Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Tebbet suresi ayet 4
Eşi de; odun hamalı,

Bu kadının ismi "Ardiya" idi. Ümmü Cemil, O'nun lâkabıydı. Ebu Süfyan'ın kardeşi olan bu kadın Rasulullah'a düşmanlıkta kocasından geri kalmıyordu. Hz. Ebubekir'in kızı Esma şöyle beyan eder: Bu sure nazil olduktan sonra Ümmü Cemil çok kızgın bir vaziyette Rasulullah'ı aramaya çıktı. Elleri taşla doluydu. Aynı zamanda, Rasulullah aleyhindeki kendi hiciv şiirlerini de okumaktaydı. Harem-i Şerif'e geldi. Rasulullah orada Hz. Ebubekir ile oturuyordu. Hz. Ebubekir: "Ya Rasulallah o geliyor. Korkarım size karşı bir terbiyesizlik yapacak" dedi. Rasulullah: "Beni göremez" dedi. Aynen öyle oldu. Rasulullah orada olduğu halde onu göremedi. Ebubekir'e, "Dostun, duyduğuma göre beni hicvetmiş" dedi. Ebubekir: "Bu Ev'in Rabb'ine yemin ederim ki o seni hicvetmedi" dedi. Bunun üzerine kadın geri döndü. (İbn Ebi Hatim, Siret-i İbn Hişam, Bezzar da İbn Abbas'tan bunun benzeri bir olay nakletmiştir) . Hz. Ebubekir'in bu cevabının anlamı, onu hicvedenin Rasulullah değil, Allah (c.c.) olmasıdır.

Buradaki "hammalete'l hatab" kelimesi, "odun toplayan kadın" anlamındadır. Müfessirler bu konuda pek çok mana beyan etmişlerdir. İbn Abbas, İbn Zeyd, Dahhak ve Rubeyye b. Ans diyorlar ki: Geceleri dikenli ağaç dalları getirerek Rasulullah'ın kapısının önüne bırakan bu kadına, yaptığı hareketten dolayı "odun toplayan kadın" denmiştir. Katade, İkrime, Hasan Basrî, Mücahid ve Süfyan Sevrî de diyorlar ki: O kadın fesat çıkarmak için lâf taşırdı. Onun içn, Arapça ıstılahına uygun olarak ona "odun toplayan kadın" denmiştir. Araplar fesat ateşini körükleyen bu tip kişiler için "odun toplayan kişi" derler. Said b. Cübeyr diyor ki: Bir kimsenin kendi günahlarını taşımasına, "fulânun yahtebu ala zehrîhî (Falan şahıs sırtında odun taşımaktadır) denir. Dolayısıyla "hammalete'l hatab"ın manası da "günahını taşıyan kadın" olur.

Tebbet suresi ayet 5
Boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak.

Burada "cid" kelimesi "gerdan" için kullanılmıştır. Çünkü Ümmü Cemil, boynuna mücevher gerdanlık takardı ve şöyle derdi: "Lat ve Uzza'ya yemin ederim ki bu gerdanlığı satarak gelirini Muhammed'e karşı kullanacağım".
Bu nedenle "Cid" kelimesi burada istihza olarak kullanılmıştır. Yani gerdanlık takıp gururlandığı gerdanı cehennemde iple bağlı olacaktır. Bu ifade Kur'an'ın diğer yerlerinde de örnekleri görüldüğü gibi istihza içindir. "Onları yakıcı bir azabla müjdele" gibi.
Gerdanına bağlanacak olan ip için "hablun min mesed" ifadesi kullanılmıştır. Yani o ip "mesed" cinsinden olacaktır. Lugatçılar ve müfessirler bunun çeşitli anlamlarını beyan etmişlerdir. Bir kavle göre, sağlam yapılı bir iptir. İkinci kavle göre, hurma kabuğundan yapılmış ip için kullanılmıştır. Üçüncü kavle göre, hurma yapraklarından yapılmış iptir. Veya devenin derisinden ya da kıllarından yapılmış iptir. Başka bir kavle göre de demir tellerden yapılmış bir iptir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Felak suresi ayet 1
De ki: Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabâhı ortaya çıkaran Rabbe,

"Kul(de) " kelimesi, vahiyden bir parçadır. Rasulullah'ın risalet mesajından bir cüzdür. Bunun ilk muhatabı Rasulullah olsa da, her mümin bu kelimenin muhatabıdır.

"Sığınma" fiilinde üç unsur vardır. Birincisi, sığınmak isteyen. İkincisi, kendisine sığınılacak kişi. Üçüncüsü, kendisinden sığınılacak şey. "Sığınma"dan murad, korku nedeniyle bir şeyden korunmak için bir başkasına dayanmak, onun himayesine girmek ve ona sarılmaktır. "Sığınan kimse" bir şeyden korktuğu ve ona güç yetiremediği için başkasına sığınma ihtiyacı hisseder. Sığınan kimse, sığındığı kişinin, korktuğu şeye güç yetirdiğine ve kendisini ondan koruyacağına inanır. Sığınmanın bir çeşidi de; tabiat kanunundan, maddi bir şeyden, şahıstan veya kuvvetten meydana gelmiş bir şeye sığınmaktır. Meselâ, düşman saldırısına karşı kaleye sığınmak gibi. Veya kurşuna karşı hendeğe ya da bir duvarın arkasına sığınmak gibi. Veya, güçlü bir zalime karşı bir insana, bir millete ya da bir hükümete sığınmak gibi. Hatta güneşe karşı bir ağaç veya binanın gölgesine sığınmak gibi. Diğer bir sığınma çeşidi de; her tür tehlikeden, maddî, ahlakî veya ruhanî olan zararlardan, fıtrat üstü bir Zât'a sığınmaktır. O Zât tabiat kanunlarının da üstünde hakim olduğu için, insan, his ve idrakı gereği ancak O'na sığınma ihtiyacı duyar.
Bu ikinci tip sığınma, sadece Felak ve Nas surelerinde konu edilmemiş, Kur'an ve Sünnette de nerede kendisinden bahsedilmişse orada kasdedilen de aynı sığınma çeşidi olmuştur. Bu tip sığınmanın Allah'tan başkasına olmaması tevhid akidesinin gereğidir. Müşrikler bu tür sığınmayı Allah'tan başkası için de yapıyorlardı. O dönemde Allah'tan başka, cin, tanrı, ve tanrıçaya da sığınıyorlardı; bugün de sığınmaktadırlar. Maddeperest olanlar da maddi güçlere ve vesilelere sığınırlar. Çünkü onlar fıtrat üstü bir güce inanmazlar. Ama, bir mümin, afet ve belaları defetmeye gücü yetmiyorsa, onlara karşı ancak Allah'a rücu eder ve O'na sığınır. Kur'an müşrikler hakkında şöyle buyurmuştur: "Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı da onların kibir ve azgınlıklarını artırırlardı." (Cin, 6) . Bunun açıklamasını an: 7'de İbni Abbas'ın kavlini naklederek şu şekilde yapmıştık: Arap müşrikleri gece bir vadide konaklamaya mecbur kaldıklarında şöyle derlerdi: "Biz bu vadinin Rabb'ine (yani bu vadinin maliki ve hakimi olan cine) sığınırız." Bunun yanısıra Firavun hakkında da şöyle buyurulmuştur: (Hz. Musa'nın büyük ayetlerini görünce) Kendi gücüne dayanarak kibirlendi." (Zariyet, 39) . Kur'an Allah'a inananların tutumunu ise şöyle beyan eder: "Bir şeyden korktuğunuzda, ister maddi, ister ahlâkî ve ruhanî olsun, bunların şerrinden Allah'a sığının." Mesela Hz. Meryem hakkında şöyle buyurulmuştur: Yalnızken, Allah'ın meleği bir erkek şeklinde çıkagelince (Meryem bu gelenin melek olduğunu bilmiyordu) Meryem O'na şöyle dedi: "Eğer Allah'tan korkuyorsan, senden, Rahman olan Allah'a sığınırım." (Meryem, 18) . Hz. Nuh Allah'a yersiz bir dua ettiğinde Allah (c.c.) O'nu ikaz etmiş ve Hz. Nuh da hemen şöyle demişti: "Allahım, bilmediğim şeyi istemekten Sana sığınırım." (Hud, 47) . Hz. Musa İsrailoğullarına bir inek kesmelerini emrettiğinde Musa'ya şöyle demişlerdi: "Bize şaka mı yapıyorsun? Bunun üzerine Hz. Musa şöyle cevap verdi: "Cahillikten Allah'a sığınırım." (Bakara, 67) .
Aynı konu sahih hadis kitaplarında nakledilen Rasulullah'ın dualarında da mevcuttur. Şimdi bu dualara bakalım:
Hz. Aişe'den Rasulullah'ın yaptığı dualarda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım işlediğim ve işlemediğim kötülüklerden sana sığınırım. Eğer yapmadığım bir işten, yapmadığım için bir zarar geldiyse ondan da sana sığınırım. Veya yapmamam gerekirken yaptığım bir işten dolayı sana sığınırım." (Müslim) .
İbn Ömer'den Rasulullah'ın dualarından birinin de şu olduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım sahip olduğum nimetlerden mahrum olmaktan sana sığınırım. Bana nasip olan bu afiyetin yok olmasından sana sığınırım. Ani gazabından ve hoşnutsuzluğundan sana sığınırım." (Müslim) .
Zeyd b. Erkam'dan Rasulullah'ın şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Faydasız ilimden, korkusuz kalpten, doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan sana sığınırım." (Müslim) .
Ebu Hureyre'den, Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım geceyi kendisi ile geçirmenin en kötü şey olduğu açlıktan sana sığınırım. Hıyanetten de sana sığınırım, çünkü o çirkin bir şeydir." (Ebu Davud) .
Enes'den Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım, sedef, delilik, cüzzam ve bu gibi diğer hastalıklardan sana sığınırım. (Ebu Davud) .
Kutbe b. Malik'ten Rasulullah'ın şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Allah'ım kötü ahlak, kötü amel ve kötü heveslerden sana sığınırım." (Tirmizi) .
Hz. Aişe'den, Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım, ateşin fitnesinden, zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım."
Şâkal b. Humeyd, Rasulullah'a şöyle söylemiştir: "Ya Rasulallah bana bir dua öğret." Rasulullah buyurdu: "Şöyle de: Kulağın şerrinden, gözün şerrinden, dilin şerrinden, kalbin şerrinden ve şehvetin şerrinden sana sığınırım." (Tirmizi, Ebu Davud) .
Enes, b. Malik Rasulullah'dan şöyle rivayet etmiştir: "Allahım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, yaşlılıktan, cimrilikten, kabir azabından, hayat ve ölüm fitnesinden (Müslim'in bir rivayetinde şu ilave de vardır.) Borç yükünden ve başkalarının bana galip gelmesinden sana sığınırım." (Buhari ve Müslim) .
Havle b. Mukim Es-Sülemî, Rasulullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Bir kimse bir yerde kamp kurarken, -ben mahlukun şerrinden Allah'a eksiksiz kelimeleri ile sığınıyorum- derse, o kampı terkedene kadar hiçbir şey ona zarar veremez." (Müslim) .
Rasulullah'ın bazı dualarını örnek olarak naklettik. Bu rivayetlerden açıkça anlaşılıyor ki mümin, her tehlike ve şerre karşı sadece Allah'a sığınmalıdır. Allah'tan müstağni olmak ve gönlünü başkasına bağışlamak mümine yakışmaz.

