Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Vakıa suresi ayet 92
Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise,

"Eğer o" ölümden sonra dirilişi "yalanlayıcı" ve hidayetten, hak yoldan uzak "sapıklardan ise,

Vakıa suresi ayet 93
Artık (onun için de) alabildiğine kaynar sudan bir ziyafet vardır.

Ona kaynamış sudan bir ziyafet vardır." Yani onların kaynar sudan bir nzıkları olacaktır. Nitekim yüce Allah: "Sonra gerçekten sizler ey sapıklar, yalanlayıcılar. Siz elbette Zakkum ağacından yiyeceksiniz," (el-Vâkıa, 56/51-52) diye buyurduğu gibi; "Sonra onun üzerine kaynamış sudan bir katkıları olacaktır." (es-Sâffât, 37/67) diye buyurmaktadır.

Vakıa suresi ayet 94
Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da.

"Ve cehenneme bir atılış" yani cehennem ateşine girdiriliş vardır. Cehennemde bir ikamet ve onun türlü azablannın tadılması vardır, diye de açıklanmıştır.
"Atılış" ile aynı kökten olmak üzere: "Onu cehenneme attı, ona cehennemi boylattı" denilir.
Burada (âyette) mastar mefule izafe edilmiştir. Nitekim Filan kişiye mal verilişi söz konusudur" tabiri ona mal verilir anlamında kullanılır. Bu buyruk; şeklinde "te" harfi kesreli olarak da okunmuştur ki: "Cehenneme atılış şeklinde bir ikram vardır" demek olur.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Vakıa suresi ayet 95
Şüphesiz ki bu, kesin bilgi veren hakkın ta kendisidir.

Bizim sana bu anlattıklarımız katıksız ve kesin bilgidir. Burada -ki her ikisi de aynı şey oldukları halde- "hak"ın yakîn (kesin bilgi)'e izafe edilmesi lafızlarının farklı oluşundan dolayı uygundur. el-Müberred dedi ki: Bu senin "aynu'l-yakîn, mahzu'l-yakîn (hakkın ta kendisi, katıksız kesin hak, gerçek)" demene benzer, O halde böyle bir tabir Kûfelilere göre bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilindendir. Basralılara güre ise İşin gerçeği Kesin bilgi yahut kesin haberdir" takdirindedir.
Bunun tekid olduğu da söylenmiştir. "Yakîn: kesin bilgi" lafzının aslında "hak: gerçek"in sıfatı olduğu, mevsufun sıfata -mecaz ve kullanım genişliği imkânı ile- böyle geldiği de söylenmiştir ki; bu Oa yüce Allah'ın: "Âhiret yurdu" (Yusuf, 12/109) buyruğuna benzemektedir.
Katade de bu âyet-i kerime hakkında şunları söylemektedir: Yüce Allah bu Kur'ân-ı Kerim'in bildirdiklerinin kesin bilgiler olduklarını göstermedikçe hiçbir kimseyi bırakmaz. Mümin dünyada iken buna kesin olarak inanır, bu inancının da kıyamet gününde ona faydası olacaktır. Kâfir ise kesin bilgi ve inancın kendisine fayda vermeyeceği bir zaman olan kıyamet gününde buna kesin olarak inanacaktır.

Vakıa suresi ayet 96
Öyleyse büyük Rabbini ismiyle tesbih et.

Yani yüce Allah'ı kötülükler¬den tenzih et.
"İsmiyle* buyruğunun başındaki "be" harfi zaiddir. "İsim" de müsemmânın kendisidir,
"Tesbih et" buyruğunun Rabbini hatırlamak ve O'nun emri ile namaz kıl, demek olduğu da söylenmiştir.
Büyük Rabbînin adını an ve O'nu tesbih et anlamında olduğu da söylenmiştir.
Ukbe b. Âmir'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O halde Rabbini büyük adıyla tesbih et" buyruğu nazil olunca, Peygamber (sav): "Bunu rükûıınuzda söyleyin" diye buyurdu. "O en yüce Rabbinin ismini tesbih et" (el-Âla, 87/1) buyruğu da nazil olunca Peygamber (sav): "Bunu da sücudunuzda söyleyin." diye buyurdu. Hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Rahman suresi ayet 1
Rahman (olan Allah) .

"Rahman" olan Allah "Kur'ân'ı Öğretti" buyruğu hakkında Said b. Cü-beyr ile Âmir eş-Şa'bî şöyle demişlerdir:
"er-Rahmân" bir araya getirilmele¬ri halinde yüce Allah'ın isimlerinden birisini teşkil eden üç sûrenin başlangıcıdır: "Elif, lâm, Ra" ile "Hâ, Mîm" ve "Nün." Bunların bir araya getirilmeleri halinde "er-Rahmân" adı ortaya çıkar.

Rahman suresi ayet 2
Kur'an'ı öğretti.

"Kur'ân'ı öğretti." Yani yüce Allah onu peygamberine öğretti, o da onu bütün insanlara eksiksiz tebliğ etti.
Bu sûre Mekkeli müşrikler: Rahman da neymiş? demeleri üzerine inmiştir.
Bu buyruğun Mekkelilere: Ona bu Kur'ân'ı bir insan öğretiyor ve o da Yemâme'nin Rahmân'ıdır sözlerine cevab olmak üzere indiği de söylenmiştir. Onlar bu sözleriyle yalancı Müseylemeyi kastediyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Rahman (olan Allah) Kur'ân'ı öğretti" buyruklarını indirdi.
ez-Zeccac dedi ki:
"Kur'ân'ı öğretti." Onun hatırlanmasını ve okunmasını kolaylaştırdı demektir. Yüce Allah'ın: "Andolsun ki Biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık." (en-Necm, 54/17) buyruğu da bu anlamdadır.
Yüce Allah, Kur'ân'ı insanların kendisi ile kendisine ibadet etmelerinin bir alâmeti kılmıştır, diye de açıklanmıştır,

Rahman suresi ayet 3
İnsanı yarattı.

Diğer bir ifadeyle, insanı yaratan Allah olduğu için, insana bir gayeye mebni bir yol göstermek de O'na düşer. Bu bakımdan, Allah'ın Kur'an'ı bir yol gösterici olarak göndermesi, Rahman sıfatı yanında "Hâlık" sıfatının bir gereğidir. Çünkü bir şeyi yaratan, onun yaratılış nedenini bileceğinden fonksiyonunu da belirler. Dolayısıyla Kur'an'ın Allah tarafından gönderilmiş olması gayet doğaldır.
Şayet böyle olmasaydı, bu şaşılacak birşey olurdu; zira bir şeyi yaratanın onun nedenini bilmemesi ve fonksiyonunu belirlememesi mümkün değildir. Allah, kainatın ve içindeki her mahlukun yaratılış gayesini belirlemiş, ona bir yol çizmiş ve bu yolda yaratılış gayesine uygun yürümesi için onu görevlendirmiştir. Hatta insanın bedenini, saçının her telini, küçücük hücrelerin fonksiyonlarını bile belirlemiştir. Bu, onların yaratılışından önce takdir edilmiştir. Buna rağmen, insan gibi bir varlığı yol göstericisiz bırakmak nasıl mümkün olabilir? Bu husus, Kur'an'da çeşitli yerlerde ve çeşitli konularla da açıklanmıştır.
"Doğru yola iletmek bize aittir" (Leyl: 12)
"Doğru yolu göstermek Allah'a aittir" (Nahl: 9)
(Firavun) "Rabbiniz kim ey Musa? dedi, (Musa) Rabbimiz, herşeye yaratılışını verip, sonra onu doğru yola iletendir dedi." (Taha: 49-50)
Yani, Allah bu kainatın nizamı içerisinde herşeyin vazifesini tayin etmiştir. Bu, kendi başına öyle kuvvetli bir delildir ki, ön yargısız düşünen herkes, "İnsana Allah tarafından bir peygamber gelmesini ve bir kitap gönderilmesini" gayet doğal karşılamak zorunda kalır.

Rahman suresi ayet 4
Ona beyanı öğretti.

