Osmanlı'nın başında hep Allah'ı görüyoruz.

tevhideçaðrý

New member
Moğollar'ın Türkistan'ı istilası sırasında, batıya doğru kaçan yüzlerce gruptan biri de; Kayı Boyu'ndan Ertuğrul Gazi'nin aşiretidir. İstiladan, Moğollar'ın henüz ulaşamadıkları Anadolu'ya gelen bu Türkmenler, Selçuklular tarafından kabul edilip batıya yerleştiriliyorlar ve başlarındaki reislerine Uç Beyi deniliyordu.
Adlarına "Horasan Erenleri" denilen tarikat ehli kişiler, uç beylikleri arasında dolaşarak sohbet edip, insanları Allah'a çağırıyorlardı. Göçebe kitlelerin çoğu, bu erenlere samimiyetle bağlanıyorlardı.

Şeyh Edebâli, Ahmet Yesevî Hazretleri'nin Uzakşark'ta yetiştirip, mürşid, muallim, mübelliğ olarak Batı Türklüğüne gönderdiği Horasan erenleri zincirindendir.

Anadolu, bu şöhretsiz evliyaların ve Hak erenlerinin eliyle şekillendi. Devlet, onların yüzü suyu hürmetine şahlandı.
Osman Bey, Şeyh Edebâli Hazretleri'ni sık sık ziyaret eder, onun tatlı sohbetlerini dinlemekten çok zevk alırdı.

Edebâli Hazretleri, Allah'ın kendisine bildirmesiyle biliyordu ki; Osman Bey'in kuracağı devlet, teslim dînini tüm dünyaya yaymak için yaşayacak, âleme nizam verecek, Allah için savaşacaktı. Bu devletin temelini atma vakti geldiği zaman, Edebâli Hazretleri mübarek eliyle bizzat Osman Bey'e kılıç kuşattı ve Osman Bey adına okunan ilk hutbenin besmelesini de kendisi çekti.

Bununla da kalmadı Edebali Hazretleri, dervişlerine emir verdi:

"Demirci, kalaycı, örscü, marangoz ve sanat erbabı herkes köy köy dolaşacak, Türk boyları arasına dağılıp, boyları kendi içlerinden fethedecektir. Böylece yıllardır Türk boyları arasında süren kavgalar boyların Osman Bey'in buyruğu altına girmesiyle son bulacaktır."

Şeyhlerinden bu emri alan dervişler Anadolu'ya dağıldılar. Sevgi dolu, kardeşlik dolu sohbetleriyle insanları Allah'a çağırdılar, bir olmaya çağırdılar. "Devlet-i Ebed-Müddet"in temelini îmânla sağlamlaştırdılar.

İşte Osmanlı, temelini Allah'ın evliyasının attığı bir devlet, böyle kurulmuştu. Sultan Osman'dan başlayarak her biri mürşidlerine yüzde yüz bağlıydı. Allah'ın padişahlarının yönetimindeki Osmanlı, bir süre sonra Nizam-ı Âlem adını aldı. 400 yıl içinde, bir cihan hakimiyetini Allah'ın yardımı, erenlerin himmetiyle bu küçük beylik oluşturdu.

Onlar, ortaçağdan bu çağlara doğru bütün dünyaya Allah'ı tanıttılar. Allah'ın adaletini temsil ettiler. Allah yolunda fedakarlığı öğrettiler. Osmanlı, fedakarlıkların üzerine bina edildi. Devleti Âliye, Nizam-ı Âlem devlet, o Osmanlıydı. Ve hepsi Allah'a hizmet yolunda; kadın olsun, erkek olsun el ele, gönül gönüle.... Başkalarını imrendirecek bir davranış biçimleri dizisinin sahibi oldular. Kur'ân erleriydiler, sahabe gibiydiler.

Osmanlı, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahabeden sonra İslâm'ı gerçek anlamda yaşayan ikinci topluluktu. Osmanlı, Kur'ân'daki İslâm'ı yaşadı. Osmanlı, "tasavvuf'u" yaşadı.

Yükselme devri boyunca padişahtan aşağıya doğru herkes, Allah'ın dostuydu. Sultan Osman'dan başlayarak hepsinin mürşidleri oldu. Görüyoruz ki; mürşide yüzde yüz bağlı olan padişah, aslında Allah'ın padişahı oluyordu. Bu dizaynın yukarıdan aşağı inen çatısına baktığımız zaman; önce Allah' ı görüyoruz, sonra Allah' a bağlı mürşid, mürşide bağlı padişah, sonra onun emrinde kim varsa hepsi Allah' a dostlar.

Bu dizayn devleti nereye ulaştırdı?

Osmanlı bir süre sonra Nizam-ı Âlem adını aldı.

Kim Osmanlı'dan yardım istemişse, Osmanlı yardıma koşmuştur. Fransa Kralı yaptığı savaşta zor duruma düşünce, Osmanlı'ya müracaat etti. Osmanlı onu himayesine aldı. Hangi şartlarda olursa olsun, nerede İslâm'a karşı saldırı olursa, Osmanlı ordusu orada olurdu. Onlar Allah için yaşadı ve devleti idare etti

Osmanlı'nın başında hep Allah'ı görüyoruz.
 
Osmanlı adaleti dünyaya örnek oldu. Sahabeden sonra İslâm'ı yaşayan en üstün topluluktu Osmanlı. Kitle halinde, ordu, donanma, esnaf ve halkın çok büyük çoğunluğu tasavvuftaydı. Bu, Osmanlı' nın dünyaya nizam veren temelini teşkil ediyordu. Adalet bütün boyutlarıyla her zaman geçerliydi. Bunun için kadıların adalet dağıtmasına gerek yoktu.

Kapalıçarşı'da bir dükkan sahibi, namazdan sonra bir ihtiyacını almak üzere gelen müşterisine istediğini vermiyor ve "Şu karşıdaki dükkanda istediğin şeyden var , ondan al" diyor, adam sebebini sorduğunda ise " Ben, sabah siftahımı yaptım ama o kardeşim yapmadı" diyor ve adam gidip istediğini oradan alıyor. Yabancı olan bu kişi Osmanlı'nın bu adaletine şaşırıp kalıyordu.

Köprünün altından ne kadar sular akmış. İşte Osmanlı' nın en büyük standardı kul hakkına riayet etmekti.

Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı harp kadırgaları, Avrupa'daki bütün kadırgalardan fazlaydı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul' u aldığında ordusu o dönemin en mütekamil ordusuydu. Son icatların hepsi ordunun içindeydi, en büyük toplar Fatih Sultan Mehmet tarafından döktürülmüştü. Osmanlı sadece Allah'ın yardımına değil, zamanın getirdiği bütün teknikleri kullanabilme stratejisine sahipti.


Osmanlı, Allah'ın indinde başka ülkeleri hiçbir zaman küçük görmemiştir. Bu yüzden Avrupa tebaası Osmanlı'ya hayrandı. Yüzbinlerce akıncının herbiri en az üç lisan bilirdi. O devrin en usta kılıç kullananları onlardı. Avrupa, akıncılar denildiğinde olduğu yerde dururdu.

Allah' ın düşmanları saraya girdikten sonra adım adım gerçek evliyaların yerini cinci hocalar aldı. İlk cinci hoca saraya Kösem Sultan zamanında girdi. Osmanlı'nın şaşası bir süre daha devam etti; ancak cinci hocalar evliyaların yerini alınca Allah'ın dostları devreden çıktı ve şeytanın dostları devreye girdi. Böylece Osmanlı duraklama ve gerileme devrine girdi.

Dünyaya askerlik stratejisini, askerliği öğreten Osmanlı'nın yerini, yabancı ülkelerdeki harp okulları aldı ve Osmanlı da subaylarını onların okullarına göndermeye başladı.

Böylece Nizam-ı Âlem olan Osmanlı'nın yerini Nizam- ı Cedit olan Osmanlı aldı. Nizam-ı Cedit; yeni nizam demek, Nizam-ı Âlem ise Âlem'e Nizam veren. Osmanlı yükselme devri boyunca Âlem'e Nizam veren muhteşem bir hüviyetteydi.


