Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (B)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
Bayezidi Bistami hazretleri, insanları Hakka dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, gerçek saadete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velilerin beşincisidir. Arifler sultanı diye meşhurdur. İsmi Tayfurdur. Üveysi idi. Kendisinden kırk yıl önce vefat eden İmâm-ı Cafer-i Sadık hazretlerinin ruhaniyetinden istifâde etti.113 âlimden ilim öğrenmiştir. Son derece âlim, fâdıl ve edib idi.

Daha annesinin karnında iken kerâmetleri görülmeye başladı. Annesi ona hâmile iken şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu. Çocukken bir gün câmi avlusunda oynuyordu. Şakik-i Belhi hazretleri, "Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velisi olacak." buyurdu. Hadis âlimlerinden bir zat, onu görünce çok hoşuna gitti. "Güzel çocuk, namaz kılmasını biliyor musun?" dedi. Bayezid-i Bistami, "Evet Allah dilerse becerebiliyorum." cevabını verince; "Nasıl?" diye sordu. O da "Buyur yâ Rabbi! Emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur'ân-ı kerimi tane tane okuyor, tazim ile rükuya varıyor, tevazu ile secde ediyor, vedalaşarak selam veriyorum." deyince, o zat hayran kalarak; "Ey zeki çocuk! Sende bu fazilet ve derin anlayış varken, insanların başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?" diye sordu. Ona, "Onlar beni değil, Allahü teâlânın beni süslediği o güzelliği meshediyorlar. Bana ait olmayan bir şeye dokunmalarına engel olmam uygun olur mu?" dedi.

Anneye hizmet
Küçük yaşta iken okumaya başladı. Dikkatle derslerine devam ediyordu. Bir gün okuduğu bir âyet-i kerimenin (Lokman suresi: 14) tesiri ile eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü sorunca, şöyle cevap verdi: "Öğrendiğim bir ayet-i kerimede, Allahü teâlâ, kendisine ve sana itaat etmemi emrediyor. Ya sana hep hizmet edeyim veya beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibadet ile meşgul olayım." dedi. Annesi; "Sen beni bırak Allahü teâlâya ibadet et." dedi. Bundan sonra, kendini Allahü teâlâya verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi; ama annesinin hizmetini de ihmal etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabul edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi.

Soğuk bir kış gecesi idi. Annesi yatarken su istedi. O da hemen fırladı. Fakat testide su yoktu. Çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Eve geldiğinde, annesinin tekrar uykuya dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. Testi elinde olduğu halde bekledi. Epey müddet sonra annesi uyanıp "Su, su!" diye mırıldanarak uyandı. Oğlunun bu hâlini gören annesi; "Yavrum, testiyi niçin elinde tutuyorsun?" dedi. O da, "Uyandığın zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum." dedi. Annesi; "Ya Rabbi! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol!" diye duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyâlığın yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsan etti.

İbadet zevki

Gençlikte yaptığı bâzı ibâdetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı. İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat sebebini bilmiyorum." dedi. Annesi epey düşündükten sonra, "Evlâdım tek şey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü susturamadım. Seni susturmak için ocakta pişmekte olan tarhanaya komşudan izinsiz parmağımı batırıp ağzına koydum." dedi. Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helalleştikten sonra ibâdetlerinden zevk almaya başladı.

Bir gece seher vakti Allah dedi. Sonra düşüp bayıldı. Ayılınca, niçin bayıldığını sordular. (Sen kim oluyorsun da ismimi ağzına alıyorsun? şeklinde bir ses gelir diye çok korktum da onun için bayılmışım.) buyurdu.

Biri, "Bu derecelere nasıl kavuştunuz?" diye sordu. Ona "Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle." diye cevap verdi.

Bir gece otururken ayaklarını uzatmıştı. (Sultanla oturan edebini gözetmeli) diye bir ses duyup hemen toparlanır.

Buyururdu ki: Allahü teâlâyı an, dilini, başka işlerle uğraşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur. Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan sevgisinin gerçek olup olmadığının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
Ulemalar (B)

BABA HAYDAR SEMERKANDÎ


Anadolu evliyâsından Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinin yükseklerinden ve halîfelerindendir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Baba Haydar Semerkandî diye tanınmıştır. Doğum târihi ve hâl tercümesi hakkında kaynak eserlerde mâlûmât bulunmamaktadır.

Baba Haydar hazretleri, küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand'da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde yetişti. Hâce hazretlerinin yüksek halîfelerinden olarak mezun olduktan sonra, bir ara Mekke-i mükerremeye gitti. Harem-i şerîfte mücâvir, komşu olarak epey müddet kalıp, sonra bir arkadaşı ile berâber İstanbul'a geldi.

İstanbul'da Eyyûb Sultan Câmii civârında kaldı. Kerâmetler ve fazîletler sâhibi, hocasına lâyık olgun bir talebe idi. Birçok güzel hâllerin kendisinde toplandığı yüksek bir velî idi.

Baba Haydar hazretlerinin zamânında yaşayan, verâ ve takvâ sâhibi, şüphelilerden kaçıp haramlardan sakınan mübârek bir zât şöyle anlatır: "Bir Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Câmi-i şerîfinde, Baba Haydar ile ikimiz îtikâf yaptık. Ben îtikâfa girdiğimde, o zâten îtikâf hâlinde idi. Berâber bulunduğumuz on gün içinde, iki bâdemden başka hiçbir şey yemedi. Az yemekte bu kadar ileri, çok yüksek bir zât idi. Onun bu hâlini görünce hayretler içinde kaldım. Bütün zamânını ibâdet ve tâatle geçirir başka şeylerle hiç meşgûl olmaz idi.

1550 (H. 957) senesinin bir sonbahar günü sabaha karşı Baba Haydar vefât etti. Mahalle halkı ona son vazîfelerini yapmak için birbirleri ile yarıştılar. Yaktıkları ateş bir türlü su kazanını ısıtmıyordu. Ne kadar odun attılar ise fayda etmedi. Baba Haydar Efendinin vefâtını duyan Sultan, büyük üzüntü içinde mescide geldi. Mahallenin ileri gelenlerinden biri durumu Sultana anlattı ve:

"Sultanım ne yapacağımızı şaşırdık. Sabah namazından beri kazanın altına odun koyuyoruz. Nerede ise öğle ezânı okunacak, hâlâ su ısınmadı." demesi üzerine, Sultan gözleri dolu bir şekilde yanındakilere:

"Baba Haydar'ın kulübesinin üzerindeki ağaç dallarından kazanın altına koyun." diye emir verdi.

Hemen kulübenin üzerindeki ağaç dallarından kırıp kazanın altına koydular. O anda su ısınmaya başladı. Gasil işlemi tamamlandıktan sonra öğle namazını müteâkip kılınan cenâze namazından sonra, kulübesinin olduğu yere defnedildi.

PÂDİŞÂHIM, BABA HAYDAR SİZİ BEKLİYOR!

Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine:

"Efendimiz, Eyüp'teki BabaHaydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz." dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb'e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; "Bir derdiniz mi var Sultânım?" diye sordu. Pâdişâh da; "Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; "Eyüp'te Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?" dedi. Şeyhülislâm; "Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp'te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar'ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur." dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:

"Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!" dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; "Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!" dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar'ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece:

"Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; "Tez davran. Eyüp'ten dâvet aldık gidiyoruz." dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb'e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb'e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere:

"Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?" diye sordular. Koca câmide Baba Haydar'ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk:

"Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?" diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; "Evet, onu arıyoruz." deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; "O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz." dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses:

"Buyurunuz Pâdişâhım!" diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar'ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; "Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek." dedi. Baba Haydar; "Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın." buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; "Haydi bakalım!" deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona:

"Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin." dedi. "Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem." deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek:

"Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler." dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar'ın yanına giderek:

"Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır." dedi.

Baba Haydar, Sultana; "Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun." dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.

1) Mir'ât-ı Kâinât; c.3, s.137
2) Sicilli Osmânî; c.2, s.260
3) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.435
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1069, 1092
5) Hadîkat-ül-Cevâmî; c.1, s.285
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.293-294
7) Kevâkib-üs-Sâire; c.2, s.140
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BABA YÛSUF SİVRİHİSÂRÎ




Anadolu velîlerinden. Doğum târihi belli değildir. İzmir'in Seferihisar da denilen Sivrihisar kasabasında doğdu. 1511 (H.917) senesinde vefât etti. Evliyânın meşhûrlarından Hâcı Bayrâm-ı Velî tarîkatına mensûb ve bu yolda yetişmiş, edeb ve vakar ehli bir zât idi. Dînin emirlerine uyma husûsunda çok dikkatli davranırdı. İnsanlara vâz ve nasîhat ederdi. Sözleri çok tesirli idi.

Sultan İkinci Bâyezîd Han, Bâyezîd Câmiini yaptırınca, bir Cumâ günü câminin açılışı için geldi ve Baba Yûsuf Sivrihisârî'yi de dâvet etti. Baba Yûsuf Sivrihisârî, namazdan sonra kürsüye çıkıp vâz etmeye başladı. Tesirli vâzıyla, Pâdişâh ve câmide bulunan cemâat ağlamaya başladı ve bu ağlama ile câmi inledi. Câminin açılışını seyretmek için gelip, dışarıda bekleyen üç hıristiyan, Baba Yûsuf hazretlerinin tesirli sözlerinden ve cemâatin topluca ağlamasından çok etkilenmişlerdi. Bu üç hıristiyan, müslüman olmaya karar verdiler. Hemen câmiye girip, Baba Yûsuf Sivrihisârî'nin huzûrunda müslüman oldular. Bu hâdiseyi gören Sultan İkinci Bâyezîd Han, yaptırdığı Bâyezîd Câmiinin ilk açılışında böyle bir hâdisenin vukû bulmasından dolayı çok sevindi. Sonra bunlara pek çok para ve mal hediye etti. Ayrıca vezîrlerinin de vermelerini söyledi. Böylece müslüman olmakla şereflenen üç kişi, dünya ve âhiret saâdetine kavuştular.

İkinci Bâyezîd Han, Baba Yûsuf Sivrihisârî'yi çok sever, sohbetinde bulunurdu. O da Sultanı çok severdi. Baba ve oğulluk sözleşmesi yapmışlardı. Bir sohbetlerinde pâdişâh ona; "Hacca gideceğin zaman mutlaka bana gel görüşelim." demişti. Bundan sonra Baba Yûsuf memleketine dönüp, orada bir müddet kaldı. Memleketinde iken rüyâsında Kâbe'de Hacer-i esved yanında manzûm bir kitap yazması işâret edildi. O zamana kadar hiç şiir yazmamıştı. Bu rüyâdan sonra şiir yazma kâbiliyeti hâsıl oldu. Sonra hacca gitmek üzere hazırlanıp, Pâdişâh İkinci Bâyezîd Hanı görmek üzere İstanbul'a gitti. Pâdişâh ona bir mikdâr altın verip; "Bunlar helâldir. Kendi elimle kazandım. Bu altınları Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemin türbe-i mutahherasının kandillerine harcarsın. Mübârek türbesinin yanında dersin ki: "Yâ Resûlallah! Ümmetinin koruyucusu, günahkâr kul Bâyezîd sana selâm söyledi ve bu helâl altınları türbenin kandillerine yağ almak için gönderdi." de. Sonra; "Bu hediyenin kabûlü için yalvar, senin vâsıtanla kabûl olacağını ümid ediyorum." dedi. O da bu isteğini yerine getirmek üzere altınları alıp, vedâlaştı ve yola çıktı.

Baba Yûsuf hazretleri, Mekke'ye varıp, hac ibâdetini yaptıktan sonra, bir sene orada kaldı. Rüyâsında Hacer-i esved yanında yazması emredilen manzûm kitabı yazdı. Çok güzel ve büyük bir kitâb oldu. Allahü teâlâ ona, orada daha önce hatırından geçirmediği mârifet kapılarını açtı ve bunları yazdığı kitapta topladı.

Bir sene sonra da Mekke'den Medîne'ye gitti. Medîne-i münevvereye varınca, bir yün elbise giydi. Ellerini esir gibi arkadan bağlattı. Yere yatıp yüzü koyun sürünerek ve şefâat dileyerek Resûlullah efendimizin mübârek türbesine yaklaştı. Türbenin kubbesi dışında değerli bir asâ vardı. Türbedâr onu dikkatle korurdu. Resûlullah efendimiz rüyâda Baba Yûsuf'a bu asâyı almasını, üç parça edip, bir parçasını Bursa'da Seyyid Emîr Sultan türbesine, bir parçasını Hâcı Bayrâm-ı Velî'nin türbesine, bir parçasını da bir başka zâtın (üçüncü zâtın ismi, bu hâdiseyi nakleden tarafından hatırlanamamıştır.) türbesine koymasını emir buyurmuştur. Bu emir üzerine asâyı almak istediğinde, türbedâr mâni olmak istemiş, ancak Peygamber efendimiz türbedâra vermesini işâret buyurunca, asâyı vermiştir. Baba Yûsuf hazretleri, İkinci Bâyezîd'in isteğini arzu ettiği gibi yerine getirip, asâyı da alarak İstanbul'a döndü ve asâ husûsunda buyrulan emri aynen yerine getirdi.

İnsanlara vâz ve nasîhat edip, saâdete kavuşmaları için çok hizmetler yapan Baba Yûsuf Sivrihisârî, Yavuz Sultan Selîm Hanın pâdişâhlığının ilk sıralarında vefât etti. Kabri, Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesi çevresindedir.

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.376
2) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.598
3) Bedâyi'ul-Vekâyi; varak 413a
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.41
5) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s.402
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.294-295
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BABA NÎMETULLAH NAHÇIVÂNÎ



Osmanlılar zamânında yetişen İslâm âlimlerinden ve Nakşibendiyye yolunun büyük velîlerinden. Âzerbaycan'ın Nahçıvân şehrinde doğdu. Asıl ismi Nîmetullah bin Mahmûd Şeyh Alvan'dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1514 (H.920) senesinde Konya'ya bağlı Akşehir kasabasında vefât etti. Daha önce vefât ettiği de rivâyet edilir.