Burada "Rabb'ül Felak" kullanılmıştır. "Felak"ın asıl manası "yırtmak"tır. Çoğunluk müfessirlere göre bundan murad, sabahın karanlıkları yırtarak doğmasıdır. Arapça'da "felak'üs subh" günün doğmasını ifade etmek için kullanılır. Kur'an'da Allah (c.c.) için "Falik'ul Esbah" yani 'gece karanlığını yırtarak sabahı getiren' denilmiştir.(Enam, 96) .
"Felak"ın ikinci manası olarak "halak" (doğmak) da söylenmiştir. Çünkü, dünyada herşey meydana gelirken içinde bulunduğu ortamı yırtarak çıkar. Sözgelimi bütün su kaynakları dağları veya toprağı yırtarak açığa çıkar. Gündüz, geceyi yırtarak meydana gelir. Yağmur damlaları bulutları yırtarak yere inerler. Hayvanlar ana rahminden veya yumurtadan aynı şekilde çıkarlar. Hasılı bütün varlıklar bir nevi inşikak ile yokluktan varlığa geçerler. Hatta yeryüzü ve gökler büyük bir patlama sonucu meydana ayrı ayrı gelmişlerdir: "...göklerle yer bitişikti, biz onları ayırdık." (Enbiya, 30) Yani "Felaka" bütün varlıklar için geçerli genel bir kavramdır. Konumuz olan ayeti eğer birinci anlama göre değerlendirirsek anlamı şöyle olur: "Ben, sabahı getirene sığınırım." Eğer diğer anlamı esas alırsak o zaman anlamı şöyle olur: " Bütün canlıların Rabb'ine sağınırım" Burada Allah'ın zat isminin yerine sıfat ismi olan Rabb'in kullanılmasının nedeni; Rabb, yani "terbiye eden", "yetiştiren" sıfatının sığınmak olayına daha çok uygun düşmesidir. "Rabb'ül Felak"tan muradı, "Sabahı meydana getiren Rabb" olarak kabul edersek ayetin anlamı şöyle olur: "Gece karanlığından gündüzün aydınlığına çıkaran Rabb'a sığınırım. O Rabb gece afetinden çıkararak gündüzün afiyetine erdirmiştir." "Rabb'ül Felak"tan muradı, "Rabb'ul Halak" olarak kabul edersek, o zaman ayetin manası şöyle olur: "Bütün varlıkların sahibine sığınırım ki, varlıkların şerrinden korusun.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Felak suresi ayet 2
Yarattığı şeylerin şerrinden,

Diğer bir ifadeyle "bütün varlıkların şerrinden O'na sığınırım." Bu cümledeki bazı noktalara dikkat etmelidir:
Birincisi,
burada "şerr"in nisbeti Allah'a değil, yarattığı mahlukata yapılmıştır. "Ben Allah'ın yarattığı şerden O'na sığındım" denmemiştir. Şöyle denmiştir: "Yaratıkların şerrinden Allah'a sığınırım." Buradan anlaşılıyor ki Allah (c.c.) hiçbir mahluku şer için yaratmamıştır. Aslında O'nun (c.c) işi hayır ve sulhe dayanır. Fakat mahlukatın içinde bazılarına, yaratılış hikmeti tamamlansın diye bazı özellikler de verilmiştir. Bu nedenle bazı mahlukattan pek çok şer meydana gelir.
İkincisi;
aslında ayetteki bu ifadeyle yetinilip, sonraki ayette belli mahlukatın şerri zikredilmeseydi bile, mahlukatın şerri konusunda bu ayet yeterli olurdu. Ama bu genel açıklamadan sonra bazı mahlukun şerri ayrıca zikredilmiştir. Bunun nedeni, zikredilen şeylerden Allah'a sığınmaya, diğer şerlerden sığınmaktan daha çok ihtiyaç olmasıdır.
Üçüncüsü;
mahlukatın şerrine karşı sığınmanın en etkili yolu, onları yaratana sığınmaktır. Çünkü Allah, her halükarda mahlukatı üzerinde galiptir ve bizim bilmediğimiz şerleri bilir. Dolayısıyla Allah'a sığınma öyle bir yüce Hakime sığınmaktır ki, O'na karşı hiçbir şeyin gücü yetmez.
O'na (c.c) sığınmakla mahlukunun bildiğimiz ve bilmediğimiz her türlü şerrinden de O'na sığınmış oluruz. Ayrıca, sadece bu dünyanın değil ahiretin şerrinden de O'na sığınmış oluruz.
Dördüncüsü;
"şer" kelimesi zarar, noksan, eziyet ve keder için de kullanılır. Bunlara sebep olarak hastalık, açlık, savaşta yara almak, ateşte yanmak, akrebin ısırması veya evladın ölmesinden dolayı üzülmek gibi şerleri birinci kategoride zikredebiliriz. Çünkü bunlar eziyet meydana getirirler. Buna karşılık küfür, şirk, her türlü günah ve zulüm ise ikinci kategoride şerlerdir. Bunlar da aslında zarar ve noksanlık ihtiva ederler, ama birinci kategoridekiler gibi eziyet vermezler. Hatta bazı zamanlar bunlardan lezzet ve fayda bile elde edilebilir. Hâsılı şerre karşı Allah'a sığınmak bu iki tür şerri de kapsar.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Felak suresi ayet 3
Karanlığa çöktüğü zaman gecenin şerrinden,

Genel olarak mahlukatın şerrinden Allah'a sığınmanın zikredilmesinden sonra, bazı özel şeylerden sığınma ayrıca telkin edilmiştir. Ayette "Ğâsıkın iza vekab" ifadesi kullanılmıştır. "Ğâsık"ın lügat manası "karanlık"tır. Mesela Kur'an'ı Kerim'de bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına (gaseke'l leyl..) " (İsra, 78) "Vekab"ın manası ise dahil olmak ve kaplamaktır. Gece karanlığının şerrinden Allah'a sığınmak özellikle telkin edilmiştir. Çünkü suçlar çoğunlukla gece karanlığında işlenir. Eziyet verici ve zehirli hayvanlar da gece ortaya çıkarlar. Bu sure nazil olduğunda Arabistan'da, anarşi ve korku nedeniyle gece karanlığı çok korkunç bir şeydi. Çünkü çeteler karanlıkta ortaya çıkar ve yerleşim merkezlerini talan ederlerdi. Rasulullah'ın hayatına son vermek isteyenler de katilin kim olduğu bilinmesin diye bu cinayeti gece karanlığında yapmayı planlıyorlardı. Onun için, özellikle gece ortaya çıkan bütün afet ve şerlerden Allah'a sığınılması telkin edilmiştir. Burada gece karanlığının şerrinden, fecri getiren Allah'a sığınılmasındaki incelik kimsenin gözünden kaçmaz.
Bu ayetin tefsirinde bir tereddüt vardır. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği müteaddit sahih hadislerde şöyle nakledilmiştir: "Gece gökte Ay çıkmıştı. Rasulullah elimi tutarak Ay'ı işaret etti. Buyurdu ki: "Allah'a sığının-"Gâsikın iza vekab- budur." (Ahmed, Tirmizi, Nesei, İbn Cerir, İbn Münzir, Hakim, İbn Merduye.) Bu hadisin tevili bazılarına göre "iza vekab"ın anlamının "iza hasefe" olarak anlaşılması iledir. Yani Ay'ın tutulması olarak anlaşılabilir. Fakat hiçbir rivayette, Rasulullah aya işaret ettiğinde ayın tutulmuş olduğuna dair bir kayıt yoktur. Ayrıca arapçada "iza vekab" yerine hiçbir zaman "iza hasefe" kullanılmaz.
Bana göre bu hadisin sahih tevili şöyledir: Ay ancak gece çıkar. Gündüz de gökte olduğu halde görünmez. Bunun için Rasulullah'ın sözünün anlamı "Onun (Ay'ın) çıktığı zamandan, yani gece karanlığından Allah'a sığının" şeklindedir. Çünkü Ay'ın aydınlığı saldırganlara karşı direnen kimseye çok fazla yararlı olmaz. Suç işlemeyi hedef alanlara daha çok yararlı olur. Rasulullah konu ile ilgili olarak bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Güneş battıktan sonra şeytanlar her tarafa yayılır. Dolayısıyla karanlık bitinceye kadar çocuklarınızı eve toplayın. Hayvanlarınızı kapatın."
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Felak suresi ayet 4
Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden,

Burada "neffâsâti fi'l ukad" ifadesi kullanılmıştır. "Ukad" ukdenin çoğuludur. Anlamı düğümdür. Bir ipi düğümlemekte olduğu gibi. "Nefese"nin anlamı üflemektir. Nefese'nin çoğulu "neffâse"dir. Bunu "allâme" kalıbında anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek" olur. Eğer bu kelimeyi müennes (dişi) sigada anlarsak o zaman "çok üfleyen kadınlar" olur. Nefese'nin çoğulu "nüfus ve cemaatler" de olabilir. Çünkü Arapça'da nüfus ve cemaat kelimesinin ikisi de müennestir. Düğüme üflemek kelimesi pekçok müfessire göre sihir için kullanılır. Çünkü sihirbazlar, bir iple düğüm atarak ona üflerler. Bu ayetin anlamı "sihirbazların şerrine karşı fecri getiren Rabb'e sığınırım." şeklindedir. Ayetin bu anlamını şu rivayet de teyid eder: Rasulullah'a sihir yapıldığında Cebrail (a.s) gelerek Muavezeteyn'i okumasını tavsiye etmişti. Muavezeteyn'de bir tek bu cümle sihirle ilgilidir. Ebu Müslim, İsfahani ve Zemahşeri "Neffasâti fi'l ukad"ı başka bir anlamda açıklamışlardır. Onlara göre ayetten murad kadınların kurnazlığı ve hileleridir. Onlar erkeklerin azim, irade ve düşüncelerine etki ederler. Bu etki ayette sihire benzetilmiştir. Çünkü kadına aşık olan bir insanın hali büyülenmiş gibidir. Bu tefsir gerçekten ilginçtir. Ama seleften gelen kabul görmüş tefsire ters düşmektedir. Girişte açıkladığımız bu surelerin nazil olduğu şartlarla da mutabakat sağlanmaz.
Sihir hakkında şu bilinmelidir; Birisini sihirle etki altına almak için şeytandan ve yıldızlardan yardım istenir. Kur'an bu nedenle sihiri küfür saymıştır. "Süleyman küfre gitmedi, fakat o şeytanlar küfre gittiler, o insanlar sihir öğretiyorlar.." (Bakara, 102) Yapılan sihirde şirk olmasa ve küfür kelimesi bulunmasa da sihir haramdır. Rasulullah onu, yedi büyük günahtan biri saymıştır. Bu yedi günah insanın ahiretini mahveden günahlardır. Buhari ve Müslim'den, Rasulullah'ın şöyle dediği Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir: "Mahveden yedi şeyden sakının. Ashab sormuş: Ya Rasulallah onlar nedir? Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, faiz yemek, yetimin malını yemek, cihadda düşmandan kaçmak, iffetli bir mümin kadına zina iftirası atmak."
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Felak suresi ayet 5
Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden.