Osmanlı'yı Osmanlı yapan her devirde Allah'ın sevgisiydi, Allah' a duyulan hürmetti. Osmanlı Allah'ı sevdi, O'na aşık oldu, üst boyuta ulaştıklarında ise Allah'a hayran oldular. İnsan-ı Kâmil Osmanlı' nın içinde binlerceydi. Ordu sefere çıktığında her tarafta şenlikler yapılırdı. Sefere çıkmak, şehitlik için hazır bir sistem olarak kabul edilirdi. Herkes şehit olmak için savaş verirdi. Andrea Doria Osmanlı'dan korkmakta haklıydı." Siz hayatta kalmaya ne kadar önem veriyorsanız, onlar da savaşta ölmeye o kadar önem veriyorlar" demiştir.

Osmanlı'da Allah'ın dizaynını görüyoruz, her devirde Allah'ın dostlarına yardım ettiğini görüyoruz.


Öyleyse, Osmanlı'yı Osmanlı yapan, Osmanlı'yı tarihe unutulmaz insanlar olarak tanıtan kimdir? Allah.

Osmanlı tüm dünyaya meydan okuyan bir Allah dostları cennetiydi. Allah dostlarının nelere kaadir olduğunu tüm dünyaya gösterdiler. Onlar Nizam-ı Âlemdi. Öyleyse Osmanlı; evde, sokakta, çarşıda, askerde tüm dünyaya hep örnek oldular.

Osmanlı demek Allah'ın evliyaları demekti. .
 
Osmanlı demek Allah'ın evliyaları demekti. .

Aman, Şehid Patrona Halil duymasın...
O evliya dediklernizden örnekler mi verelim acaba???
 
Makedonya kralı Büyük İskender, Mısır'ı işgal ettiği zaman kendisinin Yunanlılar için ilah kabul edilen Jüpiter yıldızından geldiğini iddia ederek, uluhiyet davasında Firavun'u taklit etmiştir . Buna mukabil Yavuz Sultan Selim'in, Mısır tahtına nail olduğu zaman : "Mülk, Allah'ındır. şayet benim veya başka bir kimsenin yeryüzünde parmak ucu kadar toprağı olsa bu Allah'la ortaklık değil midir?" diyerek kulluk şuuruyla secde-i şükre kapanmıştır.
 
Fatih kundaktaki bebeyi katlettirirken de Allah başlarındamı idi acep,
Allah başlarında değil de kalplerinde olsaydı daha iyi olmaz mıydı
 
Osmanlıyı eleştirmek gerekirmi bilmiyorum ve liyakati acz içinde bir nesil olarak kendimde asla görmüyorum.Ama devletin bekası adına yapılan yanlışlar elbette olmuştur.Sevgili nurşeymanın dediği gibi Keşke devlet-i alinin bekasını kardeş katline değilde,başka sebebler üzerine bina etmiş olsaydı ceddimiz.Mutlaka bunun hesabını soracak olan ALLAH azze ve celledir.Masum bir insanın öldürülmesini tüm insanlığın öldürülmesi ile aynı gören Rabbimiz Ceddimize inşaallah merhamet ile nazar eyler.Dini mübin adına yapılan salih işleri dergahı izzetinde kabule karin eyler.Selametle
 
Osmanlıyı anlamak kolay değil!

Avrupa ülkeleri, bilhassa akıl hocaları İngilizler, planlarını hep İslam düşmanlığı üzerine kurdular; “Ne yapalım da İslamiyet zayıflasın, dolayısıyla Hıristiyanlık kuvvetlensin!..” Planlarını bunun üzerine bina ettiler. Dün olduğu gibi bugün de geçerlidir bu kural. Demokrasi, din ve vicdan hürriyeti kendileri için, yani Hıristiyanlık için geçerlidir. Müslümanlar için böyle bir şey söz konusu değildir. Nerede görülürse sinsice yok edilmelidir, prensibi uygulandı hep. En büyük düşmanları da Osmanlı oldu.


Sebebi de şu: İslamiyet’i, Eshab-ı kiramdan sonra gerçek manada, en mükemmel şekilde sadece Osmanlılar temsil etmişler ve üç kıtaya yaymışlar. Dünyanın en büyük Müslüman Türk İmparatorluğunu kurmuşlar. Türk=Müslüman olarak algılanmış asırlar boyunca. Hal böyle olunca da, nasıl yeni nesli Osmanlıdan uzak tutabiliriz hesabı yapıldı. Bu yapılmazsa gerçek İslamı öğrenirler diye korktular. Bunun için de Abbasilerden sonraki İslam tarihini dondurdular; yok farz ettiler. Çünkü bundan sonra, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi geliyor. Ne zaman dolaptan çıkardılar? Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yani Osmanlının fiilen bitişinden sonra.

Bu dönemi merak edenlere karşı da devamlı karalama kampanyaları düzenlediler. Çeşitli akıl almaz iftiralar sebebi ile de, Arap ülkelerinde ve bizde de bu kampanyalar kabul gördü. Bilhassa, Arap ülkelerinde Arap milliyetçiliğini kuvvetlendirerek, asırlardır kendilerine hizmet eden Osmanlıya Arap ülkelerini düşman ettiler.

Batı’nın bu faaliyetlerini, sadece biz söylemiyoruz, kendilerinden insaf sahibi olanlar da söylüyor. Bunlardan biri de, Alman ilim adamı Ord. Prof. Fritz Neumark’tır.

[Ord. Prof. Fritz Neumark (1900-1991), Hitler’den kaçarak 1933’te Türkiye’ye gelir. İstanbul Üniversitesi İktisat ve Hukuk fakültelerinde dersler vermiştir.

20 Temmuz 1936'da kurulan ve 1937 yılı yaz sömestresinde faaliyete geçen İktisat Fakültesi'nde (Umumi İktisat ve Maliye Teorisi Kürsüsü) başkanlığı da yapmıştır. 1952’de döndükten sonra Frankfurt Üniversitesi’nde rektörlük yapmıştır.]

Alman profesör Neumark ile bir kısım talebesi Boğaziçi’nde geziye çıkarlar. Talebelerden biri Prof. Neumark'a, (Avrupa bizi neden sevmez?) diye sorar. Prof. Neumark şu cevabı verir:

(Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı, Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir. Sebeplerine gelince:

1- Müslüman olduğunuz için sevmez.

2- Sizler farkında değilsiniz ama, onlar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.

3- Avrupa'nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa'yı pazar yapmaya başladınız.

4- En az 400 yıl Avrupa'da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.

5- Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar ise orta Avrupa ve Balkanları Haçlı ordusuna mezar ettiler.

6- Sizi silah ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet sağladılar.

7- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslamiyet uğruna her şeyini feda etmeseydiler, İslamiyet bugün belki sadece Hicaz'da varlığını devam ettirirdi, kaldı ki Vehhabiliği kuranlar da, İngiliz Dominyon Bakanlığı'nın adamlarıdır. Batı her yerde İslamiyet’i, sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saadeti devam ettirdi.

8- Kilise size kin kusmaktadır, sebepleri yukarıdadır.

9- Ben Türkiye'ye geldiğimde 2 üniversiteniz vardı, şimdi 19 üniversite var. [O tarihteki sayı]

10- Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa'nın refahı ve medeniyeti yıkılır.

11- Yine sizler, Avrupa'nın tarihi düşmanısınız ve daima düşman olarak kalacaksınız.)


***

Yukarıda, Alman Profesör Fritz Neumark’ın, “Osmanlı Arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir” sözünü nakletmiştim. Gerçekten de bugün Osmanlı bütün müesseseleri ile ortaya çıkarılmış değildir. Çıkarılması için çalışanların önüne çeşitli engeller çıkartılmıştır. Hatta Osmanlıya sahip çıkılmaması, antlaşma maddeleri arasında yer aldı.

Engeller olmasa bile Osmanlıyı incelemek, anlamak kolay değildir. Anlamak için önce Osmanlının gayesini, varoluş sebebini bilmek gerekir.

Ömrü boyunca Osmanlı tarihini inceleyen tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı tarihinin arşiv vesikaları incelenmeden, kanunname ve yazma eserler okunmadan, Osmanlının doğru öğrenilmeyeceğini savunur ve bu konuda şöyle der:
“Tarih meraklılarına şunu söyleyeyim ki, Osmanlı tarihini yalnız basma eserlerden okurlarsa, pek noksan ve kısmen de hatalı bilgi elde etmiş olurlar. Altı buçuk asırlık devamlı bir tarihi olan Osmanlı İmparatorluğunun siyasi, mali, iktisadi, askeri, ilmi, sosyal vb. vaziyeti, hakiki kaynaklara dayanılarak tetkik edildiği zaman bu devletin bütün azametiyle çehresi meydana çıkar.