Küçük yaştan îtibâren doğum yeri olan Nahçıvân'da bulunan kıymetli âlimlerden dersler almaya başladı. Fen ve din ilimlerini tahsîlden sonra tasavvufa yöneldi. Böylece her yönüyle yetiştikten sonra aldığı mânevî işâret üzerine memleketinden ayrılıp Osmanlı ülkesine gelen Nahçıvânî, Nasreddîn Hoca'nın memleketi olan, Konya'ya bağlı Akşehir beldesinde yerleşti. Burada gerek yaşayış ve gerekse verdiği yazılı eserleriyle herkese ahlâk, fazîlet, ilim ve irfân nümûnesi oldu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksek idi. Mânevî ilimlerdeki engin bilgisi ile tasavvufta, ilâhî sırlar denizinin dalgıcı olmuştu. Yâni bu yolda derecesi çok yüksek idi. Bununla berâber, kendi hâlini gizler, tevâzu gösterirdi. Gâyet sâde yaşamayı sever, fakîrliği zenginliğe tercih ederdi.

Naklî ilimlerden, bilhassa tefsîr ilminde mütehassıs idi. Fevâtih-ul-İlâhiyye vel-Mefâtih-ul-Gaybiyye isimli tefsîri ve Beydâvî Tefsîrine yazdığı hâşiyesi çok kıymetlidir. Ayrıca Muhyiddîn-i Arabî'nin Füsûs-ül-Hikem isimli eserine ve Gülşen-i Râz isimli manzûm esere hâşiyeleri vardır. Bunlardan başka, Hidâyet-ül-İhvân ve Risâlet-ül-Vücûd isminde tasavvufla ilgili iki risâlesi bulunmaktadır. Fevâtih-ul-İlâhiyye isimli tefsîrinin, bizzât kendi el yazısıyla olan nüshası, Topkapı Sarayı Üçüncü Ahmed Han Kütüphânesinde mevcuddur. 1908 (H.1326)de, Matbaa-i Osmâniyyede iki cild hâlinde basılmıştır. Nahçıvânî bu eserini, 1498 senesinde, Ramazân-ı şerîf ayının ortalarında tamamlamıştır.

Târihte ve günümüzde, bilhassa Akşehirliler arasında; Şeyh Alvân, Nîmetullah Nahçıvânî, Baba Nîmetullah, Baba Nîmet ve Nîmetullah Sultan gibi isimlerle anılan bu büyük Türk-İslâm âlim ve velîsi, zamânındaki âlim ve velîlerin en üstünlerinden idi. Akşehir'de uzun seneler ilme hizmet edip, çok talebe yetiştirdi. Türkçe ile birlikte, Arabî ve Fârisîyi de çok iyi bilirdi.

1514 (H.920) yılında vefât eden Baba Nîmetullah Nahçıvânî'nin türbesi Akşehir'de, Baştekke yolu üzerindedir. Tekkeye giden yolun sağında ve Akşehir deresinin solunda olup, birkaç defâ tâmir görmüştür. Türbenin önünde bir havuz vardır. O büyük zâtı sevenler, kabrini ziyâret ederek, mübârek rûhâniyetinden istifâde etmekte, onu vesîle kılınca yaptıkları duâlar kabûl olmaktadır. Baba Nîmet'in sandukasının dere tarafında, büyüklü küçüklü dört ayrı kitâbe taşı bulunmakta olup, ikinci taşın kitâbesinde şöyle yazmaktadır:

"Hû Dost. Kibâr-ı Ehlullahdan ve müfessirîn-i izâmdan Hâce Nîmetullah kuddise sirruh hazretlerinin merkâd-i münevvereleridir (mübârek, nûrlu kabirleridir)."

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye; c.1, s.398
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.360
3) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.40
4) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.497
5) El-A'lâm; c.8, s.39
6) Mu'cem-ül-Müellifin; c.13, s.111
7) Keşf-üz-Zünûn; s.189, 1292, 2028
Konya Velîleri; s.169-171
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.292
10) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s.401-402
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BABA TÂHİR URYÂN




İran'da yetişen şâir ve velîlerden. Onuncu yüzyılın sonu ve on birinci yüzyılın başında yaşadı. İsmi Tâhir olup, Baba Tâhir ve Tâhir Uryân-ı Hemedânî diye meşhûr oldu. İran'ın Hemedan şehrinde doğdu. 1010 (H.401) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri Hemedan'dadır.

Baba Tâhir Uryân'ın hayâtı hakkında verilen bilgiler çok az olup, daha çok kerâmetleri hakkında kıssalar nakledilmektedir. O küçük yaştan itibâren ilim tahsili için gayret sarfetmekte bu hususta elde ettiklerini bir türlü yeterli bulmamaktadır.

Nakledildiğine göre bir gün Baba Tâhir, Hemedan Medresesi talebelerine ilim elde etmek için ne yapmak lâzım geldiğini sordu. Talebeler onunla alay etmek için bir kış gecesini havuzun buzlu suyu içinde geçirmesi gerektiğini tavsiye ettiler. Baba Tâhir bu tavsiyeyi aynen tatbik etti. Ertesi sabah Allahü teâlânın ihsânı ve bereketi ile kendisini ilim nûru ile aydınlanmış buldu.

Bu vakadan sonra Baba Tâhir Uryân hazretlerinin pekçok kerâmetleri görüldü. Bir defâsında Elvend Dağının karını, içindeki ilâhî aşk ateşinin harâretiyle eritmiştir. Bir kere de ilm-i heyete, astronomiye dâir kendisine sorulan meselenin hallini ayak parmağının ucuyla çizmiştir. Böylece Hemedan ve Turistan bölgesinde şöhreti artan Baba Tâhir Uryân'ın duâsına kavuşmak ve sohbetinden istifâde etmek isteyenler onun huzûruna koşmaya başlamışlardır.

Nitekim Selçuklu Devletinin kurucusu Tuğrul Bey de Hemedan'a geldiği zaman, onunla sohbet etti ve duâsını kazanmayı büyük nîmet bildi. Tuğrul Bey Hemedan'a geldiği zaman üç zât vardı. Bunlar: Baba Tâhir, Baba Câfer ve Şeyh Hamşâd'dı. Bu üç zât, Hemedan şehrinin kapısında yer alan ve Hızır adıyla anılan bir tepenin yanında idiler. Sultan onları görünce bineğini durdurdu. İndi ve Vezir Ebû Nasr el-Kundûrî ile onların yanına gelerek ellerini öptü. Baba Tâhir, Sultana; "Ey Türk! Allah'ın kulları ile ne yapacaksın?" diye sorunca, Sultan; "Siz ne emrederseniz onu yapacağım." dedi. Baba Tâhir; "Muhakkak Allah adâlet ve ihsân yapmayı buyurur." (Nahl sûresi:90) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak; "Allahü teâlânın buyurduklarını yap." dedi. Sultan Tuğrul Bey ağlayarak; "Öyle yaparım." dedi. Baba Tâhir, Sultanın elini tuttu ve; "Benden bunu kabûl et." dedi. Sultan da; "Ettim." dedi. Baba Tâhir parmağında bulunan ve yıllarca taktığı yüzüğünü parmağından çıkararak Sultanın parmağına taktı ve; "Âdil ol!" dedi. Sultan katıldığı her savaşta o yüzüğü parmağına takardı.

Zâhirî ilimlerde âlim, tasavvufta yetişmiş bir velî olan Baba Tâhir Uryân'ın asıl şöhreti şâirliğinden gelmektedir. İran edebiyâtında daha çok Lûristan (Lûrî) lehçesiyle söylediği ârifâne ve etkileyici beyitleriyle ün kazanmıştır. Dübeyit adı verilen bu şiirlerin ölçüsü normal rubâî vezninden biraz farklıdır. Zamanla halk arasında yaygınlaştıkça bâzı değişikliklere uğrayan bu şiirler orijinalliklerinden bâzı şeyler kaybetmişlerdir. Baba Tâhir'in dübeyitleri (rubâi) dışındaki en önemli eseri, ahlâkî, tasavvufî konulardaki bâzı düşüncelerini özlü bir biçimde ifâde ettiği Arapça bir eserden Kelimâtü'l-Kısâr (Kısa Sözler) adlı mecmûadır. Tasavvuf erbâbı arasında büyük rağbet gören bu eser, yirmi üç bâbdan ibâret olup, Farsça ve Arapça çeşitli şerhleri yapılmıştır. Baba Tâhir'in dübeyitleri, bâzı gazelleri ve Kelimâtü'l-Kısâr adlı veciz sözler mecmûasını ihtivâ eden dîvânı, 1927 senesinde Armağan Dergisi'ni yayınlayan Hüseyin Vâhid Destgerdî tarafından Tahran'da neşredildi. Bu dîvânın Kelimâtü'l-Kısâr dışındaki dübeyitleri ve gazelleri ihtivâ eden kısmı Türkçe'ye çevrilmiştir.

Kaynakların bildirdiğine göre Hemedan ile Lûristan'da yaşadığı anlaşılan Baba Tâhir Uryân 1010 (H.401) senesinde Hemedan'da vefât etti. Şehrin kuzey-batı tarafındaki Bun-i Bâzâr mahallesinde küçük bir tepe üzerinde defnedildi.

Baba Tâhir Uryân dübeyitlerinde dünyânın geçiciliğini şöyle açıklıyor:

Dünyâ sofradır, insanlarsa misâfirdir
Bugün lâle görülür, yarın da hâzân olur.
Karanlık bir çukurun adın kabir koyarlar
Bana derler ki budur senin evin.
Dünyâ malının hepsi yanmalıdır
Dünyâ malından yüz çevirmelidir
Bugün yüreğinde olan derd ile gamı
Mahşer günü için toplamalısın.

ÇARE BULMAZLAR

Ne mutlu onlara ki cân ile vücûdu fark etmezler.
Candan cânânı, cânândan cânı ayrı bilmezler
Onun derdine alışırlar, aylarca yıllarca
Fakat kendi dertlerine bir çâre bulmazlar.

Âşık olan herkes cânından korkmaz
Âşık kütük ve zindandan korkmaz
Âşıkın gönlü aç bir kurtun heyheyinden
Korkmadığı gibi hiçbir şeyden korkmaz.

Yâ Rabbî! Gönlümün feryâdına yetiş
Kimsesizler kimsesi sensin, ben kimsesiz kaldım
Herkes diyor ki Tâhir'in kimsesi yoktur.
Allah benim yardımcımdır, başkasına ne hâcet.

Ben ne alış-veriş fikrindeyim ne de kâr
Yüreğimde ne iyilik ne de varlık düşüncesi var.
Çeşme başı, su kenarı istemem
Çünkü her gözüm binlerce akan nehir gibidir.

1) Baba Tâhir Uryân ve Şiirleri
2) Râhatüs-Südûr; s.98-99
3) Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi; c.1, s.277,278
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BABAZÂDE




On altıncı asır Osmanlı âlim ve velîlerinden. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1582 (H.990) senesinde İstanbul'da vefât etti.

Babazâde zamânın âlimlerinden ilim tahsîl ettikten sonra, çeşitli yerlerde müderrislik yaptı. Allahü teâlânın rızâsı için öğrendiği güzel ilimleri, yine O'nun rızâsı için tâliplerine öğretmeye başladı. Ayasofya ve Eyyûb Sultan medreselerinde müderrislik yaptı. İlmi, zühd ve takvâsı, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymaktaki gayreti, Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem sünnet-i şerîfine riâyette sebâtı ile meşhûr oldu. Allahü teâlânın kullarına emr-i mâruf yapar, İslâm dînini, Selef-i sâlihînin, sahâbe ve onlara tâbi olanların doğru yolundan kıl ucu kadar ayrılmayan din âlimlerinden öğrenmelerini nasîhat ederdi. Beş vakit namazı, hep Eyyûb Sultan Câmiinde cemâatle kılardı.Namazda tâdil-i erkâna çok uyar ve talebelerine de sıkı sıkıya tenbih ederdi. Bilhassa nâfile namazlarda tesbihleri çok uzatırdı.

Haram ve şüpheli şeylerden çok sakınan Babazâde, mübahların birçoğunu da terk ederdi. Kâfir, bid'at sâhibi ve fâsıklara yaklaşmanın, müslümanların nûrunu azaltacağını söylerdi.

Bu hususta talebelerine bir sohbetinde de şöyle buyurmuştur: "İyi biliniz ki Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının zamânında olmayan bir şeyi sonra ibâdet olarak yapan bid'at sâhibi ile oturmak, konuşmak, kâfirlerle arkadaşlık etmekten kat kat daha fenâdır. Bid'at sâhiplerinin en kötüsü Peygamber efendimizin eshâbına düşmanlık edenlerdir. Bunlara değer vermemeli, aşağı görmelidir. Bunlara kıymet veren İslâmiyet'i aşağılamış ona değer vermemiş sayılır. Çok dikkatli olunuz."

Kafirlere gelince, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, onların, kendisine ve sevgili Peygamberine düşman olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın ve O'nun resûlünün düşmanları ile düşüp kalkmak ve o alçaklarla arkadaşlık etmekten daha çirkin bir iş olur mu?"

Hüseyin Çelebi anlatır: Bâzı kimselerle birlikte, o zaman kâfirlerin oturduğu Langa mahallesinden geçerek, Babazâde'nin huzûr-i şerîflerine geldik. Bir müddet sohbet buyurduktan sonra; "Değil kâfir mahallesine uğramak, kâfirin mumunun ışığının dokunduğu yerden geçmek bile îmân nûruna zayıflık verir. Yeniden eski hâlini alması için çok çalışmak gerektirir." dedi.

Ömrü, İslâmiyeti yaymak ve insanlara doğru yolu göstermekle geçen Babazâde Efendi, 1582 (H.990) yılında vefât etti. Vasiyeti üzerine Eyyûb Sultan yakınlarında bir türbeye defnedildi.

BİR RÜYÂ GİBİ!..

Babazâdenin vefâtından sonra bir akrabâsı şöyle anlattı:

"Bir gece Babazâde Efendi, âdetlerinden daha erken bir vakitte kalktı. Hazret-i Eyyûb el-Ensârî türbesine gitti. Türbedârı bulup, açtırmak ve bir müddet Kur'ân-ı kerîm tilâvet eylemek niyetiyle türbe kapısına yöneldi. Yaklaşınca, türbe kapısının açık, içeride de tanımadığı birçok kimsenin bulunduğunu gördü. "Acabâ bunlar kimdir?" diye düşünürken, bir topluluk daha geldi. Bunları da tanıyamadı. Ama onlar, kendisini tanıdıklarını ifâde eden nazarlarla bakıyorlardı. Ehl-i gaybdan olduklarını işâret edip, Babazâde'nin de kendilerinden olduğunu müjdelediler. Bu hâdise kendisine bir rüyâ gibi geldi. Bir kâğıt bulup, yazdı. Vefâtından sonra ben bu kâğıdı görerek Babazâde'nin yüksek hâllerini sevdiklerine anlatmakla şereflendim."

