Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Fecr suresi ayet 21
Hayır; yer, parça parça yıkılıp darmadağın olduğu,

Siz, yanlış düşünceniz gereği, bu dünyada istediğiniz gibi yaşayacağınızı ve hiçbir sorguya tabi tutulmayacağınızı sanıyor; ceza ve mükâfatı da inkar ediyorsunuz. Bu nedenle dünyada böyle bir davranış içinde bulunuyorsunuz. Ama o ceza ve mükafaat günü muhakkak gelecektir.

Fecr suresi ayet 22
Rabbin(in buyruğu) geldiği ve melekler de dizi dizi durduğu zaman;

Buradaki ifade olan "câe rabbüke" (Rabbin geldi) 'den, Allah'ın bir yerden bir başka yere naklolması anlaşılmaz. Bunu bir benzetme olarak anlamalıyız. Buradaki düşünce; Allah'ın iktidar, saltanat ve kahhariyet alametlerinin gözükeceği maksadını taşımaktadır. Şu misalde olduğu gibi: Bu dünyada bir padişahın askerleri ve yüksek memurları bir yere geldiklerinde, padişahın kendi gelişindeki psikolojik havayı oluşturamazlar. Ayetteki ifadede Allah, kendisinin gelmesini bunun için kullanmıştır.

Fecr suresi ayet 23
O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda?

Buradaki kelime iki anlama gelebilir:
Birincisi,
o gün insan dünyada ne yaptığını hatırlayacak ve bunun üzerine üzülecek, utanacaktır. Fakat o gün üzülmenin ve utanmanın hiç faydası olmayacaktır.
İkinci olarak,
o gün insan aklı başına gelecek ve peygamberlerin dediğinin doğru olduğunu anlayacaktır. Ayrıca peygamberlerin tebliğini kabul etmemekle ne büyük aptallık ettiğini görecektir. Ancak bu, ona hiçbir yarar sağlamayacaktır.

Fecr suresi ayet 24
Der ki: "Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim."

Bu anlamanın hükmü, azap ve zararın şiddetini duymak; hasret ve pişmanlıkla şöyle inlemekten ibaret olur: Der: Keşke hayatım için takdim etseydim. Takdimden maksat, ilerisi için önceden hayırlı işler yapmaktır. 'deki lâm, sebep ve vakit göstermek içindir. Sebep için olduğu takdirde, yani "hayatım için takdim etseydim" mânâsına geldiği takdirde hayattan maksat ahiret hayatı; v a kit için olduğu takdirde ise, dünya hayatı olur. Yani der ki: Ah ne olurdu ben hayatım için, yahut hayatımda önceden hayırlar yapmış, iyi ameller göndermiş olsaydım!...

Fecr suresi ayet 25
Artı o gün hiç kimse, (Allah'ın) vereceği azab gibi azablandıramaz.

Kısacası o gün "Onun ettiği azabı kimse edemez, onun vurduğu bağı kimse vuramaz". Buradaki "azabehu" ve "vesakahu" kelimelerinin sonlarındaki zamirde iki vecih vardır. Birisi, bunların Allah lafzı yerine kullanılmış olmasıdır ki, Allah'ın o gün o insana ettiği azabı kimse edemez ve vurduğu bağı kimse vuramaz, demek olur. Bundan mu r at da o günkü azabın şiddetini, bağ ve pranganın kuvvetini açıklamak olur. Birisi de bu zamirlerin insan yerine kullanılmış olmasıdır ki bu daha çok tercih edilmektedir. Buna göre mânâ şu olmalıdır: O gün öyle diyecek olan insanın kendine ettiği azabı baş k a birisi etmez ve kendine vurduğu bağı kimse öyle sıkı vuramaz. Çünkü bugün bu azap ve bağ ona sırf kendi inkârının ve kötü amellerinin cezası olduğundan kendi kendine etmiş demektir ki "Sana gelen her fenalık da kendindendir."(Nisâ, 4/79) âyetinin mânâ s ıdır.

Kisai ve Yakub kırâetlerinde ve fiilleri "zâl" ve "sâ"nın fethiyle mechul okunur ki bunda zamirin o insan yerine kullanıldığı kesin olur. Onun azabı gibi kimse azap görmez ve onun bağlanışı gibi kimse bağlanmaz, demek olur.

Dünyaya gönül bağlayan ve huzuru ancak dünya lezzetlerinde bulan kâfir insanın sonu bu olduğu anlatıldıktan sonra buna karşılık Allah'a gönül bağlayan ve huzuru ancak onun zikir ve itaati ile rızasında bulan nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefs) nin sonu anlatılmak için de buyuruluyor ki;

Fecr suresi ayet 26
Onun vuracağı bağı da hiç kimse vuramaz.

Yine hiç kimse O’nun vurduğu bağ gibisini vuramaz. Hiç kimse O’nun yakaladığı gibi yakalayamaz. Hiç kimse O’nun azap ettiği gibi azap edemez.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Zilzal suresi ayet 1
Yer, o şiddetli sarsıntıyla sarsıldığı,

Buradaki "zelzele"nin manası, arka arkaya şiddetli sarsıntıdır. "Zülziletü'l ardu"nun manası, yeryüzünün şiddetle sallanacağıdır. Çünkü yeryüzünün sallanmasının zikredilmesinden, kendiliğinden şu anlam çıkmaktadır; yeryüzünün bir kısmı değil, bütün olarak yeryüzü sallanacaktır. Bunun şiddetini vurgulamak için "zilzaleha" kelimesi izafe edilmiştir. Lafzen manası "onu sallamak"tır. Bunun anlamı; arz öyle sallanacaktır ki, bu gerçek bir sallantıdır. Veya onu aşırı şiddetle sallayacaktır. Bazı müfessirler bu sarsıntıdan muradın, Kıyametin birinci merhalesindeki zelzele olduğunu söylemişlerdir. Yani bütün mahluk helak olacak ve dünyanın mevcut düzeni yıkılarak alt üst olacaktır. Ama bazı müfessirlere göre bundan murad, kıyametin ikinci merhalesinin başlangıcı olan zelzeledir. Yani bütün insanları tekrar diriltecek ve onlar kalkacaklardır. Bu ikinci tefsir daha doğrudur. Çünkü sonraki bütün muhteva buna delalet etmektedir.

Zilzal suresi ayet 2
Yer, ağırlıklarını dışa atıp-çıkardığı,

Aynı konu İnşikak suresinde şöyle açıklanmıştır: "İçinde olanları atıp tamamen boşaldığı zaman" (İnşikak 4) . Bunun birkaç anlamı vardır: Birincisi, ölmüş olan insanlar nerede ve hangi halde olurlarsa olsunlar hepsi yer altından dışarıya atılacaklardır. Sonraki ayet, o an onların cisimlerinin tüm parçalarının yeniden biraraya getirilerek dünyadaki ilk şekilleri gibi diriltileceklerine delalet etmektedir. Çünkü eğer böyle olmayacaksa onlar, "bu yeryüzü ne oluyor?" sözünü nasıl söyleyecekler?
İkinci anlamı şudur: Ölü insanları dışarıya atmakla yetinmeyecek, ayrıca insanın dünyadayken işlediği ve kendisine şehadet edecek olan fiiller ve sözlerin de hepsini dışarıya atacaktır. Daha sonraki ayet şuna delalet etmektedir: Yeryüzünde yayılması ve bu halin keyfiyeti açıklanmıştır. Bazı müfessirler üçüncü anlamı şöyle açıklamışlardır: Altın, gümüş, mücevherler ve yer altında gömülü olan her türlü varlık da dışarıya atılacaktır. İnsan görecektir ki, dünyada onlar için can attığı, onların hatırı için katlettiği, başkalarının hakkını yediği, hırsızlık yaptığı, yol kestiği, karada ve denizde korsanlık yaptığı, harp yaparak toplumları mahvettiği şeyler bugün önündedir ve hiç bir işine yaramamaktadır. Tersine, azabına sebep olacaktır.

Zilzal suresi ayet 3
Ve insan: "buna ne oluyor?" dediği zaman;

"İnsan"dan kasıt, her insan olabilir. Çünkü tekrar diriltildiğinde ilk sözü "ne oluyor?" olacak. Sonra anlayacak ki, bu, Kıyamet günüdür. "İnsan"dan kasıt, Ahireti inkar eden insan da olabilir. Çünkü onun imkansız zannettiği şey önüne getirilecek, onu görerek hayret ve şaşkınlık içinde kalacaktır. Ehl-i iman, bu olay karşısında ne hayret içinde kalacak ne de bu onun için perişanlık sebebi olacaktır. Çünkü onlar akideleri gereği böyle bir günü beklemekteydiler. Bir bakıma Yasin suresinin 52. ayeti de bunu teyid etmektedir. Ahireti inkar edenler şöyle diyecekler: "Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" (Yasin 52) Onlara cevap şöyle olacaktır: "İşte Rahman'ın vaadettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş" (Yasin 52) . Ayet bu cevabı kafirlere ehl-i iman'ın vereceğini açıklamıyor. Çünkü ayette bu açıklanmamıştır. Ama bu cevabı Müslümanların verebileceği de ihtimal dahilindedir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Zilzal suresi ayet 4
O gün (yer) , haberlerini anlatacaktır.

Ebu Hureyre, Rasulullah'ın bu ayeti okuyarak şöyle sorduğunu rivayet etmiştir: "Bu ayetin, nasıl bir hali anlattığını biliyor musunuz?" Sahabe-i Kiram: "Allah'ın Rasulü daha iyi bilir" dediler. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu: "Bu hal, yeryüzünde amel işleyen erkek ve kadın her kulun yaptıkları hakkında, filan gün filan işi yapmıştır şeklinde şahitlik edip söyleyeceği haldir." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Neseî, İbn Cerir, Abd b. Humeyd, İbnü'l Münzir, Hakim, İbn Merduye, Beyhaki) Rubeyye el-Hareşî, Rasulullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Yeryüzünden sakının. Çünkü bu sizin temelinizdir. Üzerinde işlediğiniz iyi ya da kötü amellerin tümünden haberdardır ve ona şahitlik edecektir." (Mu'cem et-Taberanî) Enes, Rasulullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Kıyamet günü yeryüzü işlenen her ameli meydana çıkaracaktır. Ondan sonra Rasulullah bu ayetleri okudu" (İbn Merduye, Beyhakî) Hz. Ali'nin hayatında onun, beytü'l maldan bütün hak sahiplerine para taksim ederek onu boşalttıktan sonra iki rekat namaz kıldığı yazılıdır. Hz. Ali daha sonra şöyle derdi: "Şahit ol ki, ben seni hak ile doldurdum ve hak ile boşalttım."
Yeryüzü, Kıyamet günü üzerinde olup biten olayları açıklayacaktır. Yeryüzünün nasıl konuşacağı, eski insanlar için hayret verici bir şey olabilir.
Tabiat ilminin bu kadar ilerlediği, mesela radyo, sinema, hoparlör, televizyon ve elektronik alanda çeşitli icatları gören bu devir insanı için bunu anlamak hiç de zor değildir. İnsanın ağzından çıkan kelimeler havada nakşolmaktadır. Radyo dalgaları ile, evdeki duvarlarda, tavanda, yolda, meydanda ya da tarlada konuştuklarının her zerresi korunmaktadır. Allah (c.c.) istediği zaman bu sesleri, insanın ağzından ilk çıktığı şekilde aynen tekrarlatabilir. İnsan bu seslerin kendisine ait olduğunu kulaklarıyla duyacak ve anlayacaktır. Onu tanıyanlar da bunu duyunca o şahsın ses ve lehçesinden anlayacaktır. Ayrıca insan yeryüzünde nerede, ne zaman ve nasıl hareket etmişse, onun her hareketinin aksi, çevresindeki eşyalar üzerinde korunmaktadır, tıpkı fotoğraf gibi. Karanlıkta bile bir hareket yapsa, bu durumda mevcut olan bazı dalgalar aracılığıyla aydınlıkta olduğu gibi resminin aksini alır. Bu bütün fotoğraflar kıyamet günü hareketli bir film gibi insanın önünden geçecektir. Ona dünya hayatında ne gibi ve nerede bir iş yaptığı gösterilecektir.
Allah'ın, her insanın yaptığını doğrudan bildiği bir gerçektir. Ama ahirette mahkeme kurulduğu zaman Allah (c.c.) eğer bir kimseye ceza verecekse, adaletinin bütün şartlarının gereğini yerine getirir. O'nun mahkemesinde her suçlu insan için mahkeme açıldığında, suç işlediğine dair eksiksiz ve mükemmel şehadetler gösterilerek, suç son noktasına kadar ispatlanacak ki suçunu inkar etmeye kalkışmasın. Birinci şehadet, Kiramen Katibîn meleklerinin her zaman, her yaptığı işi kaydettikleri amel defteridir. (Kaf 17-18, İnfitar 10-11-12) Amel defterleri ellerine verilecektir. Onlara şöyle denilecektir: "Hayatta yaptıklarını oku, Hesabın için bu sana yeter." (İsra 14) "İnsan onu okuduğunda kaydedilmemiş en ufak veya en büyük şey kalmadığına hayret edecek." (Kehf 19) Ondan sonra insanın bu dünyada kullandığı cisminin organları kendi lisanlarıyla Allah'ın mahkemesinde şehadet edeceklerdir. Allah'ın mahkemesinde dünyada iken nasıl konuşturduğunu açığa çıkarmak için diline lisan verilecektir. El ve ayakları, onları ne gibi işlerde kullandığına şehadet ettirilecektir. (Nur 24) Gözleri ve kulakları, onları neyi görmek ve neyi duymak için kullandığı yolunda ona karşı şehadet edecektir. Cisimlerinin derisi bütün amellerine şahitlik edecektir. İnsanlar hayret içinde kalarak, azalarına karşı, "sizler bana karşı nasıl şahitlik yaparsınız?" diyeceklerdir. Azaları cevap vererek, "Bu gün Allah'ın emridir, herşey konuşmaktadır ve biz de O'nun emriyle konuşmaktayız" diyeceklerdir. (Fussilet 20-21-22) Ayrıca yeryüzünde ve yaşadığı çevredeki sesleri kulaklarıyla duyacak ve yaptıklarının tamamını film gibi, gözleriyle seyredecektir. Üstelik insanın zihninden geçen düşünceleri, gizli maksatları, amellerinin arkasındaki niyetler onun gözünün önüne serilecektir. Bu, ileride Adiyat suresinde de görülecektir. Bu sebeble, o kadar kati, açık ve kesin ispattan sonra insanın inkâr etmesine ve mazeret ileri sürmesine mahal kalmayacaktır. (Mürselat 35-36)
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Zilzal suresi ayet 5
Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir.

Zilzal suresi ayet 6
O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük fırlayıp çıkarlar.

Bunun iki anlamı olabilir. İnsanların her birisinden yalnız olarak hesap sorulacaktır. Aile, sülale, parti, kavim gibi bütün bağları kopartılacaktır. Aynı şey Kur'an-ı Kerim'in diğer yerlerinde de buyurulmuştur. Mesela En'am suresine de Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "O gün görülecektir ki, ilk defa yarattığımızda olduğu gibi şimdi de sen yapayalnız benim huzurumdasın" (En'am 94) Meryem suresinde de şöyledir: "O bize yalnız olarak gelecek." (Meryem 80) , "Onların her biri Kıyamet günü Allah'ın huzurunda yalnız olarak bulunacak" (Meryem 95) . İkinci anlamı da şu olabilir: Yer yer ölen binlerce insan, yeryüzünün her köşesinden gruplar halinde gelecektir. Nebe suresinde buyurulduğu gibi. "Sur'a üflendiği zaman fevc fevc gelecekler" (Nebe 18) . Ayrıca bazı müfessirler çeşitli anlamlar açıklamışlardır. Ancak hiç biri "eştâten" kelimesinin anlamına uygun düşmemektedir. En doğrusu, yukarıda geçen ve Kur'an ile sünnetin Kıyamet izahına uygun düşen açıklamadır.

Bunun iki anlamı olabilir. Birisi, "onlara amelleri gösterilecektir" şeklindedir. Yani herbirisine dünyada ne yaptığı gösterilecektir. İkincisi "onların amellerinin karşılığı gösterilecek" şeklindedir. Bu mana da olabilir. Ancak Allah, "onların amellerinin karşılığını göstereceğiz" değil, "onların amellerini göstereceğiz" demiştir. Eğer Allah, onların amellerinin karşılığını gösterecek olsaydı "onların amellerinin karşılığını göstereceğiz" derdi. Bundan dolayı birinci mana daha kabule şayandır.
Özellikle Kur'an'ın birçok yerinde, kâfir ve mü'min, salih ve fasık, itaatkâr ve asinin her birine kendi amel defterinin muhakkak verileceği tasrih edilmiştir. (Mesela bkz. Hakka 19-25, İnşikak 7-10) Bu da gösteriyor ki, bir kimseye amelini göstermekle onun amel defterini ona havale etmek arasında bir fark yoktur. Ayrıca yeryüzünde bütün olan bitenler açıklandığı zaman, baştan beri devam etmekte ve Kıyamete kadar sürecek olan hak ve batıl mücadelesinin bütün sahneleri ayrıntısıyla gözönüne serilecektir. Orada hak uğrunda çalışanların ne yaptığı ve batıl taraftarlarının onun karşısında ne gibi harekette bulunduğu apaçık görülecektir. Hakk'a çağıranların ve buna karşı dalaleti yayanların bütün konuşmalarının kendi kulaklarına duyurulacağı uzak bir ihtimal değildir. İki tarafın yazıları, literatürleri ve bütün yaptıkları aynen gösterilecektir. Kâfirlerin ehl-i hakk üzerindeki zulmünü, ehl-i hak ile ehl-i batıl arasındaki bütün harplerin manzarasını insanlar haşr meydanında kendi gözleriyle göreceklerdir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Zilzal suresi ayet 7
Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu görür;

Zilzal suresi ayet 8
Kim de zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, o da onu görür.

Bu ayetin salt anlamı şudur: İnsan zerre kadar iyilik veya zerre kadar kötülük yapmışsa, onun amel defterinde kayıtlı olarak bulunacağı ve insanın onu göreceği doğrudur. Ama bunu görmeden ona ceza ve mükafat verilmesi şeklinde anlarsak o zaman şu anlamı kabul etmek mümkün değildir: Ahirette, her küçük iyilik için bir kimseye mükafat verilecek ve her küçük kötülük için de ona ceza verilecektir. Orada hiç kimse yaptığı iyiliğe mükafat ve kötülüğe cezadan kurtulamayacaktır. Çünkü bir anlama göre, her kötü amelin cezası ve her iyi amelin mükafatı ayrı ayrı verilecektir. Diğerinden ise şu anlam çıkmaktadır: En salih ve muttakî insanlar bile, işledikleri küçük küçük kusurlar için cezalanmaktan kurtulamayacaklardır. Hiç bir zalim, kafir ve kötü insan da küçük küçük iyiliklerine mükafat almadan kalmayacaktır. Bu iki anlam da Kur'an ve Hadis'in açıklamasına ters düşmektedir. Aklî bakımdan adalet ve insafa uymamaktadır. Aklî olarak düşünürsek, efendisine samimiyetle hizmet eden sadık bir hizmetçisinin küçük kusurlarını efendisinin affetmemesi, onun her bir hizmetine karşılık mükafat verirken, herbir kusurunu da sayarak ona ceza vermesi nasıl kabul edilebilir? Bu, akla da uygun değildir. Ayrıca, yaratıp kendisine sayısız ihsanda bulunduğunuz, ama size karşı gaddar ve vefasız olan, ihsanınıza karşı daima nankörlük yapan bir adamın gaddarlık ve nankörlük tavrını gözardı ederek küçük hizmetlerine mükafat vermeniz de akla uygun değildir. Kur'an ve Hadis'te mü'min, katıksız kafir, müfsid ve zalim kafir vs. çeşitli tip insanlara verilecek ceza ve mükafatın ayrıntılı kanunu beyan edilmiştir. Bu ceza ve mükafatın şekli dünya ve ahireti kapsar.
Bu babta Kur'an-ı Kerim usûl olarak birkaç temel ilkeyi açık olarak şöyle beyan etmiştir.
Birincisi, kafir, müşrik ve münafıkların amelleri (yani iyi sayılan ameller) zayi edilmiştir. Ahirette onlara mükafattan hiçbir pay verilmeyecektir. Eğer bir mükafatları varsa da bu dünyada verilmiştir. Mesela bkz. A'raf 147, Tevbe 17, 67'den 69'a kadar, Hud 15-16, İbrahim 18, Kehf 104-105, Nur 39, Furkan 23, Ahzab 10, Zümer 65, Ahkaf 20.
İkincisi, kötülüğün cezası, yapılan kötülük kadar verilecektir. Ama iyiliğin karşılığı, yaptığından daha fazla verilecektir. Hatta bazı yerlerde her iyiliğin karşılığının on kat verileceği açıklanmıştır. Bazı yerlerde de Allah'ın, ne kadar isterse o kadar vereceği buyurulmuştur. Bkz. Bakara 261, En'am 160, Yunus 26-27, Nur 38, Kasas 84, Sebe 37, Mü'min 40.
Üçüncüsü, Mü'min eğer büyük günahlardan sakınırsa küçük günahları affedilecektir. Nisa 31, Şura 37, Necm 32.
Dördüncüsü, salih mü'minden hafif hesap sorulacaktır. Onun kötülüklerine göz yumulacaktır. Yaptığı en iyi amellere göre mükafaat verilecektir. Ankebut 7, Zümer 35, Ahkaf 16, İnşikak 8.
Bu konu hakkındaki hadislerde de ifade açıktır. İnşikak suresinin tefsirinde Kıyamet gününün hafif ve zor hesabı hakkında açıklama yaparak Rasulullah'tan Hadis nakletmiştik. (Bkz. İnşikak an: 6) Enes'ten şöyle rivayet edilmiştir: "Bir defasında Ebubekir Sıddık, Rasulullah ile birlikte yemek yiyordu. O esnada bu ayet nazil oldu. Hz. Ebubekir yemekten el çekerek şöyle dedi: Ya Rasulallah! Ben, benden sadır olan zerre kadar kötülüğün de karşılığını görecek miyim? Rasulullah şöyle buyurdu: "Ey Ebubekir! Dünyada hoşunuza gitmeyen olaylarla karşı karşıya geliyorsunuz. Onlar senden sadır olan küçük kötülüklere cezadır. Senin zerre kadar iyiliğin ahirete saklanır." (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Taberanî el-Evsat'ta, Beyhakî Şu'ab'ta, İbnü'l Münzir, Hakim, İbn Merduye, Abd b. Humeyd) Rasulullah, Ebu Eyyub el Ensarî'ye bu ayet hakkında şöyle buyuruyordu. "Sizden kim iyi bir iş yaparsa onun mükafatı ahirettedir. Kötü bir iş yaparsa o, bu dünyada musibetler ve hastalıklar şeklinde cezasını çekecektir." (İbn Merduye) Katade, Enes yoluyla Rasulullah'tan şu hadisi nakletmiştir: "Allah bir mü'mine zulmetmez. Bu dünyada iyiliklerinin karşılığı olarak onu rızıklandırır. Ahirette de mükafat verir. Kafire, iyiliklerinin karşılığını bu dünyada verir. Kıyamet günü onun hesabından iyilik kalmayacaktır." (İbn Cerir, Mesruk) Hz. Aişe'nin Rasulullah'a şöyle sorduğunu nakleder: "Abdullah bin Cûd'an cahiliye zamanında sıla-i rahim eder, miskinlere yemek yedirir ve misafirperverlik yapardı, esirleri kurtarırdı.
Bütün bunlar onun için ahirette faydalı olacak mı? Rasulullah buyurdu: Hayır! O, ölüme kadar hiçbir zaman Rabb'im ceza günü hatalarımı affet dememiştir" (İbn Cerir) . Cahiliye döneminde iyilik yapmış ancak ölüme kadar küfr ve şirk üzeri kalmış bazıları için de Rasulullah aynı cevabı vermiştir. Ancak Rasulullah'ın bazı sözlerinden şu anlaşılmaktadır: İyilik, kafirleri cehennem azabından kurtaramaz, fakat cehennemde ona, zalim, fasid ve kafirlere olduğu gibi şedid azab verilmeyecektir. Mesela bir hadise göre, Hatim Tayy'a cömertliği dolayısıyla hafif azab verilecektir.
Bu ayet insanı önemli bir gerçek hakkında uyarmaktadır. O gerçek şudur: Her küçük iyiliğin bir ağırlığı ve değeri vardır. Aynı şey kötülük için de geçerlidir. Onlar hesaplanacaklardır, onun için onlardan gafil olmamalı, küçük iyiliği terketmemelidir. Bunlar toplandığında daha büyük bir iyilik olurlar. Küçük kötülükleri de irtikap etmemelidir. Çünkü küçük kötülükler de birikebilir. Aynı şey, pek çok hadiste şu şekildedir: Buharî ve Müslim'de Adiyy b. Hatem'den şu rivayet menkuldür: "Rasulullah buyurdu ki; cehennem ateşinden sakının. Hurmanın bir parçasıyla bile olsa, güzel bir sözle bile olsa." Yine Adiyy b. Hatem'den sahih bir rivayette Rasulullah şöyle demiştir: "Hiçbir iyiliği hakir görmeyin, bir kimseye bir kap su bile verseniz, veya bir kardeşinizi güler yüzle bile karşılasanız." Buharî'de Ebu Hureyre'den şöyle mervidir. Rasulullah kadınlara hitaben şöyle buyurdu: "Ey Müslüman hanımlar, bir kimse komşusuna gönderdiği en küçük bir şeyi bile hakir görmesin, bir keçinin ayağı bile olsa." Ahmed, Neseî ve İbn Mace'de Hz. Aişe'den şöyle bir rivayet vardır: Rasulullah şöyle buyurdu: "Ey Aişe, küçük günah zannettiklerinizden de sakının. Çünkü Allah (c.c.) onlardan da hesap soracak." Müsned-i Ahmed'de Hz. Abdullah b. Mesud'dan şöyle bir rivayet vardır: Rasulullah buyurdu: "Dikkat edin! Küçük günahlardan da sakının, çünkü birikirlerse bir insanı helak ederler."
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Tarık suresi ayet 1
Göğe ve tarık'a andolsun,

Semâya ve Târık’a yemin olsun ki! Gökyüzüne ve sabah yıldızına yemin olsun ki! Semâya ve geceleyin gelene yemin olsun ki! Semâya ve geceleyin görünüp gündüzün kaybolan, gizlenen parlak yıldızlara yemin olsun ki! Işıkları, aydınlıkları, karanlıkları delen, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kurtaran, yol bulmanızı sağlayan parlak yıldızlara yemin olsun ki! Târık, yıldız demektir. Bir yıldız veya geceleyin ortaya çıkan anlamına tüm yıldızların ismidir bu.

Tarık suresi ayet 2
Tarık'ın ne olduğunu sana bildiren nedir?

Peygamberim! Târık’ın ne olduğunu sen bilir misin? Târık’ın ne olduğunu sen nerden bileceksin? Dinle öyleyse onu sana ben anlatayım kalıbında bir âyet. Kur’an-ı Kerîm’de “Vema yüdrîke” kalıbıyla gelen konunun Rabbimiz tarafından anlatıldığını, ama “Vema edrake” kalıbıyla ortaya konulan konunun anlatılmadığını, bilinmez-liğini anlıyoruz. Bir de bu ifadenin konunun büyüklüğüne delâletini anlıyoruz. Ama elbette bu tür konular bu varlıkların sahibi ve yaratıcısından öğrenilecektir. Başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânımız yoktur

Tarık suresi ayet 3
(Karanlığı) Delen yıldızdır.

NECM-İ SÂKIB, delik mânâsına "sakb" kökünden "delen yıldız" demek olup ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza denir. Nitekim aynı mânâ ile şihaplara yani kıvılcımlara veya akan yıldızlara da "sâkıb" denilir. Bir de kuş yukarı yükseldi demek olan tabirinde olduğu gibi sakb, yükselme mânâsına gelir ki bazıları bu mânâyı göz önünde bulundurarak necm-i sâkıb, yüksek yıldız demek olduğunu söylemişlerdir. Şu halde 'nün başın d aki "lâm" cins ifade eden lâm olmak üzere, gece doğan herhangi bir parlak veya yüksek yıldız cinsi veya lâm ahd için olarak, sabah yıldızı ve İbnü Abbas'tan bir rivayete göre Cediy yıldızı veya Sûresi'nin başında geçtiği gibi Süreyya veya Kur'ân yıldızı o lmak ihtimali de vardır.

İlk akla gelen Sabah yıldızı olmakla beraber Târık manevi şeyler için de kullanılabildiğine ve "yıldızla da yol bulurlar"(Nahl, 16/16) mânâsınca yıldızda bir hidayet ve yol gösterme mânâsı olduğuna göre "Necm-i Sâkıb"tan maksadın geceleyin gökte doğan herhangi bir parlak yıldızın göze çarpması halinde ışığın şuurumuzda parlayışı gibi manevi semadan nefislerimize gelip vicdanımıza işleyen ve zihnimize nakşedilerek bizi içimizdeki ve dışımızdaki karanlıklardan çıkaran iman ve kesin inanç nurlarıyla manevi kalbe doluşları ve ilâhî irşatları kapsaması daha uygundur. Yani, göğe ve sizi karanlıklardan aydınlatmak için yıldız gibi şuurunuza çarpan ve maddenizi delip gönüllerinize işleyen hak nuruna yemin olsun
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Tarık suresi ayet 4
Üzerinde gözetleyici koruyucu bulunmayan hiç bir nefis (kimse) yoktur.

Koruyucu ifadesi ile Allah Teâlâ'nın zâtı kastedilmektedir. O Allah (c.c.) ki, küçük ve büyük yaratmış olduğu herşey, O'nun kontrolü altındadır ve tüm mahlukat O'nun lûtfu sayesinde hayatını sürdürmektedir. Bunun için gerekli olan her imkân sağlanmış ve insan belirli bir süreye mahsus olmak üzere, her afetten korunmuştur. Bu hususun teyidi için gökyüzüne ve akşam karanlığıyla birlikte ortaya çıkan yıldızlara yemin edilmektedir. Ennecmu-s-sakib, Arapça'da 'bir yıldız' anlamına gelmektedir. Ancak burada yıldızların cinsini belirtmek için kullanılmıştır. Böyle bir şey üzerine yemin edilmesinin nedeni, insanoğlunun dikkatini gökyüzüne çekmek içindir. Gökyüzünde asılı duran şu yıldızlara bakın, gecenin karanlığında nasıl da ışıldamakta ve her biri kendi yolu üzerinde hareket etmektedir. Birbirlerinin yollarına tecavüz etmezler ve birbirlerine çarpmazlar. Bütün bunları yaratan bir kudret sahibi olduğuna bizzat kendileri şehadet etmektedirler.

Tarık suresi ayet 5
İnsan bir baksın, hangi şeyden yaratıldı?

Gökyüzüne dikkat çekildikten sonra, insanoğlu bizzat kendi varlığını tefekkür etmeye davet ediliyor. Nasıl meydana geldiğinizi bir düşünün! Bir babanın milyonlarca hücresinden sadece bir hücre, yine annenin sayısız yumurtalarından biri ile belli bir sürede birleşir ve insanın hayata gelmesi işte böyle başlar. Bunu yapan kimdir? Kimdir hamile kadının karnındaki bu embriyonu kademe kademe yetiştiren ve sonunda canlı bir insan haline getiren? Ve yine onun annesinin karnında zihinsel ve bedensel özelliklerini tayin eden? Onu doğumundan ölümüne kadar, hastalıklardan, kazalardan, belâlardan koruyan ve yaşaması için ona imkanlar sağlayan? Hayatını sürdürebilmesi için, o kadar çok imkan sağlanmıştır ki, insanoğlunun bizzat kendisi bile tüm bunların farkında değildir. Böylesine muazzam imkanları ancak Allah Teâlâ sağlayabilir. Şayet Allah Teâlâ bu imkanları sağlamamış olsaydı, insanoğlunun hayatta kalabilmesi mümkün müydü?
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Tarık suresi ayet 6
Dökülüp atılan bir sudan yaratıldı.

"Fışkıran veya sü*ratle akan bir sudan yaratılmıştır."
İlk nazil olan ayet-i kerimeler; "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O in*sanı alaktan yaratmıştır." Yani erkekle kadının menisinin spermlerinin bir araya gelmesiyle ana rahmine yapışan o maddeden yaratılmıştır.

Bu olay Kur'ân-ı Kerim'de çokça hatırlatılır. Neden hatırlatılır? Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi insanlar, yani Mekke parlementosunun üyesi olan ve o günün şartları içerisinde köşklerde yaşıyan bu insanlar, bu günkü ifadeyle; devletin bütün imkanlarını kendi çıkarları için kullanan bu insanlar, Hz. Bilal ve Hz. Âmmar gibi insanları, yani Malı mülkü olmayan, makam ve mevki sahibi olmayan insanları insan yerine koy*muyorlar onları küçümsüyorlardı. Meclislerine almıyorlar, hayvanların*dan daha aşağıda bir değer veriyorlardı.

Rabbim ilk nazil olan ayetlerde topyekün insanlığı uyarıyor. "Hepiniz meniden yaratıldınız." Cumhurbaşkanı da bir meniden yaratıldı, dağdaki çobanda bir meniden yaratıldı. Dünyanın en zengin insanı da meniden yaratıldı, dünyada su içecek bir kabı olmayan insan da bir meniden yaratıldı.

Tarık suresi ayet 7
(Bu su,) Bel kemiği ile kaburgalar arasında(ki organlar) dan çıkar.

Ayetin orijinalinde sülb ve teraib kelimeleri kullanılmıştır. Sulb, bel kemiği, teraib ise, kaburga kemiği demektir. Çünkü erkek ve kadının üreme hücreleri bu bölgeden meydana geldiği için, insanın sulb ve teraib arasından gelen bir sudan yaratıldığı ifade edilmiştir. İnsanın el, kol ve ayakları kesilse bile, bu madde yine de insanda bulunabilir. Bu maddenin insanın vücudunun tamamından geldiği düşüncesi yanlıştır. Aslında bu maddenin kaynağı bedenin üst kısmında bulunan insanın göğüs kafesidir. Burada beyin ayrı olarak zikredilmemiştir. Çünkü beyin omurga kemiğinin bir kısmıdır.

Tarık suresi ayet 8
Hiç şüphesiz (Allah,) onu yeniden-döndürmeğe güç yetirendir.

Allah'ın insanı, ana rahmine düşmesinden ölümüne kadar korumuş olması, onu ölümünden sonra tekrar diriltmeye de muktedir olduğunun apaçık bir delilidir. Şayet Allah (c.c.) ilk kez yaratmaya kâdir ise, ikinci kez yaratamayacağına dair, hiçbir makul delil öne sürülemez. Bu gerçeği inkâr edebilmek için, insanın kendisini yaratanın Allah (c.c.) olmadığını ta baştan kabul etmek zorundadır. Bu takdirde iddia sahipleri, 'Kitaplar, bir yazan ve basan olmadığı halde kendi kendilerine meydana gelmektedirler, dünyadaki tüm şehirler kendi kendilerine inşa olmuşlardır ve evren bir tesadüf eseri sonucunda yine kendi kendine oluşmuştur, diyebilmelidirler. Oysa insanın yaratılışı, bedensel yapısı, zihinsel özellikleri, âzâlarının işleyişleri o kadar komplikedir ki, insanın bizzat icad ettiği şeylerden kat kat üstündür ve bir hikmete mebnidir. Herşeye rağmen bir kimse, tüm bunlara hâlâ 'tesadüf' diyebiliyorsa akli dengesi yerinde değildir. Çünkü ancak akli dengesi yerinde olmayan bir kişi böyle şeyler iddia edebilir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Tarık suresi ayet 9
Sırların orta yere çıkarılacağı gün;

Bütün sırların yoklanacağı, imtihan meydanına çıkarılıp bildirileceği gün ki bu, arz ve hesap günüdür.

SERÂİR, "Serire"nin çoğuludur ki kalplerde gizlenen inançlar, niyetler, sevgiler, kinler ve maksatlar gibi sırf batıni işlerden olan sırları ve gizli şekilde yapılan iyi veya kötü gizli işleri kapsar. Bu sırların imtihan meydanına çıkarılması, yoklanması da iyisini kötüsünü, pisini temizini ayırmak için ortaya çıkarılıp teftiş ve tetkik edilerek seçilmesi ve tanınmasıdır.

Bazı hadislerde tevhid, oruç, namaz, zekat, cünüplükten temizlenme yüce Allah'ın buyurduğu sırlardır diye buyrulmuştur. Bunların "sırlar" olmasının iki türlü izahı vardır:

Birisi,
bunların doğru olmasının, sırf kalp ile ilgili işlerden olan tasdik ve niyete bağlı olmasıdır. İkincisi de, tevhidin dışındakilerin sırf ibadetle ilgili işlerden olmasıdır.
Bununla beraber hadisten maksadın, sadece bunların sırlardan olduğunu başkalarının olmadığını ifade etmek değil, güzel sırların esaslarının beyan olduğu açıktır. Çünkü âyetteki sırlar, iyi ve kötü bütün sırları içerip kapsaması ve ortaya çıkması da korkulacak kötü sırları içine alması nedeniyle büyük bir korkutma akışı içersinde söylenmiş bulunduğu açık olduğundan belli bazı sırlara mahsus kılınamaz. Onun için Hasan-ı Basri Hazretleri Şair Ahvas'ın:
"Sırların yoklanacığı gün, kalbin ve iç uzuvların derinliklerinde,
Onun için bir sevgi sırrı kalacaktır."
beytini işittiği zaman "Ve's-semâi ve't-târık"tan ne kadar gaflet etmiş! diyerek şairin cahil olduğunu söylemiştir. Çünkü şair kendisinin kalp ve iç uzuvlarının derinliklerinde sevgilisine ait bir sevgi sırrının, sırların ortaya çıkarılacağı gün dahi sır olarak kalacağını iddia etmiş bulunuyor.

Âyetteki "yevm" kelimesi ilk bakışta zannedilebileceği gibi "kâdir" kelimesinin mef'ul (tümlec)ü değil, rec' yani geri çevirme kelimesinin mef'ulü (tümleci)dür. Çünkü Allah'ın buna kudreti o gün ile kayıtlı değil, her zaman için mutlaktır. Onun için bunun, arada mukadder bir soruya cevap olan başlangıç cümlesi olması daha uygundur. Yani, "o geri çevirme ne vakit olacak?" denilirse, "o, sırların ortaya çıkarılacağı gün olacaktır" demek olur.

Tarık suresi ayet 10
Artık onun ne gücü vardır, ne de bir yardımcısı.

O vakit insan için ne bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı, yani Allah'a karşı kendisini korumak, sırlarını meydana döktürmemek için o gün insanın ne kendinde bir kuvvet bulunur, ne de dıştan bir yardımcı. Çünkü "O gün mülk yalnız Allah'ındır."(Hacc, 22/56) O halde o gün o insanın ortaya dö k ülen sırları yüz karartmıyacak, güzel, temiz, pak sırlar ise; o kimse öyle bir temiz kalp ile yüce Allah'ın huzuruna varmış ise ona ne mutlu! Yok eğer o sırlar içinde yüz karası olacak, ortaya dökülmesi elem verici azap teşkil edecek iğrenç şeyler ise vay haline!... O gün "Allah'a selim bir kalp ile varanın dışında hiç kimseye ne malın ne de oğulların fayda vermeyeceği gün." (Şuarâ, 26/89)dür. Onun için insan neden yaratıldığına bakmalı da, sulb ile göğüs kemikleri arası gibi bir kafes, bir geçit olan dünyada yaratıcının kendisine verdiği kuvveti kötüye kullanmamalı, nefsini uzuvlarının adi ve iğrenç etkilerine kaptırmamalı, üzerinde daima bir koruyucu ve gözetici bulunduğunu bilerek sırların ortaya döküleceği günde temiz sırlar ile Hakk'ın huzuruna varmak için lekesiz bir selim kalp ile hareket etmeli, bu dünya geçidinde sıkıntılara göğüs gererek bu ten kafesinden kâmil bir iman ve güzel bir amel ile Allah'a gitmeye gayret sarfetmelidir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Necm suresi ayet 34
Azıcık verdi ve gerisini kaya gibi sımsıkı elinde tuttu.

Bu ayet, Kureyş'in ileri gelenlerinden Velid b. Muğire'ye işaret etmektedir. İbn Cerir et-Taberi'nin rivayet ettiğine göre bu şahıs, Hz. Peygamber'in (s.a) davetini (İslâm'ı) kabul etmeye meyletmiştir. Onun diğer bir müşrik arkadaşı, bundan haberdar olunca, ona gidip şöyle der: "Duyduğuma göre sen atalarının dinini terk edip, Muhammed'in dinini seçecekmişsin. Sen eğer ahiret azabından çekiniyorsan, bana bir miktar para ver, ben senin yerine ahirette azab çekerim." Velid arkadaşına inanıp İslâm'ı kabul etmekten vazgeçer. Va'd ettiği paranın bir kısmını arkadaşına vermekle birlikte, gerisini ödemez. İşte burada bu olaya işaret edilerek, müşriklerin ahiret hakkında ne kadar saçma inanç ve düşünceler taşıdığı vurgulanmıştır.

Necm suresi ayet 35
Gaybın ilmi onun yanındadır da o mu görüyor?

Yani o, bu davranışının kendisine bir yarar sağlayacağını ya da bu şekilde ahiret azabından kurtulacağını nereden biliyor?
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Necm suresi ayet 36
Yoksa Musa'nın sahifelerinde olan kendisine haber verilmedi mi?

Necm suresi ayet 37
Ve vefa eden İbrahim'in (sahifelerinde) olan da.

Daha ilerideki ayetlerde, Hz. İbrahim'in ve Hz. Musa'nın sayfalarından bazı kısımlar özetle anlatılmıştır. "Musa'nın sahifeleri" ifadesiyle Tevrat kastediliyor olmakla birlikte, "İbrahim'in sahifeleri" hakkında, Kur'an'ın dışında bir yerde herhangi bir bilgi yoktur. Hatta Yahudilerin ve Hıristiyanların kutsal metinlerinde dahi bu husustan bahsedilmez. Sadece Kur'an'da, biri burada biri Alâ Suresi'nde olmak üzere iki yerde Hz. İbrahim'in getirdiği talimattan bazı bölümler zikredilmiştir.

Necm suresi ayet 38
Doğrusu, hiç bir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez.
Bu ayetten üç kaide çıkarılabilir:
a) Herkes yaptıklarından sorumludur.
b) Bir şahsın yaptıklarından ancak kendisi sorumludur.
c) Hiçkimse, bir başkasının cezasını çekmeyi kabullenemez. Çünkü onun bu tavrı, asıl suçlunun cezasının hafifleştirilmesini sağlamayacağı gibi, bunun ona (asıl suçluya) bir yararı da olmayacaktır.

Necm suresi ayet 39
Ve doğrusu insana da kendi (emek ve) çabasından başkası yoktur.

Bu ayetten de üç kaide elde edilebilir:
a) Her şahıs, yaptığının karşılığını görecektir.
b) Başkasının yaptığı amellere, kimse ortak olamaz, ancak yapılan amele iştirak edilmişse, karşılığına (mükafata) da iştirak edilebilir.
c) Hiçkimse, yapmadığı amelin karşılığını alamaz.

Bazı kimseler, bu üç kaideyi dünyada ekonomik bir sisteme uyarlamak istiyorlar. Bu kimseler bu yanlış düşüncelerine dayanarak, bundan, "insan ancak bizzat kazandığı mala sahip olabilir ve bunun dışında hiçkimseye mülk edinme hakkı verilemez" sonucunu çıkarırlar. Oysa bu yaklaşım, Kur'an'ın ayet ve hükümlerine ters düşer; örneğin Kur'an'ın va'z ettiği veraset kanununa göre, ölen kimsenin malı, varislerinin meşru hakkıdır. Halbuki ölen kimsenin bizzat çalışarak kazandığı o malda (çalışmak bakımından) hiçbir payları yoktur. Sözgelimi babasının malına varis kabul edilen küçük bir çocuk, mal ve mülk edinmede babasına herhangi bir katkıda bulunmamıştır. Ancak zekat ve sadaka, şer'an bir kimsenin kazandığı malına başkalarının ortak olması demektir. Ve sadaka alan şahıs aldığı sadakanın meşru sahibidir. Fakat aldığı sadakanın kazanılmasına bir katkıda bulunmamıştır. Buna göre, Kur'an'ın pek çok ayetine ters düşerek, tek bir ayetten böyle bir sonuca varmak yanlıştır.

Bazı kimseler de, aynı yöntemi ahiret hayatına uygulayarak, bir kimsenin amelinden, başkasının nasıl yararlanabileceğini ve bir kimsenin başkası adına iyi bir amel işlediğinde, yapılan amelin sevabının, başkasına nasıl verilebileceğini sorarlar. Bu sorulara olumsuz bir cevap verildiğinde "İsâli's-Sevab" (başkası adına bir amel işleyip sevabını ona vermek) ve "Bedel-i Hacc" (başkası adına hacc ifa etmek) caiz olmaz. Bunun yanısıra başkasına hayır duası etmek de anlamsız olacaktır. Çünkü bu dua, hakkında dua edilenin ameli değildir. Bu aşırı tutum Mutezilenin dışında, diğer Müslümanlarca benimsenmemiştir. Bu ayete dayanarak bir kimsenin amelinin, başkasına fayda sağlamayacağına, sadece Mutezile inanmaktadır. Bir kimsenin hayır duasının başkasına fayda sağlayacağı konusunda Ehl-i Sünnet ittifak halindedir. Çünkü bu husus Kur'an'da da sabittir. İsâli's-Sevab ve başkası adına vekaleten hayırlı bir iş yapmanın vekalet verene bir yarar sağlayacağı hususu, prensip olarak kabul edilmekle birlikte, ayrıntılarda ihtilaf vardır.

a) İsâli's-Sevab; bir kimsenin hayırlı bir iş yapıp, yaptığı amelin sevabını bir başkasına vermesi için Allah'a dua etmesidir. İmam Malik ve İmam Şafi, "sevab, sadece bedeni ibadetlerde (örneğin, namaz, Kur'an okumak vs.) başkasına verilmez. Mali ibadetlerde (örneğin, sadaka vs.) ve mali-bedeni ibadetlerde (örn. hacc) sevab başkasına verilebilir." Nitekim sahih hadislerde sadakanın ve vekaleten yapılan Haccın sevablarının başkasına intikalinin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür "İsâlü's-Sevab"ın mümkün olduğunu kabul etmekle birlikte, Hanefiler insanın herhangi bir amelinin sevabını (örn. namaz, hacc, umre, sadaka vs.) bir başkasına bağışlayabileceği görüşündedirler.

Tıpkı bir işçinin, işverenden yaptığı işin ücretini kendisine değil de, bir başkasına vermesi için talepte bulunması gibi. Dolayısıyla bazı hayırlı amelleri, isâl'ü-sevab'dan istisna etmenin bir anlamı yoktur. Bu husus birçok hadisle de sabittir:

Hz. Aişe, Ebu Hureyre, Cabir b. Abdullah, Ebu Rafi, Ebu Talha el-Ensari, Huzeyfe b. Useyd el-Gifari'nin ittifakla rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a) , iki koç alarak, birini kendi ailesi, diğerini de ümmeti için kesmiştir (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, İbn Mace, Taberi, Hakim, İbn Ebî Şeybe) .

Hz. Aişe'den nakledildiğine göre, bir şahıs Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek şöyle bir soru yöneltir: "Annem aniden vefat etti. Sanıyorum, konuşabilmek için vakit bulabilseydi, benden sadaka vermemi isteyecekti. Şayet ben, şimdi onun yerine sadaka verirsem, bunun sevabı ona ulaşır mı?" Rasûlullah (s.a) "Ulaşır" diye cevap verdi. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesei) .

Abdullah b. Amr El-As şöyle anlatıyor: "Dedem As b. Vail cahiliye döneminde yüz deve kesmeyi adamıştı. Amcam Hişam b. el-As'ın payına düşen 50 deveyi kesmesi üzerine, babam (Amr b. el-As) Hz. Peygamber'e (s.a) "Ben ne yapayım?" diye sordu. Hz. Peygamber de (s.a) "Şayet baban Tevhid'i kabul etmiş idiyse, onun namına oruç tut ve sadaka ver. Bu ona yararlı olur." şeklinde cevap verdi. (Müsned-i Ahmed)

Hasan Basri'nin rivayetine göre, Sa'd b. Ubade, Hz. Peygamber'e (s.a) 'Annem vefat etmiştir. Onun yerine sadaka verebilir miyim?" diye sorunca, Rasûlullah "evet" diye cevap vermiştir. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Nesei, İbn Mace) Nitekim Rasûlullah'ın (s.a) ölünün adına sadaka verilmesine izin verdiğine ve bu davranışın ölü için faydalı olacağına dair birçok rivayet, Hz. Aişe, Ebu Hureyre, İbn Abbas kanalıyla Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Nesei, Tirmizi, Ebu Davud, İbn Mace, gibi muhaddislerden nakledilmiştir.

Bir şahıs, Hz. Peygamber'e (s.a) "Annem, babam hayatta iken onlara hizmet ederdim, şimdi onlar öldüğüne göre onlara nasıl hizmet edebilirim" diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a) "namaz kıldığın zaman, onlar için de namaz kıl, oruç tuttuğunda, onlar için de oruç tut. Bu onlar için hizmettir" dedi. (Darekutni) Yine Darekutni'nin, Hz. Ali'den naklettiği bir rivayete göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Şayet bir kimse mezarlıktan geçerken 11 defa İlhas Suresi'ni okur ve ölülere bağışlarsa tüm ölüler bu sevabdan yararlanır."

Bu birçok hadis, isâli's-sevab'ın, sadece sadaka ve Hacc-ı Bedel'e mahsus olmadığını, her ibadet ve hayırlı ameli de kapsadığını teyid ediyor. Dolayısıyla hiçbir amel arasında ayrıcalık yoktur. Fakat bu konuda aşağıdaki şu dört hususa dikkat edilmesi gerekir:

1) İsâli's-sevab ancak Allah rızası için olduğunda, şeriata uygunluk arzettiğinde kabul edilebilir. Aksi varit olduğu takdirde, bu kimse amelinin karşılığını alamayacağı gibi, ayrıca ceza da görür. Böyle bir kimsenin amelinin, başkasına fayda sağlaması mümkün değildir.

2) Salih kullar Allah nezdinde adeta bir misafir gibidirler. Dolayısıyla bir kimse onlara dua ettiğinde, bu dua kendilerine bir hediye olarak ulaştırılır. Suçlulara ise dua ulaştırılmaz, fakat onlara dua eden sevab kazanır. Tıpkı posta yolu ile para gönderen kimsenin, para yerine ulaşmasa dahi, parasını geri alması gibi.

3) İsâli's-sevab mümkündür ama, isâli's-ceza (cezanın başkasına gönderilmesi) mümkün değildir. Çünkü hiçkimse kötü amellerinin cezasını, bir başkasına çektiremez.

4) Başkası adına hayır dua etmenin ve salih amel işlemenin iki yararı vardır:

Birincisi; bu davranış, dua eden kimsenin, ruh haline ve ahlâkına müsbet tesir yapar ve bu davranışı dolayısıyla o kişi Allah katında mükafat almaya hak kazanır.

İkincisi; Allah, yapılan amelden sevab gönderilen kimseye mükafat verdiği gibi ayrıca ameli yapan şahsa da mükafat verir. Örneğin bir sporcu yorucu çalışmalarının sonucunda kuvvet ve sıhhat kazanır ve kazandıklarını başkalarına nakledemez. Fakat bu sporcu bir yerde görevli olarak spor yapıyor ve karşılığında ücret alıyorsa, sözkonusu ücret kulüp yöneticisi tarafından kendisine ödenir. Ancak sporcu kendisinin aldığı ücretin dışında (annesine, babasına, hocasına) da verilmesini taleb edebilir. Dolayısıyla hayırlı bir amel işleyen kimse sevabın, anne-babasına veya bir dostuna verilmesi için dua edebilir.

b) Bir kimsenin yaptığı amelin, başka birine de yarar sağlaması iki şekilde de olabilir:

1) Bir kimse, başka birinin isteği üzerine, böyle bir ameli yapar.

2) İstese de istemese de, sözkonusu vecibeyi yerine getiremediği için, bir kimse bu şahsın yerine o vecibeyi yerine getirir. Hanefi fukahasına göre bu ameller üç kısımdır.
1) Namaz gibi bedeni ibadetler,
2) Zekat gibi mali ibadetler,
3) Hacc gibi mali-bedeni ibadetler.
Birinci şık vekalet yoluyla yerine getirilemez. İkinci şık vekaleten yerine getirilebilir. Sözgelimi bir kimse, hanımının ziynetleri (mücevherleri) için zekat verebilir. Üçüncü şık ise, kendisine vekalet edilen şahsın geçici olmayıp devamlı bir acziyet içerisinde bulunduğu takdirde yerine getirilebilir.

Sözgelimi Hacca gitmeye sıhhati elvermeyen ve böyle bir ümidi de bulunmayan kimse adına hacca gidilebilir. Bu konuda Malikî ve Şafiîler de aynı görüştedirler. İmam Malik, Hacc-ı Bedel konusunda baba oğluna vasiyet ederse, oğlu kendisi yerine hacca gidebilir. Aksi takdirde gidemez demektedir. Ancak hadisler bu konuda sahihtir. Babanın vasiyeti olsa da olmasa da oğlu babası yerine hacca gidebilir.

İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre Has'am Kabilesinden bir kadın, Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle dedi: "Babama haccın farziyeti, kendisi çok yaşlandığı ve deve üzerinde dik oturamadığı zamanda ulaştı." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) "o halde onun yerine hacca sen git" diye buyurdu. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Nesei, Tirmizi) Hemen hemen yaklaşık ifadelerle aynı hadis, Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. (İmam Ahmed, Tirmizi) .

Abdullah İbn Zübeyr'in rivayet ettiğine göre, Has'am kabilesinden bir erkek, Rasûlullah'a, yaşlı babasıyla ilgili olarak, "Onun yerine ben hacca gidebilir miyim?" diye sordu. Rasûlullah, "Sen onun en büyük oğlu musun?" diye sorunca, o "evet" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah, "Babanın borcu olsaydı şayet, onun borcunu ödeyecek miydin?" diye sordu. "Evet" cevabını alınca, "Babanın yerine hacca gidebilirsin" dedi. (Müsned-i Ahmed, Nesei)

Abdullah b. Abbas'ın rivayet ettiğine göre, Cüheynî kabilesinden bir kadın, Rasûlullah'a, "Annem hacca gitmeye niyet ettiği halde, gidemeden vefat etmiştir. Ben onun yerine hacca gidebilir miyim?" diye sordu. Rasûlullah, "Şayet annenin borcu olsaydı onun borcunu ödeyecek miydin?" diye karşılık verdi. "Evet" cevabını alınca "O zaman nasıl kulların borcunu ödüyorsanız, Allah'ın borcunu da ödeyin. Çünkü O kendisiyle yapılmış olan ahdin yerine getirilmesine daha müstehaktır" diye buyurdu. (Buhari, Nesei) . Bunun dışında Buhari ve Müsned-i Ahmed'de kayıtlı bir başka rivayete göre bir kimse, kızkardeşi hakkında Rasûlullah'a böyle bir soru sorunca, Rasûlullah (s.a) kendisine yukarıdaki cevabı vermiştir.

Yukarıda zikredilen hadislerden, malî-bedenî ibadetlerin bir başkası tarafından yerine getirilmesinin caiz olduğu anlaşılıyor. Bedeni ibadetlere gelince, bazı hadislerden çıkarılan sonuçlara göre onlar da, vekaleten icra edilebilir. Örneğin; İbn Abbas'ın rivayet ettiğine göre, Cüheyni kabilesinden bir kadına, Rasûlullah, "Annem oruç tutmaya niyet ettiği halde, tutamadan vefat etmiştir.

Ben onun yerine tutabilir miyim?" diye sorunca, Rasûlullah "Annen için oruç tut" diye cevap verir. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Nesei, Ebu Davud)

Hz. Buriyde'nin rivayet ettiğine göre bir kadın, annesiyle ilgili olarak, Rasûlullah'a "Annemin bir ay (başka bir rivayete göre iki ay) oruç borcu vardır. Ben onun yerine oruç tutabilir miyim?" diye sorduğunda Rasûlullah (s.a) ona izin vermiştir. (Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud) . Hz. Aişe'nin rivayet ettiğine göre, Rasûlullah (s.a) "Ölen bir kimsenin oruç borcu varsa, velileri onun yerine oruç tutsun" diye buyurmuştur. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Bezzar'ın naklettiği rivayette, Rasûlullah'ın (s.a) sözleri "isterlerse oruç tutsunlar" şeklindedir) Bu hadislere dayanarak hadis imamları, İmam Evzai ve Zahiriyye mezhebi, bedeni ibadetlerin vekaleten icra edilebileceği görüşündedirler. Ebu Hanife, Şafiî, Malik ve Zeyd b. Ali ise "ölünün orucu tutulamaz" diye fetva vermişlerdir. İmam Ahmed, İmam Leys ve İshak b. Rahaveyh "Vefat eden kimse, niyet ettiği halde yerine getiremediği takdirde bu ameli başkasının icra etmesi mümkündür" diye beyan etmişlerdir. Bu görüşe karşı olanların dayandığı delil, yukarıdaki hadisleri rivayet eden kimselerin, rivayet ettikleri hadisin beyan ettiği tutuma muhalif fetva vermiş olmalarıdır. Sözgelimi, İbn Abbas "Başkası için namaz kılmayın oruç tutmayın" (Nesei) diye fetva vermiştir. Abdurrezzak, aynı şekilde İbn Ömer'den de böyle görüş nakletmektedir. Tüm bu rivayetlere göre, başlangıçta izin verildiği konuda Hz. Peygamber'den (s.a) hadis rivayet eden sahabinin, sonradan rivayet ettikleri hadisin hilafına fetva vermeleri nasıl mümkün olabilir?

Şu husus iyice bilinmelidir ki, vekaleten ibadet, ancak sözkonusu ibadete niyet ettikleri halde, birtakım zorunluluklar nedeniyle yerine getirme fırsatı elde edemeyen kimselere bir yarar sağlayabilir. Aksi takdirde ömrü boyunca hacca gitmeyi düşünmeyen bir kimse için binlerce kez hacca gidilse bile, ona bir yararı olmaz. Aynı husus borcu olan kimseler için de böyledir. Nitekim ömrü boyunca borcunu ödemeyi düşünmeyen bir kimse, borçlu olduğu halde vefat etse ve vefatından sonra bu şahsın borcunu başkaları ödese bile Allah katında o kimse yine borçlu kabul edilir. Bu şahıs, yaşarken borcunu ödemeyi istemiş ama ödeyememiş olursa ve onun yerine bir başkası borcunu öderse o takdirde böyle bir günahdan kurtulabilir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Necm suresi ayet 40
Şüphesiz kendi (emek ve) çabası da görülecektir.

Ve hakikat çalışması yarın görülecektir, kıyamet günü defterinde görülecek ve mizanına konulacaktır. Yani çalışması boşa gitmez, fakat onun meyvasını peşin ve hemen görmeğe kalkışmamalıdır. Zira o, ileride görülecektir.

Necm suresi ayet 41
Sonra ona en eksiksiz karşılık verilecektir.

Sonra ona en dolgun karşılık verilecektir. Bu suretle insanın geleceği, çalışmasının neticesi olacak demektir.

Necm suresi ayet 42
Elbette son varış Rabbine olacaktır.

Fakat bu âlemde bir çok güzel çalışmanın boşa gittiği görülüp dururken, bu değerli karşılığı kim temin edecek? denirse şu da bir hakikat ki, varış Rabbinedir, sonunda Rabbine gidilecektir. Bütün yaratıklar dönüp O'na varır, O'nun huzuruna çıkarılır. İşte o vakit o tam ceza da, hakka'l-yakîn (şüphe edilmeyen gerçek) olur.

Necm suresi ayet 43
Doğrusu, güldüren ve ağlatan O'dur,

Evvel O'dur, âhir O, ve gerçekten güldüren de ağlatanda O'dur. Hayatın safhalarından iki zıt durum ki biri neşe alâmeti, biri acı; biri sevap defteri, biri azab; biri cenneti ifade eder, biri cehennemi; biri Cilve-i Cemal (güzelliğinin yansıması) biri Cilve-i Celâl (Celâ l sıfatının yansıması)'dir.

Necm suresi ayet 44
Doğrusu, öldüren ve dirilten de O'dur.

Ve gerçekten öldüren de dirilten de O'dur, başkası değil.

Necm suresi ayet 45
Doğrusu, çiftleri, erkek ve dişiyi, yaratan da O'dur.

Ve hakikaten erkek ve dişi iki eşi yaratan da O'dur. Gerek insanlardan ve gerek hayvanlardan erkek ve dişi bütün çiftleri O yaratmaktadır.

Necm suresi ayet 46
Bir damla sudan (döl yatağına) meni döküldüğü zaman.

Bir nutfeden döküldüğü zaman, yani rahme atıldığı zaman. Demek ki tabiata dilediği çeşitliliği verip, dilediği zıtları O yaratıyor ve bunları O'ndan başkası da asla yapamaz.

Necm suresi ayet 47
Gerçek şu ki, diğer diriltme (yeniden neş'et) de O'na aittir.

Ve gerçekten diğer yaratma da O'nun uhdesindedir (üzerindedir). Ölümden sonraki ahiret yaratmasını da O kendisine gerekli kılmıştır. O, yapacak, iyiliklerin ve kötülüklerin ceza ve mükafatını verecektir. Şu halde O'nu inkar etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bütün bu çift yaratmalar, bu dünyanın bir ahireti bulunduğuna delalet edip durmaktadır.

Necm suresi ayet 48
Doğrusu, muhtaç olmaktan O kurtardı ve sermaye verip hoşnut kıldı.

Ve gerçekten zengin eden ve sermaye veren de O'dur. Fakiri zengin edip sermayelendiren, fakir olan bir kulunu ihtiyaçtan kurtarıp sermaye sahibi eden, yahut hoşnud eyleyen ki, "Seni fakir bulup zengin etmedimi?" (Duhâ, 93/8) buyurulm ası da bu cümledendir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Necm suresi ayet 49
Doğrusu, 'Şi'ra (yıldızı) nın' Rabbi de O'dur.

Şi'râ, esasen "zikrâ" vezninde şuur mânâsına masdar olup, göğün birinci derecede parlak yıldızlarından en parlak iki yıldıza isim olarak verilmiştir. Parlaklık derecesi 1. olan yıldızlardan Şi'râ adıyla iki yıldız vardır. Bunlardan birine Şi'rây-ı Yemânî veya Âbûr diğerine de Şi'rây-ı Şâmî veya Gumeysâ denilir. Şi'rây-ı Yemânî burçların en güzeli olan Cevzâ'da (İkizler burcunda) denilen suretin arkasında uydu sayılarak ismi de veri l en Kelb-i ekber (büyük köpek)'de, Şi'rây-ı Şâmî de Kelb-i asgar (küçük köpek)'dadır. Şi'rây-ı yemânî göğün en parlak yıldızıdır. Burada bu mânâ ile tefsir edilmiştir. Zira mutlak olarak denilince, ilk akla gelen odur. Çünkü en parlak olmakla tanınan Şi'rây-ı Yemâni olduğu gibi, Câhiliyye döneminde kendisine ibadet de edilmiştir. Sûddî demiştir ki: "Hîmyer ve Huzâa kabileleri ona taparlardı. Alûsî'nin tefsirine kaydettiğine göre başkaları da bu hususta şöyle demişlerdir: "Onu ilk evvel tanrı edine n Ebu Kebşe olmuştu." Bu zat, Huzâa, kabilesinden biri, ya da reisleri olup ismi Vahz b. Gâlib idi. Onun için müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'e "İbn Ebî Kebşe" diyorlar, putlara ibadet hususunda kavmine muhalefet etmesinden dolayı peygamberi ona benzetiyo r lardı. Bazıları onu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in babası tarafından dedelerinden biri olarak göstermiş ve kişinin her özelliğini atalarının birinden getirdiğini kabul edip filan damar filana çekmiş demişlerdir. Bunun hem, Peygamber'in anası tarafından dedesi, Vehb b. Abdimenâf'ın künyesi hem de süt anası Halîme-i Sadiyye'nin kocasının künyesi olduğu söylenmiştir. Kısacası Araplar'da Şi'râya hürmet eden ve dünyada onun tesirine inananlar bulunduğu ve doğuşu esnasında gayba dair sözler söyledikleri cihetle burad a özellikle Şi'râ'ya izafetle "Rabbü'ş-Şi'râ" buyurularak Şi'râ'nın Rab (terbiye eden) değil merbûb (terbiye edilen) olduğu gösterilmiştir. Böylece onların inançları reddedilmiş ve kendilerine, Şi'râ'ya değil, Şi'râ'nın Rabbine ibadet edilmesi gereği anlatılmıştır.

Necm suresi ayet 50
Doğrusu, önce gelen Ad (halkın) ı da O yıkıma uğrattı.

Ardından da inzar (uyarı) ifade etmek üzere şöyle buyurulmuştur: Ve hakikat o helak etti, önce gelen Âd'ı, yani eski Âd kavmini ki, Nuh kavminden sonra helâk edilen Hûd'un kavmidir. Bu mânâda ûlâ (ilk) denilmesi, sonraki kavimlere göre olup, öteden beri gelen kıdemli Âd demektir. Bazıları, Âd-ı ûlâ'nın birinci Âd mânâsına olup, Âd-ı uhrâ (diğer Âd) karşılığı olduğunu söylemişlerdir ki,

doğru olan da budur. Âd-i uhrâ hakkında ihtilaf edilmiştir. Zemahşeri'ye göre Âd-ı ûlâ Hûd kavmi, Âd-i uhrâ İrem'dir. Lakin İrem de helak edilmiş olduğundan burada Âd'ın ûlâ (ilk) ile tahsis edilmesinin anlamı yoktur. Müberred, "Âd-ı uhrâ, Semûd'dur" demiş. Taberî ise, Âd-ı uhrâ'nın Mekke'de Amalika ile beraber olan beni Lukaym b. Hüzel olduğunu belirtmişti r. Amâlika'ya Cebbârîn (zorbalar) denildiği gibi "Âd-i uhrâ, Cebbârlar idi" tarzındaki görüş de buna yakındır. Bir kısım âlimler de Âd-i ûlâ, Âd b. İrem b. Avi b. Sâm b. Nuh'un çocuklarındandır. Âd-i uhrâ da Âd-i ûlâ neslindendir demişlerki, bu bize hep s inden doğru geliyor. Çünkü Âd kavminden Hz. Hûd'a iman etmiş olanların kurtarıldıkları Hûd Sûresi'nde geçmişti. Şu halde Âd-i ûlâ, Hz. Hûd'a iman etmeyip eski hallerinde inad ederek helak olanlar, Âd-ı uhrâ da, iman ile yeniden yaratılmaya hak kazanmış ol a nlar demek olur. Bu mânâ, Semûd'da da diğerlerinde de vardır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Necm suresi ayet 51
Semûd'u da. Böylelikle (o halklardan kimseyi) bırakmadı.

Semûd'u da helak etti de hiç bırakmadı. Yani ne Âd ve ne de Semûd kavminden iman etmeyenlerin hiç birini bırakmadı, günahlarını cezasız yanlarına komadı.

Necm suresi ayet 52
Daha önce Nuh kavmini de. Çünkü onlar, daha zalim ve daha azgındılar.

Daha önce de Nuh kavmi ni helak etmişti. Çünkü onlar daha zalim ve daha azgın idiler, Nuh kavmi diğerlerinden daha zalim idi. Hz. Nûh'a pek fazla eziyet veriyorlardı. Yahut diğer bir mânâ ile Âd, Semûd ve daha önce Nuh kavmi hep o helâk edilen kavimler, Kureyş'ten daha zali m ve daha azgın idiler.

Necm suresi ayet 53
Altı üstüne gelen (Lût kavminin) şehirlerini de O yerin dibine geçirdi.

Mü'tefike'yi de haviyeye attı, havaya kaldırıp hâviyeye, yani yerin altına geçirdi. "Mü'tefike" Lût kavminin altı üstüne gelen şehirleri, Sedûm ve saire diye açıklanmıştır ki, "Münkalibe" de üstü altına gelmiş demektir. "Üstünü altına getirdik..." (Hûd, 11/82) âyeti de bu mânâdadır. Ebu Hayyân der ki: "Herhangi bir değişim ile evleri ve yerleri alt üst olan her memleketin kasdedilme ihtimalinin bulunduğu söylenmiştir."

Necm suresi ayet 54
Böylece ona (o topluma) sardırdığını sardırdı

Onları neler kapladı ise kapladı. Bu ifade, onlara inen azabın dehşetini göstermektedir. Bunlardan, insanın yaptıklarıyla hiç ilgisi olmayan soyut semavî (göksel) musibetler anlaşılmamalı, insanların kendi fiil ve günahlarına ait olan felaketler anlaşılmalıdır

Necm suresi ayet 55
Öyleyse, Rabbinin hangi nimetlerinden kuşkuya düşmektesin?

Bazı müfessirlere göre bu ifadeler Hz. İbrahim ile Hz. Musa'nın sahifelerinin bir bölümüdür. Bazı müfessirler ise 54. ayetle birlikte söz konusu sayfalar hakkındaki açıklamaların sona erdiği ve yeni bir konunun başladığı görüşündedir.
Ancak siyak ve sibak dikkate alındığında ilk görüşün daha doğru olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü sonraki ibareden (Bu önceki uyarıcılardan bir uyarıcıdır) anlaşıldığına göre, Hz. İbrahim'in ve Hz. Musa'nın sayfaları önceki uyarıcılar olarak zikredilmiştir.

"tetemaru" münakaşa etmek, tartışmak ve şüphelenmek anlamlarına gelir. Bu ayet Kur'an'ı okuyan herkese hitap etmektedir. Şöyle denilmektedir:
"Önceki peygamberleri yalanlayan toplumların kötü sonlarını bilmenize rağmen, onların izlerini takip ediyorsunuz. Önceden helâk olan toplumlar da Allah'ın nimetleri hakkında şüpheye düştüler ve "bu nimetleri sadece Alah vermiyor, O'nun ortakları da var" diyerek peygamberlerle tartışmaya başladılar. Sonuçta peygamberlerin kendilerine getirdiği tevhid akidesini yalanladılar. Sizler o toplumların bu şüphe ve tartışmalar dolayısıyla helâk olduklarını ve sizlerin de akibetinizin aynı olacağını düşünemiyor musunuz?"
Burada Ad, Semud ve Nuh kavimlerinin Hz. İbrahim'den (a.s) önce yaşadıklarına ve Hz. Lût'un (a.s) onun çağdaşı olduğuna dikkat edilmelidir. Dolayısıyla bu tartışma, Hz. İbrahim'in sayfalarının bir bölümü olamaz.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Necm suresi ayet 56
Bu önceki uyarıcılardan bir uyarıcıdır.

Onun için buyuruluyor ki, bu beyan yani (Necm, 53/36)'den beri haber verilenler önceki uyarılardan bir uyarıdır. Yani önceki peygamberlerin uyarıları cümlesinden veya onlar kabilinden bir uyarıdır. Bu mânâda nezir, (uyarıcı) inzar (uyarmak) anlamında ma s dardır. Eğer münzir (uyanan) mânâsında sıfat olursa Peygamber (s.a.v)'i göstermiş olur. Yani bu Kur'ân'ı getiren Muhammed (s.a.v) o Musa ve İbrahim gibi önceki peygamberler cümlesinden bir peygamberdir. Verdiği haberler muhakkak vuku bulacaktır. Bu iş a retinin Kur'ân'ı işaret ettiği düşünüldüğü gibi özellikle şu habere işaret olduğu ihtimâli de vardır.

Necm suresi ayet 57
O yaklaşmakta olan yaklaştı

âzife yaklaştı. Âzife, yaklaşan, yaklaşacak olan, yaklaşmakta bulunan demek olup, kıyametin isimlerindendir. Yani "Kıyamet saati yaklaştı." (Kamer, 54/1) diye yaklaşmak sıfatı ile vasıflanan vakit ve saat günden güne yaklaşmaktadır.

Necm suresi ayet 58
Onu Allah'ın dışında ortaya çıkaracak başka (hiç bir güç yoktur.

Onu, Allah'tan başka açacak bir kudret yoktur. Yani onun ızdıraplarını, acılarını Allah'tan başka açacak veya kaldıracak hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. Yahut onun ne zaman ve nasıl olacağını Allah'tan başka keşfederek bilecek kimse yoktur.

Necm suresi ayet 59
Şimdi siz, bu sözden mi şaşkınlığa düşüyorsunuz?

Şimdi siz bu sözden mi hayret ediyorsunuz? İnanılmayacak gibi acaip görüyorsunuz?

Necm suresi ayet 60
(Alaylı) Gülüyorsunuz ve ağlamıyorsunuz.

Ve gülüyorsunuz? Eğlenceye alıyorsunuz. Ve ağlamıyorsunuz? Uyarılarının dehşetinden ve halinizin korkunçluğundan dolayı ağlamıyorsunuz?
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Necm suresi ayet 61
Ve şuursuzca baş kaldırıyorsunuz

"samidûn" lugat alimlerine göre iki anlama gelir. İbn Abbas, İkrime ve Ebu Ubeyde Nahvi'nin görüşüne göre, Yemen dilinde "Semud" şarkı türkü için kullanılır. Kafirler, Kur'an'ı başkaları duymasın diye yüksek sesle şarkı söylerlerdi. Diğer anlamı ise İbn Abbas ve Mücahid'e göre kibir ve gururla başı dik tutmak demektir. Mekkeli müşrikler, Rasûlullah'ın (s.a) yanından geçerken, ondan nefret ederek başlarını dik tutarlarmış. Nitekim Ragıb el-İsfehani de aynı görüşü kabul eder. Katade'ye göre, "gafilun" Said b. Cübeyr'e göre ise "Muarizun" anlamına gelir.

Necm suresi ayet 62
Hemen, Allah'a secde edin ve (yalnızca O'na) kulluk edin.

İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî ve çoğu alimlere göre, bu ayet üzerinde secde vaciptir. İmam Malik bu ayet okunduğunda secde ederdi. (Kadı Ebu Bekir, İbnu'l Arabi, Ahkamu'l-Kur'an) Fakat o, bu ayet üzerinde secde etmenin vacip olmadığı kanaatindedir. İmam Malik'in, kanaati şu rivayete dayanır. Zeyd b. Sabit'ten rivayet edildiğine göre O, Hz. Peygamber'e (s.a.) Necm Suresi'ni okumuş ve Hz. Peygamber (s.a) secdeye gitmemiştir. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud, Nesei) Fakat bu rivayet sözkonusu ayeti okuduğumuzda secde etmemize mani teşkil etmez. Çünkü -muhtemelen-Rasûlullah (s.a) o anda herhangi bir neden dolayısıyla secde etmeyip daha sonra secde etmiş olabilir. Başka bir rivayette, Rasûlullah'ın (s.a) bu ayet üzerinde secde ettiği açıkça ortadadır. İbn Mes'ud, İbn Abbas, Muttalib b. Ebi Vedea'nın ittifakla rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber, Harem-i Şerif'de ilk olarak bu sureyi okumuş ve müşriklerde dahil herkes onunla birlikte secde etmiştir. (Buhari, İmam Ahmed, Nesei) İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, "Rasûlullah (s.a) namazda Necm Suresi'ni okumuş ve bu ayet üzerine secde ederek secdede bir süre beklemiştir" (Beyhaki, İbn Merduye) Sabburatu'l-Cüheyni'den rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer, sabah namazında Necm Suresi'ni okuyup secde etti, sonra kalkıp Zilzal Suresi'ni okuyup ruku etti. (Said b. Mensur) İmam Malik'in "Muvatta" adlı eserinde, "Kur'an'da Secde" bölümünde, Hz. Ömer'le ilgili bu rivayet kayıtlıdır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Karia suresi ayet 1
'Başa çarpıp patlak verecek olan'

Bu mübarek süre, meydana gelecek olan kıyamet gününün pek müthiş vasıflarını bildiriyor. O günde kimlerin selâmet ve saadete ereceklerini, kimlerin de felâketlere uğrayarak cehenneme atılacaklarını haber vermektedir. Şöyle ki: (O çarpacak olan felâket..) O pek büyük hâdise, yâni Kalpleri parçalayacak derecede şiddetli olan kıyamet günü, onun belirtileri ne kadar müthiştir.

"Karia": Kâri demektir ki: Şiddetli çapmak manasınadır. Ondan şiddetli bir ses meydana gelir, bu, kıyametten ibarettir. Çünkü, kıyametin başlangıcı bir ilk sûra üfürme ile vuku bulacaktır. Bunun tesiriyle bütün mahlükat, hayattan mahrum kalırlar, bütün gök ve yer cisimleri parçalanır, darmadağın olur, işte bu âyet-i kerîme: O müthiş güne işaret ederek insanlığı harekete ve uyanmaya davet ediyor.

Karia suresi ayet 2
Nedir o 'çarpıp patlak verecek olan?

(O çarpacak olan felâket nedir?.) O hâdise, ne kadar şiddetlidir. Onun yüceliği, büyük tesirleri ne kadar enteresandır, ne kadar korkunçtur!. Bu ilâhî beyan, bir beyan üslûbudur ki: Bildirilen şeyin ne kadar mühim, ne kadar hayret feza olduğuna dikkatleri çeker.

Karia suresi ayet 3
Sana o 'çarpıp patlak verecek olan'ı bildiren nedir?

Evet.. (O çarpacak olan felâketin) büyük musibetin (ne olduğunu sana ne bildirdi?.) elbette ki: Bildirilen şeyin ne kadar mühim, ne kadar hayret edici olduğuna dikkatleri çeker.

Karia suresi ayet 4
İnsanların, 'her yana dağılmış' pervaneler gibi olacakları gün,

O hâdise, o kıyamet felâketi (bir günde) meydana gelecektir, (ki) o gün, bütün (insanlar çırpınıp dağılacak, pervaneler gibi) geceleri ateş etrafında uçuşarak kendilerini alevlerin içine atan kelebekler gibi bir hâle gelmiş (olacaktır.) öyle çokça dağılmış, ıstıraba uğramış bir vaziyette bulunacaktır.
"F.i.r a s" geceleri kendilerini kandillerin ışığına atan pervane gibi haşarat demektir ki: Bunlar sonra kanatlarını yayıp döşedikleri için kendilerine böyle "Fıraş" denilmiştir. "Mebsüs" da yayılmış, ayrılığa uğramış demektir.
Böyle "Fıraşi mebsüs" ibaresi, akıbetlerini bilemeyenler hakkında darb-ı mesel olarak zikredilir.

Karia suresi ayet 5
Ve dağların da 'etrafa saçılmış' renkli yünler gibi olacakları (gün) .

Buraya kadar olan bölüm, kıyametin birinci merhalesini zikirdir. Yani dünya nizamının altüst olacağı o büyük olay vuku bulduğu zaman, insanlar, ışık geldiğinde pervanelerin her tarafa dağılması gibi korku içinde sağa sola koşacaklardır. Dağlar rengarenk yün gibi atılacaktır. Dağlar çeşitli renkte oldukları için "renkli yün"e benzetilmiştir.

Karia suresi ayet 6
İşte, kimin tartıları ağır basarsa,

Burada kıyametin ikinci safhasını zikir başlamaktadır. İnsan tekrar Allah'ın huzuruna çıkacaktır.

Karia suresi ayet 7
Artık o, hoşnut olunan bir hayat içindedir.

Öyle güzel amelleri ağırca bulunan mümîn (Hoşnut) razı olacağı (bir yaşayıştadır.) artık o, pek mutlu ve mes'ut bir hâlde yaşayıp duracaktır. Cennete nail bulunacaktır


 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Karia suresi ayet 8
Kimin de tartıları hafif kalırsa,

Burada "mevazin" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime, "mevzun" ve "mizan" kelimelerinin çoğuludur. Eğer bunu "mevzun"un çoğulu olarak kabul edersek "mevazin", Allah (c.c.) huzurunda ağırlık taşıyan ve mükafaata müstehak olan ameller anlamına gelir. Eğer "mizan"ın çoğulu olarak değerlendirirsek, o zaman terazinin kefesi kast edilmiş olur. Birinci şekilde "mevazin"in ağır ve hafif olmasının anlamı, iyi amellerin kötü amellere karşı ağır ya da hafif olmasıdır. Çünkü Allah'ın indinde yalnız iyi ameller ağırlık taşır ve onların bir değeri vardır. İkinci şekilde "mevazin"in ağır olmasının anlamı, Allah'ın adaletli mizanında iyilik tarafının kötülüğe göre daha ağır olmasıdır. Amellerin hafif olmasının anlamı ise, iyilik kefesinin, kötülük kefesine göre hafif olmasıdır. Bunun yanısıra Arapça'da ıstılah olarak "mizan", ağırlık manasında da kullanılmaktadır. Bu mana bakımından ağır ve hafif olmaktan murad, iyiliğin ağır veya hafif olmasıdır. Her halükârda "mevazin", "mevzun", "mizan" ya da "vizin" olarak kabul edilse de anlamı pek değişmez. Allah'ın adaleti, insanların sermayesi olan amellerin taşıdığı vezne, iyiliğin hafif ya da ağır olmasına göre karar verecektir. Bu konuya Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde değinilmiştir. Bunları göz önüne alırsak konu daha iyi anlaşılır. Mesela A'raf suresinde şöyle denmiştir: "O gün tartı tam doğrudur. Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtulanlardır. Kimin tartıları hafif gelirse, işten onlar da ayetlerimize haksızlık etmelerinden ötürü kendilerini ziyana sokanlardır." (A'raf 8-9) Kehf suresinde ise şöyle buyurulmuştur: "Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseler, işte onlar Rabb'lerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir. Kıyamet günü onlar için bir terazi kurmayız." (Kehf, 104-105) Enbiya suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. Bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getiririz.
Hesab gören olarak biz yeteriz." (Enbiya, 47) Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, küfür hali ve bunun yanısıra hakkı inkâr, kötülük kefesini ağır bastıracak kadar büyük bir kötülüktür. Kafirlerin hiçbir iyiliği kötülük kefesini kaldıramayacaktır. Fakat mü'minin terazi kefesinde öncelikle imanın ağırlığı olacak, bunun yanısıra dünyada yaptığı iyilikler de ağırlık yapacaktır. Diğer taraftan, yaptığı kötülükler öbür kefeye konarak iyilik yönünün mü, kötülük yönünün mü ağır bastığı görülecektir.