Başka türlü, sathi, derme çatma bilgi ve basit tetkik ile, haklı olarak bu hayret ve takdire şayan azamet ve kudretin anlaşılmasına imkan yoktur. Yine bunun gibi, bu devletin gerileme ve yıkılması ve buna dair olan vesikalar ve eserler iyice incelenmedikçe, doğruyu görmek imkansızdır.
Ben ancak kanunnamelerle vesikaları tetkik ettikten sonradır ki, bu hususta ne kadar sathi bilgi sahibi olduğumu anladım. Pek çok darbelere rağmen neden Selçuk, Cengiz ve Timur imparatorlukları gibi az zamanda parçalanıp dağılmadığını ve köşesinden bucağından koparıldığı halde dimdik ayakta durduğunu ancak idrak edebildim.”

Ömrü Osmanlı tarihini incelemekle geçmiş bir ilim adamının böyle söylemesi; tarih kitaplarının dışında tarih bilgisi olmayan zavallıların ileri geri konuşanların ne kadar büyük bir hezeyan içinde olduklarını gösterir...

Osmanlı İmparatorluğunun bu kadar uzun süre hayatta kalmasını yabancı ilim adamları ise şuna bağlıyorlar: “Roma İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküşü” adlı kitabıyla tanınan ünlü tarihçi Gibbons şöyle diyor:

“Osmanlıların hoşgörüleri, ister siyaset, ister halis insaniyet neticesiyle meydana gelmiş olsun, Osmanlıların, yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken dini, hürriyet ilkesini siyasetinin temel taşı olarak kabul eden ilk millet olduğu itiraz kabul etmez bir durumdur. Hıristiyan dünyasındaki arası kesilmeyen Yahudi katliamları ve Engizisyona rağmen, Osmanlıların idaresi altındaki Hıristiyanlar ve diğer dinlerdeki milletler korkusuz bir şekilde ahenk ve uyum içerisinde yaşıyorlardı...”

[En önemli Ortadoğu uzmanlarından kabul edilen, Fransa’da Aix-en-Provence Üniversitesi'nde Siyasi ve Kültürel Antropoloji dersi veren, Fransız siyaset bilimcisi Bruno Etienne de şöyle diyor:
“Osmanlı İmparatorluğundaki köleler, bugünün sözde özgür bireylerinden daha çok özgürlüğe sahiptiler.”

[Alman müsteşrik Franz Babinger ise, “Osmanlı padişahının ülkesinde herkes kendi halinde, bahtiyar olabilirdi. Mutlak bir dini hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sahip olduğundan dolayı bir güçlükle karşılaşmazdı” demektedir.

18. asırda uzun yıllar İstanbul’da bulunmuş ve Osmanlı kurumlarını etraflıca inceleyip anlatmış olan İsveçli diplomat D’ohsson da şunları söylüyor:
“Kur’an-ı kerimi tanıyanların zihnine ve hafızasına nakşedilmiş olan prensipler, onları yeryüzündeki insanların en insaniyetlisi en hayırseveri haline getirmiştir. Bütün bu faziletlere rağmen Avrupalıların barbar demesi, yırtıcı bulması, savaşlardaki gayretlerine göre hüküm vermesinden ileri gelir.

Ama bir milletin gerçek karakteri savaş alanının silah gürültüleri arasında tayin edilemez. Türkleri gerçekten tanımak isteyenler, onların faziletlerini değerlendirmeli, törelerin karakter ve fiillerindeki tesirlerini muhakeme etmeli, onları barış zamanındaki örf ve âdetleri içinde incelemelidir.

Türkler, savaşta ne kadar sert, ne kadar mağrur ve yırtıcı iseler, barışta da o kadar sakindirler. En büyük kahramanlıkları gösteren, gözlerini kırpmadan ateşe atılan bu insanlar, günlük hayatlarına döndükleri zaman gerçek karakterlerini alırlar. O zaman onların beşeri duygularla dolu hayırsever kimseler olduğu anlaşılır.

Bu duygu bütün Türklere şâmildir. Hepsinin de ruhuna öylesine derin bir şekilde işlemiştir ki, savaşta birer cesaret timsali olan bu kimseler, barışta fakir babası, düşkünün dostu olurlar. İçlerinde en kötüsü en hasisi bile yine de bir vazife olarak iyilik etmekten çekinmez....”

 
1.neden osman gazi nin haricindeki hemen tüm padişahlar yabacı kadınlarla evlendi.padişahlarla evlenen yabancı kadınların müslüman olması dinin emri değilmiydi.anneleri yabancı olan kaç padişah var.
2.devlet menfeatı da olsa kardeş katli doğrumudur.5-6 yaşındaki bir kardeşlerin bile ileride osmanlı menfeatına ne zarar vereceğine kim nasıl karar verdi.
3.osmanlının devşirme sistemine başlamasından sonra kaç tane yabancı devlet adamı osmanlı yönetmiş.türk devlet adamlarına güvenmi yoktu.
4.neden sarayda farsça veya arapça şarkılar ve müzik aleteleri serbes iken türkçe türkü söylenmesi ve saz çalınması yasaktı.
5.neden hiç bir osmanlı padişahı hacca gitmedi.
6.600 yıl din adına savaştığını söyleyen osmanlı devleti zamanında kaç hiristiyan ülke müslüman yapıldı.şu an kaçı hala müslüman.niçin müslüman ülkelerede sefer yapıldı.osmanlı zamanında ölen askerlerin şehitliğinde şaibe yokmu.
7.yıldırım ile timur her ikiside türk olduğu halde neden savaştı
8.osmanlı matbaanın ülkeye girmesi için neden kırk yıl direndi.kitapların artması ,dolayısıyla daha çok insanın ve daha kolay bir şekilde eğitilmesine neden karşı idiler.
9.vahdettin gerçekten hainmiydi.
10.enver,talat ve ziya paşaların ülkeye verdiği zararlar neydi. bu paşaların akibeti ne oldu.



osmanlının bilinmeyen yüzleri bunlar. islam adına kurulmuş bir devlet gibi gösterilip övünmemek gerek. madem islam adınaydı neden yok oldu ve helak oldu. eğer doğru yol üzerinde bulunsalardı helak olmazlardı.
 
1.neden osman gazi nin haricindeki hemen tüm padişahlar yabacı kadınlarla evlendi.padişahlarla evlenen yabancı kadınların müslüman olması dinin emri değilmiydi.anneleri yabancı olan kaç padişah var.
2.devlet menfeatı da olsa kardeş katli doğrumudur.5-6 yaşındaki bir kardeşlerin bile ileride osmanlı menfeatına ne zarar vereceğine kim nasıl karar verdi.
3.osmanlının devşirme sistemine başlamasından sonra kaç tane yabancı devlet adamı osmanlı yönetmiş.türk devlet adamlarına güvenmi yoktu.
4.neden sarayda farsça veya arapça şarkılar ve müzik aleteleri serbes iken türkçe türkü söylenmesi ve saz çalınması yasaktı.
5.neden hiç bir osmanlı padişahı hacca gitmedi.
6.600 yıl din adına savaştığını söyleyen osmanlı devleti zamanında kaç hiristiyan ülke müslüman yapıldı.şu an kaçı hala müslüman.niçin müslüman ülkelerede sefer yapıldı.osmanlı zamanında ölen askerlerin şehitliğinde şaibe yokmu.
7.yıldırım ile timur her ikiside türk olduğu halde neden savaştı
8.osmanlı matbaanın ülkeye girmesi için neden kırk yıl direndi.kitapların artması ,dolayısıyla daha çok insanın ve daha kolay bir şekilde eğitilmesine neden karşı idiler.
9.vahdettin gerçekten hainmiydi.
10.enver,talat ve ziya paşaların ülkeye verdiği zararlar neydi. bu paşaların akibeti ne oldu.



osmanlının bilinmeyen yüzleri bunlar. islam adına kurulmuş bir devlet gibi gösterilip övünmemek gerek. madem islam adınaydı neden yok oldu ve helak oldu. eğer doğru yol üzerinde bulunsalardı helak olmazlardı.

