimat aldığına halkı inandırmayı başardı. Kesif ve plânlı gayretleri sonunda, Hıristiyanların hem itikat, hem de ibadetlerini lıakikatten saptırmaya ve birtakım bâtıl mezhep ve fırkaları ortaya çıkarmaya muvaffak oldu. Artık "tevhit"in yerini "teslis" almış, yani Hıristiyanlar bir tek Mabud'a bedel, Hz. İsa ve Hz. Meryem'e de ilâhlık isnat etmeye başlamışlardı.
Fakat, Yahudilerin İslâmîyet'in hızla yayılışı karşısında maruz kaldıkları tehlike, eskisinden çok daha büyüktü. Yahudilerin bu yeni dine karşı koymaları imkânsızdı. Çünkü, İslâmîyet'in gelişme kabiliyeti fevkalâde idi. Zira, İslâm dini akla, mantığa muvafık olduğundan kalplere tesir ediyor; sadece Yemen Yahudilerinin değil, bütün İsrailoğullarının, doğup yükselmekte olan bu İslâm güneşi karşısında eriyecekleri muhakkak görünüyordu. Öyle ise, ne pahasına olursa olsun buna mani olunmalıydı.
Vaktiyle, Hıristiyanlara karşı tezgâhlanan oyunun, şimdi Müslümanlara karşı oynanması lâzımdı. Uzun müzakerelerde bulundular ve sonunda Medine'de İbn-i Sebe'yi sahneye çıkardılar(2).
İbn-i Sebe, tahribat programını başlıca iki esas üzerine kurdu. İlk olarak, Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmakla, İslâm'ın gelişmesine engel olacak; ikinci safhada İslâmî inanç ve itikada hurâfeler katarak, onlar arasına, kıyâmete kadar sürecek bir fikir ayrılığı sokacaktı. Bu iki hedefin gerçekleşmesi için komiteler kuracak ve onlar aracılığı ile Müslümanlar arasındaki birlik ruhunu, muhabbet, uhuvvet gibi mânevi bağları zayıflatarak ortadan kaldırmak üzere yoğun faaliyet gösterecekti. Her bir ifsat merhalesinin arkasından hemen durum değerlendirmesi yapılacak, plânlanan hedeflerle alınan neticeler kontrol edilecek, değişen ve gelişen şartlar altında yeni hedeflerin gerçekleşmesi için yeni plânlar yapılacak ve uygulama sahasına sokulacaktı.
İbn-i Sebe ve arkadaşları halkı etkileyebilmek için samimî bir Müslüman, erdemli bir mümin kılığına girme kararı aldılar. Bu safta da, İbn-i Sebe, rolünü emsâlsiz bir biçimde oynamayı başardı. Sabah namazlarında herkesten önce mescide gidiyor, yatsıda herkesten sonra mescidi terk ediyordu. Çokça namaz kılıyor, ekseri günler oruç tutuyor ve daima zikirle meşgul oluyordu. Gittiği her yerde çekici ve câzip konuşmalar yapıyor ve kendisini İslâm'ın en hâlis ve sâdık bir fedaisi gibi gösteriyordu. Sahabelerle, bilhassa Hz. Ali ile bol bol sohbet ediyor, onlara itimat telkin ediyordu. Bir taraftan fazilet ve takvâsını halka gösterirken, diğer taraftan da etrafıyla uyum sağlayamayan dışlanmış kimseleri buluyor ve onlarla gizliden gizliye diyalog kuruyordu. Bu tiplerin bir kısmını makam ve mevki hırsından, bir kısmını kişisel garazdan, bir diğer kısmı da soy-sop üstünlüğü damarından yakalayıp kendine bağlıyor ve onları birer problem-insan haline getiriyordu.
Daha sonra, faaliyetlerini Medine dışına taşırmaya ve daha önce buralara göndermiş olduğu adamlarıyla temaslar kurup halkı hilâfet aleyhinde kışkırtmaya karar verdi. O günkü sosyal bünye de, maalesef, bu yıkıcı fikirlerin yayılmasına oldukça uygun idi. Devlet aleyhinde istismar edilebilecek hususlar vardı. Bunlardan birisi Haşimîlik-Emevîlik rekabeti idi. Devlet adamlarının çoğunluğunun Emevîlerden olması, Haşimîler için bir huzursuzluk kaynağı, dolayısıyla da önemli bir tahrik unsuruydu. İstismar edilebilecek bir diğer husus da; devlet işlerinde Ensâr'dan çok, Muhîcirlerin vazife almış olmasıydı.
İbn-i Sebe, bu ve benzeri bütün fırsatları değerlendirmek üzere seyahata çıktı. Önce Basra'ya gitti. Burada daha önce yerleştirdiği komitacıları vasıtasıyla devletten memnun olmayan kişilerle temaslar kurdu. Yaptığı faaliyetler, Vali Abdullah bin Amr'ın dikkatini çekince Kûfe'ye geçti. Burada da bir kısım halkın idare aleyhinde olması, İbn-i Sebe'nin işini daha da kolaylaştırdı ve kısa zamanda komitacılarını gerekli biçimde organize ederek Şam yolunu tuttu. Şam'da aradığını bulamadı. Zira, devlet işleri yolundaydı ve istismar edebileceği fazla bir mevzu yoktu. Buradan Mısır'a gitti. Aradığı şartları maalesef burada fazlasıyla buldu. Çünkü, farklı sebeplerle devlet idarecileri aleyhinde bulunan çeşitli gruplar, burada toplanmışlardı. İbn-i Sebe dağınık halde bulunan bu grupları büyük gayretler sonunda bir çatı altında toplayarak, onları Hz. Osman (ra)'ya karşı harekete hazır hale getirdi.