1) Kitâb-ı Silsile-il-Mukarrebîn ve Menâkıb-il-Müttekîn; Süleymâniye Kütüphânesi, Şehîd Ali Kısmı, No: 1819, vr; 144b
2) Târih-i Silsile-i Ulemâ; Süleymâniye Kütüphânesi, Es'ad Efendi Kısmı, No: 2142, vr; 212a
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BAHRAK (Muhammed bin Ömer)




Hindistan'da yetişen velîlerin büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Hadîs, nahiv, sarf ve tıb ilimlerinde büyük âlim idi. İsmi, Muhammed olup, babasının ismi Ömer'dir. Bahrak adıyla meşhûr olup, lakabı Cemâleddîn'dir. 1465 (H.869) senesi Mart ayında Hadramût'ta doğdu. 1524 (H.930) senesinde, Hindistân'da vefât etti.

Bahrak, Hadramût'ta büyüdü. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Daha sonra Hâvî kitabını, usûl ilminde Bermâvî'nin Manzûme''sini ve Elfiyet-ün-Nahv kitaplarının tamâmını ezberledi. Zamânındaki Hadramût âlimlerinden de ilim tahsîl etti. Buradan Aden şehrine gitti. Büyük âlim Abdullah bin Ahmed Mahzem'in derslerine devâm etti. Bu âlimden; fıkıh, usûl, Arab dili ve edebiyâtı ve diğer ilimleri öğrendi. En fazla ilim öğrendiği zât bu âlimdir. Abdullah bin Ahmed, Mahzem'den; İbn-i Mâlik'in Elfiye'sini, İbn-i Hişâm'ın Sîret'ini El-Haviy-üs-Sagîr kitaplarının tamâmını okudu. Bunların yanında, diğer aklî ve naklî ilimlerin hepsini okudu. Fakîh Sâlih Muhammed bin Ahmed Ebâ Fadl'dan da ilim tahsîl etti.

Daha sonra Zebîd şehrine gitti. Buranın âlimlerinden de ilim öğrendi.Zeynüddîn Muhammed bin Abdüllatîf Şercî'den hadîs ilmini, Fakîh Cemâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr Sâig'den usûl ilmini öğrendi. Bu âlimden; tefsîr, hadîs ve nahiv ilmi de öğrendi. Ebû Zur'a'nın, Behcet-ül-Verdiyye kitabını da okudu. Seyyid Şerîf Hüseyin bin Abdürrahmân Ehdel'den ilim tahsîl etti. Zebîd'de tasavvuf yoluna girip, Şeyh Ebû Bekr Ayderûs ile sohbetlerde bulundu. Ebû Bekr Ayderûs'un sohbetlerinden çok istifâde etti. 1488 (H.894) senesinde hacca gidince, Hâfız Şemseddîn Sehâvî'den hadîs-i şerîf öğrendi.

Erba'înden çıkışını kendisi şöyle anlatır: "Zebîd'de erbaîn'e girmiştim. (Erba'în; tasavvuf yolunda bulunanların 40 gün müddetle yalnız olarak bir yere kapanıp, ibâdet ve riyâzet ile meşgûl olmaları). Kırk günü tamamlamadan, bütün âzâlarımın Allahü teâlâyı zikrettiğini işitiyordum."

Hadramût'ta yetişen âlimlerin en büyüklerindendi. Nesir ve nazımda çok kâbiliyetli idi. İlim öğrenmek ve İslâmiyetin emirlerini yerine getirmek için çok gayret gösterirdi. Ömrünü, ilim öğretmek ve kitap yazmakla geçirdi. Zamânının süsü ve insanların doğru yolu bulması için Allahü teâlânın onlara bir lütfu idi. Çok güzel ve tesirli konuşurdu. Çok cömert olup, îsâr sâhibi idi. Kendisinin muhtâc olduğu bir şeyi, başka ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Hayır sâhiplerini çok sever, kendisi de çok hayır ve hasenât işlerdi. Merhametli ve fazîlet sâhibi olup, Allahü teâlâya yönelmiş idi. Hadramût'un deniz sâhilindeki Şahr şehrinde kâdılık vazîfesinde bulundu. Verdiği hükümlerde hakkı ve adâleti gözetir, doğru yoldan ayrılmazdı. Kâdılığı herkes tarafından beğenilirdi. Sonradan kendi kendine kâdılıktan ayrıldı ve Aden şehrine gitti. Burada herkes tarafından çok iyi karşılandı. Aden emîri Mercân da ona çok hürmet etti ve alâka gösterdi. Emîr Mercân vefât edince, Hindistan'a gitti. Hind Sultanı Muzaffer, MuhammedBahrak'a çok ilgi gösterdi ve hürmet etti.Tasavvufta da yüksek derecelere erişmişti.

Bir gün Hindistan'da bir vezîrin meclisinde idi. O mecliste bir Hind sihirbâzı vardı. Kendi dîninin üstünlüğünü göstermek ve orada bulunanların îmânlarını sarsmak için sihirbâzlığını göstermeye kalktı. Oturduğu yerden yükselip, havada bağdaş kurup oturdu. Bu hareketi karşısında herkes hayretler içinde kaldı. Muhammed Bahrak bu duruma çok üzüldü. Hemen Peygamber efendimizin rûhâniyetinden yardım istedi. Orada bulunan maymuna, sihirbazı îmâ etti. Maymun, bu işâret üzerine yerinden fırlayıp, sihirbaza vurmaya başladı. Onu havadan yere indirinceye kadar vurdu. Sihirbazın sihiri bozulup, rezîl oldu. Mecliste bulunanlar, bunu apaçık gördüler. Muhammed Bahrak'ın kerâmeti olduğunu anladılar, sihirbâzın sihrine kanmaktan kurtuldular.

Muhammed Bahrak, hadîs, tasavvuf, sarf, nahiv, hesâb, tıp, edebiyât, astronomi ve diğer ilimlerde çok kitap yazdı.

Yazdığı kıymetli eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Esrâr-un-Nebeviyye fî Muhtasarı Ezkâr-ın-Nevevî, 2) Tecrîd-ül-Mekâsıd anil-Esânîd veş-Şevâhid, 3) Tuhfet- ül-Ahbâb, 4) Tertîb-üs-Sülûk ilâ Melik-il-Mülûk, 5) El-Hadîkat-ül-Enîka fî şerh-ıl-Urvet-il-Vüskâ, 6) El-Hüsâm-ül-Meslûl alâ Munkıdı Eshâb-ir-Resûl, 7) Hilyet-ül-Benât vel-Benîn fîmâ Yahtâcü ileyhi min Emr-id-dîn, El-Havâş-il-Müfîde alâ Ebyâtı Yâfi'î, 9) Zehîret-ül-İhvân min Kitâb-il-İstignâi bil-Kur'ân, 10) Ikd-üs-Semîn fî Ibtâl-il-Kavli bit-Takbîh vet-Tahsîn, 11) Ikd-üd-Dürer fil-Îmâni bil-Kadâi vel-Kader, 12) Akîdet-üş-Şâfiiyye fî Şerhil Kasîdet-ül-Yâfi'iyye, 13) Feth-ul-Ekfâl ve Dürûb-ül-Emsâl fî Şerhi Lâmiyyet- il-Ef'âl, 14) Müt'at-ül-Esmâ' bi Ahkâm-is-Simâ', 15) Mevâcib-ül-Kudüs fî Menâkibi İbn-i Ayderûs, 16) Tebşîrât-ül-Hadrat-iş-Şâhiyyet-il-Ahmediyye bi- Sîret-il-Hadrat-in-Nebeviyyet-il-Ahmediyye, 17) Risâletün fil-Hisâb, 1 Risâletün fit-Tıb, 19) Manzûmetün fit-Tıb, 20) El-Urvet-ül-Vüskâ fil-Cem'i Beyn-eş-Şerî'a vel-Hakîka: Uzunca bir kasîdedir.

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.89
2) El-A'lâm; c.6, s.315
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.176
4) En-Nûr-üs-Safir; s.133, 134
5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.230
6) Keşf-üz-Zünûn; s.1536, 1538, 1843
7) Ed-Dav-ül-Lâmi; c.8, s.253
Brockelmann, Sup-2, s.554
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.34
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BAHRİ DEDE




Evliyânın meşhurlarından. Edirne'de doğdu ve orada yetişti. Doğum târihi bilinmemekte olup, 1566 (H.974) senesinde Bursa'da vefât etti. Kabri Bursa'daki zâviyesinde olup, ziyâret mahallidir.

Edirne'de zamânının âlimlerinden ilim öğrenen Bahri Dede, tasavvufta İbrâhim Edhem hazretlerinin yolunda yetişip kemâle ermiştir. Önce Kovacı Dede Dergâhında insanları irşâd, doğru yolu anlatma ile vazîfelendirildi. Daha sonra Bursa'da Murâdiye Dergâhında insanlara rehberlik etti. Sohbetleri çok tesirli ve duâsı makbul idi.

Bursa'da Hibe Halîfe ismiyle tanınmış bir kimse, Bahri Dede'yi çok üzmüştü. Allahü teâlânın evliyâ bir kulu olan bu zâtı üzmesi sebebiyle âniden kulunç hastalığına yakalandı. Bu hastalıktan kurtulmak için ne yaptıysa çâre bulamadı. Sonunda o evliyâ zâtı üzmesi sebebiyle başına böyle bir sıkıntı geldiğini farketti. Bahri Dede'nin huzûruna gidip özür diledi. Affetmesini ve duâsını istedi. Merhamet göstererek onu affetti. Sıhhate kavuşması için de duâ etti. Hibe Halîfe daha huzûrundan ayrılmadan sıhhatine kavuştu.

Kânûnî Sultan Süleymân Zigetvar seferine çıkmadan önce hazırlıklarını tamamlayıp, evliyâ kabirlerini ziyâret edip zafer kazanmak için duâ etti. Ayrıca hayatta olan evliyâ ve ulemâdan da duâ istedi. Devrin meşhûr evliyâsı olan Bahri Dede'den de duâ istemişti. Ayrıca fakirlere muhtaçlara dağıtır diye bir kese içinde bin flori altın hediye etti. Bahri Dede bu hediyeyi kabul edip bir yere sakladı. Sonra savaşa kendisinin de katılacağını söyledi. Ordunun hareket günü gelince o da orduyla yola çıktı. Böyle evliyâ bir zâtın aralarında bulunması pâdişâh, komutanlar ve askerler için büyük bir ümit ve moral oldu.

Zigetvar Kalesi kuşatılıp peşpeşe iki taarruz yapılmasına rağmen kale fethedilemedi. Ordunun içinde büyük bir mânevî destek olan Bahri Dede, kalenin fethedileceğini müjdeledi ve zafer için çok duâ etti. Nihâyet üçüncü defâ büyük bir taarruz yapıldı. Bu taarruz sırasında şiddetli yağmur yağdığı için arâzi çamur ve bataklık hâlini almıştı. Her şeye rağmen Bahri Dede gibi evliyâ bir zâttan fetih müjdesi almışlardı. Bu sebeple büyük bir azim içinde idiler. Yeniçeri bölükbaşısı abdest alıp vasiyetini yazdı. Merdivenlerle kaleye tırmanıp mazgallardan birine humbara yerleştirip fitilini ateşledi. O anda düşmanın hücûmuna uğrayan yeniçeri bölükbaşısı şehît düştü. Fakat ateşlediği humbara patlayıp kalede büyük bir gedik açtı. Osmanlı askerleri bu gedikten dış kaleye, daha sonra da iç kaleye girerek kaleyi fethetti. Ordu zafere ulaştı. Bu seferde pâdişâh hastalanıp vefât etmişti. Ordu Bursa'ya döndükten sonra, Bahri Dede, sultanın kendine hediye ettiği bin altını sakladığı yerden çıkarıp geri iâde etti. Kısa bir müddet sonra da vefât etti.


1) Şakâyık-ı Numâniyye Zeyli (Atâî); s.190
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BAHŞÎ




Haleb'de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Muhammed Halebî'dir. 1628 (H.103 senesinde Haleb köylerinden Bekfâlûn'da doğdu. 1687 (H.109de Mekke-i mükerremede vefât etti.

İlim tahsîline, doğum yeri olan Bekfâlûn köyünde Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrenerek başlayan Bahşî, sonra Şam'a gitti. Orada; Abdülbâkî el-Hanbelî, Muhammed Habbâz el-Batnînî, Muhammed bin Belbân, Muhammed Aysâvî ile başka âlimlerden ilim öğrendi. Ârif-i billah Şeyh Eyyûb el-Halvetî'nin hizmetlerinde bulunup, Halvetiyye yolunda yetişti. Tasavvufun sırlarına ve inceliklerine vâkıf oldu. İlim ve evliyâlık yolunda emeline, arzu ettiği maksâdına kavuştuktan, iyice yetişip kemâle geldikten sonra, âilesinin yanına döndü. Artık ilim bakımından meyve veren bir ağaç, ilmiyle amel etmesi bakımından da o ağacın meyveleri misâli olmuştu. Fakat ilim âşığı olduğundan, ilim öğrenmeye doymuyor, ilmini durmadan arttırmak için gayret ediyordu. Haleb'e gidip orada yerleşti.Haleb müftîsi olan Muhammed bin Hasan el-Kevâkibî'nin sohbetlerine ve derslerine katıldı. Böylece ilim öğrenmeye devâm etti.

Bütün ilimlerde yükselmiş, pekçok âlimden icâzet, diploma almış, himmet sâhibi bir zât olarak, ilim neşretmeye, öğrendiği yüksek ilimlerden başkalarının da istifâde etmeleri niyetiyle, insanlara faydalı olmaya başladı. Haleb'de bulunan fazîlet sâhibi birçok zât, ondan çok istifâde etti. İlim ve tasavvuf yolunun tâlibleri onun sohbetine ve derslerine koştu. Ruhlara şifâ olan sözlerinden ve sohbetlerinden Halebliler yıllarca faydalandı.