Aslını ve neslini inkar eder bi tavırda ne kadar da iri eleştirilerde bulunmuşsun sevgili islamcı.HİLAFETİN hamiliğini yapan,DOĞU ROMA yı yerle bir eden,HİCAZA teren yolu döşeyen bizim ceddimiz değilmi.Bi düşün istersen ne yapmışlar demeden önce.Elbette eleştirilemez değiller mutlaka hataya düştükleri anlar yanlış aldıkları kararlar vardır.Sultan VAHDETTİN Allah ondan razı olsun birilerinin dikte ettirmeye çalışltığı gibi bir hain olmamıştır asla.Anadoluda yakılan diriliş ve kurtuluş ateşini yakan ilk kıvılcım şahsi servetinden yaptığı harcamalar ile organize edilmiştir.Tabi bu her ne kadar saklansa da...Dua ile
 
Osmanlı’da Sistem
Toprak İdaresi
Ekonomi her zaman canlıydı. Ekonominin standartlarına baktığımız zaman burada bir temel özellik görürüz: Osmanlı, ademi merkeziyetçiydi. Yani merkezden idare edilen bir ekonomik nizam, merkeze bağlı bir totaliter sistem çalışmazdı. Bütün büyüyen arazi parçaları, oranın başına getirilen mahalli idareciler tarafından veya muhtelif isimleri olan liderler tarafından oluşturulurdu. Her toprak parçası mutlaka işlenirdi. Haslar, zeametler ve benzer isimlerle devreye giren toprak mülkiyetleri, oradakilere verilirdi. Onlar üretimlerini yaparlardı. Devlete de vergi verirlerdi. İşgal edilen topraklar devletin olup, hiçbir zaman merkez tarafından verilen emirlerle, devlet tarafından işletilmezdi. Sorumluluk oradaki reayaya, oradaki sahiplere aitti. Ve bunlar asker beslemek mecburiyetindeydiler. Bu askerler sonraki akıncıları oluşturacaktır. Akıncılar, Osmanlı'nın medar-ı iftiharıydı.


Sisteme dikkat ediyor musunuz sevgili okuyucular? Devlet, Osmanlı'nın her el koyduğu yeni toprak parçasının işletilmesini oradakilere verirdi. Ve onlar işletirlerdi. Devlet işletmeye karışmazdı. Ve herkes kendi menfaatlerini ve Devlet-i Aliye'nin menfaatlerini korumak üzere en iyi işletmeyi tahakkuk ettirmek mecburiyetindeydi. Devletin istediği şey, bu üretim standartlarına paralel olarak o kişilerin yeterli miktarda asker beslemesini temin etmekti. Ve böylece bütün Osmanlı memaliki(memleketleri), Afrika'da, Balkanlar'da, Kafkaslar'da, Avrupa'da hep aynı standartlarda oluşturulmuştu. Özellikle Avrupa bunun çok güzel örneklerini sergiler.

Haberleşme

Osmanlı'da öyle bir haber iletme sistemi uygulanırdı ki, ülkenin bir ucundan öbür ucuna bir iki gün içerisinde mutlaka haber ulaştırılırdı. Her menzilde hazır atlar beklerdi ulaklar için. Ve en uzun menzillere, en hızlı atlarla yapılan ulaştırma faaliyeti bir uçtan bir uca bütün Osmanlı memleketlerini kaplardı. Herkes vazifesinin bütün sorumluluğunu sonuna kadar yüklenirdi. Ve her zaman başarılı olurdu.

Esnaf Ahlakı

Osmanlı'da tasavvuf mensubuydu bütün ustalar. Yaptıkları mallar dünyaya örnek kabul edilirdi. Çünkü usta, insanları aldatmak için onlara en ucuza malettikleri değersiz malları, yüksek satış fiyatıyla satmayı düşünmezdi. Mesleğinin Allah için olduğunu bilirdi. Ve o strateji içerisinde en iyisini üretmeye çalışırdı. Ve ustalar, kalfalar, çıraklar ürettikleri malın "nam olsun" standardının sahibiydiler. En dürüst ölçeklerde üretimlerini yaparlardı. Ve devletin vergileri en adil standartlarda alınırdı. Ölçek %10'du.



Sevgili okuyucular, anlayabiliyor musunuz şimdi bizim vergi dilimlerindeki azalmayı mutlaka sağlamamız lâzım geldiğindeki hikmeti?

Bir çiftçi için, ürettiğinin sadece % 10'unu devlete vermek demek, %90'ının kendisine kalması demekti. Ve bu çiftçi normal toprağın sahibiyse, eğer topraklar, oradaki sorumluya teslim edilmişse, onlar da devlete vergi verirlerdi. Üretim faaliyeti, zenaat erbabı tarafından en güzel standartlarda oluşturulur ve ustalarca en kaliteli mallar üretilirdi.

Osmanlı, tarihinin uzun devresinde hep altın parayla alış verişini yapmıştır. Peki altın parada, enflasyon söz konusu olabilir mi? Evet. Eğer paranın ayarını değiştirirseniz, derhal mal fiyatları yükselir. Böyle bir şeye bir defa tevessül edilmiştir. Osmanlı'nın düşme devresinde sıkıntıya uğradığı zaman, paraların ayarında eksiltme yapıldı ve piyasada paralar derhal değer kaybetti, mallar değer kazandı.



Öyleyse altın paraların da kıratlarının hiçbir zaman değişmemesi asıldır; altın para rejiminin olduğu ülkelerde. Ama gelecekte eğer altın sertifikası hükmündeki bir kâğıt para piyasada dolaşırsa, altın temsilcisi bir para, onun karşılığı zaten saf altındır. Şu kadar gram altının karşılığı dediğiniz zaman, o ölçü 24 ayardır. Saf altındır. Saf altının gramajına göre dizayn edilir. Öyleyse orada bu tarzda bir enflasyonun olması, hiçbir zaman mümkün olamayacaktır.

İşte Osmanlı, adalete riayet eden, ekonomide kimsenin kimseyi aldatmadığı, hiç kimsenin fahiş fiyatlarla mal satmasının imkânı olmadığı bir güzelliği yaşadı. Ve her zaman herkese yetecek kadar mal, her zaman hazır oldu.

İlim

Osmanlılar, her konuda olduğu gibi ilim alanında da çok Ilerlemişlerdi.Kendilerinden önce yazılmış ve asırlarca Avrupa ve Müslüman medreselerinde okunmuş klasik eserlerle yetinmemişlerdi.



Yaptıkları çalışmalarla mikroskobun icadından çok daha evvel, hastalıkların gözle görülemeyen canlılar tarafından meydana getirildiğini söyleyebilmişler, doku uyuşması daha bilinmezken, organ nakli hayal dahi edilemezken, buna dair uygulamada bulunabilmişler, akıl hastalarının tedavisi ile ilgilenmişlerdi. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri: "Biz uzayı, Tillo'nun sokaklarından daha iyi biliriz." diyebiliyordu. 1500'lü yıllarda Piri Reis, bir harita yapıyor. Bu haritada Gronland'ın üç adadan olduğu kesinlikle anlaşılıyordu. Aynı harita Kahire'nin 30 km üzerinden çekilen fotoğrafla aynıdır. Hasan Celal, bundan beş yüz yıl evvel, barutu macun haline getirerek füze yapmış ve onunla uçmayı başarmıştı. Hazerfen Ahmet Çelebi, Galata Kulesi'nden Üsküdar'a uçarak ulaşmıştı.

Akıllara durgunluk veren bu ilmî hadiseleri, sadece çalışmakla ve araştırmakla açıklamak mümkün görünmemektedir. Bunların hepsi Allah'ın yardımıyla gerçekleşen şeyler. Öyleyse Allah'ın indinde Osmanlı Devleti'ne dikkatle bakın. Bu durum bize, onların Allah'ın yardımını aldıklarını kesin ve ürpertici bir şekilde göstermektedir.

Tıp:

Fatih'in hocası ve mürşidi Akşemseddin Hazretleri, mikroskobun icadından daha çok çok zaman önce bir eserinde, hastalıkların gözle görülmeyen canlılar tarafından meydana getirildiğini yazmış; Mâddetü'l-Hayât adlı eserinde büyük bilgin ve mutasavvıf, mikrop ve bakteri nazariyesinde şunları söylemiştir:

"Cümle marazların (hastalıkların), sûret-i nev'iyyesi hasebiyle (çeşitli sûretleri bakımından) nebât ve hayvanlarda olduğu gibi tohumları ve asılları vardır, ot tohumu ve ot kökü gibi.."