Bu merhaleden sonra, Hz. Osman (ra) aleyhinde tanzim ettiği bir dizi iftira listesini diğer İslâm vilâyetlerindeki adamlarına göndererek Halife'ye karşı bir kıyam hareketi başlatmak üzere yeni ve yoğun bir faaliyetin içine girdi ve adamlarına şu talimatı verdi: "İşe, bütün devlet erkânını kötülemekle başlayın. Kendinizi de "iyiliği emredip kötülüğü de nehyetmekle" meşgul gösterin. Halkın hürmet ve muhabbetini kazanın."
Kendisi de çeşitli vilâyetlere ve bilhassa Basra ve Kûfe'ye sürekli olarak mektuplar gönderiyordu. Bu mektuplarda idari ve siyasi meseleler, yalan ve iftiralarla abartılıyor, Hz. Osman ve valilerinin halka zulüm ve gadrettiği ve bütün vilâyetlerin müthiş bir kargaşa içinde bulunduğu imajı veriliyordu. Maksat, Medine dışındaki diğer bölgelerin İslâmî çizgiden gittikçe uzaklaştığı, anarşinin bütün İslâm beldelerinde yaygınlık kazandığı kanaatini halka telkin etmek, halifenin bu meselelere karşı lâkayt ve aciz kaldığını zihinlere yerleştirmekti.
Fitne ve fesat haberleri Medine'ye ulaşınca Hz. Osman (ra), Hz. Ali'nin de yardımıyla, durumun tetkiki için çeşitli vilayetlere güvenilir ve itibarlı heyetler gönderdi. Bu heyetler, durumun propaganda edildiği gibi olmadığını, aksine bütün ülkede huzur ve sükûnun hâkim olduğunu görerek raporlarında belirttiler. Hz. Osman (ra), heyetlerin bu raporları ile de iktifa etmedi ve bütün valileri istişare için Medine'ye çağırdı. Onlarla fikir alış verişinde bulundu. Gerçekten ortada önemli bir problem yoktu. Yine de tedbir olarak valileri, halka iyi muamele etmeleri yolunda uyardı. Ancak fitne durmuyordu. Çünkü düşman gizli ve sinsi idi ve çok plânlı çalışıyordu. Ortada, üzerine yürünülebilecek açık bir cephe mevcut değildi. Halk, her gün biraz daha fitnenin içine itiliyordu.
İbn-i Sebe, bu çalkantılar sırasında, Şiîliğin ilk çekirdeği olan Sebeiyye mezhebini kurdu (2). Böylece, tasarladığı hainâne plânını gerçekleştirmede büyük bir adım atmış oluyordu. Bu mezhep, istikbâlde İslâm'ı parçalayacak fırkaların temelini teşkil edecekti.
İbn-i Sebe, Mısır'da kurmuş olduğu bu mezhebine yeterince taraftar buldu ve onları Hz. Osman (ra) aleyhine tam mânâsıyla şartlandırdı. Şimdi sıra yeni bir halife adayı tespit ederek Hz. Osman'ı (ra) katletmeye gelmişti. Bu noktada şöyle bir plânla işe başladı: "Hz. Osman kusurlu ve hatalı bir insandı. O'nun perine gelecek kimse de hatalı bir insan olursa problemlere çözüm getirilemez; zulmün, haksızlığın önü alınamazdı. O halde en mühim mesele, O'nun yerine gelecek kişinin hatadan sâlim, masum bir insan olmasıydı. Bu masum insan ise, çocukluğundan beri Hz. Peygamber'in (sav) murakabesi altında yetişen, O'nun terbiyesiyle olgunlaşan ve O'nun ilmine ve kemâline vâris olan Hz. Ali'den başkası olamazdı. Her peygamberin bir veziri olduğu gibi, Hz. Ali de Hz. Peygamber'in veziriydi. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman, O'nun bu veraset hakkını gasbetmişlerdi..."
İbn-i Sebe bu davasını kuvvetlendirmek için, Hz. Ali'yi (ra), eski masal kahramanları gibi gösteriyor, birtakım hurâfe ve hikâyelerle O'nun, insanüstü bir varlık olduğunu telkin ederek etrafındaki insanlar gitgide birer Hz. Ali meczubu haline getiriyordu.
İbn-i Sebe, plânlarını merhale merhale uygulama sahasına koymaktaydı. Şimdi sıra güya Hz. Ali'nin (ra) hakkını almaya gelmişti. Bunun için de şu telkin metodunu uyguladı: "Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali'yi (ra) vasi tayin etmiştir. Hz. Peygamber'in bu vasiyetini yerine getirmemek kadar büyük bir cinayet olamaz. Hem Hz. Peygamber (sav), Hz. İsa gibi tekrar yeryüzüne geri gelecek ve niçin vasiyetimi yerine getirmediniz?' diye bizden hesap soracaktır. O zaman hepimiz mahcup olacak ve hüsrana uğrayacağız..." (3)
Bu gibi telkinlerle, çevresindeki insanların his ve heyecanlarını, arzu ettiği noktaya getirince Medine'yi basıp Hz. Osman'ı (ra) öldürmeye karar verdi. İbn-i Saba, Hac'ca gidiyormuş gibi yaparak harekete geçirdiği adamlarını Medine yakınındaki Meyve'de topladı. İlk fırsatta Medine'ye girecekler ve Hz. Osman'ı öldürmek için çareler arayacaklardı.