Muhammed Muhibbî hazretleri, Hulâsatü'l-Eser isimli kitabında Muhammed Bahşî'nin hâl tercümesini verirken şöyle anlatır:

Muhammed Bahşî 1675 senesinde Anadolu'ya geldi.Ben kendisiyle Edirne'de buluştum. Edirne'de bir müddet kaldı. Ekserî vakitlerde onunla görüşüp sohbetinde bulunurdum. Konuşmasının, faydalı şeyler anlatmasının güzelliği karşısında, sohbetlerini pür dikkat dinlerdim. Onda gördüğüm güzel hâllere, edeb ve sükûnete hayran kalırdım. Gördüğüm kimseler arasında ondan daha halîm, yumuşak ve ondan daha tahammüllü, sabırlı bir kimse görmedim. Kerem ve ihsân sâhibi, iyilik yapmaktan hoşlanan, çok cömert bir kimse idi. Edirne'den İstanbul'a döndükten sonra, kendisiyle İstanbul'da da karşılaştım. Vezîri âzam Fâzıl Mustafa Paşa'nın, Muhammed Bahşî'ye karşı husûsî muhabbeti vardı. Fırsat buldukça sohbetlerine katılır ve duâsını almayı büyük nîmet bilirdi. İlminden daha çok kişinin istifâdesi için onu Haleb'de bulunan Halvetî İhlâsiyye Tekkesinin meşîhatine, şeyhliğine tâyin etti. O da kabûl edip bir müddet vazîfe yaptı. Ayrıca, Haleb'de bulunan Mukaddemiyye Medresesinde ders verdi. Bir müddet vazîfe yaptıktan sonra, yerine oğlu Muhammed Efendiyi bırakarak, hac niyetiyle yola çıktı. Şam'a uğradı. Buradan Hicaz'a gitti. Mekke-i mükerremeye ulaştığında, ahâlî Muhammed Bahşî'yi çok güzel karşıladı. Başta Mekke-i mükerreme emîri, Şerîf Ahmed bin Zeyd olmak üzere, âlim ve fâdıllardan ve diğer insanlardan birçok kimse, onun gelişinden büyük bir sevinç duyarak memnûniyetlerini belirttiler. Onu medheden şiirler söylediler.

Hac vazîfesini îfâ edip, yerine getirdikten sonra geri dönmeyen Bahşî hazretleri, bu mübârek beldede daha çok ibâdet etmek için bir müddet ikâmet etti. Orada iken 1687 yılının 18 Şubatına (5 Rebî-ül-âhir 109 rastlayan Salı gecesi vefât etti.

Ertesi günü öğleye doğru Mescid-i Haramda, kalabalık bir cemâat tarafından cenâze namazı kılınıp, Cennet-ül-Muallâ kabristanında ümm-ül-müminîn Hadîcet-ül-Kübrâ'nın (r.anhâ) yakınında defnolundu. Cenâze namazını büyük Şâfiî âlimlerinden Ahmed en-Nahlî kıldırdı.

Eserlerden bâzılarının isimleri şöyledir:

1) Eş-Şâfiye fî Nazm-il-Kâfiye (Nahiv ilmine dâir Kâfiye isimli eserin nazm hâline getirilmişidir), 2) Tefsîr (Kur'ân-ı kerîmden bâzı sûrelerin tefsîridir), 3) Şerh-ul-Bürde (İmâm-ı Busayrî'nin Bürde isimli meşhûr kasîdesinin şerhidir), 4) Reşehât-ül-Midad fîmâ Yete'alleku bis-Sâfinât-il-Ciyâd, 5) Şems-ül-Mefâhir (Kalâid-ül-Cevâhir fî Menâkıb iş-Şeyh Muhyiddîn Abdülkâdir isimli eser üzerine, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından bahseden bir zeyl (ilâve)dir).

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.11, s.288
2) El-A'lâm; c.7, s.65
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.300
4) Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s.573, c.2, s.38, 56
5) Hulâsat-ül-Eser; c.4, s.208
6) Brockelmann; Sup-2, s.490
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BAHŞÎ HALÎFE




Anadolu'da yetişen velîlerden. Akbilek Bahşî Halîfe adıyla tanınırdı. Amasya'ya bağlı Taşova'nın Uluköy (Sonusa) kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.

Önce, memleketinin âlimlerinden ders aldı. Sonra da zamânının büyük âlimlerinden ilim tahsîl etti. Daha fazla bilgi sâhibi olmak maksadıyla Arab ülkelerine gitti. Burada İmâm-ı Celâleddîn Süyûtî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ Ensârî, Şemseddîn Muhammed Sehâvî gibi büyük âlimlerden de çeşitli dînî ilimleri tahsîl etti. Ayrıca tasavvuf büyükleriyle görüştü. Onların sohbetlerinde mânevî hâllere ve makamlara yükseldi.

Çok fazla zühd ve takvâ sâhibi idi. Yâni dünyâya düşkün olmayıp haramlardan çok sakınırdı. Dînî ilimleri iyi bilirdi. Devamlı nâfile namaz kılar ve oruç tutardı. Kanâat sâhibi olup, az bir dünyâlıkla idâre ederdi. Sert ve kalın elbiseler giyerdi. Fıkıh ve tefsîr ilimlerinde söz sâhibi idi. Tefsîrlerin çoğunu ezbere bilirdi. Osmanlılar zamânında yetişmiş İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan Müftiy-yüs-sekaleyn İbn-i Kemâl Paşa, Bahşî Halîfe'den tefsîr ilmi okuyup, hadîs-i şerîf öğrenen âlimlerdendir. Tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi yüksek dînî ilimleri talebelere okuturdu. Ayrıca İnsanlara vâz ve nasîhat eder, din ve dünyâ saâdetlerinin yollarını gösterirdi. İlmî sohbetlerinde bâzı âyet-i kerîmelerin fazîletleri hakkında söylediği sözler için; "Levh-i mahfûzda böyle yazılı olduğunu gördüm." der ve îzâh ederdi. Bu şekildeki cevaplarında hatâ ettiği hiç görülmedi.

Bir gün câmide vâzında abdest almanın fazîletlerini anlatırken, alınan abdest suyu ile günahların döküldüğünü söyledi. Cemâat arasında bulunanlardan birinin kalbine, bu nasıl olur diye bir düşünce geldi. O zaman Bahşî Halîfe kollarını sığayarak dirseklerine kadar havaya kaldırdı ve; "Böyle olur." dedi.Cemâat, Bahşî Halîfe'nin kollarından nûr fışkırdığını gördü. Bu yüzden Akbilek lakabı verildi.

Bahşî Halîfe, kırk sene müddetle ilmin yayılmasına çalıştı ve pekçok âlim yetiştirdi. Halvetî tarîkatına mensûb idi. Tarîkatte hocası Cemâl-i Halvetî'nin halîfelerinden Muhyiddîn bin Muhammed Efendi'dir. Resûlullah efendimizle rüyâsında sohbet ederdi.Rüyâlarını ve Peygamber efendimizle olan sohbetlerini anlatan ve bir benzeri olmayan çok güzel bir risâle yazmıştır. Akbilek Bahşî Halîfe'nin yazdığı eserler basılmamıştır. Bâzıları şunlardır: 1) Mi'râc-ül-Ulâ fî Tefsîri Sûret-il-İsrâ, 2) Tenbîh-ül-Gabî fî Rü'yet-in-Nebî.

Akbilek Bahşî Halîfe 1523 (H.930) senesinde Amasya'da vefât etti. Medrese eğitiminin ilk dersi, Akbilek hazretlerinin kabri başında yapılarak başlanırdı. Âlimler dînî meselelerden halledemedikleri mevzularda Bahşî Halîfe'nin kabrini ziyâret edip, râbıta yaparak cevaplarını alırlardı.

Akbilek Bahşî Halîfe'den başka, Bahşî Halîfe adında iki âlim daha vardır.

Birincisi; Kastamonu'nun Küre kasabasından olup, müderristir. Sultan İkinci Selîm'in şehzâdeliğinde hocalık yapmıştır. 1544 (H.951) senesinde vefât etmiştir.

İkincisi; Balıkesir Kızılcatuzla'dan olup, 1537 (H.944)'de Trablusşam kâdısı oldu. Daha sonra Kudüs kâdılığına getirildi. 1558 (H.966) senesinde dürzîler tarafından şehîd edildi.

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.411
2) SicilliOsmânî; c.2, s.9, 10
3) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.211
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.306
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BÂKILLÂNÎ



Büyük İslâm âlimi ve velî. İsmi Muhammed bin Tayyib bin Muhammed bin Câfer'dir. Künyesi Ebû Bekr, lakabı Bâkıllânî el-Eş'arî'dir. Aslen Basralı olup, doğum târihi bilinmemektedir. 1013 (H.403) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Bağdât'ta kâdılık ve Sağra'da kâdılkudâtlık vazîfesi yapması sebebiyle Kâdı ünvânıyla da meşhûrdur. Babası veya dedesi bakla ticâretiyle meşgûl olduğu için ona önce İbn-i Bâkıllânî sonradan da Bâkıllânî lakabı verildi. Bâkıllânî bakla vs. satan mânâsında kullanılmıştır.

Bâkıllânî, ilim tahsîline Basra'da başladı. Zamânında Basra'da bulunan meşhûr âlimlerden ders aldı. Bilhassa kelâm ilminde meşhûr âlim oldu. Kelâm ilmini îtikâdda iki mezheb imâmından biri olan Ebü'l-Hasan Eş'arî hazretlerinin talebelerinden olan İbn-i Mücâhid et-Tâî'den ve Ebü'l-Hasan el-Bâhilî'den öğrendi.Ebû Abdullah eş-Şîrâzî'den usûl, İbn-i Ebû Zeyd el-Kayravânî'den ve Ebû Bekr el-Ebherî'den fıkıh ilmini öğrendi. İbn-i Sem'un'dan da ahlâk ilmini öğrendi. Basra'da tahsilini tamamladıktan sonra, genç yaşta önemli bir ilim merkezi olan Bağdât'a gitti. Tahsiline orada devâm etti ve zamânın meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Ebû Bekr bin Mâlik el-Katîî, Ebû Muhammed ibni Mâsî, Dârekutnî, Ebû Ahmed Hüseyin bin Ali Nişâbûrî'den hadîs-i şerîf dinledi. Bağdât'ta tahsîlini tamamlayıp Basra'ya döndü.

Basra Câmiinde ders vermeye başladı. O sırada bulunduğu bölgede oldukça yaygın ve tesirli olan bâtınî ve şiî fırkalarının ileri gelen bilginleri ile yaptığı münâzaralarda muhâliflerini ağır yenilgilere uğrattı. Ehl-i sünnet îtikâdını anlatıp yaydı.

Bâkıllânî, Büveyhîler zamânında Şiraz'da Adudüddevle'nin huzûrunda açılan münâzaralarda Eshâb-ı kirâm düşmanlarına ve Mu'tezileye karşı Ehl-i sünneti savunmak üzere çağırılmıştı. Bu münâzarada muhâliflere karşı o kadar tesirli oldu ki, şiî olan Adüdüddevle onu takdîr edip, sevdi ve oğlu Simnânüddevle'yi yetiştirmesi için onu vazîfelendirdi.

Bu arada elçi olarak Bizans'a gitti ve elçilik vazîfesinden sonra Bağdât'ta, Ukbera veSağra'da kâdılık ve kâdılkudâtlık vazîfesi yaptı. Büveyhî hükümdârı Adûdüddevle'nin ölümünden sonra, Bağdât'ta Mansûr Câmiinde ders vermeye başladı. Onun derslerine Irak şehirlerinden, Endülüs'ten, Horasan'dan ve İslâm dünyâsının her tarafından pekçok talebe geldi. Ondan Ehl-i sünnet îtikâdını öğrenip, ilimde yetiştiler. Ebû Câfer es-Simnânî, Ali bin Muhammed el-Harbî, Ebû Abdullah el-Ezdî, Ebû Abdurrahmân es-Sülemî, Ebü'l-Kâsım es-Sayrâfî, Ebû Zer el-Hirevî, Ebû Hâtim el-Kazvînî yetiştirdiği yüzlerce talebeden bâzılarıdır.

İlimdeki şöhreti yayılıp, hükümdar ve emîrler tarafından da büyük îtibâr görmüştür. Ayrıca Rafizîlere, Mûtezileye, Cehmiyeye, Hâricîlere karşı reddiyeler yazarak onların sapık fikirlerini çürütüp, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasına çok hizmet etti. Geceleri çok ibâdet eder ve ilmî meseleler yazar, sabahleyin talebelerine yazdıklarını okutup yeniden gözden geçirirdi.

Bâkıllânî, İmâm-ı Eş'arî hazretlerinin talebeleri zincirinden olup, İmâm-ı Eş'arî hazretlerinin bildirdiği îtikâd bilgilerini yaymış, genişce izâh etmiş ve bu hususta kitaplar yazmıştır. Bu bakımdan, kelâm ilminde önemli bir yeri vardır.

Bu sebeple kendisine hicrî dördüncü asrın müceddidi denilmiştir.

Ebû Bekr Harezmî şöyle demiştir. "Bağdât'ta kitap yazan her zât, Bakıllânî'nin eserlerinden nakiller yapmıştır. Çünkü o herkesin kabûl ettiği, pek çok ilimde büyük bir âlim idi. Ali bin Muhammed Harbî de şöyle demiştir; "Kâdı Ebû Bekr Bâkıllânî, yazdığı eserlerini kısaltmak istedi. Fakat ilminin ve ezberlediği meselelerin çokluğu sebebiyle bunu yapması mümkün olmadı. Muhâliflerine karşı bir eser yazmak isteyen her âlim, bunu yazarken muhâliflerinin eserini okumuştur. Bâkıllânî ise, muhâliflerine reddiye yazarken, onların eserlerini gözden geçirmeğe ihtiyaç duymazdı. Çünkü muhâliflerinin fikirlerini gâyet iyi biliyordu."

Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah Beydâvî şöyle anlatmıştır:

"Bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda ders verdiğim mescidime girdim. Mihrâbda bir zât oturuyor, bir başka zât da ondan ders alıyordu. Ona karşı Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Öylesine güzel okuyordu ki, bu okuyan ve okutan kimdir acabâ dedim. Bana denildi ki; mihrâbda oturan, Resûlullah efendimizdir. Huzûrunda okuyan da Bâkıllânî'dir. Resûlullah ona dînimizi öğretiyor..."