"Hased"in anlamı bir şahsın Allah'ın verdiği bir nimet ya da faziletin başkasında da bulunmasından hoşlanmamasıdır. Veya o nimetlerin ondan alınıp kendisine verilmesini ve eğer kendisine verilmediyse başkasına da verilmemesini istemesidir. Hased edenin şerrinden Allah'a sığınmanın manası; hased eden kişinin başkalarında bulunan iyiliği, söz ve fiili ile yoketmeye çalışmasından Allah'a sığınmaktır. Hased eden kişi bu tutumu fiile geçirmediği müddetçe, bundan Allah'a sığınmaya ihtiyaç duyulmaz. Çünkü kalbinde ne olduğu bilinemez. Ama hased fiile döküldüğünde ilk iş Allah'a sığınmak olur. Ayrıca hased edenin şerrinden sığınmak için bazı tedbirler de alınır. Bunlardan birisi, insanın Allah'a tevekkül etmesi ve Allah'ın izni olmadan hiçkimsenin zarar veremeyeceğine inanmasıdır. İkincisi, hased edenin yaptığına sabretmesi ve sabırsız davranarak onun seviyesine inmemesidir. Üçüncüsü, hased eden Allah'tan korkmasa, halktan utanmasa ve hatta çok terbiyesiz davranışta bulunsa da, hased edilenin takvayı elden bırakmamasıdır. Dördüncüsü, kalbinde hased edilene pek yer vermemesi ve fazla düşünmemesidir. Onu fazla düşünmek, ona mağlup olmanın başlangıcı olur. Beşincisi, hased edene karşı kötü muamele yapılmamasıdır. İmkan varsa ona iyilik ve ihsanda bulunmalıdır. Hased edenin kendisine ne gibi kötülükler düşündüğüne aldırmamalıdır. Altıncısı, hasede uğrayanın tevhid akidesine sebat göstermesidir. Çünkü bir insanın kalbinde tevhid kökleşmişse, o hiçbir zaman, hiç kimseden korkmaz.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Beled suresi ayet 1
Hayır; bu şehre yemin ederim,

Söze "değil" ile başlayarak daha sonra yemin edilmesinin anlamı: Güya önce bir konu tartışılmaktaydı. O reddedilerek şöyle buyurulmaktadır; "değil, sizin dediğiniz gibi değildir. Fakat filan filan üzerine yemin ederim ki asıl şey şudur."
Burada şöyle sorulabilir:
Reddedilen şey neydi? Bu soruya sonraki muhteva delalet etmektedir. Mekke'deki kafirler şöyle diyorlardı: Bizim hayatımızda hiçbir sapıklık yoktur. Dünyadaki hayat sadece yeyip, içmek ve eğlenmek, sonra da ölmektir. Hz. Muhammed (s.a) bizim bu hayat şeklimize boşuboşuna yanlış ve sapık demekte ve bizi korkutmaktadır. Bir de yaptıklarımızın hesabının sorulacağını, ceza ya da mükafaat verileceğini boşuna söylemektedir.

Yani Mekke şehri. Burada şehre niçin yemin edildiğini açıklamaya ihtiyaç yoktur. Mekkeliler bu şehrin tarihçesini iyi biliyorlardı. Daha önce çöl olan, dağlar arasında susuz, bitkisiz bir vadiydi. Hz. İbrahim, hanımı ile kundaktaki çocuğunu hiçbir güvence olmadan burada bırakmıştı. O zamanlarda inşa edilen "beyt"e insanlar hacc için çağrıldıklarında, çevresinde bunu duyacak hiç kimse yoktu. Ancak daha sonra bu şehir bütün Arabistan'ın merkezi olmuş ve haram kılınmıştı. Asırlardır anarşi içinde yaşayan Arabistan'da bundan başka emin bir yer yoktu.

Beled suresi ayet 2
Ki sen, bu şehirde oturmakta iken,

Müfessirler buradaki kelimenin üç anlama geldiğini açıklamışlardır.
Birincisi,
sen bu beldede mukimsin. Senin burada bulunman dolayısıyla şehrin azameti artmıştır.
İkincisi,
bu şehir haramdır ama bir zaman gelecek, belli bir süre için burada harb olacaktır.
Üçüncüsü,
bu şehirde vahşi hayvanları öldürmek, ağaçları kesmek Arablar indinde haramdı. Burada her şey emin sayılırdı. Hal böyleyken senin emniyetin yoktur. Sana eziyet vermek ve hatta seni öldürmeyi planlamak helâl sayılmaktadır. Kelimenin anlamı açısından bu üç tefsir de imkan dahilinde olmasına rağmen, ilerideki konuyu düşünürsek anlaşılıyor ki ilk iki mananın konuyla ilgisi yoktur. Ancak üçüncü anlam burada uygun düşmektedir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Beled suresi ayet 3
Babaya ve doğan-çocuğa da.

Baba ve ondan olan evlat ifadesi kullanılarak insanın kendisi kasdedilmiştir. Bu nedenle baba'dan kasıt Adem (a.s) 'dir. O'ndan olan evlattan kasıt, şimdiki ve gelecekteki dünyada bulunan bütün insanlardır.

Beled suresi ayet 4
Andolsun, biz insanı bir zorluk içinde yarattık.

Yukarıda zikredilen şekildeki yemin, bunun üzerine de edilmiştir. İnsanın meşakkat içinde doğmasından maksat, insanın bu dünyaya eğlence ve dinlenme için getirilmediğidir. Tersine, bu dünyada mihnet ve meşakkat çekmek için yaratılmıştır. Hiçbir insan bu zorluktan istisna değildir. Mekke şehri, bir Allah'ın kulunun meşakkate girerek bu ev'i inşa ettiğine ve sonra Arabistan'ın merkezi olduğuna şahittir. Mekke şehri, bir gaye için türlü türlü musibetlere katlanan Hz. Muhammed'in (s.a.) de haline şahittir. Hatta burada vahşi hayvanlara emniyet varken O'na rahat yoktur. Ana rahminde nutfe halinden ölüme kadar süren insan hayatı şahittir ki Ademoğlu zahmet, meşakkat, mihnet, tehlike ve şedid merhalelerden geçmektedir. Sizin en imrendiğiniz insanlar bile ana karnındayken tehlike içindeydi. Orada ölebilir veya düşük olabilirdi. Doğum anında ise o insan ölüm ve hayat arasındadır. Doğumdan sonra ise o kadar çaresizdir ki bir kimse alıp bakmasa ölebilir. Yürümeye başladığında her adımda düşer.
Çocukluktan büluğ çağına ve yaşlanıncaya kadar türlü bedenî değişiklikten geçmiştir. Bu değişiklik sırasında yanlış bir gelişme olsaydı can kaybına uğrayabilirdi. Bir padişah ve diktatör yatakta bile olsa her an bir ayaklanma olmasından korkar. Dünyayı fethetmiş bile olsa, halkının isyan edebileceği korkusu ile yaşar. Karun, kendi döneminde, servetini nasıl artıracağı ve onu nasıl koruyabileceği düşüncesi içinde yaşardı. Hasılı, hiçbir insan tamamen güven içinde değildir. Çünkü insan meşakkat içinde yaratılmıştır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Beled suresi ayet 5
O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?

Yani, insan bu durum içindeyken, dünyada istediğini yapacağı, üstünde kendisine hesap soracak kimse olmadığı düşüncesinde nasıl olabilir? Halbuki kendi takdirinin başkasının elinde olduğunu ahiretten önce bu dünyada da görmektedir. Allah'ın kararı karşısında bütün tedbirler anlamsız kalır. Bir yer sarsıntısı, bir fırtına, nehirlerin ve denizlerin kabarması ona Allah'ın gücü karşısında çaresiz olduğunu göstermek için yeterli değil midir? Anî bir olay sağlıklı bir insanı felce uğratabilir. İktidar sahibi Allah (c.c.) bir çırpıda onu alaşağı edebilir. Daha önce kendilerine karşı çıkmaya kimsenin cesaret edemediği en yüksek ve güçlü milletler, takdir değiştiği zaman dünyada hor duruma düşerler. İnsan, kendisinin üzerinde bir kimse olmadığını nasıl olur da düşünebilir?

Beled suresi ayet 6
O: "Yığınla mal tüketip-yok ettim" diyor.

Bu ifade şu anlama gelmektedir: İnsan kendi mal varlığı karşısında kibirlenerek, 'yığın yığın mal serfatmeme rağmen benim için farketmez çünkü çok malım var' der. Bu harcamayı iyi bir iş için değil sadece gösteriş için yapmıştır. İleriki ayetlerden, servetini büyüklük taslamak ve gösteriş için sarfettiği anlaşılmaktadır. Yani şairlere büyük mükafaatlar vererek, evlenme ve ölüm merasimi için binlerce kişiye yemek vererek, kumarda kazandığı zaman develer keserek, festival ve törenler yaparak, bu gibi diğer eğlencelerde birbiriyle yarışarak, meşhur olmak için mal sarfediyorlardı. Bu şekildeki sayısız ve boşuna merasimler cahiliye döneminde cömertlik alameti ve büyüklüğün işareti sayılırdı. Böyle harcamada bulunanlara kasideler yazılıyor, bunda da birbirleriyle yarışıyorlardı.

Beled suresi ayet 7
Kendisini hiç kimsenin görmediğini mi sanıyor?

Yani, büyüklük taslayanlar Allah'ın onları gözetlediğini anlamıyorlar. Onların bu serveti nasıl elde ettiklerini, niçin kullandıklarını, hangi niyetle ve ne maksatla harcadıklarını görmektedir. Onlar şöhret hırsı ve meşhur olmak için yaptıkları bu israfın Allah (c.c.) katında bir değer taşıdığını mı zannediyorlar? Bu dünyada insanları kandırdıkları gibi Allah'ı da kandırabileceklerini mi sanıyorlar?
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Beled suresi ayet 8
Biz ona iki göz vermedik mi?

Beled suresi ayet 9
Bir dil ve iki dudak?

Yani, biz ona ilim ve akıl vermedik mi? İki gözden kasıt, hayvanî gözler değil insanî gözlerdir. Yani, gözünü açıp bakarsa çevresinde, gerçeğin işaretlerini görecek ve yanlış ile doğru arasındaki farkı anlayabilecektir. Dil ve dudaklardan kasıt, sadece konuşan organlar değil aslında nefs-i nâtıkadır. Bu organların arkasında düşünme ve anlama yeteneği de vardır. Bu organlar, insanın hissettiğini dile getirmek için araçtırlar.

Beled suresi ayet 10
Biz ona 'iki yol-iki amaç' gösterdik.

Yani, biz insana sadece akıl ve düşünme yeteneği vererek kendi kendine yol bulsun diye bırakmadık. Ayrıca yol da gösterdik. Düşünerek ve anlayarak dilediğini seçmesi için ona iyilik ve kötülük, doğruluk ve sapıklıktan oluşan iki yol açıkladık. Aynı konuyla ilgili olarak Dehr suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Biz insanı katışık bir nutfeden yarattık, onu deneriz, bu yüzden onu işitir ve görür kıldık. Şüphesiz ona yol gösterdik, kimi buna şükreder kimi de nankörlük eder."

Beled suresi ayet 11
Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi.

"Akabe" zor geçit demektir. Zor geçit hakkında şöyle denir: Akabe geçilerek dağların yükseklerine çıkılır. Bu nedenle bu ayetin anlamı, "ona iki yol gösterdik" demektir. Birincisi, bu yol yükseklere gider ama meşakkatli ve zor geçitlere sahiptir. Onu geçmek için insan nefsine, heveslerine ve şeytanın vesveselerine karşı mücadele etmelidir. İkinci yol onu uçuruma götürür. Bu yol kolaydır. Çünkü ona düşmek için bir meşakkata ihtiyaç yoktur. Kendini serbest bırakması yeterlidir. Nefsinin bağlarını gevşetmesi ile dalalete düşer. Kendisine iki yol gösterdiğimiz insan uçuruma giden yolu izlemiş ve onu yükseklere çıkartacak olan zor geçitten vazgeçmiştir.