Katlin, Haşimîler tarafından yapıldığı intibaını vermek için de Mısırlılar Hz. Ali'nin (ra) etrafında toplanacaklar ve güya Hz. Ali'nin hakkını müdafaa edeceklerdi. Tâ ki, Emevîlerle Haşimîler karşı karşıya gelecekler ve böylece iç savaş başlayacaktı.
İbn-i Sebe, daha önce Basra, Mısır ve Küfe gibi merkezlerdeki adamlarına Hz. Aişe, Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr in (ra) imzalarıyla uydurma mektuplar göndermiş ve onlardan güya Hz. Osman'ın hilâfetten uzaklaştırılmasını istemişti. İbn-i Sebe'nin komitecileri bu mektuplarla birçok insanı ifsat ettiler. Böylece kuvvetlendiler ve yola çıkarak İbn-i Sebe'nin grubuna Medine yakınlarında katıldılar. Bu yeni kuvvetlerle İbn-i Sebe'nin eşkıyaları üç bin civarına erişmiş oluyordu.
Mısırlılar Hz. Ali'ye, Basralılar Hz. Talha'ya ve Kûfeliler de Hz. Zübeyr'e başvurarak: "Mektuplarınızı okuduk; Osman'ı öldürüp ümmeti huzura kavuşturmak ve sizi devletin başına getirmek istiyoruz." dediler. Onlar da, kendileri tarafından böyle bir mektubun yazılmadığını, işin içinde bir nifak olduğunu söyleyerek hemen memleketlerine dönmelerini tavsiye ettiler. İsyancılar bu defa Hz. Osman'ın yanına gittiler. Bunun üzerine, Hz. Osman, Hz. Ali'nin de yardımıyla, asileri ve bütün Medinelileri mescitte topladı. Herkesin şikâyetini dinledi. Onlara: "Şikâyetlerinizi nazara alacağız, hata olarak düşündüğünüz konuları düzeltmeye gayret edeceğiz. Rahat olun..." dedi. Bu arada asiler, Mısır valisinin görevden alınmasını istediler. Hz. Osman (ra) 'vali olarak kimi istediklerini' sordu. Onlar da: "Ebubekir'in oğlu Muhammed'i isteriz" diye karşılık verdiklerinde, Hz. Osman, teklifi kabul etti ve hemen tayin emrini Muhammed'e verdi. Neticede bütün taraflar mutmain olarak geri dönmeye başladılar. İbn-i Sebe, bu durumdan fazlasıyla rahatsız oldu. Geri dönmekte olan Mısır kafilelerini tekrar Medine'ye döndürmek ve mütecaviz bir hale getirmek için şeytani bir plân hazırladı. Mısır valisine hitâben, Hz. Osman (ra) adına bir mektup yazdı: Mektuba, Hz. Osman namına sahte bir mühür basıp, fedailerinden birine vererek kafile arkasından yola çıkardı. O da devesiyle kafileye yetişerek, plân gereği şüpheli hareketlerle dikkati kendi üzerine çekti. Neticede kafiledekiler bu adamdan şüphelenerek onu yakaladılar ve mektubu ele geçirdiler. Zaten onun istediği de bu idi.
Mektupta Mısır valisine hitaben, "Bu âsiler geldiği zaman elebaşlarını öldür ve gerisini de hapset," diye emredilmişti. Bu mektubu dinleyen mütecavizler birden şoke oldular ve yeniden galeyana gelerek tekrar Medine'yi bastılar. Hz. Ali, Zübeyr ve Hz. Talha'nın hâdiseyi yatıştırma gayretlerine rağmen sonunda Hz. Osman'ın evini bastılar ve kendisini Kur'an okurken şehit ettiler.
Hz. Osman'ın katili Yemenli bir Yahudi olan el-Gafıkî idi. Hz..Osman'ın şahadetiyle İbn-i Sebe, davasında büyük bir merhale kat'etmiş .oluyordu. Artık nifak tohumları meyvelerini vermeye başlamıştı. Bu elîm hâdise Müslümanların, İslâm dinini başka ülkelere ulaştırmalarına engel oldu. İslâm'ın fütûhat ve tebliğ devri kapandı, bir duraklama ve çekişme devri başladı.
Bu merhaleden sonra İbn-i Sebe, Haşimîlerle Emevîleri karşı karşıya getirmek için yeni bir plân hazırladı. Hz. Osman (ra) Emevî, Hz. Ali ise Haşimî olduğu için, Hz. Osman'ı, Hz. Ali'nin öldürttüğünü ve 0'nun yerine geçmek istediğini etrafa gizlice yayarak Emevîleri tahrik etti. İbn-i Sebe, bir taraftan Hz. Ali'ye bu çirkin iftirayı yaparken, diğer taraftan O'nun halife olması için açıkça gayret gösteriyor, böylece halkın bu iftiraya kanmasını sağlamaya çalışıyordu.