"el-Beyan" kelimesinin bir anlamı, insanın kendi maksadını açıklaması, diğeri ise, hayır ve şer arasındaki farkın açıklanması demektir. Bu her iki anlamı da taşıyan küçük cümle ile (Ona beyanı öğretti) deliller tamamlanmıştır. Çünkü insanları hayvanlardan ayıran en önemli özellikler, konuşmak ve açıklamaktır. Bu özellikleri, insanın diğer varlıklardan üstünlüğünü ortaya koyar. Bu sadece konuşma özelliği değildir. Zira konuşmanın ardında akıl, şuur, idrak, fehim gibi yenetekler vardır ki, bunlar olmaksızın konuşmak mümkün değildir. Dolayısıyla insanda konuşma melekesinin olması, onun şuur ve irade sahibi olmasının delilidir. Kendisine böylesine yetenekler bağışlandıktan sonra, elbette insanın hidayeti şuursuz varlıklarınki gibi olacak değildir. Ayrıca insanoğlunun bir diğer özelliği de ahlâk duygusudur. İşte bu yüzdendir ki, insan gayet doğal olarak iyi-kötü, haklı-haksız, zulüm-adalet, doğru-yanlış arasındaki farkları anlar ve ahlâksızlık bataklığına gömülse dahi, bu özelliğini tamamen yitiremez. Bu özelliklerinin gereği olarak, insanlığın hidayeti, cebrî ve tabii kanunlara göre değil de vicdana ve şuura dayalı olarak düzenlenmiştir. Örneğin balığın yüzmesi, kuşun uçması ve insanın organlarının faaliyeti için her hangi bir eğitime ve öğretime gerek yoktur. Çünkü fıtraten nasıl görevlendirilmişlerse, o şekilde hareket etmek zorundadırlar. İnsanlar, kendi hayatları için kitapları, tebliğ ve telkinleri, okuma ve yazmayı, mantığı, eğitim ve öğretimin bir vesilesi olarak kabul edip doğal yeneteklerini bu konuda yeterli kabul etmezler. O halde insanı yaratanın, kendilerine verdiği bu görevi daha iyi yerine getirebilmeleri için insanlara yol gösterici olarak peygamberler ve kitaplar göndermesine niçin hayret edilsin? İnsan için hidayetin en uygun yolu budur. Çünkü "beyan" gibi bir nimet ile şereflendirilmiş bir varlığa, en uygun yol göstericilik vazifesini Kur'an yerine getirebilir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Rahman suresi ayet 5
Güneş ve ay (belli) bir hesap iledir.

Yani, Güneş, Ay ve yıldızların doğuş ve batışı, değişmeyen, muazzam bir kanuna tabidir. Bu kanunun sayesinde insanlar, mevsimlerin vaktini, günlerin sayısını, ürünlerin olgunlaşma zamanlarını tespit edebilmektedirler. Bunca varlığın yeryüzünde yaşayabilmesinin nedeni, Güneşin yeryüzünden belli bir mesafede tutulmuş olmasıdır. Şayet Güneş ölçüsüz hareket etseydi ve yeryüzüne yaklaşsa, ya da uzaklaşsa idi, bunca varlık yok olurdu. Ayrıca Güneş ve Ay birbirleriyle uyum içindedirler ve bizlerin kullandığı takvimler onların hareketlerine bağlıdır.

Rahman suresi ayet 8
Sakın mizanda 'haksızlık ve taşkınlık yapmayın.'

Rahman suresi ayet 9
Tartıyı adaletle tutup doğrultun ve tartıyı noksan tutmayın.

"Çünkü, kainatın nizamı adalet ve dengeye dayanır. Dolayısıyla size verilen yetki ve hareket dairesi içerisinde adaleti teessüs etmeniz gerekir. Şayet siz, kendinize tevdi edilmiş bir başkasının hayatını telef ederseniz, böyle yapmakla temelinde adalet saklı olan bu nizamı ifsad etmiş olursunuz. Bu nizam haksızlık ve adaletsizliği kabul etmez. Değil büyük bir zulüm, terazide hile yapmak suretiyle müşterinin hakkını yemek gibi küçük bir haksızlık dahi, adalet ve denge üzerine kurulu bu alemin nizamını sarsar.
Bu üç ayette, Kur'an talimatının biri tevhid, diğeri adalet olan iki önemli bölümünden, ikincisi açıklanmıştır. Böylece bu kısa cümlelerle, Rahman olan Allah'ın Kur'an vasıtasıyla gönderdiği hidayet vurgulanmış olmaktadır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Rahman suresi ayet 10
Yere gelince; onu da (yaratılmış bütün) varlıklar için alçaltıp koydu.

Bu ayetten, 25. ayete kadar, insanların ve cinlerin, kendilerinden yararlandıkları Allah'ın nimet ve ihsanları hakkında sözedilmiştir. Bu ayetlerden çıkarılacak ahlâki ders, insanların kendi iradeleriyle Allah'a ibadet ve itaat etmelerinin istenmiş olmasıdır. Kendilerine verilen serbest irade dolayısıyla ister Allah'a itaat ederler, isterlerse etmeyebilirler. Ancak doğal olarak ve ahlâken Allah'a ibadet etmeleri gerekir.

"" tertip ve tanzim etmek, yapmak, hazırlamak ve koymak demektir. Ayrıca yaratmak anlamında da kullanılır. Yani insanları ve diğer mahlukatı yaratmak gibi. İbn Abbas'a göre, "Enaam", sadece bedeni değil ruhu da kapsar. Mücahid, bu kelimeyi "Hakaik" şeklinde açıklar. Katade, İbn Zeyd, Şa'bi, tüm canlıların "Enaam" kapsamına girdiğini söyler. Nitekim lugat alimleri de aynı görüştedirler. Tüm bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, bazı kimselerin bu ayete dayanarak "Yeryüzündeki kaynakların hakimi devlettir" şeklinde çıkardıkları sonucun beyhude olduğu ortadadır. Bu kimseler, diğer ideolojilerin anlayışlarını Kur'an'a da sokmak istiyorlar. Oysa bu ayetin lafızlarından, siyak ve sibakından, "Enaam" kelimesinin sadece insanlığı kapsamayıp tüm mahlukatı da içerdiği açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu ayet, yeryüzünün "Halk" için yaratıldığı gibi komünist bir anlayışı doğrulamaz. Çünkü burada vurgulanmak istenen husus, kainat içinde her mahluk için uygun şartların sağlanmış olmasıdır. Yani, bu kainat kendi kendine meydana gelmemiştir. Onu yaratan ve uygun bir hale getiren Allah'tır.

Rahman suresi ayet 11
Onda meyveler ve salkımlı hurmalıklar vardır,

Rahman suresi ayet 12
Yapraklı taneler ve güzel kokulu bitkiler.

Yani, insanlar için yiyecekler, hayvanlar için yem.

Rahman suresi ayet 13
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

"Âlâî" kelimesi ilerideki ayetlerde de tekrar tekrar kullanılmıştır. Biz bu kelimeyi çeşitli yerlerde çeşitli anlamlarda tercüme ettiğimiz için, başlangıçta bu kelimenin geniş anlamlarını açıklamak gerekiyor.
Bu kelime (Âlâî) genellikle müfessir ve lugat alimleri tarafından "nimetler" olarak tercüme edilmiştir.
a) İbn Abbas, Katade ve Hasan Basri'den de bu anlam nakledilmiştir. Bu hususta en önemli delil, Rasulullah'ın (s.a) "Cinler bu ayeti işittiklerinde, tekrar tekrar -biz Rabbimizin hiçbir nimetini yalanlamayız- diye cevap verdiler" şeklindeki hadisidir. Dolayısıyla bazı modern araştırmacıların "Bu kelime hiçbir surette -nimetler- anlamında kullanılmamıştır." şeklindeki görüşlerine itibar etmek mümkün değildir.
b) "Âlâî" kelimesi, "mükemmel ve şaşılacak kuvvet" anlamına da gelmektedir. Nitekim İbn Cerir et-Taberi, İbn Zeyd'in "Febi eyyi âlâî Rabbi kuma..."nın "Febi eyyi kudretillah" anlamına geldiği şeklindeki görüşünü nakletmektedir. Zaten kendisi de 37. ve 38. ayetleri yorumlarken "Alai" kelimesini "kudret" olarak açıklamıştır. İmam Razi'de 14-16. ayetleri tefsir ederken, bu ayetlerin nimeti açıklamak için değil, kudreti açıklamak için kullanıldığını, 22-23. ayetleri tefsir ederken de, yine bu ayetlerin Allah'ın nimetlerini değil, şaşılacak kudretini açıkladığını söyler.
c) "Âlâî" kelimesinin bir diğer anlamı ise özellikler, hamde layık sıfatlar, kemalat ve faziletler demektir. Bu anlamı hem müfessirler hem de lugat alimleri kullanmışlardır

"Tükezziban" (yalanlıyorsunuz) ifadesiyle, insanların Allah'ın nimetlerine ve hamde layık sıfatlarına karşı takındıkları tavır kastedilmektedir.
a) Bazı kimseler, bu nimetleri Allah'ın yarattığına inanmazlar ve tüm bu maddelerin kendi kendilerine oluştuğunu ya da bir tesadüf sonucu kendiliğinden meydana geldiğini zannederler. Dolayısıyla bunun ardında bir hikmet olduğunu düşünmezler.
b) Bazı kimseler ise, bu nimetleri yaratanın Allah olduğunu kabul etmekle birlikte, O'nun ilahlığında başkalarının da pay sahibi olduğunu düşünerek onlara ibadet ederler. Allah'ın verdiği rızıktan faydalanmalarına rağmen, başkalarına "hamd-ü sena" ederler. Örneğin, bir kimseye bir takım yardımlarda bulunduğunuzu farzedin. Şimdi bu şahıs, sizin yanınızda ve sizin yardım ettiğiniz şey için, bir başkasına teşekkür ederse, siz ona ne dersiniz? Ona nankör ve yalancı demez misiniz?
c) Bazı kimseler de, tüm bu nimetleri Allah'ın verdiğine inanırlar fakat O'nun emirlerini yerine getirmezler. Allah'ın gönderdiği mesaja hiçbir şekilde kulak asmazlar. İşte bu da başka türlü bir nankörlüktür. Ve Allah'ın nimetlerini yalanlamaktır.
d) Bazı kimseler ise, Allah'ın nimetlerini yalanlamadıkları gibi, ayrıca nankörlük de etmezler. Ancak bu kimselerin yaşadıkları hayat tarzının nankörlük edenlerinkinden bir farkı yoktur. Bu tür kimseler, her ne kadar dilleriyle inkar etmemiş olsalar bile, fiilen Allah'ın nimetlerini yalanlamaktadırlar.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Rahman suresi ayet 14
İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.