Karia suresi ayet 9
Artık onun da anası (son durağı) "hâveyi"dir (uçurum) .

Cehennemin ateşidir. Bir çocuk, anasının kucağına sığındığı gibi öyle pek günahkâr bir şahıs için için de ateşten başka sığınacak bir şey yoktur. "Hâviye" Cehennem ateşinin isimlerinin biridir. Gayet derin bulunduğu için kendisine bu ad verilmiştir.

Karia suresi ayet 10
Onun ne olduğunu (mahiyetini) sana bildiren nedir?

(Hâviyenin ne olduğunu) Onun ne müthiş bir azap mahalli bulunduğunu (sana ne şey bildirdi?.) o ne kadar düşüncelerin üstünde bir azap yurdudur.

Karia suresi ayet 11
O, kızgın bir ateştir.

O hâviye denilen şey (Çok kızgın bir ateştir.) onun yanında diğer ateşler pek hafif kalmaktadır.
"Hamiye" harareti pek şiddetli olup parlayan, duran ateş demektir, işte küfür ve tuğyanın neticesi, böyle pek şiddetli bir azaptır. Deniliyor ki: İlâhî adaletin bütün yaratıklara karşı tecellîsi için yarın âhirette kulların amelleri birer şekil kazanarak veya amel defterlerinde yazılı bulunarak tartıya vurulacaktır. Kimlerin güzel, amelleri galip ise sahipleri için mükâfat vesilesi olacaktır. Bil'akis kimlerin çirkin amelleri galip ise onlar da bu yüzden azaba uğrayacaklardır. Bütün bunlar, birer hikmet ve fayda gereğidir, ve Allah'ın kudretine göre asla imkânsız görülemez
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Saffat suresi ayet 1
Saflar halinde dizilenlere andolsun,

Bu mübarek âyetler, Yüce Allah'ın birliğini, bütün kâinatın Yaratıcısı olduğunu kat'i bir surette bildiriyor. Üstümüzdeki gök kubbesinin yıldızlar ile nasıl bezetilmiş olduğunu ve bazı sırları öğrenmek için göklere yükselmek isteyen şeytanların birer ateş parçalariyle nasıl defedildiklerini ve cezalandırıldıklarını haber veriyor ve onların daimi bir azaba uğrayacaklarını da ihtar buyurmaktadır.
Şöyle ki: Allah Teâlâ kendi birliğini ve yaratıcılığını beyan için muhterem bir vasıfta yaratmış olduğu bir kısım mahluklarına yemin ediyor, bu suretle de en mühim bir itikadi meseleyi kuvvetlendiriyor, hem de o mahlûklarını Allah katındaki kıymetlerine işaret ederek onlar gibi üstün vasıflar ile vasıflanmanın ehemmiyetini bildirmiş oluyor. İşte bu gibi hikmetlerden dolayı buyuruyor ki: İbadetler için (Saflar bağlayanların hakkı için) onların yüksek zâtlarına andolsun ki, beyan olunacak bir itikadi mesele, aynen hakikattir.

Bu saf bağlayanlardan maksat, Melâike-i kiram'dır. Onlar birer büyük mertebeye sahiptirler. Ve onlar kısım kısım cemaat halinde toplanırlar, saf bağlamış olarak Cenab-ı Hak'ka kullukta bulunurlar. Mamafih bu saf saf olan zâtlardan maksat, namazlarda saf bağlayan, Yüce Mâbud için secdelere kapanan müslüman gurupları da olabilir. Bunların da Allah katında büyük mertebeleri vardır. Bir de bu zâtlardan maksat, Allah yolunda cihada atılan; din düşmanlarına karşı tertip olan İslâm mücahitleri de olabilir.

Saf; Bir cemaatin bir çizgi üzerine tertip alması demektir. Belirli bir mertebeyi, bir şeref ve fazileti veya bunun aksine sahip olanlar da birer mânevi, ahlâki saf teşkil etmiş olurlar. Çoğulu Sufûf ve Saffât'dır.

Saffat suresi ayet 2
Haykırıp sürükleyenlere,

Yemine devam ile buyuruluyor ki: Fenalıklardan başkalarını (Nehy ve men edenler hakkı için) bunlara da andolsun ki, o beyân olunacak mes'ele, sırf bir hakikattir. Bunlardan maksat da Meleklerdir ki, onları, şeytanları defe çalışırlar, müminleri ruhani ilhamlariyle hayra, iyiliklere teşvik ederler. Mamafih bu zâtlardan maksat, insanları irşada çalışarak onları yasaklardan men'e gayret eden samimi din âlimleri de olabilir. "Zecr" Birşeyden başkasını korkunç bir ses ile veya şâire ile de men ve defetmektedir. Birşeye zorla sevketmek manâsında da kullanılmaktadır. Zacir, zacire öyle çağırıp men'e çalışandır, çoğulu: Zâcirün ve zacirâttır.

Saffat suresi ayet 3
Zikir okumakta olanlara,

Ve yine yemin ediliyor ki: (Kur'an'ı okuyanlar hakkı için) 0 beyan olunacak mesele hakikatin ta kendisidir. Bu zâtlardan maksat da Cenab-ı Hak'kı zikr ve kutsamaya devam eden ve semavi kitapları Yüce Peygamberlere getirmiş olan melâike-i kiramdır veyahut Kur'an-ı Kerim'i okumaya devameden, hükümlerine hakkıyla riayetkar olan müslümanlardır,

Saffat suresi ayet 4
Hiç tartışmasız, sizin ilahınız gerçekten birdir.

Tüm kâinat nizamının tâ başlangıcından günümüze değin Allah'ın emriyle ayakta durduğu gerçeğini vurgulamak için yukarıdaki özellikleri taşıyan meleklerin adına yemin edilmiştir. Bu sistemin dışına çıkmak isteyenlerin kötü akibetleri sonucunda ortaya bir tek hakikat çıkar: İdareyi elinde tutan ilâh tek bir ilâh'dır. "İlah" kavramı iki anlamı tazammun eder.
Birincisi
başkaları tarafından kendisine kulluk edilen kimse,
ikincisi
kulluk edilmeye gerçekten layık olan zat.
Burada "ilah" kavramı ikinci anlamda kullanılmıştır. Çünkü birinci anlamda insanların pek çok ilâhı vardır. Bu yüzden ayeti "gerçek ilâhınız birdir" şeklinde tercüme etmek daha uygundur.

Saffat suresi ayet 5
Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi'dir, doğuların da Rabbi'dir.

Güneş ufukta hergün aynı noktadan doğmadığı gibi, hergün biraz daha kayarak ayrı açılardan göğe yükselir ve böylece dünyanın her bölgesinde muhtelif zamanlarda görülmesi mümkün olur. İşte bu yüzden ayette "meşarik" (doğular) ifadesi kullanılmıştır.
Zikredilmemiş olmasına rağmen "mağarıb" (batılar) ifadesini de, aynı mantık yolunu kullanarak, zikredilmiş olarak kabul edebiliriz. Çünkü "meşarik" ifadesi, aynı zamanda "mağarib" ifadesine de delâlet eder. Nitekim Mearic Suresi'nin 40. ayetinde "Doğuların da Rabbi, Batıların da Rabbi" ifadesi kullanılmıştı.

 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Saffat suresi ayet 6
Hiç şüphesiz, biz dünya göğünü 'çekici bir süsle', yıldızlarla süsleyip donattık.

0 Yüce ve kerim Yaratıcımız, bütün insanlığı ikaz için, aydınlatmak için bir takım kudret eserlerine şöylece işaret buyuruyor. (Muhakkak ki, bir yakın olan göğü) insanların daima seyredip durdukları gök kubbesini (ziynet ile) bir enteresan, hoş manzara ile evet., (yıldızlar ile) Onların ışıklarıyla, eşsiz şekil ve cereyanlariyle (bezettik) mehtaplı bir gecede semaya bakanlar, ne kadar süslü, ne kadar güzel, ömür artıran bir kudret levhasını seyretmeye muvaffak olurlar.

Aslında güneş, ay, yıldızlar başka başka semalarda bulunmakla beraber yeryüzünde yaşayanlar, onların hepsini de kendi başları üzerinde bulunan, kendilerine oranla en yakın olan bir gök küresinde doğar ve batar bir hâlde görmektedirler, onların o ışık saçan, gönül açan manzaralarını seyredip durmaktadırlar.

Saffat suresi ayet 7
Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk;

(ve hem) O semaları, o parlak yıldızları, o kadar kudret eserlerini (her isyankar şeytandan muhafaza ettik.) o şeytanlar ve o şeytanlara uyanlar, o kudret eserlerine bir tecavüzde bulunamazlar. Ve onlar o kudret eserlerinin yüceliğini, güzelliklerini, intizamını takdir edemezler, o kudret eserlerini tefekkür ederek onlardan bir ibret dersi alamazlar. Onlar kendi yaratılış kabiliyetlerini zayi etmişlerdir.

Saffat suresi ayet 8
Onlar, en yüksek bir cemaati -sözlerine kulak vererek- dinleyemezler, ve her taraftan kovulup atılırlar.

(Onlar) 0 şeytanlar, o göklere yükselmek isteyen mel'un, Allah'ın kahrına uğramış kimseler (en yüksek bir cemaati) semalarda bulunan melekleri, öyle şerefli mahlûkları görüp onların sözlerine kulak vererek (dinleyemezler) onları buna muvaffakiyetten mahrumdurlar. Hatta onların birçokları bu yeryüzünde bile hapsedilmişlerdir. Onların gözleri öyle yüksek makamları görmeğe, kendileri de oralardaki sırları, işaretleri idrâk etmeye ve düşünmeye kabiliyetli değildir, (ve) Onlar göklere yükselip bazı hakikatlardan haberdar olmaya cür'et edince (her taraftan kovulup atılırlar) artık semalara yükselerek bâtıl gayelerini temine asla kadir olamazlar.

Melei âlâ;
Aynı görüş üzerine toplanmış yüksek bir cemaat demektir.

Kazf;
recm etmek, taşlamak, sövmek, atıvermek manasınadır.

Saffat suresi ayet 9
Bir uzaklaştırılmakla uzaklaştırılmış -olurlar- ve onlar için bir daimi azap da vardır.

Evet.. 0 şeytanlar öyle bir yükselmek haraketinde bulundukları zaman (bir uzaklaştırılmakla uzaklaştırılmış) olurlar. Semaya yükselmek istedikleri zaman kendilerine müsaade edilmez. Onlar semanın ufuklarından koğulurlar (ve onlar için bir daimi azap da vardır.) onları ahirette ebedî olarak azap göreceklerdir. Ve müfessir Mukatil'in beyanına göre onlar dünyada da ilk sura üfürülünceye kadar azaptan kurtulamazlar.

Duhur;
Kovmak, uzaklaştırmak, sürmek ve zelillik manasınadır.

Vasıb;
dâima gerekli olan demektir. Daimi bir hastalığa da "Vasab" denilir


Saffat suresi ayet 10
Ancak bir çalıp çırpan müstesna. Ona da hemen bir parlak âteş parçası ulaşıverir.

Evet.. Şeytanlar umumiyeti itibariyle öyle kovulurlar. (Ancak) Onlardan meleklerle karşılaşıp da meleklerden her nasılsa bir sözü, bir haberi (çalıp çırpan) şeytan (müstesna) o öyle bir sözü, bir haberi öğrendi mi (ona da hemen) şihab denilen (bir parlak âteş parçası ulaşıverir.) o şeytanı yakar, öldürür veya delik deşik ediverir. Onlara isabet eden ateş parçası, bir sabit yıldız değildir. Belki yıldız gibi parlayan bir ateşli cisimdir ki, hikmet gereği şeytanların taşlanmasma, kovulmasına vasıta olur. Yüce Yaratıcının kudretine nazaran bunların hiçbirini uzak görmeğe ve başka şekilde tevile gerek yoktur.

Hatf;
Çalmak, sür'atle almak, hemen kapıp kaçınmak manasınadır.

Sâkıb;
ışık verici, kuvvetli şekilde ışıklı olan ve delik delici demektir.

 
Üst Alt