Beled suresi ayet 12
Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?

Beled suresi ayet 13
Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek) tir;

Beled suresi ayet 14
Ya da açlık gününde doyurmaktır,

Beled suresi ayet 15
Yakın olan bir yetimi,

Beled suresi ayet 16
Veya sürünen bir yoksulu.

Yukarıda onların israfından sözedilmiştir. Kendini büyük göstermek ve başkalarına karşı iftihar etmek için israf ediyordu. Bu nedenle burada mal sarfetme yolu gösterilmiş ve ahlâkî bozgunluğa uğramanın insanı yoksullaştıracağı açıklanmıştır. Bu tür harcamada şehvanî lezzet yoktur. Tersine fedakarlık için nefsin zorlanması vardır. Köle azat etmek veya bir kimseye malî yardımda bulunmak, bir borçlunun borcunu ödemek, yük altında ve borç içinde olan çaresize yardım etmek, aç bir kimseyi doyurmak, akraba veya komşu olan yetime destek olmak, iflas ve fakirlik dolayısıyla muhtaç duruma düşene yardımcı olmak gibi davranışlar belki insanlara şöhret kazandırmaz ve diğerleri gibi meşhur olmazlar ama ahlâkî bakımdan yükselebilmeleri için bu zor geçitlerden geçmelidirler.
Bu ayetlerde iyilikler zikredilerek, Rasulullah'a bunların fazîletleri açıklanmıştır. "Köle azat etmek" hakkında pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan biri Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadistir: "Rasulullah şöyle buyurdu: "Mü'min bir köle azat eden bir kimseyi Allah, o kölenin her uzvuna karşılık bir uzvunu cehennem ateşinden koruyarak mükafatlandıracaktır. Eline karşı el, ayağına karşı ayak, fercine karşı ferc." (Müsned-i Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî, Neseî) . Hz. Ali b. Hüseyin (Zeynelabidin) , bu hadisi rivayet eden Sad b. Mercan'a şöyle sormuştu: Sen Ebu Hureyre'den bu hadisi kendin duydun mu? O da "evet" demişti. Bunun üzerine İmam Zeynelabidin en kıymetli kölesini çağırdı ve onu hemen azat etti. Müslim'de şöyle beyan edilmiştir: Bu köle için on bin dirhem verenler vardı. İmam Ebu Hanîfe ve İmam Şa'bi bu ayete dayanarak, köle azat etmenin sadakadan daha efdal olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allah (c.c.) bunu zikretmeyi sadakadan öne almıştır.
Miskinlere yardımın fazîleti hakkında Rasulullah'tan pek çok hadis rivayet edilmiştir. Birisi şu hadistir: Ebu Hureyre rivayet ediyor ki, "Dul ve miskinlere yardım için uğraşmak, Allah (c.c.) yolunda cihad gibidir." (Ebu Hureyre diyor ki, Rasulullah'ın, bununla uğraşan kimse namaz için kıyam etmiş ve hiç dinlenmemiş ya da peşpeşe oruç tutmuş ve hiç ara vermemiş gibidir" dediğini sanıyorum) (Buharî ve Müslim) .
Yetimler hakkında Rasulullah'ın pek çok buyruğu vardır. Sehl b. Sad'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Akrabası olmayan yetime kefalet eden kişiyle ben cennette şöyle olacağız. (iki parmağını yanyana göstererek) " (Buharî) . Ebu Hureyre bir başka hadis daha rivayet eder: "Müslümanların evlerinden en iyisi evde yetime iyi muamele edilendir. En kötüsü ise kötü muamele edilendir" (İbn Mace, Buharî) , Ebu Ümame diyor ki, Rasulullah şöyle buyurdu: "Eğer bir kimse yetimin başını okşamışsa ve bunu sadece Allah (c.c.) rızası için yapmışsa, çocuğun kaşındaki saçlar sayısı kadar, okşayan kişiye sevap yazılacaktır. Bir kimse erkek ve kız yetime iyi muamele yapmışsa o ve ben cennette şöyle olacağız. Bunu dedikten sonra Rasulullah iki parmağını birleştirerek gösterdi." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî) . İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir: "Bir kimse yetimi kendi yemeğine ve içeceğine ortak etmişse Allah (c.c.) ona cenneti vacib kılmıştır. Affolmayacak bir günah işlemesi bundan müstesnadır." (Şerhu's-Sünne) . Ebu Hureyre şöyle buyurdu: "Bir şahıs Rasulullah'a kalbinin çok katı olduğundan şikayet etti. Rasulullah şöyle dedi: Yetimin başını okşa ve miskinlere yemek yedir." (Müsned-i Ahmed
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Beled suresi ayet 17
Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olma.

Yani bu özelliklerin yanısıra insanın mü'min olması da şarttır. Çünkü imanı olmayanın hiçbir ameli salih sayılmaz ve Allah (c.c.) indinde kabul olmaz. Kur'an'da pek çok yerde, iyiliğin yalnız iman ile yapılırsa kıymeti olduğu ve onun kurtuluşuna vasıta olacağı açıklanmıştır. Mesela Nisa suresinde şöyle buyurulmuştur: "Mü'min olan erkek ve kadınlardan iyi işler işleyenler cennete girerler. Kıl kadar zulüm görmezler" (Nisa 124) Nahl suresinde ise şöyle buyurulmuştur: "Kadın olsun, erkek olsun inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini, yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz" (Nahl 97) . Mü'min suresinde şöyle buyurulmuştur: "Kim bir kötülük işlerse ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim inanarak yararlı iş işlerse, işte onlar cennete girerler, orada hesapsız şekilde rızıklanırlar" (Mü'min 40) . Kur'an'ı mütalaa edenler, nerede salih amele karşılık ecir verileceği zikredilmişse orada muhakkak imanın da şart koşulduğunu göreceklerdir. İmansız bir ameli Allah (c.c.) kabul etmez ve karşılığında mükâfaat vermeyi de vaat etmemiştir.
Burada ayetteki önemli bir nokta gözden kaçırılmamalıdır. Ayette "ondan sonra iman etti" denmemiştir. Şöyle buyurulmuştur: "ondan sonra iman edenlere katıldı." Bunun manası şudur: sadece ferdî olarak iman etmek yeterli değildir. Her iman eden başka iman edenlerle birleşmelidir. Böylece mü'minlerden bir toplum vücut bulur. Toplumsal olarak da salih sayılmış ameller ikame edilir, kötü ameller de ortadan kaldırılır. Çünkü bu imanın gereğidir.

Bunlar mü'min toplumun iki özelliğidir ki iki kısa cümle ile beyan edilmiştir. Birinci özellik, birbirine sabrı telkin ederler. İkinci özellik, birbirlerine merhameti telkin ederler.
Sabır hakkında daha önce pek çok yerde açıklama yaptık. Kur'-an-ı Kerim'de bu kelime çok geniş anlamlarıyla kullanılmıştır. Mü'minin tüm hayatı sabırla doludur. İman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Allah'ın emirlerine uymak ve itaat etmek sabır ister. Allah'ın ibadetlerine yerine getirmek sabır ister. Allah'ın haramlarından sakınmak sabırsız mümkün değildir. Kötü ahlâkı bırakmak ve temiz ahlâka uymak sabır ister. Adım adım insanı günaha teşvik eden şeylerden sakınmak ancak sabırla mümkündür. Hayatta sayısız olaylarla karşılaşır ki eğer Allah'ın kanununa uyarsa bu dünyada mahrumiyetler ve musîbetler ile karşıkarşıya kalır. Bunun tersine Allah'a itaatsizlik yolunu izlerse o zaman pek çok fayda ve lezzetler elde etmeyi ümit edebilir. Sabır olmadan bu gibi şartlarda bir mü'min kolay kolay günahlardan sakınamaz. Ayrıca, insan iman ettikten sonra nefs ve hevasından tutun ailesi, kabilesi, cemiyeti, kavmi, ülkesi, bu dünyadaki cin ve insanlara varıncaya kadar herkes ona karşı çıkmaktadır. Hatta Allah (c.c.) yolunda hicret ve cihad etmeye sıra geldiğinde ona karşı çıkanlar karşısında sabır özelliği olmadan tutunamaz. Açıktır ki mü'minler bu zor imtihanların her birinde her an yenilgiye düşebilir. Başarması çok zor bir iştir. Bunun tersine, her ferdi hem kendisi sabreden hem de sabrı tavsiye eden mü'minlerden müteşekkil bir toplumun hayatında, bu imtihanlara karşı yardımlaşma olursa toplumca başarıya ulaşılır. Bu toplum şerre karşı büyük bir güç teşkil eder ki insanlık toplumunu iyiliğe götürmek için bu büyük bir ordu demektir.
Şimdi "merhamet"e gelelim. Bu, iman edenlerin, mü'min toplumunun ayrıcalıklı bir vasfıdır. Onlar katı kalpli, merhametsiz ve zalim bir toplum değildir. Mü'minler, insanlığın merhametli, şefkatli ve birbirinin dert ortağı olanlara sahip toplumudur. Şahıs olarak bir mü'min Allah'ın merhametinin bir gölgesidir. Toplum olarak da mü'minlerdeki bu özelliği Allah'ın Resulü temsil eder ki Kur'an onu şöyle tasvir etmiştir: "Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya 107) .
Rasulullah'ın en fazla üzerinde durduğu şey, ümmeti arasında yaymaya çalıştığı yüksek ahlâkî meziyetti. Bu ise rahmet özelliğidir. Rasulullah'ın irşadları incelendiğinde anlaşılacaktır ki, bu mesele Rasulullah'ın önünde en önemli mesele olarak yer almaktaydı. Cerir b. Abdullah rivayet ediyor, Rasulullah şöyle buyurdu: "İnsanlara merhamet etmeyene Allah (c.c.) da merhamet etmez." (Buharî, Müslim) . Abdullah b. Amr b. As şöyle rivayet etti: "Rasulullah buyurdu ki, merhamet edenlere Rahman da merhamet eder. Yer yüzündekilere merhamet edin ki gök sahibi de size merhamet etsin" (Ebu Davud, Tirmizî) . Saîd Hudrî Rasulullah'tan rivayet etti: "Merhamet etmeyene merhamet edilmeyecektir" (Buharî) . İbni Abbas, Rasulullah şöyle buyurdu, dedi: "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklere ilgi göstermeyen bizden değildir." (Tirmizî) . Ebu Davud, Abdullah b. Ömer'den nakletti: "Küçüklerimize merhamet etmeyen ve büyüklerin hakkını tanımayan bizden değildir." Ebu Hureyre diyor ki; "Ben Ebu'l Kasım'dan duydum: Bahtsız insanın kalbinden merhamet alınır" (Ahmed, Tirmizî) . İyaz b. Hamer rivayet etti: "Üç tip insan cennetliktir. Birisi de, her akrabası ve Müslüman için merhametli, yumuşak kalp taşıyandır" (Müslim) . Numan b. Beşir rivayet etti: "Sen mü'minleri, merhamet ve muhabbetli, birbiriyle dertleşen bir bünye olarak görürsün. Bünyenin bir uzvu sancı hissetse bütün bünye uykusuz kalır ve hastalanır" (Buharî ve Müslim) . Ebu Musa Eş'arî rivayet etti: "Mü'min, diğer mü'min için duvar gibidir. Herkesin bir kısmı diğeri ile sağlamlaşır" (Buharî, Müslim) . Abdullah b. Ömer rivayet etti: "Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulüm de etmez, yardımdan da vazgeçmez. Bir kimse kardeşinin ihtiyacını gidermek için çalışırsa, Allah (c.c.) da onun hacetini görmek için çalışır. Bir şahsı bir musibetten kurtarırsa Allah (c.c.) da onu kıyamet günü bazı musîbetlerden kurtarır. Bir Müslümanın ayıbını örterse Allah (c.c.) da kıyamet günü onun ayıbını örter."
Bunlardan anlaşılıyor ki, iman ettikten sonra salih amel işleyenlerin, iman edenler cemaatine katılmasına Kur'an'ın bu ayetinde işaret edilmiştir. Bundan ne gibi bir toplum kastedildiği açıklanmıştır.