İnsanların yaratılışının başlangıcı, Kur'an'da çeşitli bölümlerde, çeşitli safhalarıyla açıklanmıştır. Şimdi bu safhaları bir tertip içinde sırayla görelim.
a) Turab (toprak)
b) Tîn (çamur)
c) Tîn-i Lazîb (yapışkan çamur)
d) Hammen Mesnun (kuru çamur)
e) Salsalin min Hammin Mesnun ke'l-Fehhar (ateşte pişmiş gibi kuru çamur)
f) Beşer (topraktan suret, model, Allah onu kendi has ruhundan üflemiş ve meleklere secde etmelerini emretmiştir. Sonra da çift çift yaratmıştır.)
g) "Summeceale neslehu min sulâletin min main mehin" (sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan-başka bir ayette nutfeden verilmiştir- kıldı.)
Bu safhaları açıklayan aşağıda bir tertip içinde sıraladığımız ayetleri okuyunuz.
a) "Allah'ın yanında İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona -ol-dedi. Artık olur." (Al'i İmran: 59)
b) "O, herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde: 7)
c) "Şimdi sor onlara: Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim yarattıklarımız mı? Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık" (Saffat: 11)
d-e) "İnsanı ateşten pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı." (Rahman: 14)
f) "Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan eşini var edip ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun..." (Nisa: 1)
g) "Sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan kıldı." (Secde: 8)
h) "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güçlerinize ermeniz için (sizi büyütüyoruz.) İçinizden kimi öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken birşey bilmez hale gelsin. Yeri de ölmüş görürsün. Fakat biz onu üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir kabarır ve her güzel çiftten bitirir." (Hac: 5)
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Rahman suresi ayet 15
Cânn'ı (cinni) da 'yalın dumansız bir ateşten' yarattı.


"Maricin men narin" ifadesinde geçen "nar," ağaç ve kömürün yanmasıyla meydana gelen bir ateş değil, özel bir ateştir. "Mâric" ise dumansız alev demektir. Yani, ilk insan nasıl çamurdan yaratıldıysa, ilk cin de ateşten yaratılmıştır. Yine nasıl ilk insan topraktan yaratılmış ve onun nesli nutfe ile devam ediyorsa, ilk cin de ateşten yaratılmış ve nesli devam etmektedir. Dolayısıyla insanların babası Adem ise, ilk cin de, cinlerin babasıdır. Adem bir "beşer" olarak yaratıldıktan sonra, onun toprakla bir ilişkisi kalmamıştır. Çünkü artık onun bedeni et, kemik ve kandan müteşekkildir. Her ne kadar toprakla bir ilişkisi olsa dahi, bu doğrudan doğruya değildir. Tüm bunlar, cinler için de geçerlidir. Yani onlar ateşden yaratılmıştır ama, nasıl insanlar toprak değilse onlar da ateş değildir.
Bu ayetten iki husus anlaşılmaktadır.
a) Cinler, salt ruhi varlıklar değillerdir ve onların da maddi cisimleri vardır. Onlar halis bir ateşten yaratıldıkları için, insanlar onları göremezler; zira kendileri topraktan yaratılmışlardır. Bu hususa A'raf 27'de şöyle değinilmiştir:
"Ey Ademoğulları, şeytan, ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremiyeceğiniz yerde sizi görürler..." (A'raf: 27)
Ayrıca cinler hızlı hareket etmekte, değişik şekillere dönüşmekte ve topraktan yaratılmış olan insanın görünmeden giremeyeceği yerlere, hiç hissettirmeden girmektedir. Bu özellikler, ateşten yaratılmış bir varlık için mümkündür.
b) Cinler, insanlardan farklı bir varlıktır. Çünkü onların yaratıldığı madde, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaratıldığı maddeden farklıdır. Dolayısıyla bu ayet, bazı kimselerin öne sürdüğü gibi "cinler insanlardan bir kısımdır" şeklindeki iddiayı açıkça reddetmektedir. Bu iddiaya göre, bu ayette mizaç farklılığı vurgulanmıştır. Örneğin, bazı insanlar çok halim ve yumuşak bir yapıya sahip olurlarken, bazıları da ateşli ve öfkeli kimselerdir ki, bu kimselere şeytan demek daha doğru olur. Bu yorum Kur'an'ı tefsir değil tahrif etmektir. Önceki ayette insanın topraktan yaratılışı ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Bu ayrıntılı açıklamalara rağmen akıllı bir insan, bu ayetin yumuşak mizaçlı insanları tarif ettiğini söyleyebilir mi? İnsanın kuru çamurdan, cinin de halis ateşten yaratıldığını beyan eden ayetlerden, birinin yumuşak, diğerinin de sert mizaçlı insanları kastettiği sonucunu çıkarmak mümkün müdür?
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Rahman suresi ayet 16
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

Burada " Âlâî " kelimesinin şaşılacak kudret anlamında kullanılmış olması daha münasiptir. Ayrıca nimetler şeklindeki anlam da anlaşılıyor. Topraktan insanı, ateşten cini yaratmak, Allah'ın yüce kudretinin bir göstergesidir. Ayrıca kendilerine dünyada önemli işler yapabilmeleri için, çeşitli yetenekler bağışlamış olması, Allah'ın insanlara ve cinlere büyük bir nimetidir. Bizler cinler hakkında her ne kadar yeterli bilgi sahibi değilsek de, insanoğlunun yaptığı önemli işleri açıkça görüyoruz. Şayet Allah insanlara, zihni ve akli yeteneklerinin yanında kuşların ve balıkların bedenleri gibi bir beden verseydi, insanın bu tür işleri becerebilmesi nasıl mümkün olacaktı? İnsana zihni yeteneklerine uygun bedeni uzuvlar, (el, ayak, göz, kulak, dil, boy vs.) bağışlamış olması Allah'ın büyük bir nimetidir. Çünkü akıl, şuur, icad etme yeteneği, istidlal ve yapıcı özellikleriyle bedensel özellikleri uyum sağlamasaydı, bu yetenekleri anlamsız kalırdı. İşte bu, Allah'ın hamde layık sıfatlarıdır. Zira, ilim, hikmet, merhamet ve kemal derecesindeki yaratıcı kuvveti olmadan insanı nasıl yaratabilirdi? Dolayısıyla bu muazzam yaratılışı kör ve sağır bir kuvvetin meydana getirmesi mümkün değildir.

Rahman suresi ayet 17
O, iki doğunun da Rabbidir, iki batının da Rabbidir.

"Meşrikeyn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı) ifadesiyle, kış ve yaz mevsimlerinin en kısa ve en uzun günleri kastediliyor olabilir. Ya da yeryüzünün yarı küresidir. Kış mevsiminin kısa günlerinde güneş, en dar açıdan doğar ve batar, yaz mevsiminin en uzun günlerinde güneş en geniş açıdan doğar ve batar. En uzun ve en kısa iki gün arasındaki günlerde güneşin doğuş ve batışı hergün farklı açılarda olur. Nitekim başka bir ayette (Meariç: 40) "Doğuların ve Batıların Rabbi" ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca güneş bir yarı kürede doğarken, diğer bir yarı kürede batar. Bu şekilde düşünürsek, yeryüzünün iki doğusu ve iki batısı olmuş olur. "Doğuların ve batıların Rabbi" ifadesi de birkaç anlama gelebilir, 1) Güneş Allah'ın emriyle doğar ve batar, ayrıca bu, hergün farklı açılarda vuku bulur. 2) Yeryüzünün de güneşin de sahibi O'dur.
Çünkü bunların ayrı ayrı sahipleri olsaydı, bu kadar uyum içinde bulunamazlardı. 3) Doğunun ve batının ve ikisinin arasındaki herşeyin sahibi Allah'tır. Tüm bunları yaratmak ve güneş ve yeryüzünün hikmete dayalı nizamını kurmak O'na aittir.

Rahman suresi ayet 18
Şu hade Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

Burada "Alâi" kelimesinin anlamının, mevki ve mahal itibarıyla "kudret" manasında olması daha muhtemeldir. Ve fakat aynı zamanda nimet ve hamde layık sıfatlar anlamını da ihtiva eder. Güneşin doğuşunu ve batışını bir kurala bağlamış olması, Allah'ın büyük bir nimetidir, çünkü bu değişmez kuralın, insanlara, hayvanlara ve bitkilere sayısız yararları vardır. Şayet mevsimler bu sisteme bağlı olarak devran etmeseydi, insanlar, hayvanlar ve bitkiler hayatlarını sürdüremezlerdi. Yarattığı mahlukat için her türlü uygun ortamı hazırlaması, Allah'ın rahmet, Rububiyet ve hikmetidir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Rahman suresi ayet 19
Birbirleriyle kavuşup karşılaşmak üzere iki denizi salıverdi.