Bu maksatla, Mısır'dan gelen kafileden, Yahudi asıllı İbn-i Meymun riyasetinde bir heyet seçerek Hz. Ali'nin huzuruna gönderdi. Heyet Hz. Ali'ye: "Malûmunuz olduğu üzere, bu ümmet başsız kalmıştır. Halifeliğe de en lâyık sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz," dediler. Hz. Ali (ra) bu teklifi reddederek, onları evinden kovdu.
Hz. Ali'den (ra) böyle bir cevap alınması üzerine Kûfelilerden bir heyeti Hz. Zübeyr'e ve Basralılardan bir heyeti de Hz. Talha'ya gönderdi. Hz. Zübeyr ve Hz. Talha da Hz. Ali gibi bunların hilâfet tekliflerini reddederek huzurlarından kovdular.
İbn-i Sebe, onlardan da istediğini elde edemeyince bu defa mütecavizleri sevk ve idare eden Yahudi Gafıkî'ye şu talimatı verdi: "Medinelileri mescide toplayınız ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini söyleyiniz. Aksi takdirde hepsini kılıçla tehdit ediniz..."
Gafıki başkanlığındaki âsiler, bu emir mucibince Medinelileri mescide toplayarak onlara: "En kısa zamanda kendinize bir reis seçiniz. Şayet siz bugün bu vazifeyi yapmazsanız, Ali, Zübeyr ve Talha da dahil olmak üzere hepinizi kılıçtan geçireceğiz," dediler. Bu tehdidi dinleyen Medine halkı, Hz. Ali'nin (ra) huzuruna çıkarak, O'ndan halifeliği kabul etmesini istirham ettiler. Hz. Ali de bu karışık durumu göz önünde bulundurarak vazifeyi, hiç istemediği halde, kabule mecbur oldu.
Az zaman sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (ra), Hz. Ali'ye (ra) giderek O'ndan, kitabın hükmünü icrâ etmesini ve Hz. Osman'ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitâben: "Haklısınız; fakat devlet henüz âsileri tam mânâsıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin olaylara hâkim olmasını beklemek gerekir..." dedi.
Hz. Ali (ra), suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalannı istiyordu. Hz. Âişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (ra) ise, şu fikirdeydiler: "Fitne büyümüş, devleti hedef almış ve halife şehit edilmiştir. Mesele sadece Hz. Osman'ın katilinin bulunması değildir. Bu fıtne hareketine katılanlanrın çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, âsiler hemen cezalandırılmalıdır."
Hz. Ali (ra), Kur'an'ın "Velâ tezîrû vâziretün vizre uhrâ" nassından hareket ile, "Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı" görünüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine katılmadı(4).
Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (ra), Hz. Ali'nin görüşünü öğrendikten sonra, Hz. Âişe (r.anhâ) ile Mekke'de görüştüler ve âsilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra'ya gitmeye karar verdiler.
En büyük hidayet meşalesi olan Kur'ân-ı Azimüşşân'ın nâzil olmasıyla bütün insanlık âleminde yepyeni bir devir başlamıştı. İnsanlar kalp ve ruhlarının tabiî ihtiyacı olan "Hak Din"e kavuşma sevinci içinde idiler. Şirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikate, cehaletten bilgiye kavuşmuşlardı. Kur'an'ın hayattar prensipleri onları her an maddi ve mânevi yüceliğe doğru götürüyordu. Dünün bedevî insanları, artık âleme medeniyet dersi verecek hâle gelmişlerdi. Müslümanlar göz kamaştıracak bir gayret ve himmetle, bütün insanlık âlemine iman ve irfan nurlarını neşrediyorlardı. Yapılan bütün zulüm ve işkencelere, hile ve ihanetlere, oynanan bütün oyunlara rağmen, bu hidayet nurunun altına giren insanlar, günden güne artıyor ve kuvvetleniyorlardı. Artık hak din büyük bir ışıkla ile parlıyor, terakki ve teâli ediyordu. İslâmîyet' gönüllerde taht kura kura yayılıyor; imanın küfre, Hakk'ın batıla, tevhidin şirke ve adaletin zulme galip geleceğinin işaretleri ufukta görünüyordu.
Nitekim, öyle de oldu. Resul-i Ekrem Efendimizin döneminde İslâmîyet' Mekke, Medine, Hicaz ve civar bölgelerde mutlak hakimiyetini kurdu. Artık cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrine bırakmıştı.
Hz. Ebûbekir ve Ömer (ra) devirlerinde kısa zaman içerisinde yapılan eşsiz fetihlerle Suriye, Mısır, Irak ve İran'ın fethine başarılı olundu.
Bu harikulâde gelişme, İslâm düşmanlarının, bilhassa Yahudilerin(1) haset ve kinlerini kabarttı.
Yahudiler tarih boyunca nifak ve ayrılık çıkarmada ve hak ehlini bölüp parçalamada maharetli olan dessas bir millettir. İlâhi iradeye her devirde karşı çıkmış, kendi peygamberlerini bile öldürmekten çekinmemişlerdir. Bunlar her çeşit ihtilâli tezgâhlayan ve bütün ifsat komitelerini sevk ve idare eden, beşerin huzur, ahlâk ve itikadını bozmayı baş gaye edinen muzır bir millettir. Münâfıklık ve riyakârlıkta hiçbir kavim bunlara ulaşamamıştır. Bunlara, "insanlık âleminin nefs-i emmâresi" denilse yeridir. Kur'an'ın: "Duribet aleyhümü'z-zilletü ve'l meskenet" ifadesiyle, Yahudiler, kıyâmete kadar üzerlerinden silip atamayacakları bir zillet ve meskenet damgasını yemişlerdir.
Yahudiler, İslâmîyet'in kısa zamanda gösterdiği büyük gelişme karşısında dehşete kapılıyor ve beyinleri çatlayacak gibi oluyordu. Üstelik birçok Yahudi cemaatlerinin İslâm'a girişi de onları büsbütün çıldırtıyordu. İslâmîyet'in bu hızlı ve parlak yayılışı mutlaka durdurulmalıydı. Bu gidişle İslâmîyet' bütün dünyaya yayılacak ve Yahudilik yeryüzünden silinip gidecekti. Birkaç bin senelik Yahudi varlığı artık son bulmuş olacaktı. Yahudiler vaktiyle, yani İslâmîyet'ten 6.5 asır önce de Hıristiyanlığın zuhuru ile böyle bir "yok oluş tehlikesi" geçirmişlerdi. Önce, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak için büyük gayret göstermişler, daha sonra bu yeni dinin mensuplarını kuvvetle mağlup edemeyeceklerini anlayınca hile ve desise yoluna başvurmuşlardı. Şöyle ki:
Hıristiyanlığın esas temellerini yıkarak onun yerine kendi uydurma hurâfelerini ikame etmek üzere alim ve feylesof bir Yahudi olan Saul'u sahneye çıkardılar. Bu zeki Yahudi beyi, güya Hıristiyanlığı kabul ederek Pavlos ismini aldı ve kiliseye çekilerek uzun müddet inziva hayatı yaşadı. Hıristiyan dininin icaplarını harfiyen yerine getiriyor ve gitgide halkın itimadını kazanıyordu. Sonunda Hıristiyanların sevgi ve hoş görüsüne o derece sahip oldu ki, kendisine bir havari gibi hürmet etmeye başladılar. Pavlos, bu sevgiyi, Hıristiyanlığı bozmakta çok dessas bir şekilde kullanmasını bildi. Hz. İsa (as) ile görüştüğüne ve O'ndan talimat aldığına halkı inandırmayı başardı. Kesif ve plânlı gayretleri sonunda, Hıristiyanların hem itikat, hem de ibadetlerini lıakikatten saptırmaya ve birtakım bâtıl mezhep ve fırkaları ortaya çıkarmaya muvaffak oldu. Artık "tevhit"in yerini "teslis" almış, yani Hıristiyanlar bir tek Mabud'a bedel, Hz. İsa ve Hz. Meryem'e de ilâhlık isnat etmeye başlamışlardı.
Fakat, Yahudilerin İslâmîyet'in hızla yayılışı karşısında maruz kaldıkları tehlike, eskisinden çok daha büyüktü. Yahudilerin bu yeni dine karşı koymaları imkânsızdı. Çünkü, İslâmîyet'in gelişme kabiliyeti fevkalâde idi. Zira, İslâm dini akla, mantığa muvafık olduğundan kalplere tesir ediyor; sadece Yemen Yahudilerinin değil, bütün İsrailoğullarının, doğup yükselmekte olan bu İslâm güneşi karşısında eriyecekleri muhakkak görünüyordu. Öyle ise, ne pahasına olursa olsun buna mani olunmalıydı.
Vaktiyle, Hıristiyanlara karşı tezgâhlanan oyunun, şimdi Müslümanlara karşı oynanması lâzımdı. Uzun müzakerelerde bulundular ve sonunda Medine'de İbn-i Sebe'yi sahneye çıkardılar(2).
İbn-i Sebe, tahribat programını başlıca iki esas üzerine kurdu. İlk olarak, Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmakla, İslâm'ın gelişmesine engel olacak; ikinci safhada İslâmî inanç ve itikada hurâfeler katarak, onlar arasına, kıyâmete kadar sürecek bir fikir ayrılığı sokacaktı. Bu iki hedefin gerçekleşmesi için komiteler kuracak ve onlar aracılığı ile Müslümanlar arasındaki birlik ruhunu, muhabbet, uhuvvet gibi mânevi bağları zayıflatarak ortadan kaldırmak üzere yoğun faaliyet gösterecekti. Her bir ifsat merhalesinin arkasından hemen durum değerlendirmesi yapılacak, plânlanan hedeflerle alınan neticeler kontrol edilecek, değişen ve gelişen şartlar altında yeni hedeflerin gerçekleşmesi için yeni plânlar yapılacak ve uygulama sahasına sokulacaktı.