Operatör Amasyalı Sabuncuoğlu Şerafeddin, 1465'te yazıp Fatih Sultan Mehmed'e sunduğu Cerrâhiyye-i İlhâniyye'sinde hem cerrâhî müdahalelere ait, hem de operatörlük aletlerini gösteren resimler yapmış, operatörlüğün bir çok meselesini kendi tecrübelerine dayanarak izah etmişti.

Sonraki asırda Antakyalı Dâvud da, operatörlüğe ait izahat vermiş, insan organlarını hayvanlarınki ile mukayese etmiş, beynin dışında, ak madde içinde boz madde olduğunu söylemiş, dokunma duygusuna ait ileri görüşler ileri sürmüştü.

İstanbul'un fethinden önce Hacı Paşa, Şifâü'l-Eskanın ve Devâ'il-Âlâm adlı eserinde hastalıkları çok iyi anlatmış; meselâ zatürrenin klinik bulgularını çok güzel tarif etmişti.

Organ nakli yapıldığı konusunda da bazı işaretler vardır. Şerefnâme'de anlatılan şu vak'a örnek gösterilebilir:

Kanuni devrinde Arab Şah Bey Türkmen kumandasında bir Safevî birliği, Palu'ya kadar sokulmuştu. Bu vuruşmada askerlerinden bir genç, bir kılıç darbesiyle başından yaralandı. Kılıç, kafatasından bir kemiği alıp götürmüştü. Bir cerrah, muharebe meydanında şehid olanlardan birinin kafatasını açtı. Bir kafatası kemiği uçup beyni görünen Osmanlı askerinin kafatasına, o kemiği ilâve edip dikti. Bu ameliyattan sonra Osmanlı askeri yıllarca yaşadı.

Cüzzam'ın tedavisi ile de uğraşılmıştı. Fatih'in oğlu II. Beyazid, Edirne'de Kirişhane mahallesinde bir cüzzam hastahanesi yaptırmıştı.

Akıl Hastalarının Tedavisi:

Bir ayrı branş da akıl hastalarının tedavisi idi. Bu branşta Türk doktorları XIX. asra kadar, Batı'dan üstündüler.

Akıl hastaları XVIII. asra kadar, Avrupa'da "Şeytan'la işbirliği yapan melun mahluk" muamelesi görür, çok defa diri diri yakılırlardı. Osmanlıda daha XV. asırda bile akıl hastaları için imar edilmiş darüşşifâlar vardı. Hastalar dertlerine özel, Türk mûsikîsi makamlarıyla tedavi edilmeye çalışılırdı. Yalnız mûsikî ile değil, hususi yemekler, çiçekler ve manzaralar ile de tedavi uygulanıyordu. Bilhassa kuş etleri veriliyordu. Her hastanın odasına iki pencere konuyordu. Pencereler tercihen gül bahçesine bakıyordu.

Aşının Türk hekimleri tarafından keşfedildiği, Batı'da da kabul edilmektedir. 1695'te İstanbul'da, çocuklara çiçek aşısı yapıldığını biliyoruz. Hafif çiçek çıkartan çocukların, su toplamış çiçeklerinin suyu alınıyordu. Çiçek çıkarmamış çocuğun veya büyüğün kolu çizilip biraz kanatıldıktan sonra bu çiçek suyu sürülüp aşılanıyordu. Aşılanan yerde kabarcık oluyor, aşılanan şahıs bir gün ateşleniyor, fakat yıllarca çiçek hastalığına salgın içinde yaşasa bile tutulmuyordu.

Astronomi:

Fatih devrinde Kadızâde-i Rûmî, bir derecelik kesir ceybinin yarım kutur 1 sayıldığına göre 0,17452406437 olduğunu bulmuştur.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, asrının en büyük mütefekkir ve mutasavvıfıdır. Mârifetnâme adlı eserinde, şekiller de çizerek Kopernik kanunlarından bahseder.

Batıda Kopernik Kanunları, Mârifetnâme'nin telifinden birkaç yıl sonra, 1757'de Kilise tarafından öğretilme yasağı kaldırılmış bulunuyordu. XVIII. asrın sonlarında, Laplace'a kadar Fransa'da, güneşin değil arzın merkez olduğunu savunan bilim adamları vardı.

Mârifetnâme'de psikiyatriden, atomdan, deney yapılmadan hiçbir şeyin isbat edilemeyeceğinden bahsetmektedir.d
 
ben orda vahdettin hain değil anlamında söylemiştim. ama yanlışları varki o yüzden yıkılmıştır. 600 sene süren hanedanlıkta doğruları varki devam ettirebilmiştir. olaya her yönden bakmak lazım mücahid kardeş.

Eyvallah Vahdettinin hain olmadığını ima etmenizin farkında olarak yazdım zaten,o sözler şahsınıza değil İllede hain olarak anılmasından haz duyanlar içindir.Konu ile alakalı yazdığım farklı yerlerdeki mesajlarımda elbette hatalı oldukları noktaları es geçmiş değilim haddim olmayarak yanlış larına da dikkat çektik.Onlarında insan olmaları hata etme ve yanlış karar alma ihtimâlleri olduğu gerçeğini kabul etme zorunluluğunu doğurur.Ne aşırı övgü nede aşırı yergi ve sövgü.Biz vasat bir ümmetiz.Sevgimizde ve eleştirilerimizde ölçülü olmak zorundayız.Bu gün yaşadığımız vatan onların bıraktıkları mirasın çok küçük bi bölümü.Bunu unutmadan onları rahmetle yad etmek mutlaka bize yakışan bir tavır olacaktır.Hatalarının hesabını ise Alemlerin Rabbine vereceklerdir.DUA İLE
 
ANADOLU KADINLAR BİRLİĞİ (BACIYAN-I RUM)
"Bacıyan-ı Rum", Anadolu Kadınlar Birliği anlamını taşımaktadır. "Bacı" kelimesi, abla, kızkardeş anlamına gelmektedir. "Bacı" kelimesi, günümüzde Anadolu'nun bir çok şehrinde yaygın olarak kullanılmaktadır. "Rum" kelimesi ise Anadolu anlamını ifade etmektedir.
İlme, sanata ve ahlâka son derece önem verilen Ahilikte, kadının da sosyal ve ekonomik hayatta önemli bir yeri vardı. Kadınların teşkilatlanıp gelişmesi için Ahi Evran'in eşi Fatma Bacı, dünyanın ilk kadın teşkilatı olan "Bacıyan-ı Rum" teşkilatını yani Anadolu Kadınlar Birliği'ni kurmuştur.
Örneğin Kayseri'deki Ahiler tarafından kurulan sanayi sitesinde hanımlara mahsus çalışma yerleri de bulunurdu. Bacıyan-ı Rum teşkilatına mensup hanımlar bu sanayi sitesinde el sanatlarını ve mesleklerini icra ediyorlardı. Kadınlar daha çok çadırcılık, keçecilik, nakışçılık, örgücülük, kilim ve halı dokumacılığı, ipek ve pamuk ipliği üretimini gerçekleştirmişlerdir. Çalışan kadınlar gerek mesleki ve teknik konularda, gerekse ahlaki konulardaki çağın gerektirdiği eğitim ihtiyacını "Bacıyan-ı Rum" teşkilatında karşılıyorlardı.
Birçok batılı araştırmacı, tarihin o döneminde Anadolu'daki kadınların bir araya gelerek bugün ki anlamda bir sivil toplum örgütü kurmalarını hayretle karşılamıştır. Alman araştırmacı Franz Taeshner de bunlardan biridir. Franz Taeshner, Ahilik teşkilatı ile aynı dönemde kurulan bu teşkilatın varlığına inanamaz. Çünkü o çağlarda Türk kadınının böyle bir sivil toplum örgütünü kuracak kadar bilinçlendiğine akıl erdiremez.
En eski Osmanlı Devleti tarih yazarı Aşık Paşazade Anadolu'da kurulan Ahilik teşkilatı (Ahiyan-ı Rum) yanında bir diğer sosyal zümre olan Bacıya-ı Rum (Anadolu Kadınlar Birliği)'dan bahseder.
Bacıya-ı Rum teşkilatı, Anadolu kadınlarını, gerektiğinde düşmanlara karşı vatan savunmasında eşlerinin yanında mücadele etmesi ve gerektiğinde de kültürde, sanatta, edebiyatta, sosyal ve ekonomik alanlarda kalkınıp gelişmesini sağlamak için teşkilatlandırmıştır. Anadolu Kadınlar Birliği, kadınlar arasındaki yardımseverliğin, konukseverliğin, doğruluk ve merhametliğin gelişmesine katkı sağladığı gibi Türk dilinin, Türk kültürünün ve İslam anlayışının kadınlar arasında yayılmasını hızlandırılmıştı
Anadolu Kadınlar Birliği, Ahilerin kadınlar kolu olarak yetim ve kimsesiz genç kızları himayesine almış, onların eğitimlerinden, ev-bark sahibi olmalarından sorumlu olmuşlardır. Bunun dışında kimsesiz ihtiyar kadınların bakımı, genç kızların evlendirilmesi gibi birtakım sosyal hizmetlerde bulundular, maddi sıkıntı içinde olanlara yardım elini uzatmışlardır.
Sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlâki ilkeleriyle Ahilik kültürü, fertlerin hak ve özgürlüklerine ayrıca önem vermektedir. Ahilik teşkilatının erkek üyelerine "Eline, beline, diline sahip ol!" yani "hırsızlık etme, başkasının namusuna göz dikme, başkası hakkında kötü konuşma" prensibi benimsetilip yaygınlaştırılırken, şüphesiz iş birliği yaptıkları Anadolu kadınları o günkü adıyla Bacıyan-ı Rum teşkilatı aracılığıyla da hanımlara, "Eşine, işine ve aşına dikkat et!" yani "eşine yardım et, onu evine bağla, işine ve geçimine dikkat et" prensipleri benimsetiliyordu.
 