Evet iki denizi mercetti (salıverdi) . Burada merc müteaddidir . mânâsınadır ki, salıverdi demektir. Bu da esas itibariye karıştırmak mânâsına gelirse de, bu ayrı bir kullanmadır. Bu iki deniz hakkında misal olmak üzere çeşitli yorumlar yapılmıştır. Önce Furkan Sûresi'nde geçen "O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu, tatlı ve susuzluğu giderici; şu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur."(Furkân, 25/53) âyetine mutabık olmak üzere biri tatlı diğeri acı iki derya denilmiş. Mesela Şap denizine Nil, Basra Körfezi'ne Dicle dökülmüş olduğu gibi, diplerindeki suların birbirlerine kavuşması ile beraber birden bire diğeri ile karışmaksızın bir hayli mesafeleri uzayıp giden büyük sularla temsil edilmiştir. Buradaki iltikâ (karşılaşma) fiilî olarak birbirine temas mânâsına gelmektedir. İltikâ, temas edecek şekilde yakınlık ve komşuluk olarak da yorumlanabilir. Bu, acı denizin altında veya yakınında yer alan su hazineleri şeklindeki düşünceye de uygun olabilir.

İkincisi,
her ikisinin suyu da acı olmak üzere bir zamanlar Faris Denizi adı verilen Hint Okyanusu ile Rûm denizi denilen Akdeniz ile temsil edilmiştir ve aralarındaki engel Arabistan yarımadası veya karşılaşmak üzere bulundukarı Süveyş engelidir. Buna göre : "o iki deniz, birleşeceklerdir" mânâsına da yorumlanabilir ki, bu da Süveyş kanalının ileride açılacağını göstermektedir. "İkisinden de inci ve mercan çıkar." (Rahmân, 55/22) âyeti de, bu ikinci mânâya daha yakın bir anlam ifade etmektedir. Zira tatlı sudan inci ve mercan çıkması, biraz te'vile dayalıdır.

Üçüncüsü,
gök denizi ve arz denizi denilmiştir ki denizlerle, bulutlar veya daha geniş bir mânâ kasdedilmiş olabilir.

Dördüncüsü,
yeri etrafından kuşatan dış denizle yerin kıtaları arasındaki iç deniz ki, bu iki deniz birbirine kavuşurlar. Yer, aralarında bir engel halinde kalır, böylece taşıp da o yeri istilâ edemezler.

Beşincisi,
"maşrikayn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı)de geçtiği üzere acı, tatlı, iç dış, semavî ve arzî hatta hakikat ve mecaz her iki nev'iyle deniz de demek olabilir ki en genel anlamı budur. Bu suretle işarî mânâ olarak cismanî (maddi) âlem ile ruhanî (manevî) âlem anlamı da bulunabilir ki aralarında mevcut olan berzah da, hayal ve gölge alemi olmuş olur. Kavuşurlar. Bu cümle ya istinâfiyye (başlangıç) ya da hal cümlesidir. Mânâsı, kavuşurlar yahut karşılaşırlar. Veyahutta öyle bir halde salmıştır ki, kavuşacaklardır veya kavuşuyorlardır.

Rahman suresi ayet 20
İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler.

Berzah, esasen iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Coğrafya ıstılahında bilindiği gibi iki deniz arasında bulunan karaya denir. Berzah, burada ya bu anlamı ifade etmektedir, ya da kudretten herhangi bir sınır mânâsınadır. Aralarında bir berzah bulunduğundan dolayı o iki deniz birbirine geçmezler. O berzahı, o haddi aşıp da diğerinin yerini işgal edecek, özelliğini ortadan kaldıracak bir zulüm ve tecavüz yapmazlar, yapmaya meydan bulmazlar

Rahman suresi ayet 21
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Rahman suresi ayet 22
İkisinden de inci ve mercan çıkar.

"Mercan", İbn Abbas, Katade, İbn Zeyd ve Dahhak'a göre, küçük incilerdir. İbn Mes'ud ise, mercanın Araplar tarafından deniz kabukları (istiridyeler) için kullanıldığını söyler.

"" (iki denizden çıkarlar.) Bazıları, inci ve mercanın tuzlu suda bulunduğunu söyleyerek, bunların hem tuzlu hem de tatlı suda nasıl çıkabileceği şeklinde itirazda bulunuyorlar. Bu itiraza şu şekilde cevap verilebilir: Bilindiği gibi denizlerde hem tuzlu sular, hem de tatlı sular toplanır. Dolayısıyla iki deniz ifadesiyle aynı husus kastolunmaktadır. Şayet bunların (inci ve mercan) deniz altında tatlı su kaynağı olan yerlerde veya onların meydana geldiği yerlerde hem tatlı hem de tuzlu suyun bulunduğu keşfolunursa hiç şaşırmamalıdır. Nitekim Bahreyn ülkesi, bu inci ve mercanların çıktığı en eski kaynaklardan birisidir. Orada deniz altında tatlı su kaynakları olduğu bilinmektedir.

Rahman suresi ayet 23
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

Burada, "Alâi" kelimesinin "kudret" anlamında olması daha muhtemeldir. Bununla birlikte "nimetler ve hamde layık sıfatlar" şeklindeki manalar da kelimenin içinde saklıdır. Bunca kıymetli eşyayı yaratmış olması Allah'ın bir nimetidir. Ayrıca mahlukuna güzellik zevki vermekle birlikte bu zevkin tatmin olacağı güzel eşyaları da halk etmesi, Onun rububiyetinin şanındandır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Rahman suresi ayet 24
Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler de O'nundur.

Yani, gemiler de O'nun kudretinin bir tezahürüdür. Ve insanlara, onlarla denizleri aşma yeteneği vermiştir. İnsanların gemileri yapmak için kullandıkları malzemeyi de Allah yaratmıştır. Ayrıca gemilerin deniz üzerinde dağlar gibi yüzebilmeleri, Allah'ın kanunu sayesinde mümkün olabilmektedir.

Rahman suresi ayet 25
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

" Âlâî" kelimesinin, burada nimet ve ihsan anlamında olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak yukarıda zikrettiğimiz gibi kudret ve hamde layık sıfatlara da işaret eder.


Rahman suresi ayet 26
(Yer) Üzerindeki her şey yok olucudur;

Bu ayetten 30. ayete kadar cinlere ve insanlara iki gerçek bildirilmiştir.
a) Sizler ve sizlere dünyada verilen bu varlık ebedi değildir. Ebedi ve zevali olmayan ancak Allah'ın zatıdır. Kainattaki herşey O'nun azametine ve şanına şehadet etmektedir. O'nun lütfu iledir ki, dünyadaki bunca nimet sizlere nasip olmuştur. Şayet bunu aranızdan kendi marifeti sayan bir kimse çıkacak olursa, bu sadece onun aptallığının ve kısır mantığının sonucundan başka bir şey değildir. Eline biraz güç geçen ve emri altına bir kaç kişiyi alan, hemen kendisini ilah sanmaya başlar. Oysa bu iktidarı ne kadar sürebilir ki? Zira insan, kainattaki bir bezelye tanesi kadar yer işgal etmez. Kendisine 50-60 yıllık bir iktidar verildiği için insanın büyüklenmesi çok anlamsızdır.
b) Sizler, Allah'tan başkalarını (melekler, peygamberler, evliyalar, Ay, Güneş vs.) mabud ittihaz ediyorsunuz ama onlar sizlerin ihtiyaçlarını gidermeye muktedir değillerdir. Çünkü onların bizzat kendileri Allah'a muhtaçtırlar. Gökyüzünde, yeryüzünde ve hatta tüm kainatta her olan, Allah'ın izniyle vuku bulmaktadır. Hiçbir mahluk bir başkasının kısmetini değiştiremez.

Rahman suresi ayet 27
Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (zatı) bakî kalacaktır.



 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Rahman suresi ayet 46
Rabbin makamından korkan kimse için ise iki Cennet vardır.

Yani hesap gününe iman eden bir kimse, bu dünyada sorumsuz yaşamaz ve nefsini kontrol altına alır. Hak-batıl, zulm-adalet, temiz-necis, haram-helal arasındaki farkı temyiz eder ve bile bile Allah'ın emirlerinden yüz çevirmez. Dolayısıyla ileride zikredilen mükafatlar bu kimseler içindir.

"Cennet", bahçe anlamına gelir. Kur'an'da, salih kimselerin barınacağı yer, Cennet olarak adlandırılmıştır. Nitekim bazı yerlerde, "onlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır" ifadesi kullanılmıştır. Yani, büyük bahçeler içinde küçük bağlar vardır. Burada da her Cennet ehline iki Cennet verileceği ve onların içinde-ki ileride zikredilecektir -saraylar, hizmetçiler ve diğer nimetlerin bulunacağı beyan edilmiştir.

Rahman suresi ayet 47
Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

Bu ayetten surenin sonuna değin, "Alâi" kelimesi, nimet ve kudret anlamında kullanılmıştır. Ayrıca hamde layık sıfatlar anlamı da kelimenin içinde saklıdır. İlk anlam ele alındığında, cümle, "siz bu nimetleri yalanlasanız da, mü'minler yine de bu nimetlere sahip olacaklardır." şeklinde, ikinci anlama göre, "Sizler Allah'ın bu nimetlerini vermesinin mümkün olmadığını zannetseniz de, Allah bu nimetleri kullarına verecektir" şeklinde anlaşılır. Üçüncü anlamı ele alırsak şayet, cümle, -Neuzubillah- "Sizler Allah'ı iyilik ve kötülük arasındaki farkı temyiz etmekten aciz sanıyorsunuz, sizlere göre, Allah Teâlâ, bu koskoca kainatı yaratmıştır. Ama zalimle, adalet sahibi, hak ile çalışanla, batıla hizmet eden, hayır ile şer işleyen kimseler onu ilgilendirmez. Mazlumun adalet ve insaf göremeyeceğini, hayır işleyenlerin mükafaat alamayacağını sanıyorsunuz. Yine Allah'ı, zalimlere ceza, salihlere mükafat vermekten aciz olarak kabul ediyorsunuz. Sizler bu şekilde Allah'ın sıfatlarını inkar etmeye devam edin, ancak kafir ve zalimlerin Cehennemle, salih kulların ise Cennetle karşılaşacağı gün, yine inkar edebilecek misiniz?"
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
A'lâ suresi ayet 7
Ancak Allah'ın dilediği başka. Çünkü O, açıkta olanı da bilir, saklı duranı da.

Bu ifade iki anlama da gelebilir. Birincisi Kur'an'ın Rasulullah'a kelime kelime ezberletilmesi şeklindedir.
Yani bu, Rasulullah'ın kendi yetenekleriyle başardığı bir iş olmayıp, bilâkis Allah'ın bir lütuf ve keremidir. Şayet Allah (c.c.) Teâlâ isterse ona unutturabilir. Aynı husus Kur'an'da başka bir yerde şu şekilde ifade edilmiştir; "Andolsun biz dilersek sana vahyettiğimizi tamamen gideririz." (İsra-86) İkinci bir anlamı da şöyle olabilir. Rasulullah bazen bazı ayetleri bir anlık unutabiliyordu. Ancak bu ona verilen va'din dışındaki hadiselerdir. Çünkü Rasulullah'ın müstakil olarak Kur'an'dan bir kelimeyi dahi unutması mümkün değildir ve Allah (c.c.) Kur'an'ı korumayı üzerine almıştır. Her insanın da bazen unutkanlık içinde olabileceği gibi, Rasulullah da bazı zamanlar onutkanlık içinde bulunabiliyordu. Buhari'daki bir rivayet bu hususu doğruluyor. Bu rivayete göre, bir gün Rasulullah sabah namazını kıldırırken bir ayeti atlamıştı. Namazdan sonra Hz. Ubbi bin Ka'b, Rasulullah'a, "Ya Rasulullah! siz şu ayeti okumadınız. Yoksa bu ayet mensuh mudur? diye sordu. Rasulullah, "Hayır, ben bu ayeti unutmuşum" diye cevap verdi.

Bu çok bilinen bir sözdür. Allah'ın gizli ya da açık herşeyi bildiği anlamına gelir. Fakat bu, konu içinde müteala edilirse şu şekilde de anlaşılabilir. Rasulullah Cibrili Emin ile birlikte, vahyi tekrarlarken, unutmamak için acele ettiğini Allah (c.c.) bilmektedir. Bunun üzerine Allah Teâlâ Elçisine, "Müsterih ol, sen vahyi asla unutmayacaksın" diye buyurdu.



 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
A'lâ suresi ayet 10
'(Allah'tan) İçi titreyerek korkan' öğüt alır düşünür.

Ebu Salih, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Âyet; İbn Um Mektûm hakkında inmiştir. el-Mâverdî dedi ki: Allah'a kavuşacağını uman kim*seler de öğüt alabilir. Şu kadar var ki, korkan kimselere öğüt vermek, uman kimselere öğüt vermekten daha etkilidir. O bakımdan, öğüt almak, her ne ka*dar korkmak (haşyet) ve ümit (recâ) ile alâkalı ise de yüce Allah, burada ümi*di dışarda tutarak, doğrudan doğruya ve yalnızca haşyet ile ilgili olarak öğüt sözkonusu etmiştir.

Verdiğin öğüt, her ne kadar ancak korkan kimselere faydalı oluyor ise de, sen öğüt verip, hatırlatmayı genel olarak herkese yap! Çünkü bu durumda sen, davet etmenin sevabını elde edersin. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî nakletmiştir.

A'lâ suresi ayet 11
Oldukça bahtsız olan kimse ise; ondan kaçacaktır.

"Oldukça bahtsız olan", Allah'ın ilminde bahtsız olduğu bilinen "kimse ise ondan" o öğütten "kaçacaktır." Ondan uzaklaşacaktır. ei-Velid b. el-Muğire ile Utbe b. Rabia hakkında indiği söylenmiştir.

A'lâ suresi ayet 12
O ki, en büyük ateşe girecek,

Bu; el-Ferra'nın dediğine göre, ateş ta*bakalarının en altta olanıdır. el-Hasen'den; en büyük ateş cehennem ateşi, en küçük ateş de dünya ateşidir, dediği nakledilmiştir. Yahya b. Sellâm da böyle açıklamıştır.

A'lâ suresi ayet 13
Sonra orada hem ölmeyecek, hem de hayat bulmayacaktır.

Yani öl*meyecek ki çektiği azaptan rahat bulsun, kendisine fayda sağlayacak bir ha*yat da sürmeyecektir. Denildiğine göre, bedbaht olan kimselerin bedbahtlıkları birbirlerinden farklıdır. Buradaki tehdit, bedbahtlığı en ileri derecede olanlar hakkındadır. Bununla birlikte bu mertebeye ulaşmayan birtakım bedbahtların varlığı da sözkonusudur.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
A'lâ suresi ayet 14
Doğrusu, temizlenip arınan felah bulmuştur;

Tezekkâ kelimesi ile, küfür ve şirkten vazgeçerek İslâm'ı kabul etmek, kötü ahlâkı bırakarak güzel ahlâk edinmek ve kötü amelleri terkederek iyi ameller işlemek kastedilmiştir. Felah kelimesi ile de, dünyadaki değil, ahiretteki kastedilmektedir. İnsanın bu dünyada fakir ya da zengin olması önemli değildir.

A'lâ suresi ayet 15
Ve Rabbinin ismini zikredip namaz kılan.

Buradaki zikr ifadesi, Allah'ı hem kalple hem de lisanla zikretmek şeklinde iki anlama da gelebilir.

Yalnız zikretmekle kalmayın, namazı ikame edin ve namaza devam etmekle Allah'a itaat ettiğinizi fiilen ispat edin. Bu ayette iki şey tertip ile zikrolunmaktadır. Önce Allah'ı zikretmek, sonra namazı kılmak. Böyle bir düzenlemeden ötürü namaza 'Allahu Ekber' diyerek başlarız. Bu hususun işaret ettiği noktalardan biri de, Rasulullah'ın namaz kılmayı Allah'ın gösterdiği bir şekilde, Kur'an'a göre düzenlemiş olmasıdır. Namazı başka türlü düzenlemeye hiç kimse yetkili değildir.

A'lâ suresi ayet 16
Hayır siz, dünya hayatını seçip-üstün tutuyorsunuz.

Yani onların tüm gayretleri bu dünyada rahatlık, refah ve dünyanın lezzetlerini elde etmek içindir. Onlar asıl faydanın bu dünyadaki fayda, zararın da bu dünyadaki zarar olduğunu zannetmektedirler.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
A'lâ suresi ayet 17
Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.

Ey insanlar ne yazık ki sizler dünya hayatının ziynetini âhirete tercih edersiniz. Halbuki âhiret hayatı sizin için daha hayırlıdır ve daha kalıcıdır. Zira dünya hayatı geçici, âhiret hayatı ise sonsuzdur.
Arfece diyor ki:
"Ben, Abdullah b. Mes'ud'dan suresini okumasını istedim. Abdullah b. Mes'ud: "Ne var ki siz dünya hayatını tercih edersiniz." âyetine varınca okumayı kesti, arkadaşlarına yöneldi ve onlara "Biz, dünya hayatını âhirete tercih ettik." dedi. Herkes sustu, Abdullah tekrar "Biz dünyayı tercih ettik. Zira biz, dünyanın süslerine, kadınlarına, yiyeceklerine ve içeceklerine kavuştuk. Böylece âhiret bizden uzaklaştı. Biz bu gerçeği ve peşin olan dünyayı, gelecek olan âhirete tercih ettik." dedi.

Ebu Musa el-Eş'ari, Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet edi*yor:
"Kim dünyasını sevecek olursa âhiretine zarar verir. Kim de âhireti sevecek olursa dünyasına zarar verir. Sizler, devam edecek olanı (âhireti), yok olacak olana (dünyaya) tercih edin."

Hz. Aişe (r.anh.) da Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet edi*yor:
"Dünya, yurdu olmayanın yeridir. Onun için, aklı olmayan mal biriktirir."

A'lâ suresi ayet 18
Şüphesiz bu (hükümler) evvelki sahifelerde de vardır.

Âyette geçen "Bu" İşaret zamirinin neyi gösterdiği hakkında müfessirler farklı izahlarda bulunmuşlardır. İkrime'ye göre bundan maksat, A'la suresinde zikredilen âyetlerdir. Bu âyetler, İbrahim ve Musa'ya inen sahifelerde mevcuttur.

Katade ve Ebul Âliye'ye göre bundan maksat, bu surede zikredilen husus*lardır. Bunlar, Musa ve İbrahim'in sahifelerinde de mevcuttur.

A'lâ suresi ayet 19
Onlar, İbrahim ve Musa'nın sahifeleridir.

İbn-i Zeyd ve Katade'den nakledilen başka bir görüşe göre bundan maksat, "Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." âyet-i kerimesidir. Bu âyet, İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde de mevcuttur.

Taberi bu zamirden maksadın, "Kendisini arındıran" âyetinden son âyete kadar olan âyetler olduğunu soylemişir. Buna göre: "Şüphesiz bu (hükümler) evvelki sahifelerde de vardır." âyetinin manası "Kendisini arındıran, rabbinin ismini anıp namaz kılan mutlaka kurtuluşa emniştir. Ne var ki siz dünya hayatını tercih edersiniz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." demektir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Fatiha suresi ayet 1
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Fâtiha sûresinin birinci âyeti besmeledir. Âlimlerimizin ekseriyetinin görüşü budur. Kur’an-ı Kerim’de 114 yerde besmele vardır. Bunlardan 113 tanesi sûre başlarında, bir tanesi de Neml sûresinde, sûre ortasındadır.

“Süleyman’dan bana Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla bir mektup bırakıldı.”
(Neml 30)

Âlimlerimizin ekseriyetine göre Neml sûresinin ortalarında geçen bu besmele sûreye ait bir âyettir. Diğer sûre başlarında geçen besmeleler de o sûrelere ait birer âyettirler.

Besmele çok çeşitli fonksiyonlara sahip bir muammadır. Besmele bizim dilimizde koruyucu bir melektir âdeta. Bir türlü dilimizden düşürmeyiz onu. Çin’den gelmiş çok kıymetli bir vazo. Bir yere koyarken besmele, silerken kırılmasın diye besmele. Yemek yerken şeytanı yediğimize ortak etmemek için besmele, az yemek için besmele, doymak için besmele. Ticaretle uğraşıyorsak müşteri bol olsun, kazancımız iyi olsun diye dükkanın kapısını açarken besmele, aman hırsız girmesin diye kapatırken besmele. Para sayarken aman yanlışlık yapmayalım diye besmele. Tehlikeli bir iş yaparken besmele, ampulü takarken, sökerken aman elektrik çarpmasın diye besmele, bes-mele, besmele. Âdeta koruyucu bir melek gibi onu dilimizden hiç düşürmeyiz. Hattâ bazılarına göre iyi bir besmele çekersen suda yürür, gökte uçarsın. Besmele sadece bu işler için kullanılıyor bugün. Onun bizim hayatımızdaki fonksiyonu işte bu kadar basitleştirilmiş.

Halbuki besmelenin bizim hayatımızdaki mânâsı ve rolü bu kadar basite indirilmemeliydi. Çünkü besmelenin bizim hayatımızda taşıdığı çok daha büyük fonksiyonları vardı.

Besmeleyi biraz tanımaya çalışalım inşallah. Hani demin söylemiştim; Hz. Ali Efendimiz der ki:

"Kur’ân’ın tamamı Fâtiha’da, Fâtiha’nın tamamı besmelede, besmelenin tamamı da ( harfin de toplanmıştır.”

Her gün, her namazımızda defalarca okuduğumuz ve âlimlerimizin beyanıyla Kur’an’ın tamamını içine alan bu besmelenin “B” harfi nedir acaba? “B” harfi Türkçe’de “ile” mânâsına gelen bir bağlaçtır. Arapça’da bunun adına “ilsak” denir. Bir konuş*mada, bir yazışmada “ile” kelimesini gördüğümüz veya duyduğumuz zaman he-men anlarız ki, iki taraf var ve bu iki taraf arasında bir ilgi, bir bağ, bir münâsebet kuruluyor. Meselâ “Hasan ile Tahir” ifadesinde, bu “ile” bağlacını görünce hemen iki taraf arasında, yâni Hasan ile Tahir arasında bir alâkanın, bir münâsebetin kurulduğunu anlarız. Bu cümle nasıl tamamlanırsa tamamlansın fark etmez. Hasan ile Tahir Afganistan'a gittiler, veya beyaz giyinmişler gibi. İşte bu “İle” kelime*siyle ikisi arasında bir münâsebetin kurulduğunu anlarız.

Biz Besmelenin daha “B” harfine başlarken, “Bi” ”İle” derken hemen iki taraf olduğunu ve bu iki taraf arasında bir münâsebetin kurulduğunu görürüz. Peki kimle kim arasında bir münâsebettir bu? Allah ile kul, âbid ile Mâbûd, Rab ile âbid arasında bir münâsebet. Allah ile kul arasında bir ilişki kuruluyor. Peki nedir bu münâsebet? Kulluk münâsebeti, ubûdiyet ve rubûbiyet münâsebeti. Demek ki Besmele Allahla kulun irtibatının beyanı, Rab ile âbid arasındaki kulluk mukavelesidir. Başka bir ifadeyle Allah’la kul arasındaki program maddelerinin tespitidir. Yâni bir mü'min besmelenin daha “B” harfine başlarken şunu demektedir: Ya Rabbi! Şu anda senin adına, senin namına, senin için, sen istediğin için, senin benim hayatıma aldığın kulluk maddelerinden birini söyleyeceğim veya yapacağım demektedir.

İnsan ya konuşmaya başlarken, ya da bir iş yapmaya başlar-ken besmele çeker. Meselâ ben burada konuşmaya başlarken besmele ile başladım. Bu şu demektir: Ben Allah adına, Allah hesabına, Allah namına bu işi yapmaya başlıyorum. Ya Rabbi! Ben şu anda senin namına, senin hesabına, senin adına konuşuyorum. Yâni yapacağım bu konuşmayı yapmamı sen benden istediğin için, bunları konuşmamı kulluk maddesi olarak benim hayatıma sen aldığın için konuşmaya başlıyorum. Çünkü Allah’la kul arasındaki bu kulluk maddelerini tespit eden kimdir? Bunu da hemen Besmelenin ikinci kelimesinden anlıyoruz ki “Bismillah” Allah adına.

Öyleyse kul için, kulu adına kulluk maddelerini tespit eden Allah’tır. O halde besmeleye başlarken biz demek istiyoruz ki: Ya Rabbi! Şu anda ben senin benim için, benim adıma tespit ettiğin, hayatıma koyduğun, yapmamı istediğin kulluk vazifelerinden, kulluk mad*delerinden birini yapacağım, yapmaya başlıyorum. Yâni bir konuşmaya veya bir iş yapmaya başlarken besmele çekerek ya Rabbi bunu yapmamı sen istediğin için senin adına yapmaya başlıyorum diyoruz, ya da bunu ortaya koyma adına besmele çekiyoruz.

O halde meselâ içki içerken, içki içmeye başlarken çekebilirseniz besmele çekin. Veya zinaya başlarken, faizli muamelelere girerken, tesettüre uymayan bir elbiseyi üzerinize giyerken, sakalınıza usturayı vururken, vurdururken, yabancı bir kadının elini sıkarken, haramla, israfla kurulmuş bir sofraya otururken, parmağınıza altın bir yüksük takarken, meşru olmayan bir paraya el uzatırken, kanalizasyonları seyretmeye başlarken, eliniz onun düğmesine giderken, mâlâ-yâni işlerken çekebilirseniz besmele çekin. Allah adına, Allah namına, Allah istediği için ben bunu yapmaya başlıyorum deyin diyebilirseniz.

Eğer Allah içki içmenizi istiyorsa, veya üzerinize tesettüre uygun olmayan bir elbise giymenizi istiyorsa besmele çekin. Ya Rabbi, ben bunları senin adına, senin namına, sen istediğin için yapmaya başlıyorum deyin. Ama yok Allah bütün bunları yapmanızı istemiyorsa, o zaman bunların başında “bismillah” demeye hakkınız yoktur. Ya Rabbi ben bunları senin adına, senin namına yapıyorum, sen istediğin için yapıyorum diyemezsiniz.

Hattâ haramın başında besmele çekmek insanı dinden bile çıkarır. Çünkü haramın başında besmele çekmek onu helâl kabul etmektir ki bu küfürdür Allah korusun. Haramın başında besmele çekmek Allah’a akıl vermeye kalkışmak ve Allah’a en büyük iftira etmektir. Allah’ın istemediklerini O istiyormuş pozisyonunda, O’nun adına yapmaya çalışmak zulümlerin en büyüğüdür.