İbn-i Sebe ve arkadaşları halkı etkileyebilmek için samimî bir Müslüman, erdemli bir mümin kılığına girme kararı aldılar. Bu safta da, İbn-i Sebe, rolünü emsâlsiz bir biçimde oynamayı başardı. Sabah namazlarında herkesten önce mescide gidiyor, yatsıda herkesten sonra mescidi terk ediyordu. Çokça namaz kılıyor, ekseri günler oruç tutuyor ve daima zikirle meşgul oluyordu. Gittiği her yerde çekici ve câzip konuşmalar yapıyor ve kendisini İslâm'ın en hâlis ve sâdık bir fedaisi gibi gösteriyordu. Sahabelerle, bilhassa Hz. Ali ile bol bol sohbet ediyor, onlara itimat telkin ediyordu. Bir taraftan fazilet ve takvâsını halka gösterirken, diğer taraftan da etrafıyla uyum sağlayamayan dışlanmış kimseleri buluyor ve onlarla gizliden gizliye diyalog kuruyordu. Bu tiplerin bir kısmını makam ve mevki hırsından, bir kısmını kişisel garazdan, bir diğer kısmı da soy-sop üstünlüğü damarından yakalayıp kendine bağlıyor ve onları birer problem-insan haline getiriyordu.
Daha sonra, faaliyetlerini Medine dışına taşırmaya ve daha önce buralara göndermiş olduğu adamlarıyla temaslar kurup halkı hilâfet aleyhinde kışkırtmaya karar verdi. O günkü sosyal bünye de, maalesef, bu yıkıcı fikirlerin yayılmasına oldukça uygun idi. Devlet aleyhinde istismar edilebilecek hususlar vardı. Bunlardan birisi Haşimîlik-Emevîlik rekabeti idi. Devlet adamlarının çoğunluğunun Emevîlerden olması, Haşimîler için bir huzursuzluk kaynağı, dolayısıyla da önemli bir tahrik unsuruydu. İstismar edilebilecek bir diğer husus da; devlet işlerinde Ensâr'dan çok, Muhîcirlerin vazife almış olmasıydı.
İbn-i Sebe, bu ve benzeri bütün fırsatları değerlendirmek üzere seyahata çıktı. Önce Basra'ya gitti. Burada daha önce yerleştirdiği komitacıları vasıtasıyla devletten memnun olmayan kişilerle temaslar kurdu. Yaptığı faaliyetler, Vali Abdullah bin Amr'ın dikkatini çekince Kûfe'ye geçti. Burada da bir kısım halkın idare aleyhinde olması, İbn-i Sebe'nin işini daha da kolaylaştırdı ve kısa zamanda komitacılarını gerekli biçimde organize ederek Şam yolunu tuttu. Şam'da aradığını bulamadı. Zira, devlet işleri yolundaydı ve istismar edebileceği fazla bir mevzu yoktu. Buradan Mısır'a gitti. Aradığı şartları maalesef burada fazlasıyla buldu. Çünkü, farklı sebeplerle devlet idarecileri aleyhinde bulunan çeşitli gruplar, burada toplanmışlardı. İbn-i Sebe dağınık halde bulunan bu grupları büyük gayretler sonunda bir çatı altında toplayarak, onları Hz. Osman (ra)'ya karşı harekete hazır hale getirdi.
Bu merhaleden sonra, Hz. Osman (ra) aleyhinde tanzim ettiği bir dizi iftira listesini diğer İslâm vilâyetlerindeki adamlarına göndererek Halife'ye karşı bir kıyam hareketi başlatmak üzere yeni ve yoğun bir faaliyetin içine girdi ve adamlarına şu talimatı verdi: "İşe, bütün devlet erkânını kötülemekle başlayın. Kendinizi de "iyiliği emredip kötülüğü de nehyetmekle" meşgul gösterin. Halkın hürmet ve muhabbetini kazanın."
Kendisi de çeşitli vilâyetlere ve bilhassa Basra ve Kûfe'ye sürekli olarak mektuplar gönderiyordu. Bu mektuplarda idari ve siyasi meseleler, yalan ve iftiralarla abartılıyor, Hz. Osman ve valilerinin halka zulüm ve gadrettiği ve bütün vilâyetlerin müthiş bir kargaşa içinde bulunduğu imajı veriliyordu. Maksat, Medine dışındaki diğer bölgelerin İslâmî çizgiden gittikçe uzaklaştığı, anarşinin bütün İslâm beldelerinde yaygınlık kazandığı kanaatini halka telkin etmek, halifenin bu meselelere karşı lâkayt ve aciz kaldığını zihinlere yerleştirmekti.
Fitne ve fesat haberleri Medine'ye ulaşınca Hz. Osman (ra), Hz. Ali'nin de yardımıyla, durumun tetkiki için çeşitli vilayetlere güvenilir ve itibarlı heyetler gönderdi. Bu heyetler, durumun propaganda edildiği gibi olmadığını, aksine bütün ülkede huzur ve sükûnun hâkim olduğunu görerek raporlarında belirttiler. Hz. Osman (ra), heyetlerin bu raporları ile de iktifa etmedi ve bütün valileri istişare için Medine'ye çağırdı. Onlarla fikir alış verişinde bulundu. Gerçekten ortada önemli bir problem yoktu. Yine de tedbir olarak valileri, halka iyi muamele etmeleri yolunda uyardı. Ancak fitne durmuyordu. Çünkü düşman gizli ve sinsi idi ve çok plânlı çalışıyordu. Ortada, üzerine yürünülebilecek açık bir cephe mevcut değildi. Halk, her gün biraz daha fitnenin içine itiliyordu.