Bâkıllânî vefât edince, cenâze namazını oğlu Hasan kıldırdı. Derb-ül-Mecûs denilen yerde defnedildi. Sonra kabri buradan Bâb-ı Harb kabristanına nakledildi. Ubeydullah bin Ahmed bin Ali Mukrî şöyle anlatmıştır: "Ebû Ali bin Şâzân ve Ebû Kâsım Ubeydullah bin Ahmed bin Ahmed bin Osman Sayrafî ile birlikte, Ebû Bekr Bâkıllânî'nin kabrini ziyârete gitmiştik. Vefât edeli bir ay kadar olmuştu. Kabrine vardığımızda orada bir Kur'ân-ı kerîm gördüm. Kur'ân-ı kerîmi elime alıp, yâ Rabbî! Ebû Bekr Bâkıllânî'nin hâli bu kabirde nasıldır? Şu Kur'ân-ı kerîmde bana beyân buyur, diye duâ ettim. Sonra Kur'ân-ı kerîmi açtım. Hûd sûresi 28. âyet-i kerîmesi çıktı. Bu âyet-i kerîmede, Nûh aleyhisselâmın, kavmine şöyle dediği bildirilmektedir: Meâlen; "Ey kavmim! Söyleyin bakayım fikriniz nedir? Eğer ben Rabbimden verilen açık bir burhan (mûcize) üzerinde isem (Bu benim Peygamber olduğumu doğruluyorsa), bir de Allah bana kendi katından bir Peygamberlik vermiş de, size, onu görecek göz vermemişse, istemediğiniz halde onu size zorla mı kabûl ettireceğiz."

Bâkıllânî hazretlerinin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:

1) İ'câz-ül-Kur'ân: Bu eserinde Kur'ân-ı kerîmin büyük bir mûcize olduğu ve îcâzı üzerinde durmuştur. Bu eserinde Peygamber efendimizin Hulefâ-i râşidînin beliğ ve ifâde tarzı yüksek olan mektuplarını ve hutbelerini, eski şâirlerin ve ediblerin meşhûr şiir ve hutbelerinden seçmeler almıştır. Yazma ve basma nüshaları vardır.

2) Temhîd-ül-Evâil ve Telhîs-üd-Delâil, 3) Menâkıb-ül-Eimme gibi eserleri vardır.

İSLÂMIN VAKARI

Zamânın hükümdarı Adudüddevle onu Bizans'a elçi olarak gönderdi. Bizans hükümdârı, kendisine meşhûr bir âlimin elçi olarak geldiğini duyunca, onu makâmına çağırdı. Yalnız, kendisine müslüman olmadığı için elçinin hürmet etmeyeceğini bildiğinden, bir hîle düşündü. Gelen elçinin huzûruna girerken, kendi tebeasının yaptığı gibi yerlere kadar eğilerek girmesini istiyordu. Bunun için, ancak eğilerek geçilebilecek üstü kapalı bir yer yaptırdı.

Bâkıllânî'nin bu dehliz gibi yoldan makâmına getirilmesini emretti. Bâkıllânî'ye, hükümdâr seni huzûruna çağırıyor diyerek, hazırlanan yerden geçirmek istediler. Bâkıllânî bu yeri görünce, öne eğilerek girmedi. Ters dönüp, eğildi ve Bizans hükümdârının odasına arka arka yürüyüp girdi. Girince doğrulup, yönünü hükümdâra döndü. Bu hareketi gören Bizans hükümdârı çok şaşırıp, heybeti ve vakarı karşısında ezildi.

Bâkıllânî hazretleri bir gün, Bizans hükümdârının sarayında, imparator meclisinde papazlarla münâzaraya oturmuştu. Papazlar hazret-i Âişe ile ilgili olan ifk hâdisesini konuşmaya başlayınca, Bâkıllânî, hazret-i Meryem'i ve hazret-i Âişe'yi kasdederek; "Biri kocasız çocuklu, bir kocalı çocuksuz iki mübârek kadının temiz oldukları vahiy ile bildirilmiştir." diyerek karşılık verdi ve papazları susturdu.

1) El-A'lâm; c.6, s.176
2) Vefeyât-ül-A'yân; c.4, s.269
3) Târih-i Bağdâd; c.5, s.379
4) Tebyîn-i Kizb-ül-Müfterî; s.217
5) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.169
6) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.10, s.109
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.7
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BÂLÎ EFENDİ (Sekrân)




Anadolu'daki evliyânın büyüklerinden. Zâhir ve bâtın ilimlerinde âlim bir zât idi. Babası Amasyalı olup, Sultan İkinci Bâyezîd Hanın oğlu Şehzâde Ahmed'in hocası idi. Yavuz Sultan Selîm Han tahta geçince, bâzı yerlerde kâdılık vazîfesi verildi. Tire'de kâdı iken, oğlu Şeyh Bâlî doğdu. Bâlî Efendinin doğum târihi bilinmemektedir. Allah aşkı ile mest olup cezbeye tutulduğu için kendinden geçmiş mânâsında Sekran (sarhoş) lakabı verildi. 1572 (H.980) senesinde, İstanbul'da vefât etti. Fâtih Câmiinde kılınan cenâze namazından sonra, vazîfeli bulunduğu Kurşunlu (Altuncu) zâviyesindeki türbesine defnedildi.

Bâlî Efendi, zamânın âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Kânûnî Sultan Süleymân'ın hocası Hayreddîn Efendinin yanında tahsilini tamamlayıp stajını bitirdi. Önce İstanbul'da Kepenekçi Medresesine müderris tâyin edildi. Burada bir müddet vazîfe yaptıktan sonra, Bursa'da talebe iken gördüğü bir rüyâyı aynen yaşadı ve hayâtının akışı değişti. Bu rüyâ onun tasavvufta yetişip kemâle ermesine vesîle oldu. Rüyâ ve hâdise şöyle idi:

Rüyâsında büyük bir caddede gidiyordu. Birden, Allahü teâlâyı zikreden, tesbîh ve tehlîl getiren insanların seslerini duyup yanlarına yaklaştı. Nûr yüzlü bâzı kimseler, halka hâlinde Kelime-i tevhîd okuyorlardı. Halkanın kenarında heybetli bir zât, murâkabe hâlinde oturuyordu. Başını kaldırınca Şeyh Bâlî'yi gördü. Onu da bu halkaya katılmaya dâvet etti. Şeyh Bâlî özür dileyerek; "Şu anda ilim tahsiline devâm ediyorum. Eğer dâvete uyarsam, tahsilim yarıda kalır. Fakat tahsilimi bitirdikten sonra dâvetinize icâbet edebilirim." dedi. O anda uykudan uyandı. Bu rüyâsı, birkaç sene sonra İstanbul'da aynen vâki oldu.

Bir arkadaşıyla berâber, Ali Paşa Zâviyesi yanından geçerken Kelime-i tevhîd sesleri duydu. Birkaç sene önce gördüğü rüyâyı hatırladı. Elinde olmayarak hânekâhın, zâviyenin içerisine girdi. Orada, rüyâsında gördüklerinin aynısını gördü. Kenârda duran zât, onu yanına dâvet etti. Hadîd sûresinin; "Müminlerin Allahü teâlâyı ve Hak'tan ineni (Kur'ân-ı kerîmi) zikr için kalplerinin yumuşama zamânı gelmedi mi?" meâlindeki on altıncı âyet-i kerîmesini okuyup; "Bundan önce bize katılmak için tahsili ve dersleri bahâne etmiştin. Artık bahâne kalmadı. Bundan sonra senin için en faydalı olan bu işle meşgûl olmaz mısın?" dedi. Bâlî Efendi, hemen o anda, bu dâveti cân u gönülden kabûl etti. Şeyhin elinde, daha önce yaptığı hatâlarına tövbe etti. Bu zâtın kim olduğunu araştırınca; Ramazan Efendi olduğunu öğrendi. Ramazan Efendinin yanında; ahlâkını güzelleştirmek, kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye etmekle tasavvufta yetişip olgunlaşmakla meşgûl oldu. Zâhirî ilimlerindeki yüksekliklerine, bâtınî ilminin üstünlüklerini de ilâve etti. Ahlâkını Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem yüksek ahlâkı ile süsleyip, ibâdetleri zevkle ve seve seve yapmakla şereflendi. Kendisine verilen nîmetlere şükretmek için büyük gayret sarfetti. Ramazan Efendi 1555 (H.963) senesinde vefât edince, halîfesi olan Bâlî Efendiye talebeleri yetiştirmek vazîfesi verildi.

Meşhûr Şakâyık-ı Nu'mâniyye kitabına, zamânına kadar yaşayan âlimlerin hayatlarını da ilâve ederek zeyl yapan Atâî Efendi, babası Nev'î Efendi'den şöyle nakleder; "Bâlî Efendinin hâl ve sözlerini ihtivâ eden Hasb-i hâl isimli kitabı şiir şeklinde yazıp bitirince, Bâlî Efendinin huzûruna gidip, sohbetlerinde geçen bir sözünü kitaba isim olarak vermeyi düşündüm. Bâlî Efendinin huzûruna varınca, daha kitabı çantamdan çıkarırken; "Molla Nev'î! Hasb-i hâl mi? Hasb-i hâl mi?" diye sorup, kerâmetlerini izhâr ettiler."

Bâlî Efendi, bâzı sevdiklerinin cenâze namazını kılar, defnettikten sonra da mezarlarının başında telkîn verirdi. Telkîn esnâsında yanında bulunanlar, onun bir kerâmeti olarak ölünün sesini diri hâlindeki gibi işitirlerdi.

Zamânının evliyâsından Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendi, Bâlî Efendi'ye haber gönderip; önce gelen evliyânın kerâmetlerini açıklamadıklarını, kendisinin de onlara uymasını, her yerde kerâmet göstermemesini bildirdi. Bâlî Efendi de, kerâmet inkârcılarının çoğaldığını bildirip; "Evliyâ, müslümanlara yardım etmek ve zâlimlerin zulmünü defetmekle emir olagelmişlerdir. İşleri düzeltmek, yetki sâhibi kimseleri ıslâh edip onlara nasîhatte bulunmak, halktan bin kişiyi irşâd etmekten doğru yolu göstermekten evlâdır." diye cevap verdi.

Bâlî Efendi, vefâtına yakın abdest aldı. Öyle göz yaşı döküyordu ki, görenler onun gözyaşları ile abdest aldığını zannederdi. Aldığı o son abdest ile, abdestli olarak vefât etti.

Bâlî Efendi, Allahü teâlâdan başka kimseye boyun eğmez, mevkı ve makam sâhiplerinin yanlarına gitmez, dâvetlerini münâsip bir lisanla reddederdi. Rüyâ tâbirinde çok ileri, cezbesi çok fazla idi. Serhatteki gâzilere yardım için para gönderirdi. Güzel ahlâkı ile herkes tarafından sevilirdi. Vefâtına yakın devamlı Allah aşkı ile sarhoş olduğu için, Sekrân Bâlî Efendi de denilirdi. Bu yüzden vefâtına târih düşüren zamânının şâirlerinden Sâ'î Çelebi şöyle dedi:

"Mâh-ı Zilka'de de sâkî-i ecel.

Şeyh Bâlî'ye içirdi bir mey.

Geçti ol mest-i mey cânı fenâ,

Nâr-ı hasretle kodu dillere key.

Rihletin gûş edip onun Sâ'î,

Dedi târihini "Hey şeyhim hey"(980).

SİZE ZARARI DOKUNABİLİR

Kendisi anlatır: "Bir gün hocamın hizmetinde idim. Bir kimse gelip zamânın ileri gelenlerinden birinden selâm getirdi. Evliyânın büyüklerinden olan Muhyiddîn ibni Arabî hakkındaki görüşünü sordu. "Füsûs kitabı hakkında ne dersiniz?" dedi. Celâllenen Ramazan Efendi; "Efendine söyle, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinden alıp veremediği ne? Her gün haram yemekle karnını dolduran bir kimsenin bâtınî sırlara ulaşması mümkün müdür? Sel gibi göz yaşı dökmeyenler, hakîkat denizinden inci-mercan toplamaya muktedir olamazlar. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri o kitabı yazarken, on beş günde bir defâ yemek yerdi. Îtirâzı bıraksın. Muhyiddîn-i Arabî'nin adını söylerken, ağzını misk ve anber ile yusun. O mübârek kimsenin Füsûs adlı inceliklerle dolu kitâbından da elini ve dilini çeksin. Gücünün yetmediğini bırakıp, anlayabildiği şeylerle uğraşsın." diye cevap verdi. Biz de yine sohbetlerine katılmış olmakla; "Efendim, o kimse bu hususta mutaassıptır, olur ki size zararı dokunabilir." dedim. Ramazan Efendi; "Korkacak bir şey yoktur. Gâyesi meclis kurup, bizi tahkîr etmektir. Öyle birşey olursa, işte şöylece ederiz." deyip, başını paltosunun içine çekti ve o anda ortadan kayboldu. Beni bir dehşet kapladı. Bir hayli zaman o hâlde kaldım. Bir saat kadar geçince, tekrar mübârek yüzlerini görebildim."

1) Kitâb-ı Silsile-il-Mukarrebîn ve Menâkıb-il-Müttekîn (Münîrî Efendi), Süleymâniye Kütüphânesi, Şehîd Ali Kısmı, No: 2819, vr: 115a
2) Ikd-ul-Manzûm; c.2, s.259
3) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.208
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.80
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.306
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BAYTAZZÂDE HACI ABDULLAH






Gâziantep velîlerinden. İsmi Abdullah, babasınınki Muhammed Efendidir. 1819 (H.1235) senesinde Kilis'te doğdu. Babası Muhammed Efendi, Çekmeceli Câmiinde müderrislik yapardı. Sülâlesi Taşkent bölgesinden hicret edip, Kilis'e yerleşmişti.

Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Baytazzâde, bir komşusunun himâyesinde büyüdü. İlk tahsîlini tamamladıktan sonra, Akçurun Câmii müderrisi Hacı Hâfız Efendinin derslerine devâm etti.

Baytazzâde ilim tahsîline devâm ettiği sıralarda, Kilis ve havâlisi Mısır Hidivi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşa tarafından işgâl edildi. İbrâhim Paşa, ordusuna katılmak üzere Kilislilerden gençler istedi.Paşaya asker olarak verilen gençler arasında yetim Abdullah da vardı. İbrâhim Paşa bu gençleri Mısır'a gönderdi.

Baytazzâde Abdullah Efendi Mısır'da iki yıl askerlik yaptı. Bu arada Kölit adındaki bir Fransızdan hekimlik ve biyoloji öğrendi. En zor ve karmaşık konuları kısa zamanda kavrayacak kadar akıllı zekî ve çalışkandı.

Hattatlık ve hâkkâklık alanında da üstün bir kâbiliyeti vardı. Kıymetli taşları oyup biçimlendirmede ve mahâretle mühürler kazmada çok başarılı idi. Elinin emeği ile geçindiği gibi, para da biriktiriyordu.