İşte besmelenin bizim hayatımızdaki rolü budur. Öyleyse hayatımızda başında besmele çekemeyeceğimiz işimiz olmamalıdır. Yâni bismillah diyerek, Allah adına diyerek yapacağımız her işimiz, konuşacağımız her sözümüz İslâmî olmalıdır. Esasen besmele İslâmî bir hayatın ifadesidir. Besmele mahza İslâm’dır. Onun içindir ki Kur’-an’ın tamamı onda toplanmıştır. Mü’min besmele çekemeyeceği bir hayatın adamı değildir. Onun yaptıklarının tamamı kulluk akdine uy-gun olmalıdır. Yaptığı her şeyin yaptırıcısı Allah olmalıdır. İşte o zaman mü’min her işinin başında besmele çekebi*lecektir.

İşte bu mânâda insanların kimilerinin besmelesi farklıdır. Hayatlarının programlayıcısı Allah olmayan, amellerinin yaptırıcısı Allah olmayan, hayatlarının kulluk maddelerini Allah’tan başkalarının aldığı kimselerin besmeleleri farklıdır. Meselâ hayatlarını Firavunlar adına yaşayan, yaptıklarını Firavunlar adına, onları razı etme, onları yüceltme adına yapanlar “Bi izzeti Firavun” Firavun adına, Firavun namına, Firavun şerefine derler. Kimileri “Bi ismi para” Kimileri “Bi ismi kadın” Kimileri “Bi ismi menfaat”Kimileri “Bi ismi Tâğut” Kimileri “Bi ismi dünya” Kimileri “Bi ismi moda” “Bi ismi çevre” “Bi ismi âdet”diyorlar. Çünkü onların hareket noktaları bu varlıklardır. Onların hayat programlarını belirleyenler bu varlıklardır.

Yâni onların kulluk maddeleri bu varlıkların istediği biçimde gerçekleşmektedir. Yâni onların yaptıklarının tümünün yaptırıcısı bun-lardır. Hayatlarını Allah’tan başkaları adına yaşayan insanların elbette besmeleleri de farklı olacaktır.

O halde önemine binaen şu gerçeği bir daha söyleyelim: Müslüman olarak bizim hayatımızda başında besmele çekemeyeceğimiz işimiz olmamalı. Veya besmele çektiğimiz her işimiz, Allah adına diye başladığımız her şeyimiz Allah’ın rızasına uygun olmalıdır. Allah’ın istediği cinsten olmalıdır. Çünkü bizim hayatımıza kulluk maddesi alan sadece Allah’tır. Bizim program yapıcımız, yaşam belirleyicimiz sadece Allah’tır, bunu hiçbir zaman unutmamalıyız.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Fatiha suresi ayet 2
“Hamd Âlemlerin Rabbine mahsustur.”

1 Hamd; hamd etmek, tam ve mükemmel kabul etmek de-mektir. Eksiksiz ve kusursuz kabul etmek demektir. Bu mânâda hamd yalnız Allah’a aittir. Zira tam ve mükemmel olan, eksiksiz ve kusursuz olan sadece Allah’tır. Allah dışında herkes ve her şey eksiktir, nâkıstır, kusurludur, mükemmel değildir. “Hasan çok iyi ama ah şöyle olmasaydı” “Şu yazı çok güzel ama ah şurası şöyle olmasaydı” “Şu halı çok güzel ama ah şu renk uyumu şöyle olsaydı” deriz değil mi? Neden? Çünkü Allah dışında her şey eksik ve nâkıstır. Hiç bir şey tam ve mükemmel değildir. Ama Allah için böyle bir şey düşünemeyiz. Allah mükemmeldir, tamdır, eksiksiz ve kusursuzdur. O halde hamd sadece Allah’a aittir.

2 Hamd övmek, methetmek, senâ etmek demektir. Bu mânâda da övgü sadece Allah’a aittir. Bizler günde en az kırk defa namazlarımızda Rabbimize bu ahitte bulunuyoruz.
Diyoruz ki; “Ya Rabbi! Hamdimiz, övgümüz, senâmız sadece sanadır. Sadece sana hamd eder, sadece seni överiz.” Tabi Allah’ı övmek demek O’nun zatını övmekle beraber, aynı zaman O’nun övdüklerini de övmek demektir. Öyleyse biz namazlarımızda okuduğumuz bu âyetle günde en az kırk defa “Ya Rabbi, biz sadece seni överiz, sadece senin övdüklerini överiz. Senin övüp beğenmediklerini asla övüp beğenmeyiz. Senin övüp beğenmediklerini asla sahiplenmeyiz” diyoruz.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Fatiha suresi ayet 3
“O, Rahmân ve Rahîmdir.”

O Allah, kendisini Rab bileceğimiz, günlük hayat programımızı kendisine soracağımız ve boyunlarımızdaki kulluk iplerinin ucunu eline vereceğimiz, sadece kendisini ve sistemini hamd edeceğimiz Allah, Rahmân ve Rahîmdir. Allah’ın tüm yaratıklarıyla ilişkisi rahmet esasına dayanmaktır. Kur’an’ın başka yerlerinde Rabbimiz bunu anlatır.

"O Allah, rahmet etmeyi nefsine yazmıştır."
(En’âm 12)

Allah, kullarına karşı rahmeti nefsine yazmıştır. Zira mülkün sahibi O’dur. Bu konuda O’nu kimse zorlayamaz. Kimse O’nu minnet altında tutamaz. Mülkün sahibi olarak kendisi öyle, dilemiş, dünya ve âhirette mahlukâtına rahmet etmeyi kendisine yazmıştır. Rabbimizin dünya ve âhirette kullarına muamelesinin temeli işte bu rahmettir. Bu-hâri ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadis-i kutside:
"Benim rahmetim gazabımı geçmiştir." Buyurulur.
Allah, kulları için rahmeti bol olandır. Kendisini inkâr edenleri bir anda yerin dibine batıracak güçte olduğu halde yine de bu insanlara rahmeti gereği mühlet tanıyor, dönüş imkânı veriyor.

Hz Ömer Efendimiz anlatıyor. Rasulullah Efendimizin huzuruna bir kısım esirler getirildi. Bir de baktık ki esirler arasında bir kadın yana döne kaybolmuş çocuğunu arıyor. Bu kadını gösteren Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu:
"Şu kadını görüyor musunuz? Onun aradığı çocuğuna duyduğu şefkat ve merhametten çok daha fazlasıyla Allah size merhamet etmektedir. Çocuğunun kendisine dönmesine bu kadının sevinmesinden çok daha fazlasıyla sizin Rabbinize dönmenizden Allah sevinmektedir."

Rahmet İslâm’ın ana umdesidir. Yaşadığımız bir tek saniye yoktur ki; bizler Rabbimizin rahmeti altında olmayalım. Rabbimizin bizim adımıza rahmeti kendi üzerine yazdığını bildirmesi bile bir rahmet eseridir. Rabbimizin rahmeti önce insanın varlığında tecelli eder. İnsanın yoktan var edilişi, kendini bile bilmez bir varlık iken kendisine Allah bilgisinin ulaştırılması, kitap gönderilmesi ve halife yapılması, tövbe ettiği takdirde günahlarının affedilmesi, günahlarına misliyle ceza verilirken sevaplarına on misliyle, bazen daha fazlasıyla mukâbele edilmesi, günahlarının iyiliklerle silinmesi, rahmetiyle cennete konulması, evet bunların hepsi rahmet eseridir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Fatiha suresi ayet 4
“O din gününün mâlikidir.”

İşte bu Rahmân ve Rahîm olarak tanıdığımız, inandığımız Allah, din gününün sahibi ve mâlikidir. Mâlik, sahip demektir, otorite demektir, söz sahibi demektir. Din günü de hakla batılın, iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, mü’minle kâfirin, Müslümanla müşrikin, mü’minle münafığın birbirinden ayrılacağı, iyilerin iyiliklerinin mükâfatı olarak cennete uçacakları, kötülerin de kötülüklerinin cezası olarak cehenneme akıp dolacakları gün demektir.

Din günü kıyamet günü demektir. Din günü, Allah katında bir gündür ki, bizim dünyadaki günlerimize benzemez. Bir gündür o, ama farklı bir gündür. Bugün dünya, yarın âhiret sözüyle de ifade edildiği gibi dünyanın tüm ömrü bir gün, âhiret hayatı da bir gün olarak ifade edilmiştir. Yevmü’d dünya ve yevmü’l âhireti. İnfitâr sûresinde Rabbimiz bu din gününü şöyle anlatır:
“Din gününün ne olduğunu sen nerden bilirsin? Evet ceza gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buyruk yalnız Allah'ındır.
(İnfitar 17,18,19)