1.neden osman gazi nin haricindeki hemen tüm padişahlar yabacı kadınlarla evlendi.padişahlarla evlenen yabancı kadınların müslüman olması dinin emri değilmiydi.anneleri yabancı olan kaç padişah var.
2.devlet menfeatı da olsa kardeş katli doğrumudur.5-6 yaşındaki bir kardeşlerin bile ileride osmanlı menfeatına ne zarar vereceğine kim nasıl karar verdi.
3.osmanlının devşirme sistemine başlamasından sonra kaç tane yabancı devlet adamı osmanlı yönetmiş.türk devlet adamlarına güvenmi yoktu.
4.neden sarayda farsça veya arapça şarkılar ve müzik aleteleri serbes iken türkçe türkü söylenmesi ve saz çalınması yasaktı.
5.neden hiç bir osmanlı padişahı hacca gitmedi.
6.600 yıl din adına savaştığını söyleyen osmanlı devleti zamanında kaç hiristiyan ülke müslüman yapıldı.şu an kaçı hala müslüman.niçin müslüman ülkelerede sefer yapıldı.osmanlı zamanında ölen askerlerin şehitliğinde şaibe yokmu.
7.yıldırım ile timur her ikiside türk olduğu halde neden savaştı
8.osmanlı matbaanın ülkeye girmesi için neden kırk yıl direndi.kitapların artması ,dolayısıyla daha çok insanın ve daha kolay bir şekilde eğitilmesine neden karşı idiler.
9.vahdettin gerçekten hainmiydi.
10.enver,talat ve ziya paşaların ülkeye verdiği zararlar neydi. bu paşaların akibeti ne oldu.



osmanlının bilinmeyen yüzleri bunlar. islam adına kurulmuş bir devlet gibi gösterilip övünmemek gerek. madem islam adınaydı neden yok oldu ve helak oldu. eğer doğru yol üzerinde bulunsalardı helak olmazlardı.



ben bütün bu sorulara cevap vermek isterdim ama çok fazla vakit gerek. belki de bu sayfalar yetmez bunları anlatmaya. ama içinden sadece neden padişahlar hacca gitmedi sorusuna kısaca bir cevap vereyim. öncelikle tarihi olaylar zamanın koşullarında değerlendirilir. bunu bilmemizde yarar var. o zamanlarda hacca gitmek şimdiki gibi uçaklarla olmuyor tabi. kervanlarla belki 5-6 aya varan sürelerde gerçekleşiyordu. düşünün bir kere bir ülkenin başı olacaksınız, ve tüm devletler sizin en ufak bi açığınızı yakalamak için fırsat kollayacak , hatta içerde dahi bunu bekleyen hainler olacak.tahtta gözü olan kardeşleriniz olacak ve siz 6 aylığına ülkenizden ayrılarak hacca gideceksiniz. artık gerisini siz düşünün.ülkenin nasıl bir iç savaşa sürükleneceğini anlatmaya gerek yok sanırım. tabi bu sadece sonuçlardan biri.

eleştirirken gerçekçi olmak lazım. şimdiki koşullara bakarak osmanlı veya başka bir ülke tarihi değerlendirilmez. her olay zamanın koşullarında değerlendirilmeli ki doğruyu bulmak daha kolay olsun. saygılar.
 
bu arada mücahit bey , kızılsultan olarak nitelendirilen padişah vahdettin değil.II abdulhamittir. ve batılılar tarafından bu şekilde nitelendirilmiştir. filistin topraklarını satmadığı için bu şekilde lanse edilmiştir .saygılar ( "islamci" kardeş eğer istersen diğer sorularına da cevap vermeye çalışırım kısaca)
 
bu arada mücahit bey , kızılsultan olarak nitelendirilen padişah vahdettin değil.II abdulhamittir. ve batılılar tarafından bu şekilde nitelendirilmiştir. filistin topraklarını satmadığı için bu şekilde lanse edilmiştir .saygılar ( "islamci" kardeş eğer istersen diğer sorularına da cevap vermeye çalışırım kısaca)

Uyarınız için teşekkür ederim.Allah razı olsun .
 
1.neden osman gazi nin haricindeki hemen tüm padişahlar yabacı kadınlarla evlendi.padişahlarla evlenen yabancı kadınların müslüman olması dinin emri değilmiydi.anneleri yabancı olan kaç padişah var.
2.devlet menfeatı da olsa kardeş katli doğrumudur.5-6 yaşındaki bir kardeşlerin bile ileride osmanlı menfeatına ne zarar vereceğine kim nasıl karar verdi.
3.osmanlının devşirme sistemine başlamasından sonra kaç tane yabancı devlet adamı osmanlı yönetmiş.türk devlet adamlarına güvenmi yoktu.
4.neden sarayda farsça veya arapça şarkılar ve müzik aleteleri serbes iken türkçe türkü söylenmesi ve saz çalınması yasaktı.
5.neden hiç bir osmanlı padişahı hacca gitmedi.
6.600 yıl din adına savaştığını söyleyen osmanlı devleti zamanında kaç hiristiyan ülke müslüman yapıldı.şu an kaçı hala müslüman.niçin müslüman ülkelerede sefer yapıldı.osmanlı zamanında ölen askerlerin şehitliğinde şaibe yokmu.
7.yıldırım ile timur her ikiside türk olduğu halde neden savaştı
8.osmanlı matbaanın ülkeye girmesi için neden kırk yıl direndi.kitapların artması ,dolayısıyla daha çok insanın ve daha kolay bir şekilde eğitilmesine neden karşı idiler.
9.vahdettin gerçekten hainmiydi.
10.enver,talat ve ziya paşaların ülkeye verdiği zararlar neydi. bu paşaların akibeti ne oldu.



osmanlının bilinmeyen yüzleri bunlar. islam adına kurulmuş bir devlet gibi gösterilip övünmemek gerek. madem islam adınaydı neden yok oldu ve helak oldu. eğer doğru yol üzerinde bulunsalardı helak olmazlardı.