Bir gün çarşıda dört çocuklu yoksul bir hanım gördü. Kadının beyi ölmüş ve çocukları ile birlikte yersiz yurtsuz, aç bir halde sokakta kalmıştı. Yardım için baş vurduğu her yerden kovuluyordu. Baytazzâde Abdullah Efendi, gözyaşlarıyla dolaşan bu hanıma biriktirdiği paraları verdi.

Birkaç gün sonra rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona Mekke-i mükerremeye gitmesini söyledi. Askerlikten kaçmanın cezâsı ölüm olmasına rağmen, her şeyi göze alarak Mekke-i mükerremeye gitti. Evliyânın büyüklerinden olan Mevlânâ Muhammed Cân Mekkî'nin talebesi olmakla şereflendi. Hocasına on sene hizmet etti. Sohbetlerinde kemâle geldi.

Hocasının vâsıtasıyla Abdullah-ı Dehlevî'nin rûhâniyetinden istifâde etti. Muhammed Cân ona icâzet vererek, memleketine gönderdi. Hacı Abdullah, memleketinde Baytazzâde Tekkesini yaptırdı. Bu tekkede yıllarca insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Birçok âlim yetiştirdi.

Baytazzâde aynı zamanda Allahü teâlânın aşkıyla şiirler de söyledi. Şiirlerinin toplandığı dîvân basılmamıştır. Şiirlerinde Sermest ve Hâlis mahlasını kullanmıştır. Ayrıca Sıffîn Vak'ası adlı bir târihi ile tıbba dâir el yazması eserleri olduğu bilinmekte ise de, yeri tesbit edilememiştir. Şiirlerinden bâzı örnekler:

Sâkî hele kalk, bâdeye bak vakt-i seher bu

Sen sâat-i dünyâyı bil ki tezce geçer bu

Gel fursatı fevt etme bilip vakti ganîmet

Çün ömrü bilin, ömrü gibi ömrü gider bu.

Ağlayu gelmezseniz, cân ile bilmezseniz

Ölmeden ölmezseniz, burda hîç olmazsanız

Hayfâ size hem bize ger bizi bilmezseniz

Sâkî hemen mey getir, bî-gışş u bî şey getir.

Hacı Abdullah Efendi 1880 (H.1297) senesinde Kilis'te vefât etti. Kalabalık bir cemâat ile kılınan namazdan sonra tekkesinin içindeki âile mezarlığına defnedildi.

1) Âbidler ve Kitâbeleri ile Kilis Târihi (İ.H.Konyalı)
2) Kilis Tarihi (1932)
3) Kilisli Şâirler Antolojisi (Matbu değil. Seyfettin Başcılar)
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEDÎ'UDDÎN SEHÂRENPÛRÎ





Hindistan'ın büyük velîlerinden. Doğum târihi ve yeri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Vefât târihi de kesin belli olmayıp on birinci asrın ortalarında vefât ettiği tahmin edilmektedir.

Bedî'uddîn Sehârenpûrî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olmadan önce memurluk yapıyordu. Zaman zaman hazret-i İmâm'ın yâni İmâm-ı Rabbânî'nin sohbetlerini dinlemeye giderdi. Bu sırada bir kıza âşık oldu. Sâlih amelleri yapmak, haramlardan kaçınmak gibi mühim amellere pek dikkat etmiyordu. Hazret-i İmâm, ona; "Bedî'uddîn, niçin namaz kılmıyorsun ve günahlardan sakınmıyorsun?" buyurdu. O da; "Çoklarından böyle nasîhatler dinledim. Eğer bu hususta teveccüh buyurursanız ve beni bu hâlden teveccüh ve tasarrufla kurtarırsanız, buyurduklarınızı yapabilirim, yoksa bana nasîhat tesir etmiyor." diye arzetti. Bir an teveccüh edip; "Yarın bu niyet ve emniyetle buraya gel." buyurdu. Ertesi gün, çok sevdiği kız onlara misâfir geldi. Onunla konuşmaya dalıp, hazret-i İmâm'a gidemedi. İki-üç gün sonra İmâm-ı Rabbânî'nin sohbetine gitti. Buyurdu ki: "Verdiğin sözü tutmadın. Ama mâdem ki bugün geldin, yine iyi ettin. Git abdestini yenile, iki rekat namaz kıl ve yanıma gel." Buyurdukları gibi yaptı. Onu husûsî odalarına götürdü ve teveccüh buyurdu. Kendinden geçip yere yıkıldı. O hâlde onu kaldırıp eve götürdüler. Bir gün bir gece sonra kendine geldi. Kalbini yoklayınca, o tutkunluktan bir iz kalmadığını gördü. Kalbini temizlenmiş, belki bütün tutulma ve bağlardan kopmuş buldu. Bundan sonra hocasının sohbetlerine devâm etti. O istekler hazînesinin yüksek teveccühlerinin bereketi ile sonsuz yükselme ve derecelere kavuştu.

Bedî'uddîn Sehârenpûrî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine memuriyeti bırakıp, hep hizmetinizle şerefleneyim diye arz ettiğinde; "Bu sefer bırakma." buyurdu. Ne kadar ayrılmayı söylediyse râzı olmadılar. Bir ara yıllık izne ayrılmıştı. Saltanat merkezi Ekberâbâd'dan ayrıldığı ilk gün, Burhânpûr'a gidinceye kadar, her gün sabahtan akşama kadar, hocası hazret-i İmâm'ı yanında görürdü. Gelirler, insanlar arasında onun elini tutup kenara çekerler ve terbiye ederlerdi. Bu günlerde hiçbir gün ve hiç bir zaman ondan ayrılmadılar.

Bedî'uddîn Sehârenpûrî Ecbin'e gittiğinde, kâfirlerin râhiplerinden istidrâc ehli olup, zamânın pâdişâhının ve emirlerinin kendisine îtikâdı olduğu ve görmeye gittikleri Ecyed Rub Çükî'ye adlı biri vardı. Devlet ileri gelenleriyle birlikte onu görmeye gitti. Râhip onu görür görmez; "Ey Bedî'uddîn! Bugün dünyâda kendisinden daha büyük velî bulunmayan hocanı bırakıp da böyle nereye geldin?" dedi. "Sen onu nereden biliyorsun?" diye sorunca; "Bu asırda senin hocan gibisinin bulunmadığı bana keşf ve mâlum oldu." dedi. Bunun üzerine; "Mâdem ki öyledir, sen niçin onun hizmet ve sohbetine gitmiyorsun?" dedi. "Ben kendi dînimde olgunlaşmışım, ona ihtiyâcım yoktur." cevâbını verdi ve küfründe ısrâr etti.

Bir gün Allahü teâlânın ismini anarken bir anda kendini Resûl-i ekremin sohbetinde gördü. Birisi; "Yâ Resûlallah! Siz kuşluk namazını kılarmısınız, yoksa, kılmaz mısınız?" diye suâl etti. Cevap vermediler. Bedî'uddîn Sehârenpûrî arzetti ki: "Yâ Resûlallah! Meyân Şeyh Ahmed (yâni İmâm-ı Rabbânî hazretleri) bu namazı kılıyor. Onun hâli öyledir ki, sizin yapmış olduğunuz her ameli yapar." Resûl-i ekrem efendimiz biraz murâkabeden sonra, mübârek başlarını kaldırıp; "Meyân Şeyh Ahmed'in yaptığı her amel haktır, doğrudur ve bizim amelimizin aynıdır. Biz de bu namazı kılıyoruz." buyurdular.

Ne zaman Serhend'e mübârek hocasının huzûruna gitse kendiliklerinden buyururlardı ki: "Sen şu hâldesin, bundan sonra şöyle şöyle olacak."Gerçekten buyurdukları gibi vâki olurdu. Dâimâ ona hâllerini söyler, bu yolda ilerlemesini sağlar ve kontrol ederdi.

Bir gün bir tanıdığın ricâsı ile, kendisinden dîne muhâlif bâzı sözler duyulduğu için, hazret-i İmâm'ın yâni İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kırgın olduğu bir şeyhin kabrini ziyârete gitti. Ama hem gidiyor, hem de hazret-i İmâm'ı incitip, kendisine darılacaklarından korkuyordu. Kabrin başına oturduğu sırada, yırtıcı bir arslanın kabristanın etrâfında dolaştığını gördü. O korku ve dehşetle arslana bakarken, gördü ki, arslanın gözleri, hazret-i İmâm'ın gözleri; arslanın yüzü, tamâmen hazret-i İmâm'ın yüzü gibidir. Üzerinde büyük bir kızgınlık hâli vardı. Hocasını hiç görmediği bir öfke hâli ile görünce, heybetinden titreyerek kalktı ve oradan uzaklaştı. Vakit geçirmeden tövbe etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Bedî'uddîn Sehârenpûrî'ye icâzet verip, memleketine gönderince, dostlarından biri onu yolcu etmek için şehrin dışına kadar gitti. Aklına; "Babam öleli bir müddet zaman geçti. Bedî'uddîn hazretlerine babamın hâlini sorayım, azabda mı, yoksa nîmette midir?" diye geldi.Bedî'uddîn kuşluk namazı için hayvanından inince, o bu düşüncesini arz etti. Bir müddet başını eğdi ve sonra; "Şu heyet ve kıyâfette bir şahıs göründü. Gâyet beyaz elbise giyiyordu. Hâlini sordum: "İyiyim, bana yüksek makâm verdiler." dedi. "O makâmdan buraya gelmek istemezdim, ama siz çağırınca ister istemez geldim." buyurdu. Şeyh Bedî'uddîn'in ona târif ve tavsîf ettiği şahıs o zâtın babası idi. Hâlbuki Şeyh Bedî'uddîn babasını hiç görmemişti ve tanımazdı.

Bedî'uddîn Sehârenpûrî senelerce İmâm-ı Rabbânî'nin hizmetinde ve sohbetinde bulundu. Çok derece ve hâller, makam ve mertebelere erişip, kemâl sâhibi oldu. İcâzetle şereflenip, yurduna gitti ve Hak tâliblerini terbiye etmek ve yetiştirmekle meşgûl oldu. Sohbetlerinde o ekseriyâ hazret-i İmâm'ın hârika ve kerâmetlerinden, güzel ifâde ve tatlı sözlerinden anlatırdı. İlmiyle amel edenlerin en önde gelenlerinden olup, dünyâya hiç meyletmez, haramlardan çok sakınırdı. Sohbeti hoş, sözleri çok tatlı idi.

Bedî'uddîn Sehârenpûrî'nin, hocasıİmâm-ı Rabbânî hazretlerine gönderdiği mektûbdan bir kısmı şöyledir:

"Hizmetçilerinizin en aşağısı Bedî'uddîn'in yüksek huzûrlarınıza arzıdır. Peygamber efendimizden husûsî müjdeler alıyorum. Çok nasîhatler ediyorlar. Bir gün; "Sen Hindistan'ın ışığısın." buyurdular ve daha çok ibâdet etmemi emrettiler." Hazret-i İmâm buna cevap olarak birkaç satırlık şu mektubu yazdılar.

"Allahü teâlâya hamd olsun. Sevdiği, seçtiği kullara selâmlar olsun. Kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendik. Bu vâkıalar müjdecidirler ve te'vil edilmeleri lâzımdır. Ne kadar te'vil olunurlarsa o kadar nûrlu oluyorlar. Yâ Rabbî! Bizim nûrumuzu tamamla. Sen her şeye kâdirsin. Mâdem ki amelin, ibâdetin arttırılması ile emr olundunuz, elinizden gelebildiği kadar amel ve ibâdet ediniz. Çünkü, bu dünyâ ibâdet yeri, iş yeridir. Allah, işlerinizde yardımcınız olsun."

Bedî'uddîn Sehârenpûrî'nin hazret-i İmâm'a gönderdiği şu mektubu da hâlinin ve kemâlinin yüksekliğini, istikâmette olduğunu, kötülük yapmak isteyenlerin cefâlarına sabrettiğini bildirir.

"Yüksek dergâhınızın hizmetçilerinin en aşağısı olan Bedî'uddîn'in, yüksek makâmınıza arzıdır. Bu zavallının hâlleri teveccühlerinizin bereketiyle istikâmettedir. İşlerin yapılmasında bir gevşeklik olmuyor. Bütün ümidim, hayâtımdan kalan şu birkaç günlük zamanda da, hazretinizin ihsân nazarlarına kavuşmaktır. Çoğu zaman vâki olacak bâzı hâdiseler vukû gelmeden evvel bildiriliyor. Bir teşebbüsle değil, kendiliğinden oluyorlar. Gayb âleminden öyle müjdeler veriliyor ki, bunları ancak huzûrunuzda arzedebilirim.

Kabir ve âhiret hâllerini açık olarak haber veriyorlar. Bütün bunlar, yüksek dergâhınızın sadakalarıdır. Yoksa, bu kâbiliyetsiz zavallının, bu arzettiğim şeylerle ne ilgisi, bu yüksek makâmlarla ne münâsebeti vardır? Ey kalbimin sevgilisi! Hazretinizin teveccühü ile müşâhede makâmına kavuştum. Bütün arzûm bir kere cihânın efendisi olan Peygamber efendimizin cemâlini görmek ve kemâlâtından bir şûleye kavuşmaktı. Allahü teâlânın ihsân ve ikrâmı ile, bir gece teheccüd namazından sonra, beni bu devlete kavuşturdu. Bu makâmın hazret-i Gavs-üs-Sekaleyn'e bağlı olduğu, onların vâsıta ve vesîlesi olmaksızın o dergâha ulaşmanın zorluğu Peygamber efendimize tam uyan en büyük velîler hâriç, bu makâmın nûrlarından kimsenin alamayacağı bildirildi. Muhterem efendim! Bu cihânda hazretinizden başka terbiye edicim yoktur. Dâimâ Allahü teâlâdan, bu istidâdsızın ve kâbiliyetsizin, Allah yolunda bulunanları severek ve onların dergâhında hizmetçi olarak yaşamasını, bu şartlar altında ölmesini ve haşr olmasını, sevgili Habîbinin hürmetine yalvararak duâ ediyorum."

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, Bedî'uddîn Sehârenpûrî'ye yazdığı bir mektup aşağıdadır:

Allahü teâlâya hamd olsun. O'nun seçtiği iyi insanlara selâm olsun! Kıymetli mektubunuz geldi. O taraflarda, iki korkunç hâdise başladığını, birinin tâûn vebâ hastalığı, ötekinin de kaht, kıtlık, gıdâ maddelerinin azlığı olduğunu yazıyorsunuz. Allahü teâlâ, bizi ve sizi belâlardan korusun. Hepimize âfiyet versin!