Beled suresi ayet 18
İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene) .
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Beled suresi ayet 19
Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme)

Bizim âyetlerimize küfreden, inanmayarak nankörlük eden kâfirler ise -ki o m ağrur kişi de bunlardandır- onlar, uğursuz kişilerdir, uğursuzluktan kurtulmayan, kitapları sol taraflarından verilecek olan, kendilerine de başkalarına da uğursuz olan kimselerdir.

Beled suresi ayet 20
'Kapıları kilitlenmiş' bir ateş onların üzerinedir.

Üzerlerine bir ateş bastırılıp kapıları kapanacaktır.

MÜ'SADE,
İysâd kökünden ism-i mef'ul (edilgen ortaç) olup "kapatılmış" demektir. "Kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim" mânâsına denir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetli olmasını gerektireceğinden bu onların cehen n emdeki azaplarının şiddet ve sonsuzluğundan kinayedir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Tekasür suresi ayet 3
Hayır; ileride bileceksiniz,

İş öyle değil, sakının, öyle kabir ziyaretine varıncaya kadar çoklukla öğünme ve gururlanma ile oyalanmayın, sonu kabre varan dünyada çok önemli olan görevi unutup da boş, gelip geçici şeylerle eğlenip oyalanmak, mal çokluğuyla gururlanmak aklı olanlara yakışmaz; gerçek, sandığımız gibi değil. İlerde bileceksiniz. Ne büyük gaflette bulunduğunuzu, bulunduğunuz halin sonu ne kadar kötü olduğunu, sonucunu gördüğünüz zaman anlayacaksınız.

Tekasür suresi ayet 4
Yine hayır; ileride bileceksiniz.

Sonra, hayır, ilerde bileceksiniz. Öncekini tekiddir. İkincinin birinciden daha belagatlı olduğuna delalet içindir. Bir de önceki ölüm sırasında veya kabirde, ikincisi de ölümden sonraki dirilme sırasında denilmiştir.

Tekasür suresi ayet 5
Vaz geçin, sizin anladığınız gibi değil, eğeryakın bir bilgi ile bilecek olsa idiniz, -öyle yapmazdınız .-

Ey gafiller!. Artık (Vaz geçin) öyle kibirli hareketlere nihayet verin, (sizin anladığınız gibi değil) Ey inkarcılar!., (eğer yakın bir bilgi ile bilecek olsa idiniz...) yâni: Yaptığınız kibirlice hareketlerin ne kadar boş, ne derece çirkin şeyler olduğunu yakın bir şekilde bilmiş olsa idiniz öyle yapmazdınız, istikbâlinizi düşünürdünüz, çokça servetiniz, fâni varlığınız, sizi oyalamazdı, güzel amellerde bulunarak bir ebedî saadete aday bulunmuş durdunuz, sizin bilginiz ise haddizatında bir cehaletten başka değildir. İstikbâlinizi aydınlatmak ve temin edemeyen âdi bir bilginin haddizatında ne kıymeti olabilir?

Tekasür suresi ayet 6
Andolsun ki, cehennemi mutlaka göreceksinizdir.

(Andolsun ki: Muhakkak, takdir edilmiş durumdur ki, ey hayatlarını bir câhilce gurur ile zayi eden kimseler!.. (O cehennemi mutlaka göreceksinizdir.) İnkarcılar için, yalnız dünyaya çalışıp âhireti terk edenler için takdir edilmiş olan cehennemi elbette ki; müşahede edeceksinizdir, onun ne kadar korkunç bir azap mahalli olduğunu anlayacaksınızdır.

Tekasür suresi ayet 7
Sonra onu elbette ki : Çıplak gözle göreceksinizdir.

(Sonra onu) O cehennemi (elbette ki, Aynel'yakin göreceksinizdir.) pek açık, yakın bir mahiyette müşahede etmiş olacaksınızdır. Mahşer âleminde böyle bir görüşte bulunacaksınızdır. Bunda asla şüphe yoktur. Binaenaleyh bu akıbeti düşünün de daha fırsat elde iken kurtuluş çaresini temine çalışın, öyle gafilce bir hâlde yaşayıp durmayınız.

Tekasür suresi ayet 8
Sonra and olsun ki: O gün her nimetten muhakkak sorulacaksınızdır.

(Sonra andolsun ki,) O cehennemi göreceğiniz zaman (her türlü nimetten muhakkak sorulacaksınızdır.) şimdi dünyada iken nail olduğunuz sıhhat ve selâmetten, servet ve kudretten, çoluk çocuktan, yâni: Sizi Kerem Sahibi Mabudumuza itaatten, şükürden meşgul kılmış olan her türlü dünyevi varlıklarınızdan, kendilerine iftihar edip, lezzet almış bulunduğunuz şeylerden muhasebeye tâbi tutulacaksınızdır. Artık bu akıbeti düşününüz de ona göre hayatınızı tanzime çalışınız, sonra pişmanlık fâide vermez.

Bu sual, bir görüşe göre yalnız kâfirler hakkında vâki olacaktır. Diğer bir görüşe göre de mü'minler de, kâfirler de, dünyadaki nimetlerinden dolayı bir suale tâbi olacaklardır. Şu kadar var ki: Kâfirler hakkındaki sual bir kınama sualidir, çünkü, onlar, nail oldukları nimetlerin şükrünü yerine getirmemiş, küfür içinde yaşamışlardır. Müminlerin hakkındaki soru ise bir şereflendirme sorusudur, onların şükür vazifesini yerine getirmiş olduklarını teşhirdir. Çünkü: Mü'minler, şükür etmiş, itaatte bulunmuşlardır, "Tefsİr-i kebîr."
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Fil suresi ayet 1
Görmedin mi, Rabb'in fil sâhiplerine ne yaptı?

Burada muhatabın Rasulullah olduğu görülse de aslında muhatap Kureyşlilerdir. Aynı zamanda, Arabistan'da bulunan ve bu kıssaya vakıf olan herkes muhataptır. Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde "elem tere" (görmedin mi?) kelimesi kullanılmıştır. Burada kastedilen Nebi (s.a) değil, bütün insanların muhatap olmasıdır. Ayrıca, buradaki "görmedin mi?" kelimesi, Mekke'de onun çevresinde ve Arabistan'ın Mekke'den Yemen'e kadar genişliği olan bölgesinde, fil olayına şahit olan ve hayatta bulunan insanlar için de kullanılmıştır. Çünkü bu olay 40-45 sene önce vuku bulmuştu. Bütün Arabistan bunu mütevatir haberlerle almış ve duymuştu. Bu olay oradaki insanlar için, kendi gözleriyle görmüş kadar kesin bir olay olarak bilinmekteydi.

Burada Allah, ehl-i fil'in kim olup nereden geldiklerini, ne maksatla geldiklerini açıklamamıştır. Çünkü bunların hepsi bilinen şeylerdi.

Fil suresi ayet 2
Onların 'tasarladıkları planlarını'(3) boşa çıkarmadı mı?

Burada "keyd" kelimesi kullanılmıştır. Bu bir şahsa zarar vermek için "gizli tedbir" manasında kullanılır. Burada bu gizli şeyin ne olduğu sorulabilir. 60.000 asker ve filler ile Yemen'den Mekke'ye hareket eden Ebrehe'nin Kabe'yi yıkmak için geldiği gizli değildi. Onun için buna gizli tedbir diyemeyiz. Fakat Habeşistanlıların gizli amacı, Kâbe'yi yıkarak Kureyş'i ezmek idi. Bütün Arapları korkutarak Güney Arabistan'dan Şam ve Mısır'a uzanan ticaret yolunu ele geçirmek istiyorlardı. Onlar bu maksatlarını gizli tutmaktaydılar. Kabe'ye saldırmaları zahiren, Arapların kiliseye saygısızlık yapmalarının intikamı olarak gözüküyordu.

Buradaki kelime, "tatlil"dir. Yani onların tedbirlerini saptırmıştır. Istılahta bir tedbiri saptırmaktan maksat onu zayi etmektir. Kendi maksadını elde etmek için onu başarısız kılmaktır. Okun nişanına oturmaması gibi. Kur'an-ı Kerim'de bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkar." (Mü'min 25) Diğer bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Hainlerin tuzağını Allah'ın başarıya ulaştırmayacağını bilsin." (Yusuf 52) Araplar, İmru'l Kays'a "el-meliku'l zelil" (ziyan eden kral) diyorlardı. Çünkü o, babasından aldığı krallığı kaybetmişti.

Fil suresi ayet 3
Onların üzerine ebabil (sürü sürü) kuşlarını gönderdi.

Burada "tayran ebâbile" kelimesi kullanılmıştır. Urduca'da "ebabil" kelimesi bir kuş için kullanılır. Onun için bizde genellikle Ebrehe'nin üzerine ebabil kuşları gönderildiği zannedilir. Oysa Arapça'da "ebabil", çeşitli yönlerden gelen sürüler anlamındadır. Bunlar insanlar da hayvanlar da olabilir. İkrime ve Katade, bu kuş sürülerinin Kızıldeniz tarafından geldiklerini söylerler. Said b. Cübeyr ve İkrime, bu kuşların daha önce hiç görülmediklerini, daha sonra da görülmediklerini belirtirler. Bu kuşlar Necid'de bulunan kuşlardan değillerdi. İbn Abbas, bunların gagalarının kuşlar gibi, ama pençelerinin köpek pençeleri gibi olduğunu söyler. İkrime, başlarının av kuşlarına benzediğini söyler. Yaklaşık olarak bütün raviler müttefiktirler ki, her bir kuşun gagasında bir taş pençelerinde ise iki taş vardı. Mekkelilerin bazıları, o taşları uzun süre saklamışlardı. Ebu Nuaym, Nevfel b. Ebu Muaviye'den şöyle nakledilmiştir: "Ben Ashab-ı fil üzerine düşen taşlardan gördüm. Onlar bezelyenin küçük taneleri kadardı ve siyaha çalan kırmızı renkteydi." İbn Abbas, Ebu Nuaym'dan taşların çam fıstığı kadar olduklarını nakletmiştir. İbn Merduye'nin rivayetine göre taşlar, keçinin tersi kadardı. Anlaşılıyor ki, bu taşlar aynı büyüklükte değildi.