acizane bilgimle bu soruların bazılarına kısa cevaplar vermek isterim.
2- eğer olayı günümüzün bakış açısıyla değerlendirirseniz, bu çok zalimce bir davranış olarak görülebilir. fakat o zaman devletin kritik dönemlerinde bazı kişiler feda edilebilirdi. ancak hiçbir zaman 5-6 yaşındaki taht varisleri hiçbir zaman öldürümemiştir, bu resmen Osmanlı'yı çekemeyen kendini tarihçi sanan bir grubun iftirasıdır.
3- osmanlı devleti asla türk-türk olmayan gibi basit bir ayrıma gitmediğinden devşirmede bir sorun görmemiştir ki devşirme olan devlet adamlarının da başarıları ortadayken bu soruyu sormak abes değil midir?
4- her ne kadar bunu ilk sizden duymuş olsam ve bunun yalan olduğuna maddi olarak bir delilim olmasa da bütün kalbimle inanıyorum ki bu bir grup asabiyetçinin uydurmasıdır.
5- Haccın şartlarını göz önünde bulunduracak olursak, haccın yapılabilmesi için yol güvenliğinin bulunması gerekir. Fakat Osmanlı'nın bir dönemi haricinde Hac yolu pek de güvenli sayılmazdı, her ne kadar sıradan Müslümanlar için o kadar da büyük bir sorun olmasa da bir padişah birinci görevini bırakıp devleti kaos ortamına sokacak riskler alamazdı, nitekim almadı da. Belki Kanuni Sultan Süleyman ve ondan sonraki 100 yıl boyunca tahta çıkan padişahlar bu açıdan eleştirilebilir, fakat diğer padişahlar zor bir seçim yapmak zorunda kalmışlar ve devletin bekasını seçmişlerdir.
6- Osmanlı'nın sefer yaptığı Müslüman devletlerin genelde tek amacı Osmanlı'nın yerini almak, Osmanlı halkına bazı bozuk fikirleri aşılamak ve bir keşmekeş ortaya çıkarmaktı. Özellikle bunu Safevi Devleti'nde bariz bir şekilde görüyoruz.
7- Yıldırım ile Timur'un Türk olmalarının pek bir önemi yoktur,özellikle Timur gibi kalleşlik yapınca ortak ırktan olmanın önemi kalmaz. Timur'un Sivas'ta yaptığı katliam herhangi bir mazeretle açıklanamaz.
9- Vahdettin Mustafa Kemal Paşa'yı Samsun'a halkı örgütlemesi için yolladı, fakat biliyordu ki İngilizler buna izin vermeyecekti. O yüzden Mustafa Kemal'i oradaki Türk halkı silahsızlandırmak ve oradaki çatışmaları sona erdirmek için yollamış gibi gösterdi. Sevr olayına gelirsek, Vahdettin'in Sevr'e yolladığı temsilcilere "Zararımıza olacak herhangi birşeyi imzalamayın." demesine rağmen bu temsilcilerin emre itaatsizlik ettiği de ortadadır.
11- Özellikle bu sorunuzda bariz bir önyargı ve kötü niyeti sezmemek elde değil ancak ben yine de bu sorunuza cevap vermek istiyorum: Her devlet gibi Osmanlı'nın da iyi ve kötü zamanları olmuştur, ancak şurası da kesin ki Osmanlı'nın son zamanlarına dek(ister III.Selim'in ya da II.Mahmut'un tahta çıkışına kadar deyin, ister Tanzimat'a, ister II. Meşrutiyet'e) tek amaç Büyük İslam Devleti'ni kurmak ve geliştirmekti. Zaten bu amaç da büyük ölçüde gerçekleştirilmişti, ancak hem Coğrafi Keşifler hem de bazı basiretsiz devlet adamları, hem de halkın manevi seviyesindeki düşüş bu acı sonu yavaş yavaş hazırladı. Ancak dediğim gibi Büyük İslam Devleti düşüncesinden Osmanlı'nın son zamanlarına dek asla vazgeçilmemiştir.
Biliyorum ki bu cevaplarda hatalar, yanlışlar vardır ve bundan dolayı herkesten özür dilerim. Ancak islamcı kardeş bu cevapların senin sorularından farkı iyi niyetten başka birşey değildir. Sana da iyi niyetli olmanı tavsiye ederim.
 
Akıncılar, o yüzyıllar boyunca Avrupa'nın fethinde çok önemli rol oynadılar; ama bir devre sonra; Allah'ın evliyası yerine, cinci hocalar hakimdi saraya artık. Devşirme paşalardan İbrahim Paşa, Akıncıların hepsini yok etmeyi başardı, savaş alanında yalnız bırakarak, çok miktarda düşmanın üzerine özellikle saldırtarak akıncıların yok olmasına sebebiyet verdi. Allah'ın düşmanları, Allah'ın dostlarının kökünü kazımayı başarmışlardı.

Ne zaman ki saraya Allah'ın mürşidlerinin yerine cinci hocalar girdi ve ilm-i nücumla, artık şeytanla ilişkiler kurulmaya başlandı. Osmanlı o noktadan itibaren duraklama devrine, daha sonra da gerileme devrine girdi.
Sevgili okuyucular, Osmanlı için bir korkunç dizayn söz konusu oluyor. Bu devirde Osmanlı, tarihî kişiliğini yitirmiştir ve "Nizam-ül Âlem" olmaktan, "Nizam-ül Cedide", yeni nizama geçmiştir Osmanlı. Ve İbrahim Paşa (bir devşirme Paşa'dır) hâlâ tarihçilerin bilinmeyen sebeplerle diye kapalı tuttuğu bir dizayn içersinde, bütün akıncıları birbirine katar düşmana kırdırmayı başarmıştır. Sevgili okuyucular her zaman bütün orduların içinde hainler bulunur.
Kısacası Allah'a ve onun mürşidlerine itaatleri sayesinde aleme nizam verir hale gelen Osmanlı, mürşidlerin yerini cinci hocaların almasıyla şeytanın adamlarının elinde günden güne eridi gitti.
 
Osmanlı’nın çöküşünü hızlandıran antlaşma: Baltalimanı Antlaşması

Osmanlı Devleti’nin, 1838’de, İngiltere ile Baltalimanı’nda imzaladığı ticaret antlaşması.Avrupa’da sanayi inkılabının neticesi olarak daha fazla ham maddeye ihtiyaç duyulmaya başlandı. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti de 1826’dan itibaren, ham maddesini dışarıya çıkararak, esnafın işsiz kalmasını önlemek maksadıyla bir nevi himaye sistemi olan yed-i vahid (tekel) usulünü uygulamaya koymuştu. Sistemin, ayrıca, yeni kurulmuş olan Asakir-i Mansure-i Muhammediyye ordusuna kaynak bulmak ve üreticinin mahsulünü ucuza satarak aldanmasını önlemek gibi gayeleri de bulunuyordu. Yed-i vahid uygulaması özellikle İngiliz tüccarlarını son derece rahatsız ediyordu. Nitekim, İngiliz sefiri Ponsenby, yed-i vahid usulü ile ticaret serbestisine konmuş engellere şiddetle çatmakta; Türkiye’de mahsul yetiştirenler, bunların fiyatlarını tespit etmekte yegâne hakim olan imtiyazlı kimselere satmak mecburiyetinde kaldıkça, Türk sanayiinin geriliğe mahkûm kalacağını iddia etmekteydi. Kısaca yed-i vahid usulü, İngiltere’nin Osmanlı Devletini gönlünce sömürmesini engellemekteydi.