Bu büyük sıkıntı arasında, gece gündüz ibâdet ve murâkabe etmekteyiz. Kalbimiz her ân O'nun iledir yazıyorsunuz. Bunu okuyunca Allahü teâlâya hamd eyledik, şükr ettik. Böyle zamanlarda dört "Kul"u çok okuyunuz!(Yâni Kul yâ eyyühel kâfirûn ve Kul hüvallahü ve Kul e'ûzüleri okuyunuz! Cinnin ve insanların şerrinden korur.)

Erkeklerin kefeni, üç parça olmak sünnettir. Sarık sarmak bid'at olur. "Ahdnâme" denilen (suâl meleklerine verilecek cevapları ve duâ ve istigfâr) yazılı kâğıdı, kabre koymamalıdır. Mübârek yazıların, isimlerin, meyyitin pislikleri ile karışmasına sebeb olur ve (dînin dört delîlinden) bir sened ile bildirilmemiştir. Mâverâünnehr (Aral gölüne akan Seyhûn ve Ceyhûn nehirleri arasındaki şehirler) âlimleri, böyle bir şey yapmamıştır. Meyyite kamîs yerine, bir âlimin gömleğini giydirmek iyi olur. Şehîdlerin kefenleri, elbiseleridir. (Silâh yarası alarak ölen şehîdler yıkanmaz ve kefenlenmez. Muhârebede yara almadan ölen ve sulhda, sârî hastalık ve âfetlerle ölenler, şehîd sevâbı kazanırsa da, bunlar yıkanır ve kefenlenir). Ebû Bekr-i Sıddîk; "Beni, bu iki çamaşırım ile kefenleyiniz." buyurmuştu.

Kabirdeki hayât, bir bakımdan, dünyâ hayâtına benzediği için, meyyit terakkî eder, derecesi yükselir. Kabir hayâtı, insanlara göre değişir. Hadîs-i şerîfte; "Peygamberler, (aleyhimüsselâm) kabirlerinde namaz kılar. buyruldu. Peygamberimiz mîrâc gecesinde, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, mezarda namaz kılarken gördü. O ânda göğe çıkınca, Mûsâ aleyhisselâmı gökte gördü.Kabir hayâtı, şaşılacak bir şeydir. Bu günlerde, merhûm büyük oğlum (Muhammed Sâdık) dolayısı ile, kabir hayâtına bakarak, şaşılacak gizli şeyler görülüyor. Bunlardan az bir şey bildirsem, akıl ermez. Fitnelere, karışıklığa sebeb olur. Cennetin tavanı, Arş'dır. Fakat kabir de, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Akıl gözü bunu göremiyor. Kabirdeki şaşılacak şeyler, başka bir gözle görülüyor. Yarım yamalak da olsa, inanmak, azâbdan kurtulmağa sebeptir. Fakat, o güzel kelimenin (Kelime-i tevhîd) Hak teâlâ tarafından kabûlü için (dünyâda dînin emirlerine uymak), sâlih emirleri işlemek lâzımdır.

Ölmemek için, vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak büyük günahtır. Muhârebede, düşman karşısından kaçmak gibidir. Vebâ bulunan yerden kaçmayıp sabr eden kimse, ölünce, şehîdlerin sevâbına kavuşur. Kabir sıkıntısı çekmez. Sabr eden kimse, ölmezse, gâziler sevâbına kavuşur. Arabî beyt tercümesi:

Rabbim öl deyince, ölmeği severim,

Mevte çağırana safâ geldin derim.

1) Zübdet-ül-Makâmât; s.346
2) Hadarât-ül-Kuds; s.334
3) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.326
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.953
5) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.15, s.205
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEDREDDÎN SERHENDÎ




Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Hindistan'ınSerhend şehrinden olup, babası Şeyh Muhammed İbrâhim'dir. 1593 (H.1002) senesinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hânegâhında, ilim tahsîl ederek yetişti. Hocasının teveccühlerine kavuşup, sohbetlerinde bulunmakla şereflendi. 1688 (H.109 senesinde vefât etti.

Bedreddîn Serhendî, zekî ve çok akıllı idi. Kısa zamanda keşf ve kerâmetler sâhibi oldu. Hocasının daha ilk teveccühlerinde, kalbi zikretmeye başladı. Kelâmda en büyük kitâb olan Şerh-i Mevâkıf'ı, Beydâvî Tefsîrini ve Mîr Hâşiyesi ile berâber, Akâid-i Adudiyye'yi, İmâm-ı Rabbânî'nin huzûrunda okudu. On beş yaşında iken İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda tasavvuf yoluna girdi.

Bedreddîn Serhendî tasavvuf yoluna girdikten sonra, hazret-i İmâm'a yâni İmâm-ı Rabbânî'ye yazdığı bir mektûbta şu hâllerini yazdı: "Ne zaman bir kabre uğrasam, kabirdekinin hâli bildiriliyor. Azâb veya sıkıntıda, yâhut nîmetler içinde olduğunu görüyorum. Bâzan da kabri karanlık veya aydınlık görüyorum. Bir büyüğün mezarının başına gidersem, Cennet'te nîmetler içinde olduğu mâlûm oluyor. O azîzin bana merhamet ve lütuflarını müşâhede ediyorum. Bâzan yüz çevirdikleri ve teveccüh etmedikleri de oluyor. Uzun yalvarmalardan sonra, ne için böyle davrandıklarını soruyorum ve öğreniyorum."

Bir gün anne ve babasının kabirlerini ziyârete gitmişti. Abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra; "Yâ Rabbî, bu namazın sevâbını Peygamber efendimize ve bütün peygamberlere (aleyhimüsselâtü vesselâm), hepsinin eshâbına, evliyâya ve onlara tâbi olan anne ve babanın rûhlarına ihsân eyle." dedi. Duâsını bitirince, bütün kabirlerde olanların rûhları çekirgeler gibi ona koştular ve onları da bu duâya ortak etmesini istediler. Her ne kadar, "Ana ve babama çok sevâb verilmesini istiyorum." dedi ise de, fayda vermedi. Yalvardılar ve geri gitmediler. Gidip Şeyh Ebû Neccârî'nin türbesine girdi. Gördü ki, şeyhin türbesinin içine girmediler, dışarıda mahrûm kaldılar. "Dönüşte hepinize Fâtiha okuyacağım." diye söz verdi. Çok sevindiler. Büyük şeyhin türbesine döndü. Şeyh kalktı ve hürmet etti, çok lütuf ve merhamet eyledi ve bu şehirde salgın hâlinde olan vebâdan sen zarar görmeyeceksin diye müjdeledi.

İmâm-ı Rabbânî buyurdular ki: "Bizim büyüklerimiz kabirlerin keşfine îtibâr etmiyorlar. Onların kabir ziyâretindeki usûlleri, kabrin hizâsında kendini bütün bağlardan kurtarıp, bütün himmetiyle kabrin sâhibine teveccüh ederek oturmaktır. Bundan sonra kalblerine ne gelirse, kabirdekinin hâlinden bilirler. Yabancıların sohbetinde de, o büyüklerin hâli böyledir. O gibi şeylere güvenmeyiniz. Bu, kendini beğenmeye götürür. Ucb, yâni kendini beğenmek ise, yol keser."

Bir gece rüyâsında; büyük bir şehirde, yüksek bir sarayda, yüksek bir salonda İmâm-ı Rabbânî'nin huzûrunda oturduğunu gördü. Dışardan birisi gelip ona; "Hızır aleyhisselâm kapıda seni bekliyor." dedi. Hazret-i İmâm'dan izin işâreti geldi ve hemen kalktı, dışarı çıktı. Hızır aleyhisselâmın genç bir insan sûretinde, güzel yüzlü, beyaz benizli, sakalı yeni çıkmış bir hâlde kapıda durduğunu gördü. Selâm verdi. O çıkar çıkmaz, yürüdü. O da ardından gitti. O beldenin sokak ve yollarını dolaştı. Gezerken; "Efendim! Allahü teâlânın size ihsân ettiği feyz ve bereketlerden bana ihsân ediniz." dedi. "Sen öyle bir kimseden nisbet almışsın ki, sana ve âleme onun irşâdı yeter." diyerek, Hazret-i İmâm'ın büyüklüğüne işâret etti.

Bir defâ yine rüyâda Server-i âlemi ders verdiği mescidinde, sırtı kıbleye karşı iki dizi üzerinde oturuyor gördü. Mescide girip elinde olmayarak, kendini ayaklarına attı. Sonra kalkıp duâ eder gibi iki elini kaldırdı ve; "Yâ Resûlallah! Bana bir müjde verin!" diye arz etti. İsrâ sûresinin; "Bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allah, kulunu geceleyin götürdü." meâlindeki birinci âyetini okudu. Bundan sonra buyurdular ki: "Senin evinde erkek çocuklar dünyâya gelecek." Bu rüyâdan on ay sonra bir oğlu oldu. İsmini Muhammed Ârif koydu. Bundan sonra doğan çocuklar hep erkek oldu. Allahü teâlâ, Resûl-i ekremin müjdesi üzerine, yedi çocuk verdi.

Bir gün İmâm-ı Rabbânî hazretleri, talebelerinin büyükleri ile sohbet ederken; "Bu yolun büyüklerinin dilinde kullanılan nisbet kelimesinin mânâsı nedir?" buyurdu. Bedreddîn Serhendî de; "Siz bilirsiniz!" diye arzetti. Bir an başlarını önüne eğdiler ve teveccüh ettiler. Sonra; "Nisbetten murâd; sâlik ile Hak arasında olan yakınlık ve alâkadır." buyurdu.

Hazret-i İmâm, Mektûbât'ın üçüncü cildini tamamlayıp, dostlara birkaç tâne daha mektûb yazınca, Bedreddîn Serhendî içinden; "Bu dördüncü cildin toplayıcısı fakîr olsa." diye niyetlendi: Nitekim birinci cildi Mevlânâ Yâr MuhammedCedîd, ikinci cildi Mevlânâ Abdülhay, üçüncü cildi Hâce Hâşim-i Keşmî toplamışlar idi. Bir gün yalnızken hazret-i İmâm'a bu niyetini arzetti. Bir an sustular, sonra buyurdular ki: "Vakit nerde, fırsat kime? Yakînen bilinmelidir ki, ömrümüz senelerden çıktı, günlere kaldı. Sen niyetinin sevâbını alırsın." Bu konuşmadan birkaç gün sonra o, dünyâyı aydınlatan güneş, toprak perdesi altına geçti. Yâni vefât etti.

Vebâ günlerinde, bir gece yarısı, Bedreddîn Serhendî'nin hanımının boğazında tâûn alâmeti görüldü. Birden ateşi yükseldi. Şaştı ve perişân oldu. Çünkü küçük çocukları vardı. Hemen ağlayarak ve kalbden inleyerek hazret-i İmâm'a ilticâ eyledi. Hocaları görünüp buyurdular ki: "Filân yere koyduğunuz şu ekmekleri sadaka verin, hanımınız sıhhat bula
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEHÂEDDÎN KIŞLAKÎ









Buhârâ'da yetişen hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. Buhârâ yakınlarında bulunan Kışlak köyünde doğdu. Buraya nisbetle Kışlakî denilmiştir. Doğum ve vefât târihleri tespit edilemeyen Kışlakî, sekizinci asırda yaşadı. Dokuzuncu asrın başlarında vefât ettiği bilinmektedir.

Çevresinde bulunan büyük âlimlerin sohbetlerinde bulunarak yetişen Kışlakî, ilimde yükselerek, zamânındaki âlimlerin önde gelenlerinden oldu. Bundan sonra, talebe okutmak, ders vermek sûretiyle hizmete başlayan Kışlakî hazretleri, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hocalarındandır.

Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, tasavvuf yolunun daha başında iken, Nesef beldesinde tesâdüfen Mevlânâ Behâeddîn Kışlakî'yi gördü. Bundan sonra onun sohbet ve hizmetine can atar oldu.

Kışlakî hazretleri, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî'yi daha ilk gördüğünde; "Sen öyle yükseklerde uçacak bir kuşsun ki, bu yolda senin arkadaşın ve uçuş yoldaşın Ârif Dikgerânî olsa gerektir." dedi. Bu söz üzerine Şâh-ı Nakşibend, Mevlânâ Ârif'i bir an evvel görmek iştiyâk ve arzûsuyla yanmaya başladı. Onun bu hâlini anlayan Kışlakî, Behâüddîn-i Buhârî'ye; "Gönlün Mevlânâ Ârif'i çok çekiyorsa, çağırayım gelsin." buyurdu. Vakit öğle vakti idi. Bu sırada Ârif-i Dikgerânî hazretleri oraya iki buçuk günlük mesâfede bulunan köyünde çiftini sürmüş öğle namazını da edâ ettikten sonra talebeleri ile sohbet etmekte idi. Behâeddîn Kışlakî evinin damına çıkarak; "Ârif, Ârif, Ârif!" diye üç defâ seslendi. Sesi Allahü teâlânın izni ile mekân duvarını aşıp Ârif-i Dikgerânî hazretlerine ulaştı. Mevlânâ Ârif derhâl sohbeti kesip yanındakilere; "Beni Mevlânâ Behâeddîn Kışlakî çağırıyor. Hemen gitmeliyim. Sizler evlerinize dönebilirsiniz." dedi. Acele ile yola çıktı. Aralarında bulunan mesâfeyi bir anda aldı. Kışlakî ile Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bulundukları yere geldi. Behâeddîn-i Buhârî ile Ârif Dikgerânî'nin ilk karşılaşmaları, Kışlakî hazretlerinin vâsıtası ile bu şekilde oldu.

Behâeddîn Kışlakî hazretlerinin dergâhı, talebelerle dolar taşardı. Dergâhına gelenlere, eğer feyz ve bereketlere kavuşmak, Allahü teâlâ katında makbul bir zât olmak istiyorlarsa öncelikle nefsin arzularını terkedip tam bir ihlâs ve samîmiyetle hocasının hizmetinde olmanın ehemmiyetini anlatırdı. Bir defâsında, yeni gelen bir talebesine bu durumu îzâh etmek için; "Mutfakta bir derviş var. Git onu gör." buyurdu. Bu yeni talebe mutfağa gittiğinde, sırtına odun yüklenip mutfağa taşıyan birisini gördü. Bu yeni talebe, böylece hafif ve ağır demeden, ne hizmet varsa hemen el atmak îcâb ettiğini, büyüklere hizmetin insana neler kazandıracağını anladı.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir gün talebeleri ile sohbet ederken onlara Behâeddîn Kışlakî hazretlerinin bu hâllerinden bahsettikten sonra buyurdular ki: "İhlâs ile sırf Allahü teâlânın rızâsı için bunca hizmetler edip, bu yolda nefislerini hiçe indirmiş nice insanlar vardır. Onların eriştikleri devlet başka hiç bir devletle mukâyese kabûl etmez. Siz hizmette bu dereceye ulaşamazsanız bile kabûl ve takdir ediniz ki, böyleleri mevcuttur.