Evet o gün insanlar ne kendilerine, ne de başkalarına bir şey sağlayacak değildirler. Yâni o gün insanlar hiç bir şeye mâlik değildirler. O gün söz sahibi sadece Allah’tır. O gün hâkimiyet sadece O’nundur. O gün hiç kimsenin ne söz söyleme, ne de mâzeret ileri sürme hakkı olmayacaktır. O gün sadece söz hakkı Allah’ındır. O gün mâlik Allah’tır. O gün mutlak otorite Allah’tır.
Burada insanın hatırına bir soru geliyor. Peki acaba sadece bu dünyadaki hayat son bulup insanlar ölünce mi Allah söz sahibidir? Yâni sadece dünya hayatı son bulup âhiret hayatı başlayınca mı Allah hâkimiyet ve otorite sahibidir? Bundan önce Allah söz sahibi değil midir? Yâni şimdi, şu anda Rabbimiz otorite ve hâkimiyet sahibi değil midir? Bu dünyada sözü geçmiyor mu Allah’ın? Allah’ın hâkimiyeti, egemenliği bu dünyada yok da öbür tarafta mı başlayacaktır? Acaba Aristo’nun dediği gibi, dünyayı yarattı da işi bitti mi hâşâ Allah’ın? Acaba Allah dünya işlerini bilmiyor da dünyada bizim hayatımızı düzenleyecek başka Rablerimiz mi var? Veya dünyayı yarattıktan sonra beğenmeyerek, onun idaresiyle ilgilenmeyerek onun idaresini bize bırakan, nasıl bilirseniz öylece yaşayın, nasıl isterseniz öylece hukuk yapın, canınız nasıl isterse öylece giyinip soyunun, diyen dünyada hiç ses çıkarmayıp hâkimiyetini öbür tarafta gündeme getirecek olan bir Allah mı bu Allah? Hayır hayır, bugün de, yarın da yegâne Mâlik, dünyada da, âhirette de yegâne söz sahibi, yegâne otorite ve hâkimiyet sahibi Allah’tır. Hem öyle bir hâkimiyet sahibi ki, mülkünde ortağa asla rızası yoktur O’nun. Kullarını başkalarına itaat konusunda, başkalarını dinleme, başkalarına kulluk etme, kendi yasalarını bırakıp başkalarının yasalarını uygulamaları konusunda, soğanın dişisinden bile kıskanan bir Allah.

Ama şu anda dünyanın konumu gereği, dünyadaki imtihan gereği istediği gibi yaşamayan kullarına, kulluktan çıkıp kendisine isyan bayrağı çeken kullarına anında cezalarını verip dokunmadığı için insanların çoğu bunu anlayamıyorlar. Vahiyden habersiz olanlar bunu yanlış anlıyorlar. Dünyanın konumu, dünyanın yasaları kendilerini aldattığı için din gününü unutarak bir hayat yaşıyorlar. Hayatlarını dün*yada yaptıklarından ötürü hesap ödeyecekleri bir makamın, bir mahkemenin yokluğu inancına bina ediyorlar. Halbuki bakın Rabbimiz Mü’min sûresinde şöyle buyurur:
"O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiç bir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır."
(Mü’min 16)

O gün onlar açığa çıkarlar, her şeyleri açığa çıkar. Mantar bitiyormuş gibi kabirlerinden dışarı fırlayıp atılırlar. Halbuki bu adamlar, dün bunu inkâr ediyorlardı. Dünyada iken bunu, bugünü akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Bir daha dirilmeyeceklerini, sümenaltı edileceklerini, gizlenip saklanabileceklerini, tüm yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını zannediyorlardı. Ama iş, hiç de öyle olmamış. İşte şimdi diriltilmişler, gizli ve âşikâr tüm yaptıkları, tüm suçları ortaya dökülmüş, tıraşları gözlerinin önüne inmiştir.

O gün onlar, her şeyleriyle açığa çıkarlar. Kendileri, amelleri, niyetleri, gizledikleri, sakladıkları, yaptıkları, yapmadıkları her şey açığa çıkar, her şey ortaya dökülür. Faili meçhul hiç bir şey kalmaz o gün. İşte insanların dirilip açığa çıktıkları o gün Allah buyuracak ki: “Mülk kimin bugün? Mâlikiyet kimin bugün? Göktekiler, yerdekiler, kasalarınızdakiler, keselerinizdekiler, altınızdakiler, üstünüzdekiler kimin bugün? Evleriniz, arabalarınız, kadınlarınız, çocuklarınız kimin bugün? Hâkimiyet kimin? Egemenlik kimin bugün? Söz hakkı kimin bugün? Cevap verecek kimse yok ki. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölmüş. Hareket eden, nefes alan bir tek canlı kalmamış. Cevap verecek kimse olmayınca yine Allah cevap verecek ve buyuracak ki: “Bugün mülk, bugün hâkimiyet, bugün egemenlik, bugün söz hakkı Kahhâr olan, tek olan Allah’ındır.”

Peki sadece o gün mü diyecek Allah bunu? Bugün sormuyor mu Allah bunu? Ya da sadece o gün mü mülkün sahibidir Allah? Bugün mülkün sahibi O değil mi? Bugün söz sahibi Allah değil mi? Evet bugün de mülkün sahibi O’dur. Bugün de söz sahibi, yarın da söz sahibi O’dur. Bugün de, yarın da mâlik O’dur. Ama imtihan gereği, dünyanın konumu gereği bugün kimseye dokunmuyor Allah. O’nu mülkün sahibi bilenlere de, O’nu mülkün sahibi kabul etmeyerek kendilerini mâlik konumunda görenlere de dokunmuyor Allah. O’nu Rab bilenlere de, O’ndan başka Rabler kabul edenlere de dokunmuyor. Namaz kılanlara da, kılmayanlara da, hayatını Rab Allah kaynaklı yaşayanlara da, O’nu diskalifiye edip başka Rabler kaynaklı yaşayanlara da dokunmuyor. Tıpkı lokantada yemek masasıyla hesap masasının ayrıldığı gibi. Yemek masasında yemek yenir, hesap masasında da hesap ödenir. Yemek masasında hesap ödemeye, hesap masasında da yemek yemeye kalkışanlara gülerler. Aynen bunun gibi Rabbimiz dünya için burası yemek masası, burası amel masası, burada kimseden hesap sormayacağım, dileyen dilediği gibi bir hayat yaşasın, ben hesap masasını öbür tarafta kuracağım buyuruyor. Onun için sorgulama orada başlıyor. Onun için din gününün, kıyamet gününün, hesap gününün mâliki deniyor. Değilse din gününün de, dünya gününün de mâliki sadece Allah’tır. O’ndan başka mâlik, O’ndan başka sahip, O’ndan başka egemen ve söz sahibi yoktur.

Diyor ki Rabbimiz: Bugün mülk, bugün hâkimiyet tek olan, Kahhâr olan Allah’ındır. Bugün egemenlik, heybet ve korkusundan tüm mahlukâtın sustuğu Kahhâr olan Allah’ındır. Bugün söz hakkı kendisinden başka her şeyi mağlup ederek üstün gelen Azîz olan Al-lah’ındır. Hükmü O verecek, kararı O verecektir. Artık herkes susmuş, suspus olmuş, kimsenin ağzını bıçak açmıyor ve herkes Allah’ın hükmünü beklemektedir. Yine aynı sûrenin bir altındaki âyetinde Rab-bimiz şöyle buyuruyor:
“Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz ki Allah, hesabı çabuk görendir."
(Mü’min 17)

O gün hüküm günüdür. O gün ceza günüdür. O gün adâlet günüdür. O gün adâletin ve hakkın ikame edildiği gündür. O gün hiç kimseye haksızlık yoktur. Yâni o gün hiç kimseye, hiç bir varlığa en küçük bir adâletsizlik ve zulüm yapılmayacaktır. Ne dünyada hesabını kitabını bugün için yapıp da Allah’ın istediği kulluğu yaşamak için çalışıp çabalayan birinin hakkını alamaması gibi, mükâfatını elde edememesi gibi bir adâletsizlik, ne yaptıklarının karşılığını tam olarak alamama gibi, yâni bir kısım haklarının zayi olması gibi bir adâletsizlik, ne de kişinin hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması biçiminde bir haksızlık olacaktır. Zerre kadar bir zulüm, bir haksızlık, bir kayırma söz konusu olmayacaktır.

Yâni ne yapmadıklarından ötürü birinin mükâfatlandırılması, ne de hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması biçiminde bir adâletsizlik yoktur o gün. Yâni ne bir kişinin cezalandırılması gerekirken hak ettiği bu cezadan kurtulması, ne cehenneme gitmesi gerekirken yanlışlıkla cennete gitmesi, ne de cennete gitmesi gerekirken yapmadığı şeyler kendisine isnat edilerek haksız yere cehenneme gitmesi türünde bir zulüm olmayacak. Ya da hiç kimseye hak ettiği cezadan daha fazlasını yüklemek biçiminde veya yanlışlıkla birinin günahının bir başkasına yüklenmesi, yâni birinin yerine başkasının cehenneme gitmesi gibi hiçbir adâletsizlik olmayacaktır. O yüce mahkemede böyle bir adâletsizlik yoktur. Herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir. Herkes yaptığının tam karşılığını görecektir.

Fâtiha sûresinde günde en az kırk defa kendisini din gününün mâliki, otoritesi, söz sahibi olarak zikretmemizi, bunu sürekli hafızamızda diri tutmamızı isteyen Rabbimiz, aslında bununla bu günün bizim hayatımızda canlı tutulmasını, bir an bile unutmamamız gerektiğini, hayatımızı bu inanca bina ederek yaşamamız gerektiğini anlatıyor. Öyleyse din gününü hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmadan yaşayacağız. Bugünün imanını hep taze tutacağız. Bugünü sürekli iki kaşımızın arasında tutacak ve hayatımızı buna göre yaşayacağız
 
Üst Alt