Bu sebeple İngilizler, Osmanlı ticaretinde kendilerine ters düşen hükümlerin kaldırılması için 1833’ten itibaren ünlü hariciye nazırları Palmerston aracılığıyla uğraşmaya başladılar. 1836’daki müzakerelerde Osmanlı heyetine başkanlık eden gümrük emini Tahir Efendi, eski düzenden mümkün olduğunca az taviz vermeye çalışmış ve İngiliz isteklerine boyun eğmemişti. Bu durumda İngiliz diplomasisi, Osmanlı bürokrasisinin zayıf ve bunalımlı bir devresini kollamaya başladı. Nitekim bu fırsat, iki yönlü bir şekilde, İngilizlerin karşısına çıktı.
1837’de Londra büyük elçiliğinden hariciye nazırlığına getirilen Mustafa Reşid Paşa, İngilizlere yakın bir müzakereciydi. Londra büyükelçiliğindeyken mason locasına kayıtlı olan Reşid Paşa, Osmanlı Devletini, iktisadi bakımdan çökertecek bir antlaşmaya yanaşmakta hiç tereddüt göstermedi. Bu sırada Mehmed Ali Paşa, Mısır’da Osmanlı Devleti için büyük bir tehlike arz ediyordu. Reşid Paşa, Mısır meselesinde İngilizlerin yardımlarını temin bahanesiyle, Baltalimanı’ndaki yalısında dört gün süren ve çok gizli tutulan pazarlıklar sonucunda, 16 Ağustos 1838’de Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşmasını imzaladı. Antlaşma, 8 Ekim 1838’de Kraliçe Victoria, bir ay sonra da Sultan Mahmud tarafından tasdik olundu. Esas ve zeyl olmak üzere iki kısım halinde tanzim edilen antlaşmanın birinci kısmı, iç ticarete ait maddeleri; zeyli meydana getiren ikinci kısım ise İngiltere’den ithal edilecek mallarla, transit eşyaların gümrüklendirilme şekillerini ihtiva ediyordu.
Antlaşmanın zeyl kısmının ikinci maddesine göre, zirai mahsullerle sair eşya üzerine konan yed-i vahid yani tekel usulü, tamamen kaldırılıyordu. Bu maddeyle emperyalizmin önündeki engeller kaldırılarak, iktisadi sistemimiz felce uğramış oluyordu. Ayrıca, iç ticaretin, Osmanlı vatandaşlarına münhasır kalması da kaldırılıp, istisnasız bir şekilde İngiliz tüccarlarına veriliyordu.
Antlaşmanın diğer önemli hükümlerine gelince, dördüncü madde ile, Britanya tebaası, Osmanlı memleketleri mahsulü olan bütün maddeleri, istisnasız olarak ihraç etme iznine sahip olacaklardı. Altıncı madde ile transit resmi kaldırılmaktaydı. Yedinci madde ile, İngiliz gemileriyle gelen İngiliz emtiası için, bir defa gümrüğü ödendikten sonra, ithalatçı veya alıcı tarafından nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmeyecekti. Antlaşmanın bu hükümleri ile, Osmanlı hazinesi, önemli bir gelir kaynağından mahrum kaldı. Önceden yabancı bir emtia bir eyaletten diğer bir eyalete geçerken, ilave gümrük ödemek zorunda bulunduğundan, fiyatı artarak rekabet gücünü kaybediyordu. Şimdi ise, Osmanlı tüccarı, bir yerden bir yere bir malı götürüp satarken yüzde 12 vergi verirken, İngiliz tüccarları, ortakları ve adamları, yüzde beş vergi ödeyecekti. Böylece, İngiliz tüccarları, Osmanlı tüccarına karşı korunmuş oluyordu. Bilahare transit resminin devam etmesine karar verilmiş ise de, buna karşılık ithalat resimlerinde, yüzde ikiye varan bir indirime daha gidildi.
Bu arada antlaşma hükümlerinin Mısır, Afrika eyaletleri dahil bütün Osmanlı ülkelerinde ve her sınıf halk tarafından tatbik ve riayet olunacağına dikkat çekildikten sonra, isteyen bütün dost devletlere de istisnasız olarak antlaşmanın teşmil edileceği taahhüt olunuyordu. Nitekim, 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar, Osmanlı dış ticaretinde birinci sırayı alan Fransa, menfaatlerine halel geleceğini bilerek bu antlaşma hükümlerine şiddetle karşı çıktığı halde, çok geçmeden 25 Kasım 1838’de yukarıdaki maddeye istinaden aynı hükümleri ihtiva eden bir antlaşma imzaladı. Bunu, Avrupa’nın diğer devletleri takip etmekte gecikmediler. 31 Ocak 1840’ta İsveç ve Norveç, 2 Mart 1840’ta İspanya, 14 Mart 1840’ta Hollanda, 30 Nisan 1840’ta Belçika, 1 Mayıs 1841’de Danimarka ve 20 Mart 1843’te Portekiz ile antlaşmalar imzalandı.
Mason Mustafa Reşid Paşanın faaliyetleri sonucu, 1838’de önce İngiltere ve sonraki yıllarda diğer Avrupa devletleriyle imzalanan bu ticari antlaşmalar, esnafı ve tüccarlarımızı uşaklığa, devletimizi de borç bataklığına düşürmekten öte bir işe yaramamıştır. Nitekim, antlaşmanın imzalanmasından sonra Avusturya başbakanı; “İşte Osmanlı şimdi bitti!” derken, Osmanlı’ya büyük bir darbenin vurulduğunu daha işin başında söylemekten kendini alamamıştır. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra, 1858’de antlaşmanın tesirlerini anlatan İngiliz Edward Michelson ise; “Yabancı ülkelerde büyük ünü olan Türk sanayiinin birçok kolları, şimdi tamamen yok olmuştur. Bunlar arasında pamuk sanayii başta gelir ki, bunlar tamamıyla İngiliz sanayii tarafından sağlanmaktadır. Şam’ın çelik bıçakları, Kıbrıs’ın şekeri, İznik’in çinisi, Teselya’nın iplik boya sanayii hep yok olmuştur. Bütün bu sanayi kollarının, bugün, Türk topraklarında artık izi bile kalmamıştır” derken, Türk sanayiinin düştüğü acı durumu dile getirmiştir. Bu ticaret antlaşmaları, devlet hazinesini, önemli masrafları karşılayamaz hale getirdi ve Avrupa’dan borç alma yolu açıldı. Böylece, dışa bağımlılık devri başlamış oldu.
Gerçekten de Sultan Abdülaziz, 1861’de tahta çıkarken, 1838 ticari antlaşmalarının bir neticesi olarak, dış ticaretin yanında iç ticaret de yabancıların eline geçmiş, büyük çapta mali ve iktisadi çöküntü içerisinde bulunan bir devletle karşılaşmış idi.
 
Fatih Sultan Mehmed Han Ahidnâmesi MURAT HAN'IN OĞLU, MEHMET DAİMÎ MUZAFFER!
fatihsultanmehmed.jpg
28 Mayıs 1463 Mılodraz Dünya Fatihi, Haşmetli ve Ulu Sultan'ın imzalı ve parlayan mühürlü fermanı aşağıdadır.

"BEN FATİH SULTAN HAN, BÜTÜN DÜNYAYA İLÂN EDİYORUM Kİ; KENDİLERİNE BU PADİŞAH FERMANI VERİLEN BOSNALI FRANSİSKENLER HİMÂYEM ALTINDADIR VE EMREDİYORUM:


HİÇ KİMSE NE BU ADI GEÇEN İNSANLARI NE DE ONLARIN KİLİSELERİNİ RAHATSIZ ETMESİN VE ZARAR VERMESİN. İMPARATORLUĞUMDA HUZUR İÇERİSİNDE YAŞASINLAR VE BU GÖÇMEN DURUMUNA DÜŞEN İNSANLAR ÖZGÜR VE GÜVENLİK İÇERİSİNDE YAŞASINLAR. İMPARATORLUĞUMDAKİ TÜM MEMLEKETLERE DÖNÜP KORKUSUZCA KENDİ MANASTIRLARINA YERLEŞSİNLER.

NE PADİŞAHLIK EŞRÂFINDAN, NE VEZİRLERDEN VEYA MEMURLARDAN, NE HİZMETKÂRLARIMDAN, NE DE İMPARATORLUK VATANDAŞLARINDAN HİÇ KİMSE BU İNSANLARIN ONURUNU KIRMAYACAK VE ONLARA ZARAR VERMEYECEKTİR.

HİÇ KİMSE BU İNSANLARIN HAYATLARINA, MALLARINA VE KİLİSELERİNE SALDIRMASIN, HOR GÖRMESİN VEYA TEHLİKEYE ATMASIN. HATTA BU İNSANLAR BAŞKA ÜLKELERDEN DEVLETİME BİRİSİNİ GETİRİRSE ONLAR DA AYNI HAKLARA SAHİPTİR.

BU PADİŞAH FERMANINI İLÂN EDEREK BURADA, YERLERİN, GÖKLERİN YARATICISI VE EFENDİSİ ALLAH, ALLAH'IN ELÇİSİ AZİZ PEYGAMBERİMİZ MUHAMMED VE 124 BİN PEYGAMBER İLE KUŞANDIĞIM KILIÇ ADINA YEMİN EDİYORUM Kİ; EMRİME UYARAK BANA SADIK KALDIKLARI SÜRECE TEBAAMDAN HİÇ KİMSE BU FERMANDA YAZILANLARIN AKSİNİ YAPMAYACAKTIR."

Başka dinden, ırktan olanlara özgürlük ve hoşgörü sağlayan bu ferman, Fatih Sultan MEHMET'in Bosna-Hersek'i fethinden sonra 28 Mayıs 1463 tarihinden Milodraz'da yazdırılmıştır. Aslı Bosna-Hersek Fojnica şehrinde Fransisken Katolik Kilisesi'ndedir. Ferman, yeni ortaya çıkarılmış olup, Kültür Bakanlığı'nca Osmanlı Devleti'nin Kuruluşunun 700. Yıldönümü nedeniyle yayımlanmıştır. Tarihte bilinen insan hakları hareketlerinden en eskisi; Fransız İhtilâli'nden 326, 1948 Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesinden 485 ve Amerika'nın keşfinden 29 yıl önce uygulamaya konmuştur.
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks