Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Yeşil Kubbe'nin Gölgesinde Son Osmanlı!

MekSeLina

New member
Katılım
3 Haz 2006
Mesajlar
621
Tepkime puanı
300
Puanları
0
Konum
Yedi Tepeli Þehirden
images

Bir zamanlar, Mekke ve Medine dahil olmak üzere, bütün Arap Yarımadası Osmanlı Devleti sınırları içinde idi. Bu toprakları Memlûklerden (Kölemenler) devralan (1517) Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520), kendisine “Mekke ve Medine’nin hakimi” diye seslenen hatibin sözünü kesmişti. Zira o, şahsına “Mekke ve Medine’nin hâdimi (hizmetkârı)” şeklinde hitap edilmesini tercih etmekteydi.
Hakikaten bu anlayışa uygun olarak Osmanlılar, o tarihten 1919 yılının Ocak ayına kadar Mekke ve Medine’ye büyük bir aşk ve bağlılıkla hizmet etmişlerdir. Ne yazık ki bu kutlu görev o tarihte sona ermiştir.
Biz bu yazımızda, mukaddes toprakların ve Peygamber şehri Medine’nin Osmanlı Devleti’nden kopuş hikayesini özetlemeye çalışacağız.
Asırlarca İslâm’ı şerefle temsil etmiş Osmanlı Devleti, bir oldu-bittiyle I. Dünya Savaşı’na dahil olmuş ve sonunda mağlup ilan edilmişti. Mondros Mütarekesi (1918) şartlarına göre, Osmanlı Ordusu teslim olmak zorundaydı. Filistin-Hicaz cephesindeki bütün ordularımızın teslim olmasına rağmen, Hicaz Kuvvetleri komutanı Fahreddin Paşa direnmekteydi. İstanbul’u dinlemiyor, “Ben Efendimiz’in mübarek merkadini teslim edemem!” diyerek bütün telkinleri reddediyordu.
Her ne kadar İngilizler, Medine-i Münevvere’ye doğrudan girememiş ve asker sokamamışlarsa da, me şhur casusları Lawrence vasıtasıyla satın aldıkları bazı kabile reisleri ve o zamanki Mekke Şerifi vasıtası ile Medine’yi zorluyorlardı. Neticede Mescid-i Nebevi’yi, Merkad-i Mübarek’i ve o mukaddes beldeleri aylarca süren açlık ve susuzluğa rağmen başarıyla savunan Fahreddin Paşa da teslim olmak zorunda kalmıştır.


Kardeşleri Düşman Eden İngiliz Oyunu
Arapların Osmanlı Devleti’ne isyanlarının sebebi bağımsızlık talebi değildi. Araplar, I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı ordusunda omuz omuza Çanakkale’den itibaren her cephede savaşmışlardı. Hatta İstiklal Savaşı’nda, Aydın cephesinde Mehmetçikle yan yana Yunanlılara karşı boğuşarak şehit düşen Araplar vardır. I. Dünya Savaşı’nda hiçbir Arap beldesinde; ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne de Filistin’de Osmanlı’ya isyan eden tek bir Arap görülmemiştir.
İsyan eden sadece Mekke Emiri Şerif Hüseyin Paşa idi. Bu zat, ‘Mîr-i Mirân (Beylerbeyi)’ rütbesindeki Mekke Emiri idi. Şerif ailesinin fertleri olan Hüseyin, Haydar ve Cafer Paşalar İstanbul’da ikamet ederler, Şura-yı Devlet azalığı yaparlar, paşa maaşı alırlardı. Sultan İkinci Abdülhamid, Hüseyin Paşa’dan şüphelenirdi. Onun Mekke emirliği taleplerini hep nazikçe geri çevirmişti. Fakat Pa şa, Sultan Reşad zamanında Mekke emiri olmayı başardı.
Şerif Hüseyin, İngilizler tarafından bütün Arapları bir bayrak altında toplayarak, en büyük Arap kralı, hatta imparatoru olacağına inandırılmıştı. İngilizler onun ihtirasından yararlanarak, Osmanlı’ya karşı ayaklandığı takdirde kendisine para, silah, cephane, erzak, ne lazımsa sağlayacaklarını, yardım edeceklerini ve belirli sınırlar içinde bağımsız bir Arap devleti kuracaklarını vaadetmişlerdi .
Sonradan açıklanan belgelere göre Şerif Hüseyin Paşa, 1915 Temmuzunda İngilizlerle doğrudan temasa geçmiş ve işbirliği yapmak karşılığında kuzeyde Mersin ve Adana’yı içine alarak İran sınırına, doğuda Basra Körfezi’ne, güneyde Hint Okyanusu kıyılarına ve batıda Kızıldeniz’le Akdeniz’de Mersin’e kadar uzayacak bir hudut dahilinde Araplara bağımsızlık talep etmişti.
Pazarlık 1916 yılı ortalarına kadar sürmüş ve bu esnada Osmanlı Devleti’ni oyalayan Şerif Hüseyin, İngilizlerle işbirliği yaparak birkaç küçük çarpışmadan sonra 27 Haziran 1916′da yayınladığı bir bildiriyle isyan bayrağını açmıştı. Hüseyin’in askerleri para gücüyle toplanmış bir tür lejyoner bedevilerdi. Bunlar, Hicaz çöllerinde göçebe hayatı yaşayan ve talanla geçinen son derece cahil, dünyadan habersiz kimselerdi. Mekke, Taif, Cidde gibi şehirlerdeki Araplar isyana katılmadıkları gibi, asilerin lideri de zaten buralardan asker toplamaya teşebbüs etmemiştir.
İsyan, Osmanlı ordularının sevk ve idaresi üzerinde çok olumsuz bir etki yapmıştır. İngilizler de zaten bunu hedeflemekteydiler. İsyanın sonuçları da aynı şekilde olumsuz olmu ştur. Askeri uzmanların belirttiğine göre, nasıl Balkan Harbi, Yemen isyanı yüzünden kaybedilmişse, Suriye’nin elden çıkmasına sebep olan Filistin Harbi de, Hicaz isyanı yüzünden kaybedilmiştir.

Önce Mekke Düştü
İsyan başladığı sırada Medine’nin muhafızı Fahreddin Paşa idi. İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin’in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine, Fahreddin Paşa 4. Ordu kumandanı Cemal Paşa tarafından Medine’ye gönderilmişti (28 Mayıs 1916). Fahreddin Paşa 31 Mayıs’ta Medine’ye ulaştı ve Şerif Hüseyin’in birkaç gün içinde isyan edeceğini Cemal Paşa’ya bildirdi. Şerif Hüseyin ve dört oğlu 3 Haziran’da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip ederek isyanı başlattılar. 5-6 Haziran gecesi Medine karakollarına saldırdılarsa da, Fahreddin Paşa’nın aldığı tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler.
Fahreddin Paşa hemen karşı harekâta başlayarak, belli mevkilerdeki asileri yenilgiye uğrattı. Arkasından yeni birliklerle takviye edilen Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi Kumandanlığı’na tayin edildi. Asiler, Mekke Valisi Galib Paşa’nın tedbirsizliği yüzünden 9 Haziran’da genel saldırıya geçerek 16 Haziran’da Cidde’ye, 7 Temmuz’da Mekke’ye ve 22 Eylül’de de Taif’e girdiler. Fahreddin Paşa’nın savunduğu Medine dışındaki hemen bütün büyük merkezler asilerin eline geçmişti. Bu sırada Kanal Harekâtı bütün şiddetiyle devam ettiğinden, Hicaz’a asker gönderilemiyordu.

İki Yıl Yedi Ay Süren Şanlı Direniş
Fahreddin Paşa, elinde bulunan son derece kısıtlı imkanlarla Medine’yi iki yıl yedi ay boyunca müdafaa etti. Önce Medine ve çevresinde bir güvenlik hattı oluşturmak için Aşar Boğazı, Bi’r-i Derviş, Bi’r-i Abbas ve Bi’r-i Reha mevkilerini asilerden temizledi. 29 Ağustos 1916′da Medine çevresinde 100 kilometrelik bir emniyet şeridi meydana getirilmiş oldu. Fahreddin Paşa Medine’yi savunabilmek için İstanbul’dan devamlı takviye kuvveti istiyor, Osmanlı hükümeti de onun isteklerine cevap verebilecek durumda olmadığını bildiriyordu.
Osmanlı hükümetinin Hicaz’ı kısmen boşaltma kararı alması üzerine, Fahreddin Paşa yağma ihtimaline karşı Medine’de Hz. Peygamber s.a.v.’in mübarek merkadinde bulunan mukaddes emanetlerin İstanbul’a nakledilmesini teklif etti. Sorumluluk kendisinde olmak şartıyla, teklifi hükümet tarafından kabul edildi. Fahreddin Paşa bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettirdiği otuz parçadan oluşan mukaddes emanetleri 2000 askerin koruması altında İstanbul’a gönderdi.
Medine’yi Suriye’den ayıran çölde dolaşan ve yağmacılıkla geçinen bedeviler, Şerif Hüseyin’in hileleri ve İngilizlerin paralarıyla kandırılarak Osmanlı Devleti aleyhine harekete geçirildikleri için, Medine’yi Suriye’ye bağlayan demiryolunu korumak güçleşti. Ünlü İngiliz casus Lawrence, demiryolu boyunca rayları dinamitletiyordu. Her geçen gün çölün ortasında çevre ile irtibatı kesilmiş bir kale durumuna gelen ve iaşesi de azalan Medine’nin tahliyesine karar verildi. Önce yeni tayin edilmiş olan Mekke Emiri Şerif Haydar Paşa, ailesiyle birlikte Medine’den ayrıldı. Onları 3-4 bin kişilik yerli halk takip etti.

Takdir-i İlâhi, Rıza-yı Peygamberî, İrade-i Padişahî Devam Ettikçe
Fahreddin Paşa, elinde kalan az sayıdaki kuvvetle hem bu çöl yolunu hem de Medine’yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz demiryolunun Medine’ye yakın olan Tebük-Medain arasındaki Müdevvere istasyonunun düşman eline geçmesinden sonra, Medine kalesi isyancılar tarafından kuşatıldı. Hiçbir yerden yardım alamaz duruma gelen şehirde kalmış olan halk ve asker arasında açlık ve hastalık hüküm sürmeye başladı. Bu güç şartlara rağmen Fahreddin Paşa şehrin müdafaasını sürdürdü. Hatta kuşatmadan önce kaleyi tahliye etmesini teklif eden İstanbul hükümetine “Medine Kalesinden Türk bayrağını ben kendi elimle indiremem. Eğer mutlaka tahliye edecekseniz, buraya başka bir kumandan gönderin” cevabını vermişti.
Fahreddin Paşa “Takdir-i ilâhi, rıza-yı peygamberî ve irade-i padişahî şeref-müteallik oluncaya kadar Medine müdafaası devam edecektir!” diyordu. İngilizlerle bedevilere teslim olmaktansa, müdafaa ettiği yerleri havaya uçurarak canını feda edeceğine dair yemin ediyordu.
Fahreddin Paşa ve askerleri bir taraftan düşmanla, diğer taraftan açlık ve hastalıkla mücadele ederken, Kanal Harekâtı felaketle bitmiş, Filistin elden çıkmış ve en yakın Osmanlı kuvvetleri Medine’den 1300 km. uzakta kalmıştı. Bu sırada Osmanlı Devleti mağlup olmuş ve Mondros Mütarekesi’ni imzalamıştı (30 Ekim 1918). Mütarekenin 16. maddesine göre teslim olması gereken Fahreddin Paşa buna yanaşmadı.
Medinedekiler ise, her tarafla irtibatları kesilmiş olduğundan mütarekeden haberdar değillerdi. Olup bitenleri telsiz vasıtasıyla takip eden Paşa, Kızıldeniz’de demirleyen bir İngiliz torpidosu mütareke şartlarını kendisine bildirdiği halde buna cevap vermedi. Ayrıca hükümetin Mondros Mütarekesi’ni tebliğ etmek üzere gönderdiği yüzbaşıyı hapsederek, İstanbul’u da cevapsız bıraktı.
Bir yandan İngilizler, bir yandan Medine’yi kuşatmış olan Şerif Hüseyin’in kuvvetleri Medine’nin bir an önce teslim edilmesini istedilerse de, bu isteklerine karşılık vermedi. Hükümet, İngilizlerin baskısı üzerine bu defa padişahın imzasını taşıyan bir teslim emrini Adliye Nazırı Haydar Molla ile Medine’ye gönderdi. Fahreddin Paşa bu emri de dinlemedi. Askerlerin çoğunun hasta olmasına; cephane, ilaç ve giyecek stoklarının bitmesine rağmen direnmeyi sürdürdü. Ancak sonunda kendi subaylarının baskısı ile teslim olmaya rıza gösterdi (Ocak 1919). Böylece 1517′den 1919′a kadar tam 402 yıl süren Osmanlı hakimiyeti, -affedersiniz, Osmanlı hadimiyeti - hazin bir şekilde sona ermiş oldu.

Şerif Hüseyin’e ve Hayallerine Ne Oldu?
Şerif Hüseyin, Osmanlıların Hicaz’ı terk edişinden sonra Mekke’de emirliğini ilan etmişti. Fakat talihi yaver gitmedi. İhanetinin bedelini Abdülaziz b. Suud tarafından devrilerek ödedi. Önce etrafındakilerin telkinlerine uyarak oğlu Şerif Ali lehine krallıktan çekildi. Bu kâr etmeyince, Abdülaziz b. Suud’la mücadele etmek zorunda kaldı. Başarılı olamayarak Ali ile beraber Kıbrıs’a kaçtı. Mezarları dahi gurbette kaldı.
Medine’ye Emir tayin ettiği oğlu Abdullah ise Suudiler karşısında tutunamayacağını anladı, kaçıp Amman’a yerleşti. İngiliz himayesinde Ürdün Krallığı’nı kurdu. İngilizlerden bağımsızlaşma hedefiyle hareket etmeye başlayınca öldürüldü. Yerine oğlu Tallâl geçti. O da aklî dengesini yitirdi. İstanbul’da tedavi gördü. Yerine oğlu Hüseyin geçti. Hüseyin’in vefatı üzerine de, malum şimdiki kral Abdullah…
Şerif Hüseyin’in öbür oğlu Faysal ise Suriye Emiri olmak niyetindeydi. Fransızlar tarafından engellendi. İngilizler de Faysal’ı Bağdat’a götürüp Irak Hükümeti’nin başına geçirdiler. Sonradan toparlanan Iraklılar, birkaç hükümet darbesinden sonra bütün aile üyelerini katlettiler.
Şerif Hüseyin’in hayalleri birbiri ardınca yıkılmıştı. Kafasında kurduğu İslâm İmparatorluğu yerine, kala kala torununa minicik bir Ürdün Krallığı kaldı.
Şerif Hüseyin’in tutunamayışının altında, Arapların desteğini alamaması yatmaktadır. İngiliz altınlarıyla yanına çektiği fukara bedeviler dışında destekleyeni yoktu. Mekke, Medine, Cidde ve Taif’in yanı sıra Maan , Amman, Kerek , Salt ve Dera da isyana katılmamıştır. Şam’da bütün isyancıların toplamı 30-40 kişiyi geçmemi ştir. Bağdat’tan hiçbir bağımsızlık beklentisi işitilmemiştir. Osmanlı’nın da, -Liman Von Sanders Paşa’nın cepheden pijamayla kaçtığı- Filistin hezimeti sebebiyle eli kolu bağlı idi. Bu hengâmede Suudiler bütün güçsüzlüklerine rağmen, kabile içi birliği sağlamış olma avantajıyla mukaddes topraklara sahip olmuşlardır.


Medine’ye Nasıl Veda Ettiler?
Medine’den ayrılmadan önce, son ere kadar hepsinin, bu arada çeşitli yaralar alarak vücutları adeta delik deşik olmuş, kimi kolsuz, kimi bacaksız kalmış gazi mehmetçiklerin, birbirlerine sokulup yardım ederek, halsiz-mecalsiz, son defa Harem-i Şerifi ziyaretle Ravza-i Mutahhara’ya yüzlerini-gözlerini sürerek dualar ede ede yaptıkları veda ziyareti görülecek şeydi.
İngiliz altınları ile Türk’e diş biler hale getirilmiş bazı sözde Araplar bile bu manzara karşısında göz yaşlarını tutamamışlardı. Bizimle beraber Medine’de kalıp aylar süren kuşatmanın her türlü sıkıntısını çeken, açlığına bile katlanan yerli Araplar ise tam bir matem havası içinde hüngür hüngür ağlıyorlardı. Hele yıllardan beri Harem-i Şerifte vazifeli olarak çeşitli hizmetlerde bulunan harem ağalarının hıçkıra hıçkıra mehmetçiklerin boyunlarına sarılışlarını benim gibi görenlerin, o anda ne hale geldiklerini tarif edemem.
Osmanlı’nın Medine’den ayrılışı işte böyle olmuştu. Gerçi henüz hastanemizde tedavi görmekte olan erlerimiz de vardı, ama bu gidiş artık onların da er-geç yolcu olacaklarını belirten hazin bir gerçekti.
Onlar da gittikten sonra Medine’de sadece bir Türk şehitliği kalacaktı. Bu mukaddes şehri ve Harem-i Şerif’i, Lawrence’in kışkırtıp ayaklandırdığı asilere karşı müdafaa ederken canlarını vermiş olan şehitler…

(Feridun Kandemir, Medine Müdafaası: Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler, İstanbul 1991, 235.)

Ahmet Miroğlu
 
Üst Alt