Fil suresi ayet 4
Onlara 'pişirilip-sertleştirilmiş balçık taşları' atıyorlardı;

6. Buradaki kelime "bi hicâretin min siccîl"dir. Yani siccîl'den bir taş. İbn Abbas bu kelimenin, aslen Farsça bir kelime olan "seng" ve "gil"den alınma olduğunu söyler. Bundan murad, çamurdan yapılmış ve pişirilerek sertleştirilmiş taştır. Kur'an-ı Kerim de bunu teyid etmektedir. Hud suresi 82 ve Hicr suresi 74'te Lut kavmi üzerine siccîl taşlarından yağmur yağdırıldığı açıklanmıştır. Aynı taşlar hakkında Zariyat suresi 33'te "hicâretin min tîn", yani toprak ve çamurdan yapılmış taş buyurulmuştur.
Bu devirde Kur'an'ın anlamı hakkında çok değerli araştırmalar yapan merhum Mevlana Hamîdüddin Ferahî, bu ayetteki "termî-him"de failin, "gördünüz mü?"de muhatab alınan Mekke ehli ve diğer Araplar olduğunu söylemiştir. Kuşlar hakkında ise, onların taş atmadıklarını, aslında Ashab-ı fil'in cesetlerini yemek için geldiklerini belirtir. Bu konuda verdiği deliller kısaca şöyledir: Ona göre Abdulmuttalib'in, Ebrehe'nin yanına giderek Kabe hakkında konuşmak yerine develerini talep etmesi rivayeti kabul edilemez. Ayrıca Kureyşlilerin ve hac için gelmiş diğer Arapların, Ebrehe'nin hücumuna karşı koymayarak Kabe'yi Allah'ın takdirine bırakmaları ve dağlara çekilmelerini de kabul etmek mümkün değildir. Bu olayın gerçekliği ona göre şudur: Araplar Ebrehe'nin askerlerini taşladılar. Allah (c.c.) da tufan göndererek taşlar yağdırdı ve Ebrehe'nin askerlerini helak etti. Daha sonra onların cesetlerini yemek için kuşlar gönderildi. Ama girişte açıkladığımız gibi, rivayet Abdulmuttalib'in sadece develerini almak için gittiği şeklinde değildir. Hatta bir rivayette develerden söz edilmemiş ve Ebrehe'nin Kabe'yi yıkmaktan vazgeçmesine çalışıldığı kaydedilmiştir. Bütün güvenilir rivayetlere göre Ebrehe'nin ordusunun hücumu Muharrem ayında vuku bulmuştur. O zaman hacılar hac görevlerini bitirip dönmüşlerdi. Biz ayrıca Kureyşlilerin, 60.000 askere karşı koyamayacaklarını, bu sayının çevredeki Arap kabilelerin gücünün de üstünde olduğunu söylemiştik. Onlar Ahzab savaşı sırasında çok büyük hazırlıklara rağmen ve bütün müşrik Araplar ve Yahudi kabileleri birleştikleri halde ancak 10-12.000 kişi toplayabilmişlerdi. 60.000 askere karşı çıkmaya nasıl cesaret edebilirlerdi? Buna rağmen, bu delilleri bir kenara bırakıp Fil suresinin sadece söz dizimi üzerinde düşünsek bile söz konusu tevil uygunluk arzetmez. Eğer taşları Arapların attığı ve bundan dolayı Ashab-ı fil'in de yenilmiş ekin gibi olduğu, kuşların ise onların cesetlerini yemek için geldiği söylenseydi o zaman söz dizimi şöyle olurdu: "Onlara, pişirilmiş taşlar atmıştınız. Sonra Allah (c.c.) onları yenilmiş ekin gibi yapmıştı ve üzerlerine kuş sürüleri göndermişti."
Ama biz görüyoruz ki, Allah (c.c.) burada önce kuş sürülerini zikretmiş, hemen sonra üzerlerine pişirilmiş taş yağdırıldığını belirtmiş, daha sonra da onların yenilmiş ekin haline döndüklerini açıklamıştır.

Fil suresi ayet 5
Sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı.

Buradaki kelime "ke asfin me'kul"dur. "Asf" kelimesi Rahman suresi 12. ayette de kullanılmıştır: "zu'l asfi ve'r reyhan" (yaprak, taneler ve hoş kokulu bitkiler) . Buradan anlaşılıyor ki, "asf"in manası, dışı kabuk olan tanedir. Çiftçi onların tanelerini çıkararak kabuklarını hayvanlara yem olarak atar. Hayvanlar da bir kısmını yer, bir kısmını ayakları altına düştüğü için çiğner. "Keasfin me'kul" de bu demektir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kalem suresi ayet 1
Nûn, Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun.

Müfessirlerin İmamı Mücahid; Kalem'den murad kendisiyle ez-Zikr (Kur'an) yazılan kalemdir. Bundan da yazılmakta olan şeyin (yesturun) Kur'an olduğu anlaşılmaktadır.

Kalem suresi ayet 2
Sen, Rabbinin nimetiyle bir mecnun değilsin.

Burada yemin Kalem ve Kitap üzerinedir. Yani bu Kur'an Vahiy katibinin elleriyle işlenmektedir. Bu husus Allah Rasulü'nün deli olmadığının açık bir hüccetidir. Rasulüllah (a.s) Peygamberlik davasından önce Mekkeliler tarafından yörenin en iyi ve en faziletli insanı olarak kabul edilmekte ve herkesçe O'nun dürüstlüğüne ve ferasetine güven duyulmaktaydı. Ama Kur'an vahyolunmaya başlayınca aynı insanlar O'na deli, mecnun demeye başladılar. Şu anlaşılıyor ki, aslında buna sebep Kur'an'dır. İşte bu yüzden Kur'an'ın bu gibi iddialar için yeterli bir reddiye olduğu buyurulmaktadır. Yüce, açık ve beliğ kelamın içerdiği konular da aynı yüksek meziyete sahiptir. Bu Kur'an, Rasulüllah'a Allah'ın bir lütfudur, kafirlerin iddia ettikleri gibi bir delilik sebebi değildir. Burada dikkate değer bir husus da şudur; hitap Allah Rasulü'ne olmakla beraber aslında kafirlerin ithamlarına cevaplar verilmektedir. Yani, bu ayet Peygamber'e, O'nun deli olmadığına kendisini ikna etmek üzere gönderildiği zannedilmesin. Zaten Rasulüllah'ın böyle bir şüphesi yoktur ki bunu izale etmek için ayet nazil olsun. Asıl gaye kafirlere, Kur'an yüzünden Allah Rasulü'ne mecnun dediklerini ve bu iftiraya en açık kati cevabın Kur'an'ın bizatihi kendisi olduğunu anlatmaktır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kalem suresi ayet 3
Gerçekten senin için kesintisi olmayan bir ecir vardır.

Yani, insanları hidayete getirmek için çabalaman ve bu yüzden bir sürü eziyet ve cefalara uğramana rağmen, bu vazifeyi yerine getirmen senin için bir ecirdir. Bunun karşılığında sana sayısız ve sonsuz mükafatlar vardır.

Kalem suresi ayet 4
Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.

Bu cümlede iki anlam vardır. Birincisi; insanları hidayete götürebilmek için katlandığı bütün bu eziyetler yüksek bir ahlâk üzere olduğundandır. Aksi takirde, zayıf ahlaklı olan bir insan bunlara tahammül edemez. İkincisi; Kur'an'ın yanında sırf senin bu yüksek ve temiz ahlakın, kafirlerin sana delilik ithamlarında bulunmalarına karşı açık bir delilidir. Onların bu ithamları tamamen mesnetsiz bir yalandır, çünkü yüksek ahlak ve delilik bir arada bulunamaz. Deli, aklî dengesini kaybetmiş kimsedir. Öte yandan, bir kimsede bulunan yüksek ahlak, o kişinin sağlam bir akıl ve fıtrata sahip olduğunun ve zihni dengesinin gayet yerinde olduğunun delilidir. Rasulüllah'ın ahlaki meziyetlerinin Mekkeliler tarafından çok iyi bilindiği malum. Aslında buna işaret etmek yeter.
Mekke'de bulunan her akıl sahibi insan Peygamber (s.a) gibi yüksek ahlak sahibi bir kimseye mecnun demenin ne kadar hayasızlık olduğunu düşünmek zorunda kalacaktır. Bu beyhude ithamlar en sonunda Peygamber'e (s.a) değil bilakis kendilerine zarar verecektir. Muhalefetlerinin şiddetinden muhakemelerini kaybederek Hz. Muhammed (s.a) gibi bir insanı öyle şeyle itham ediyorlardı ki bunu hiç bir akıl sahibi düşünemezdi bile. Enterasandır, bu gün de kendini araştırmacı ve ilim adamı sanan bazı kimseler Peygamber (s.a) için saralı ve cinli ithamında bulunmaktalar. Kur'an-ı Kerim dünyada her yerde kolayca elde edilebilir. Öte yandan Rasulüllah'ın sireti, hayatı da en ince ayrıntısına kadar yazılı olarak her yerde mevcuttur. Herkes inceleyebilir. Kur'an gibi emsali olmayan bir kitabı getiren ve yüksek ahlaka sahip olan Hz. Muhammed'i akıl hastalığı ile itham eden kişi ancak O'na muhalefetinin şiddetinden yapar bunu. Aklını ve muhakeme gücünü kaybetmiş bir insan O'na karşı bu tür iddialarda bulunabilir.
Allah Rasulü'nün ahlakını en güzel şekilde Hz. Aişe'nin şu sözü tarif etmektedir. "Onun ahlakı Kur'an idi" Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Nesei, İbn Mace, Darimî ve İbn Cerir lafzen çok az farklılıklarla bunu rivayet etmekteler. Bunun anlamı şudur: Rasulullah (s.a) yalnızca Kur'anî talimatları insanlığa tebliğ etmekle kalmamış, o talimatları kendi zatında da tatbik ederek buna örnek olmuştur. Eğer Kur'an bir şeyin yapılması için emir vermişse onu ilk önce kendi nefsinde uygulamış ve eğer bir şeyden menetmişse gene en fazla kendisi o şeyden sakınmıştır. Kur'an'ın fazilet olarak saydığı sıfatlarla muttasıf, kötü saydığı sıfatlardan da kendini uzak tutan idi. Başka bir rivayette gene, Hz. Aişe şöyle anlatıyor: "O hiçbir zaman kendi hizmetinde bulunan birisini dövmemiş, hiçbir zaman bir kadına el kaldırmamıştır. Allah için cihaddan başka hiçbir yerde hiçbir zaman kimseye eliyle dahi vurmamıştır. Kendisi için kimseden intikam almamıştır. Fakat eğer bir kimse Allah'ın koymuş olduğu hudutları aşmışsa o zaman sadece Allah'ın rızası için ondan intikam almıştır. İki yoldan kolay olanı seçmek onun sünnetiydi. Ne var ki, kolay olan günah ise müstesna, o zaman ondan en uzak kalan O olurdu." (Müsned-i Ahmed) Hz. Enes (r.a) diyor ki: "Ben Allah Rasulü'nün on sene kadar hizmetinde bulundum. Hiçbir zaman öf dememiş, hiçbir zaman bana bunu niye yaptın, bunu niye yapmadın dememiştir." (Buhari ve Müslim) .
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kalem suresi ayet 5
Artık yakında göreceksin ve onlar da görmüş olacaklar.

"Sen göreceksin, onlar da görecekler." Ahlâk kavramında pratik olarak bir gayeye yürümek, istenen ve beklenen bir şey olduğu için bu âyet de, onun ilerde niyet ve fikirden iş sahasına çıkarak deney sahasındaki belirtileriyle düşmanlar tarafından da görülebileceğine dair bir söz verme ve bu suretle Peygamber'e ve müminlere bir kat daha destek olma ve Peygamber'e deli ve çıldırmış diyen kafirlere bir uyarı ve korkutmadır.

Kalem suresi ayet 6
Sizden hanginiz 'fitneye tutulup-çıldırdığını.'

"O fitne hanginizde imiş?" Mef tûn, ism-i mef'ul olarak, "fitne ve belâya tutulmuş deli" demek olduğu gibi, mastar olarak "fitne ve delilik" mânâsına da gelir. Burada "hanginiz" denilmeyip ile "hanginizde" denilmiş olması açısından tefsirciler ikinci mânâyı daha uygun görmüşlerdir. Öncekine göre mânâ; "içinizde iki taraftan hanginizde imiş veya hanginizle imiş o fitneye tutulmuş deli? Sen mi, yoksa sana o kâfirler içinden mecnun, deli diyen mi?" demek olur. İkinciye göre de mânâ: "İki taraftan hanginizde imiş o fitne ve delilik? S e nde mi, onlarda mı?" demek olur ki iki mânâ da doğrudur. Ancak öncekinde "meftûn" lâfzının görünüşüne bakarak açık olmakla beraber, anlam itibarıyla herkesin kavrayamayacağı ince bir dolaşım vardır. İkincisinde ise "meftûn" lâfzının dış görünüşünün aksi n e olmakla birlikte mânâ açıktır.

Kalem suresi ayet 7
Elbette senin Rabbin, kimin kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir; ve kimin hidayete erdiğini de daha iyi bilendir.

"Şüphesiz Rabb'in daha iyi bilendir." Bu açıklama da Peygamber'e yukarki hitabı yapan ve güvenceyi veren yüce Allah'ın ortaktan uzak olan kendi ilâhlık şanını; sıfatlarının, ilim ve gücünün yüksekliğini ve dolayısıyle ona inanılıp güvenilerek itaat edilmesi ve aksine hareket etmekten

sakınılması gerektiğini anlatmak suretiyle, bir taraftan yapılacak bildiri ve duyuruları başından ve sonundan vesikalandırarak ve özellikle kendisine yönelterek verilecek duyurulara bir hazırlamadır. Yani sana o ihsanı yapan, o garanti ve güvenceyi veren ve önünü sonunu görüp gözetecek ve eğriye doğruya hak ettiğini verecek olan ancak Rabbındır. Çünkü odur ancak seni yetiştiren, herkesten de senden de daha iyi bilen yolundan sapanı. Aklı varken dünya ve ahirette mutluluğa götürecek hak yolundan sapmış, çığırından çıkmış, sonsuz mutsuzluğa götürecek yanlış yolda kendini kaybetmiş olanları ki gerçekte deliler, sapıklar onlardır. Yine odur ancak en iyi bilen eğrilikten sakınıp doğru yolu tutmuş, neticede arzuladıklarına kavuşacak olanları, ki gerçekte aklı olanlar da işte onlardır.

Kalem suresi ayet 8
Şu halde yalanlayanlara itaat etme.

O halde ancak Rabbine itaat et, Rabbinin gösterdiği yolda git de artık itaat etme o yalanlayıcılara. Bu gerçekleri yalanlayan, yalan çıkarmaya çalışarak yalancılık eden ve sonunda kendi kendilerini yalanlayacak olan inkârcıları dinleme, tanıma, sözlerini tutma, seni sokmak istedikleri yanlış yola gitme, haksızlıklarına, isyanlarına rağmen görevine, o yüce ahlâkın uygulanmasına devam et. "Fâ-i cezâiyy e" nin işaretiyle yukarıki güvencenin ilk neticesi olan bu yasaklama, Allah yolunda yapılacak görevin başlangıcını açıklayan bir öğüttür. Öncelikle ve özel olarak Peygambere hitap olmakla birlikte, sûrenin sonundan anlaşılacağı gibi, dolaylı olarak, akı l taşıyan herkese bir öğüttür. Yani, hakyolunda ilk işin bu olsun. Hakk'ı tanımayan, cezasına inanmayan inkârcıları tanıma, sözlerini tutma, yalanlarına aldanmaktan, düşecekleri kötü sonuca düşmekten sakın, her şeyden önce uyanık ve samimi ol. Temizlik, dü r üstlük her olgunluğun başıdır. Gerçi ahlâkın büyüklerinden birisi de hoş görülü olmak, bağışlamaktır. Fakat bağış, hoşgörülü ve yumuşak huylu olmak, haksızlığı teşvikte, ciddiyetsizlikte ve yağcılıkta değil; temiz, samimi ve cesur olmakta ve bunların neti c elerine sabır ve tahammül ile ilim, irfan ve terbiye yaymaktadır. Şunu da bil ki, sana deli diyen, aldanmış diyen, sapık diyen, öyle yalanlar yayan o yalancılar onu samimiyetle değil, düşmanlık güderek söylediler.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kalem suresi ayet 9
Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.

Zira arzu ettiler ki sen yağcılık yapsan. Onları yağlasan, taptıklarına, alçak maksatlarına, haksızlıklarına ilişmesen, olur desen, yalanlarına yağ sürsen diye istediler de onun için yalanlamaya kalkıştılar. Yoksa sen yağcılık edecek, maksatlarını yerine getirme arzularını devam ettirecek olsaydın, böylece sen de onların sapıklıklarına katılmış bulunsaydın o vakit yaltaklanacaklardı. Onlar da sana yağ çekecek, yalanı doğrulayacak, ne büyük, ne akıllı adam diyeceklerdi. Fakat sen onlara yağcılık yapmayıp doğruyu söylediğin, Allah'ın emrin i, peygamberliğini

bildirdiğin için öyle iftiraya kalkıştılar, bile bile yalan söylediler. Onun için sen onlara itaat etme, arzularına yağ sürme. İşte yüce ahlâkın ilk prensibi budur. Demek ki dil, kalem kendilerine yemin edilmeye layık varlıklar olmakla beraber doğruyu söylemek için çalışmayan yağcı diller, yağcı kalemler ve onları dinleyenler büyüklükten, yüce ahlâktan, akıldan uzak ve itaat edilmeye layık olmayan zavallılardır.

Kalem suresi ayet 10
Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edipduran, aşağılık,

Şunların hiçbirine ve genel kurullarına itaat etme. Çok yemin edici çok yemin etmeye alışmış, eğriye doğruya yemin eder durur. Yemin bir zorunluluk ve kesin bir gereklilik halinde hakkı vurgulamak ve ortaya çıkarmak için yapılır, pek büyük bir vurgu gücüdür. Çok çok yemin edip durmak ise, onu hafife almak, kendi k e ndinin delilini çürütmektir. Gerçi Allah'ın ismini saygı ile çok zikretmek çok sevaptır. En büyük ibadettir. Fakat onu her şeyde bir destekleme aracı olarak kullanmak, sık sık şahit olarak çağırıp durmak ise Allah'ı anmak ve ona saygı göstermek değil, onun ululuk ve kutsallığına saldırmaktır. Onun için yemin eden kimse son bir zorunluluk halinde, onun şahitlik ve kefilliğine baş vururken bütün hakkından emin olacak şekilde düşüne düşüne titriye titriye başvurmalıdır. Yoksa o yemin o kimsenin saygısızlığını ve yüce Allah'ın ululuğunu tanımadığını, yeminin son derece kutsal tutulması gereken ve hakkın ortaya çıkarılması, güvenliğin yerleştirilip sabitleştirilmesi için her yolun kesildiği en son noktada baş vurulacak en son ve biricik destekleyici güç olduğun u ve onu hafife alanın bütün yasal güvenliği çiğnemiş ve dolayısıyle kendi vicdanında kendine dahi hayat hakkı bırakmamış olacağını duymadığını, düşünmediğini gösterir. Bu ise yeminin hükmünü tanımamak demek olan yeminsizlikten "Onların yeminleri yoktur." (Tevbe sûresi, 9/12) kriteri ile ifade edilen mânâdan daha bayağı bir çelişkidir. Destek almak için başvurduğu en büyük gücün zayıflığını ilan ederek kendini yıkmaktır. Onun için bu, gerek inanç, gerekse amel bakımından her kötülüğün kaynağıdır. Bunu a nlamak için burada her fenalığın başında sayılmasını düşünmek yeter. Bundan dolayı insan kesin olarak bildiği hakta dahi çok çok yemin etmekten sakınmalıdır. Zira düşüncesizce yemin eden, yalan yere yemin etmeye de alışır. Doğruya eğriye yemin etmeye alış m ış olanlarda ise şu niteliklerin hepsi bulunabilir. alçak, görüşü ve düşüncesi önemsiz, bayağı düşünür, kendi kendini küçük düşürür, yalancı, değersiz, her kalıba dökülür, her fenalığa sürüklenir.

Kalem suresi ayet 11
Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan) .

Koğucu: Şunu bunu ayıplar, yerer, arkasından çekiştirir, kötüleyip ayıplayarak bizler, iğneler, dürtüştürür, bizleyici, mahmuzlayıcı. Koğuculukla
gezer, hafiyelik, boşboğazlıkla yaşar.

Kalem suresi ayet 12
Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkâr,

Hayır engeli, hiç hayra yaramaz. Son derece cimri olduğu gibi başkalarının yapacağı hayra da engel olur. Hayır düşmanı. Sınır tanımaz, haddini aşkın, hakkına razı olmaz, hak yiyen, Günahtan vebalden çekinmez, günah yüklü,
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Kalem suresi ayet 13
Zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik,

zobu kaba, saygısız, zorba, obur, bulduğunu çarpar yer, ölçüsüz ve yakışıksız sözler söyler, acımasız, despot. Ondan sonra da yani bütün bu fena huyların arkasından da, onlarla beraber bir delme takma, soyu takma, uydurma, yahut fenalıkla tanınan, edepsiz damgalı, yahut dalkavuk.

ZENÎM, "zeneme" den türetilmiştir. Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde derisinden küpeye benzer yumrucuklara yahut kulağı delinip de ucundan asılı bırakılan sarkıntıya denir ki, her tarafa sallanır durur. Dilimizde o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi Arapça'da da zenim denilir. Burada bundan istiâre edilmiştir ki, bu Türkçe'de en ç ok dalkavuk veya kulağı yirik yahut kulağı kesik yahut kulağı küpeli sözlerindeki mecaz mânâyı andırır. İbnü Cerir'in tefsirinde açıklandığı gibi tefsirciler İbnü Abbas ve diğerlerinden bu kelimenin tanıtımı hususunda şunları nakletmişlerdir: "Nesebi şüph e li, nesebi başkasının nesebine katılmış, piç, kötülükle tanınmış, kötü damgalı, damgalı kâfir, çok zalim, aşağılık, fena huylu...."

Buharî'de bu sûrenin tefsirinde Mücahid ve İbnü Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Zenim, Kureyş'ten kulağında, bazı koyunların kulağındaki küpeyi andırır sarkıntı gibi sarkıntı bulunan bir adamdır." İbnü Cerir ve İbnü Merduye de bu mânâda rivayet etmişlerdir. Fakat "bunun çalışarak elde edilen bir şey olmayıp yaratılıştan var olan bir şey olduğuna göre yerilen huylar arasında sayılmaması gerektiği halde, nasıl olur da huyların en yerileni, en aşağısı sayılır?" diye bir soru sorulduğunda bunun mânâsında bir müşkillik bulunduğunu söylemiş ve çözümünde duraksamıştır. Fakat yine Âlûsi'nin açıklamasına göre, bu özellik söy l ediğimiz gibi hem doğal hem sonradan kazanılmış olabileceği için, bunu sonradan elde edilmiş bir özellik olarak anlamak veya mecazî mânâya almak daha uygun olur. Onun için diğer mânâlarla izah edilmiştir. Sonra aynı soru, kişinin kendi yapması olmadan ona katılan ve ondan ayrılmayan diğer özellikler hakkında da sorulabilir. O halde gerek âyeti ve gerek rivayeti bu özelliğin sonradan kazanılmış olması noktasından ele alarak anlamak gerekir. Bundan dolayı in dalkavuk yahut

küpeli alçak mânâsında olması uygun düşer. Bunlar herhalde bir n yani kaba, saygısız, acımasızın arkasındadır. Yahut utüll, kendisi de öyledir demek olur.