İbn-i Sebe, bu çalkantılar sırasında, Şiîliğin ilk çekirdeği olan Sebeiyye mezhebini kurdu (2). Böylece, tasarladığı hainâne plânını gerçekleştirmede büyük bir adım atmış oluyordu. Bu mezhep, istikbâlde İslâm'ı parçalayacak fırkaların temelini teşkil edecekti.
İbn-i Sebe, Mısır'da kurmuş olduğu bu mezhebine yeterince taraftar buldu ve onları Hz. Osman (ra) aleyhine tam mânâsıyla şartlandırdı. Şimdi sıra yeni bir halife adayı tespit ederek Hz. Osman'ı (ra) katletmeye gelmişti. Bu noktada şöyle bir plânla işe başladı: "Hz. Osman kusurlu ve hatalı bir insandı. O'nun perine gelecek kimse de hatalı bir insan olursa problemlere çözüm getirilemez; zulmün, haksızlığın önü alınamazdı. O halde en mühim mesele, O'nun yerine gelecek kişinin hatadan sâlim, masum bir insan olmasıydı. Bu masum insan ise, çocukluğundan beri Hz. Peygamber'in (sav) murakabesi altında yetişen, O'nun terbiyesiyle olgunlaşan ve O'nun ilmine ve kemâline vâris olan Hz. Ali'den başkası olamazdı. Her peygamberin bir veziri olduğu gibi, Hz. Ali de Hz. Peygamber'in veziriydi. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman, O'nun bu veraset hakkını gasbetmişlerdi..."
İbn-i Sebe bu davasını kuvvetlendirmek için, Hz. Ali'yi (ra), eski masal kahramanları gibi gösteriyor, birtakım hurâfe ve hikâyelerle O'nun, insanüstü bir varlık olduğunu telkin ederek etrafındaki insanlar gitgide birer Hz. Ali meczubu haline getiriyordu.
İbn-i Sebe, plânlarını merhale merhale uygulama sahasına koymaktaydı. Şimdi sıra güya Hz. Ali'nin (ra) hakkını almaya gelmişti. Bunun için de şu telkin metodunu uyguladı: "Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali'yi (ra) vasi tayin etmiştir. Hz. Peygamber'in bu vasiyetini yerine getirmemek kadar büyük bir cinayet olamaz. Hem Hz. Peygamber (sav), Hz. İsa gibi tekrar yeryüzüne geri gelecek ve niçin vasiyetimi yerine getirmediniz?' diye bizden hesap soracaktır. O zaman hepimiz mahcup olacak ve hüsrana uğrayacağız..." (3)
Bu gibi telkinlerle, çevresindeki insanların his ve heyecanlarını, arzu ettiği noktaya getirince Medine'yi basıp Hz. Osman'ı (ra) öldürmeye karar verdi. İbn-i Saba, Hac'ca gidiyormuş gibi yaparak harekete geçirdiği adamlarını Medine yakınındaki Meyve'de topladı. İlk fırsatta Medine'ye girecekler ve Hz. Osman'ı öldürmek için çareler arayacaklardı.
Katlin, Haşimîler tarafından yapıldığı intibaını vermek için de Mısırlılar Hz. Ali'nin (ra) etrafında toplanacaklar ve güya Hz. Ali'nin hakkını müdafaa edeceklerdi. Tâ ki, Emevîlerle Haşimîler karşı karşıya gelecekler ve böylece iç savaş başlayacaktı.
İbn-i Sebe, daha önce Basra, Mısır ve Küfe gibi merkezlerdeki adamlarına Hz. Aişe, Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr in (ra) imzalarıyla uydurma mektuplar göndermiş ve onlardan güya Hz. Osman'ın hilâfetten uzaklaştırılmasını istemişti. İbn-i Sebe'nin komitecileri bu mektuplarla birçok insanı ifsat ettiler. Böylece kuvvetlendiler ve yola çıkarak İbn-i Sebe'nin grubuna Medine yakınlarında katıldılar. Bu yeni kuvvetlerle İbn-i Sebe'nin eşkıyaları üç bin civarına erişmiş oluyordu.
Mısırlılar Hz. Ali'ye, Basralılar Hz. Talha'ya ve Kûfeliler de Hz. Zübeyr'e başvurarak: "Mektuplarınızı okuduk; Osman'ı öldürüp ümmeti huzura kavuşturmak ve sizi devletin başına getirmek istiyoruz." dediler. Onlar da, kendileri tarafından böyle bir mektubun yazılmadığını, işin içinde bir nifak olduğunu söyleyerek hemen memleketlerine dönmelerini tavsiye ettiler. İsyancılar bu defa Hz. Osman'ın yanına gittiler. Bunun üzerine, Hz. Osman, Hz. Ali'nin de yardımıyla, asileri ve bütün Medinelileri mescitte topladı. Herkesin şikâyetini dinledi. Onlara: "Şikâyetlerinizi nazara alacağız, hata olarak düşündüğünüz konuları düzeltmeye gayret edeceğiz. Rahat olun..." dedi. Bu arada asiler, Mısır valisinin görevden alınmasını istediler. Hz. Osman (ra) 'vali olarak kimi istediklerini' sordu. Onlar da: "Ebubekir'in oğlu Muhammed'i isteriz" diye karşılık verdiklerinde, Hz. Osman, teklifi kabul etti ve hemen tayin emrini Muhammed'e verdi. Neticede bütün taraflar mutmain olarak geri dönmeye başladılar. İbn-i Sebe, bu durumdan fazlasıyla rahatsız oldu. Geri dönmekte olan Mısır kafilelerini tekrar Medine'ye döndürmek ve mütecaviz bir hale getirmek için şeytani bir plân hazırladı. Mısır valisine hitâben, Hz. Osman (ra) adına bir mektup yazdı: Mektuba, Hz. Osman namına sahte bir mühür basıp, fedailerinden birine vererek kafile arkasından yola çıkardı. O da devesiyle kafileye yetişerek, plân gereği şüpheli hareketlerle dikkati kendi üzerine çekti. Neticede kafiledekiler bu adamdan şüphelenerek onu yakaladılar ve mektubu ele geçirdiler. Zaten onun istediği de bu idi.
Mektupta Mısır valisine hitaben, "Bu âsiler geldiği zaman elebaşlarını öldür ve gerisini de hapset," diye emredilmişti. Bu mektubu dinleyen mütecavizler birden şoke oldular ve yeniden galeyana gelerek tekrar Medine'yi bastılar. Hz. Ali, Zübeyr ve Hz. Talha'nın hâdiseyi yatıştırma gayretlerine rağmen sonunda Hz. Osman'ın evini bastılar ve kendisini Kur'an okurken şehit ettiler.
Hz. Osman'ın katili Yemenli bir Yahudi olan el-Gafıkî idi. Hz..Osman'ın şahadetiyle İbn-i Sebe, davasında büyük bir merhale kat'etmiş .oluyordu. Artık nifak tohumları meyvelerini vermeye başlamıştı. Bu elîm hâdise Müslümanların, İslâm dinini başka ülkelere ulaştırmalarına engel oldu. İslâm'ın fütûhat ve tebliğ devri kapandı, bir duraklama ve çekişme devri başladı.
Bu merhaleden sonra İbn-i Sebe, Haşimîlerle Emevîleri karşı karşıya getirmek için yeni bir plân hazırladı. Hz. Osman (ra) Emevî, Hz. Ali ise Haşimî olduğu için, Hz. Osman'ı, Hz. Ali'nin öldürttüğünü ve 0'nun yerine geçmek istediğini etrafa gizlice yayarak Emevîleri tahrik etti. İbn-i Sebe, bir taraftan Hz. Ali'ye bu çirkin iftirayı yaparken, diğer taraftan O'nun halife olması için açıkça gayret gösteriyor, böylece halkın bu iftiraya kanmasını sağlamaya çalışıyordu.
Bu maksatla, Mısır'dan gelen kafileden, Yahudi asıllı İbn-i Meymun riyasetinde bir heyet seçerek Hz. Ali'nin huzuruna gönderdi. Heyet Hz. Ali'ye: "Malûmunuz olduğu üzere, bu ümmet başsız kalmıştır. Halifeliğe de en lâyık sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz," dediler. Hz. Ali (ra) bu teklifi reddederek, onları evinden kovdu.
Hz. Ali'den (ra) böyle bir cevap alınması üzerine Kûfelilerden bir heyeti Hz. Zübeyr'e ve Basralılardan bir heyeti de Hz. Talha'ya gönderdi. Hz. Zübeyr ve Hz. Talha da Hz. Ali gibi bunların hilâfet tekliflerini reddederek huzurlarından kovdular.
İbn-i Sebe, onlardan da istediğini elde edemeyince bu defa mütecavizleri sevk ve idare eden Yahudi Gafıkî'ye şu talimatı verdi: "Medinelileri mescide toplayınız ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini söyleyiniz. Aksi takdirde hepsini kılıçla tehdit ediniz..."
Gafıki başkanlığındaki âsiler, bu emir mucibince Medinelileri mescide toplayarak onlara: "En kısa zamanda kendinize bir reis seçiniz. Şayet siz bugün bu vazifeyi yapmazsanız, Ali, Zübeyr ve Talha da dahil olmak üzere hepinizi kılıçtan geçireceğiz," dediler. Bu tehdidi dinleyen Medine halkı, Hz. Ali'nin (ra) huzuruna çıkarak, O'ndan halifeliği kabul etmesini istirham ettiler. Hz. Ali de bu karışık durumu göz önünde bulundurarak vazifeyi, hiç istemediği halde, kabule mecbur oldu.
Az zaman sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (ra), Hz. Ali'ye (ra) giderek O'ndan, kitabın hükmünü icrâ etmesini ve Hz. Osman'ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitâben: "Haklısınız; fakat devlet henüz âsileri tam mânâsıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin olaylara hâkim olmasını beklemek gerekir..." dedi.
Hz. Ali (ra), suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalannı istiyordu. Hz. Âişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (ra) ise, şu fikirdeydiler: "Fitne büyümüş, devleti hedef almış ve halife şehit edilmiştir. Mesele sadece Hz. Osman'ın katilinin bulunması değildir. Bu fıtne hareketine katılanlanrın çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, âsiler hemen cezalandırılmalıdır."
Hz. Ali (ra), Kur'an'ın "Velâ tezîrû vâziretün vizre uhrâ" nassından hareket ile, "Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı" görünüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine katılmadı(4).
Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (ra), Hz. Ali'nin görüşünü öğrendikten sonra, Hz. Âişe (r.anhâ) ile Mekke'de görüştüler ve âsilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra'ya gitmeye karar verdiler.