Konu fena huylardan, alçaklıklardan sakınmak ve onların sembolü olup da o yola sevkedebilecek olanların ardına düşmemekle ilgili ahlâkî ve sosyal bir konu olunca, tefsirciler gayet renkli ve zengin olan bu Kur'ân kelimelerini anlayıp anlatarak irşada çalışmışlardır. Zira Kur'ân o fenalık sembollerine itaat etmemeyi emrederken, Kur'ân tertibinin güzellik ve inceliğine bir leke kondurm a mak üzere onları her birinin sırasıyle çok beğenip takındığı şatafatlı bir tavır ve edâ içinde deste deste mimliyerek süzgeçten geçirmiş ve bunlara uyanların, hepsinden aşağılık olduğunu göstermek üzere de "soysuz"u hepsinin sonuna takarak, hepsini bir k üll halinde fırlatıp atıvermiştir.

Tefsirciler bunlarla belirli bir şahıs kastedilip edilmediğini araştırmakla uğraşmışlar ise de doğrusu Ebu Hayyân'ın dediği gibi âyette açık olan budur ki: Bu nitelikler belirli bir şahıs için değildir. Başta "her çok yemin edici" buyrulmasından da açıkça anlaşıldığı gibi belli ve özel bir şahıs kastedilmeyerek hem her birinden hem de bu tür insanların hepsinden birden sakındırılmaktadır. Geçmişi olduğu gibi geleceği de kapsar. Burada "itaat etme" yasağı tekil olarak öncelikle fertlere yöneltilmiş olmakla beraber, uyulmaması istenilen bu niteliklerin bütünüyle bireye ait olması şart değil, bireylerden meydana gelen bütünü, o özellikte bulunan herhangi bir toplumu kapsayacak şekilde ifade edilmiştir. Ancak toplum vicdanı kendini bireylerde göstereceği ve birey olmadan toplum mânâsı mücerred (soyut) bir fikirden ibaret kalacağı için, fikir ve düşünceler bireylerden başlayarak yürütülür.

Kalem suresi ayet 14
Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye,

Şimdi, "böyle bir ferde veya topluma, akıllı bir kimsenin itaat etmesi nasıl düşünülebilir?" denilecek olursa, böyle denilmesine sebep olan gerekçe şöyle açıklanıyor: Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye yani servet kazanmış ve kuvveti var, belki bir faydası dokunur veya kötülüğünden sakınılır diye itaat etme, başka bir sebep l e itaat edilmeyeceği öncelikle bellidir. Aklı olan ve onların ahlâkında bulunmayan bir kimsenin onlara başka bir nedenle itaat etmesine ve bir çıkar elde etme gayesiyle doğruyu bırakıp onlar seviyesine inmesine ihtimal yoktur. Şu kadar var ki onun servet i nden veya gücünden kişisel olan veya olmayan bir fayda veya zararından korunmak maksadıyle yağcılık yapmayı uygun görenler bulunabilir. Fakat kişisel istifade maksadı güdenler, onlar da bu "alçak" ve "soysuz" kavramlarının ifade ettiği mânâ kapsamına girm i ş olacaklarından burada bu ihtimal

de ortadan kalkmaktadır. Olsa olsa bir hayra yaramak ve kötülüklerinden korunmak ümidi kalır. Oysa bunlar hayır sahibi değil, hayır engelidirler. Kendi çıkarlarını gözetmeden, istedikleri gibi sürüklemeyi kurmadan bir lokma vermezler. Kötülüklerinden korunmak için öylelerine yağcılık edenler kendilerini daha büyük bir kötülüğün kucağına atmış olurlar. Büyük ahlâk sahibi ise birçok eziyete, sıkıntıya ve yoksulluğa katlanır, sabır ve tahammül eder de onlara itaat ve yağcılık edecek kadar küçülmez. Hak yolunda hayır kapılarının açılabilmesi için öncelikle o engellere göğüs germeye çalışır. "Her kim bir zengine sırf malından dolayı saygı gösterirse, dininin üçte ikisi gider." anlamındaki bir hadis-i şerif de, bu âyetin ifade ettiği mânâ kapsamına girer. , demektir. Bunun, kendinden önceki veya sonraki cümlelere bağlanması hususunda birkaç izah şekli vardır. Birisi önceki kısma bağlı olup açıkladığımız gibi yukarıdaki "itaat etme" emri ile ilgilidir. Birisi de "zenim"e ve y a "hallâf"tan "zenim"e kadar birbirine bitişik olarak hepsiyle ilgili olmak üzere illet-i gaiyelerini de göstermiş olmasıdır ki, onlar neticede mal ve oğul sahibi olmak için bu kötülükleri işlerler demek olur. Birisi de kendinden sonraki kısma ait olmak ü z ere takdir edilen "kibirlendi" fiiliyle veya gelecek olan (dedi) fiiliyle ilgi olmasıdır.

Kalem suresi ayet 15
Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır" diyen.

Bu durumda mânâ şu olur: Onlardan birisi mal ve oğul sahibi olduğu için gururlandı, burnunu şişirdi de âyetlerimiz, karşısında okunduğu zaman "evvelkilerin mitolojisidir dedi.

Kalem suresi ayet 16
Yakında biz onun hortumu (burnu) üzerine damga vuracağız.

Yakında biz onu, o hortumun üzerinde damgalayacağız. Burada "burun" yerine "hortum" denilmesi, yukarda takdir edilmiş olduğunu söylediğimiz kibir ve gurur fiiline işarettir. "Burnu büyümek," "burun şişirmek" gibi kibir ve gururdan kinayedir. Sonra hortum fil ve domuz burunlarında kullanıldığı ve yüze, burna damga ve dağ en çirkin şeyler olduğu için, bu sözde onu büyük bir şekilde aşağılama mânâsı vardır. Onun için Hz. Peygamber hayvanların bile yüzlerinden damgalanmasını yasaklamış ve bunu yapana lânet etmiştir. Yüzde burun ise en önde olduğu için en göze batan, ilk sakınılması gereken ve şeref ve onur işareti sayılan ve ondan dolayı en muhterem secde yeri olan bir uzuvdur. Hatta bazıları, "yüz güzelliği burundadır" demişerdir ki şairin şu beyti bundandır:

Kısacası hortumunu dağlamak, damgalamak; bizim kullandığımız "burnunu kırmak" deyiminde olduğu gibi son derece aşağılamaktan kinayedir ki nasıl olursa olsun, gerek maddî olsu n, gerek manevî; gerek dünya ile ilgili olsun, gerek ahiretle ilgili olsun.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Fecr suresi ayet 14
Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir.

"Zalimlerin ve müfsidlerin hareketlerini gözetlemek için pusu kurmak" bir temsil olarak kullanılmıştır. Pusu, aslında, münasip bir an bulduğunda hücum edebilmesi için bir şahsın gizlenerek bakmasıdır. Av, akibetinden habersiz ve gafil olarak gelir ve tuzağa düşer. Zalimlerin Allah (c.c.) karşısındaki durumları da aynen böyledir. Allah'ın kendilerini gözetlediğini düşünmeden dünyada fesad ve fitne çıkarırlar. Kayıtsız ve korkusuzca kötülüklerine devam ederken Allah'ın, artık geçmesine izin vermeyeceği an gelir ve azaba çarpılırlar.

Fecr suresi ayet 15
Fakat insan; ne zaman Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir keremde bulunsa, ona nimetler verse: "Rabbim bana ikramda buludu" der.

Burada genel ahlâk konusunda eleştirilmektedirler. Yapılan tenkit, dünyada böyle bir tutum içinde olanların sorgulanmayacağı zannı ve yaptıklarının ceza ya da mükafatsız kalmasının mantığı noktasında toplanmaktadır.

Fecr suresi ayet 16
Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen: "Rabbim bana ihanette bulundu." der.

Yani, insan materyalist hayat felsefesi gereği bu dünyada mal, varlık ve iktidar elde etmeyi her şeyin ölçüsü kabul eder. Kendisine bunlar verildiğinde "Allah beni şereflendirdi" der. Mali bakımdan biraz zor durumda kalsa bu kez "Allah beni zelil etti" der. Ona göre şeref ya da zilletin ölçüsü mal ve iktidar sahibi olmaktır. Halbuki o, Allah'ın, bu dünyada insanlara verdiği nimeti imtihan için verdiği gerçeğini anlamamaktadır. Allah (c.c.) eğer bir kimseye kuvvet ve güç vermişse, bu, onu imtihan etmesi içindir. Bu durumda ya şükreder ya da nankörlük eder. Eğer Allah (c.c.) bir kimseye yoksulluk ve mali darlık vermişse bu da onun için imtihandır. Söz konusu kişi bu durumda ya sabreder ve helal sınırlar içinde kalarak bu zorluğa dayanır, ya da ahlâk ve doğruluğun sınırlarını aşarak haksız yollara başvurur ve Allah'a küfreder.

Fecr suresi ayet 17
Hayır; aksine, siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz.

Yani, bu, kesinlikle izzet ve zilletin ölçüsü değildir. Siz çok yanlış düşünüyorsunuz. Ahlâki iyilik ve kötülük asıl ölçü iken, siz mal ve iktidarı izzet ve zilletin ölçüsü yaptınız.

Yani, babası hayatta iken yetime yapılan muamele başka idi. Babası öldükten sonra komşular ve uzak akrabalar bir yana, kendi amca, dayı ve ağabeyi bile ondan yüz çevirmiştir.

Fecr suresi ayet 18
Yoksula yedirmek için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.

Yani, cemiyetinizde fakirlere yedirme alışkanlığı yoktur. Kendiniz yedirmediğiniz gibi başkalarını da buna teşvik etmiyorsunuz. Buna hiç aldırmıyorsunuz.

Fecr suresi ayet 19
Mirası, sınır tanımaz (helal, haram aldırmaz) bir tarzda yiyorsunuz.

Arabistan'da kadınlar ve çocuklar zaten mirastan mahrum bırakılıyorlardı. Kafirler, mirasın sadece harb eden ve kabilesini koruyan erkeklere ait olduğunu düşünüyorlardı. Bunun dışında kalanların miraslarını ise kim güçlüyse tereddütsüz o sahipleniyordu. Hakkını savunamayanlar, zayıflar da bundan mahrum kalıyorlardı. Hak ve hukukun emniyeti yoktu. Sadece, dürüstlüğü kendilerine gerekli görenler hak sahiplerine haklarını verirlerdi.

Fecr suresi ayet 20
Malı da 'bir yığma tutkusu ve hırsıyla' seviyorsunuz.

Hak ya da değil, helal ya da haram düşünmüyorsunuz. Yani caiz olup olmamasına, helal veya haram'a aldırmıyorsunuz. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt göstermiyorsunuz. Ne kadar mal sahibi olsanız da gözünüz doymuyor.
 
Üst Alt