Behâeddîn Kışlakî hazretleri pekçok talebe yetiştirdikten sonra dokuzuncu asrın başlarında Rahmet-i Rahmâna kavuştu.

1) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Arabî); s.49
2) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Osmanlıca); s.78
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.269
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEHÂEDDÎN BİN LÜTFULLAH



İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi Mevlânâ Behâeddîn bin Şeyh Lütfullah'tır. Doğum târihi kaynaklarda bulunamamıştır. 1490 (H.895) senesinde Edirne'de vefât etti.

Babası Şeyh Lütfullah, Hak yolu yolcularının rehberi ve helâke uğrayanların, İslâmiyetten uzaklaşanların kurtarıcısı Şeyh Hâcı Bayrâm hazretlerinin önde gelen halîfelerinden idi. Bu sebeple Behâeddîn, daha küçük yaşta iken o yüce velînin elini öpmek ve duâsına kavuşmak şerefine nâil oldu. Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretleri tâcını Behâeddîn'e hediye etti. O bu tâcı ömrünün sonuna kadar başından çıkarmadı ve eriştiği dereceleri hep Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin tasarrufu bereketi bildi.

Zamânındaki büyük âlimlerden ilim öğrenerek yetişen Mevlânâ Behâeddîn, daha sonra Hâcezâde Muslihuddîn Mustafa bin Yûsuf'un hizmetine girdi. Kısa zamanda yükselerek, Hâcezâde'nin ders vekîli oldu. Önce gelen hakîkî İslâm âlimlerinin yaptıkları gibi edebe riâyet ile ilmini arttırdı ve büyük âlimlerden oldu.

İlminin çokluğu ile berâber, fazîlet ve güzel hâllerde de çok üstün idi. Vakitlerinin çoğunu ilim ve ibâdete ayırdı.

İlimde çok yükselip, insanlara faydalı olacak, ders verecek hâle gelince, Balıkesir Medresesine müderris oldu. Sonra Bursa'da Yıldırım Bâyezîd Han Medresesinde görevli iken, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul'da yaptırılan Sahn-ı Semân medreselerinden birine tâyin edildi. Bir müddet sonra, bu vazîfeye Magnisâvîzâde'nin tâyin edilmesi ile, tekrar Bursa'daki vazîfesine döndü. Bir zaman sonra, kendisini sırf ibâdet ve tâata vermek, başka hiçbir şeyle meşgûl olmamak istedi. Bunun için müderrislik vazîfesini bırakıp, Balıkesir'de yerleşti. İnsanlardan ayrı, kendi hâlinde yaşamayı tercih etti.

Sultan İkinci Bâyezîd Han, Edirne'de büyük ve mükemmel bir medrese yaptırınca, buraya, ilk müderris olarak bizzât Mevlânâ Behâeddîn'i tâyin etti. Böylece bu kıymetli vazîfeye tekrar başladı. Mevlânâ Behâeddîn hazretleri 1490 (H.895) senesinde vefâtına kadar bu görevde kaldı. Pekçok talebe yetiştirdi. İnsanlar ondan çok istifâde ettiler. Vefâtı üzerine şu târih düşürüldü:

"Asrın âlimi Behâeddîn'i kaybettik

Rabbim ona rahmet et diye târih dedik."

Rivâyet olunur ki, Mevlânâ Behâeddîn hazretleri, bir gün Edirne'de velîlerden birine rastladı. O zât Mevlânâ'ya; "Yolculuk zamânı yaklaştı. Âhirete göç etmek zamânı geldi. Devamlı âhiret hazırlığında bulunmalı değil mi?" diye hitâb etti. Mevlânâ tebessüm ederek; "Evet!" mânâsına başını salladı.

Bu konuşmadan sonra evine gelen Mevlânâ, vasiyetini yaptı.Yedi gün hasta yattıktan sonra vefât etti. Onu sevenler, vefâtına çok üzüldüler.

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye (Arabî); c.1, s.219
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi(Mecdî Efendi); s.213
3) Tâcü't-Tevârih; c.5, s.162
4) Edirne ve Paşa Livası; s.99-100
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEHÂEDDÎN MECZÛB EL-KÂDİRÎ




Mısır'da yetişen büyük velîlerden. Behâeddîn Meczûb el-Kâdirî diye tanınır. Doğum târihi ve yeri tesbit edilememiştir. 1514 veya 1516 (H.922) senesinde Mısır'da vefât etti. Bâb-üş-Şa'riye denilen yerin yakınında defnolundu.

İlk zamanlarında Câmi-i Meydan-il-Kamh'da hatîblik ve aynı zamanda mahkemede vazîfe yapardı. Bir defâsında, kâdı, nikâh akdi yaparken, o da şâhid olarak orada idi. Bu sırada nikâhı yapılacak olan erkek; "Bize şâhid olarak sıradan kimseleri değil, şühûd sâhibi, yâni kalp gözü açılmış, kerâmet sâhibi evliyâdan şâhidler getiriniz. Nikâh şâhidlerimiz öyle kimseler olsunlar." dedi. O kimsenin bu sözü kendisine çok tesir eden Behâeddîn Meczûb, kendisinde aranılan hasletler olmadığı için çok mahcûb oldu ve yüzünü kapadı. Derhâl oradan çıkarak yürümeye başladı. Bu hâlde, şehrin yakınında bulunan Mukattam dağına vardı. Hiçbir şey yemeden ve içmeden, orada üç gün kaldı. Tasavvuf yolunda bulunmak, bu yolda çok ilerleyip bu yolun yüksekliklerine kavuşmak arzu ve şevki ile çok ağlayıp, Allahü teâlâya yalvardı. Nihâyet, tasavvuf hâlleri kendisini kapladı. Bundan sonra dünyevî vazîfesinden ve meşgûliyetinden tamâmen ayrılarak, kendisini tasavvuf yoluna verdi. Bu yolda ilerlemek için çok gayret gösterdi. Allahü teâlâ ve Resûlullah efendimizin ve bu yolun büyüklerinin aşk ve muhabbetlerinin kendisini sardığı, bu aşk ile kendinden geçmiş hâlde bulunan meczûb velîlerden birisi oldu.

Keşf ve kerâmetleri her tarafa yayıldı. Onun yüksek bir zât olduğunu âlim olanlar bildiği gibi, diğer insanlar da bilir, ona hürmet ve edeb gösterirlerdi. Cenâb-ı Hakk'ın lütfu olarak, keşiflerinde hatâ ve yanılma görülmez, doğru çıkardı.

1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.137
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.369
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.316
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEHÂEDDÎNZÂDE (Muhyiddîn Muhammed bin Behâeddîn)





Osmanlılar zamânında Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden. Tefsîr, hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Behâeddîn bin Lütfullah, lakabı Muhyiddîn'dir. Behâeddînzâde ve Behâî diye tanınır. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1545 (H.952) senesinde Kayseri'de vefât edip, hocasının hocası Şeyh İbrâhim-i Kayserî hazretlerinin yanına defn olundu.

Çocukluğundan îtibâren tam bir edeb ve terbiye ile yetiştirilen Muhyiddîn Efendi, ilim öğrenmek çağına geldiğinde, ilk tahsîlini zamânının âlimlerinden olan babası Behâeddîn bin Lütfullah'ın huzûrunda yaptı. Ayrıca; Mevlânâ Hatîbzâde, Müslihuddîn Kastalanî ve Sultan Bâyezîd Han Gâzinin hocası Mârûfzâde gibi devrin meşhûr âimlerinden ilim öğrendi. Bu mübârek zâtların bereketli sohbetlerinde bulunmakla, kısa zamanda yetişip ilim ve fazîlette emsâl ve akrânından ileri geçti. Zâhirî ilimlerin tahsîlini tamamladıktan sonra, tasavvuf yoluna yönelerek, büyük âlim ve evliyâ Şeyh Muhammed İskilibî'nin huzûr ve hizmetlerine vâsıl oldu. Bu yolda ilerlemek için çok gayret etti. Hocasının bereketli nazarlarına kavuşmak için bir an yanından ayrılmadı. Verdiği her emre; "Baş üstüne." deyip sarıldı. Bu ihlâs ve samîmî gayretlerinin mükâfatı olarak, tasavvuf yolunda da kemâle gelip, parlayan sabah güneşi misâli etrafı aydınlatmaya, feyz ve nûr saçmaya başladı. Evliyâlık derecelerinin yüksekliklerine, mânevî kemâlâta kavuştu. Talebeleri yetiştirmek üzere hocasından icâzet aldı. Bundan sonra asıl vatanı olan Balıkesir'e yerleşti ve orada bir mikdâr insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. Talebe yetiştirdi.

Bu arada, Muhammed İskilibî'nin talebelerinin en yükseği ve halîfesi olan Abdürrahîm Müeyyedî de, hocasının İstanbul'daki zâviyesinde talebe yetiştirmekle meşgûl idi. Onun vefâtından sonra Behâeddînzâde, hocasının mânevî işâreti üzerine İstanbul'a geldi. Hocasının zâviyesine yerleşerek ders vermeye başladı.

Behâeddînzâde hazretlerinin sohbetleri gâyet tatlı idi. Dinleyenlerin gönlünü çeker, bağlananların kalplerini mânevî kirlerden temizlerdi. Allahü teâlânın nîmetlerinin kendisinde tecellî ettiği bir kimse idi. Mübârek sînesi ilim hazînesi idi. Dili hep hakkı söylerdi. Her sözü hikmet dolu idi. Mübârek vücûdu mutlak nûr idi. İslâmiyetin emir ve yasaklarını gözetmekte gâyet titiz ve gayretli idi. Bunun için çok çalışırdı. Hakkı, doğruyu söylemekten çekinmezdi. Hakkı ve bâtılı ayırmakta keskin kılıç gibi idi. Kimseden korkmazdı. Bu hususta başkalarının ayıplamalarından çekinmezdi.

Fen ve din ilimleri ile Arap dili üzerinde çok geniş ve tam bilgiye sâhip idi. Tefsîr ve hadîs ilimleri üzerinde de çok geniş ihtisâsı vardı. Kelâm ilmi ile tasavvuf ilmini cemedip, kendisinde topladı, birleştirdi. Görünüşte bu iki ilim, birbirinden ayrı gibi idi. Bu ayrılık, tasavvuf âlimleri ile kelâm âlimlerinin bir meseleyi ifâde etmekte kullandıkları kelimelerin çeşitli ve değişik olmasından meydana geliyordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Fıkh-ı Ekber'ini şerh ederek, kelâm ve tasavvufun ayrı gibi görünen kısımlarını en iyi şekilde îzâh edip açıkladı. Ayrı zannedilen yerleri ortadan kaldırdı.

Şüpheli olmak korkusu ile mübah, izin verilen şeylerin çoğundan sakınır, dünyâdan ve dünyalık şeylerden uzak dururdu. İslâmiyetin emirlerine tam uyardı. Tasavvuf yolunun inceliklerine, edeplerine çok riâyet ederdi. Devrin âlimleri onun Kutbü'l-aktâb denilen yüksek evliyâdan olduğunu belirtmişlerdir. Şeyh Behâeddînzâde tasavvufa dâir çok risâle yazmıştır. Allahü teâlânın emirlerini, Resûlullah efendimizin sünnetini yaymak ve bu kıymetli bilgileri insanların öğrenerek iki cihân saâdetine kavuşmaları yolunda çok gayretli ve fedâkâr olup, kendisini bu yolda adamış, vakfetmiş idi. Hakkı ve bâtılı ayırd etmekte ve bildirmekte pervâsız ve korkusuz idi.

Osmanlı âlimlerinin en büyüklerinden Müftü Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, ömrünün sonlarına doğru hastalanıp gücü kuvveti kalmamıştı. Uzun zaman hasta yattı. Fetvâ yazmakta zorluk çekiyordu. Pâdişâh ve âlimler kendisine bu işte yardımcı olmak üzere birini nâib, vekil seçmesini istediler. Zenbilli Ali Efendi, verâ ve takvâsından dînin emirlerini hakkıyla gözetmesinden ötürü bu işe Behâeddînzâde'yi münâsip gördü. Şeyh Behâeddînzâde, Zenbilli Ali Efendinin 1526 yılında vefâtına kadar bu görevde kaldı.

Rivâyet edilir ki, Behâeddînzâde Muhammed Muhyiddîn Efendi zamânında bâzı uygunsuz hâller zuhûr etmişti. Bu hâllere devlet ileri gelenlerinden de bulaşanlar oluyordu. Behâeddînzâde hazretleri sohbet meclislerinde meydana çıkan bu uygunsuz hâllerin, Resûlullah efendimizin bildirdiği hükümlere uygun olmadığını ve bunların derhâl yok edilmesini, bâzı densiz kimselerin dînimize uymayan işler yapmalarına müsâade edilmeyip, bunlara mâni olunması gerektiğini söyledi. Onun bu sözleri, o uygunsuz kimselerin kulağına gidince, onlar bu zâta sinirlendiler. Hattâ öyle oldu ki, Behâeddînzâde'nin talebeleri, o uygunsuz kimselerin, hocalarına bir zarar vermelerinden endişelenmeye başladılar. Bu endişelerini kendisine arzettiklerinde, dil anahtarı ile söz kilidini açarak, şu mühim ve açık cevâbı verdi:

"Dostlarım! Sizin korku ve endişeniz bende yoktur. Allahü teâlânın izni ve koruması ile onların zararından korkmam. Eğer beni öldürecek olurlarsa şehîd olurum. Hapsederlerse, benim için uzlet ve halvet olur. Yâni orada yalnız başıma ibâdet ve tâat ile meşgûl olurum. Eğer beni bu beldeden uzaklaştırırlarsa, hicret etmiş olurum. Bunların hepsi, Hakk'ı taleb edenler için saâdettir. Hepsinin karşılığında nihâyetsiz sevaplar ve sayısız faydalar vardır." Onun bu sözlerini dinleyenler, dînimizin emirlerine ne kadar bağlı olduğunu, din gayretinin çokluğunu ve Allahü teâlânın rızâsını başka her şeyden üstün tuttuğunu böylece daha iyi anladılar.

Behâeddînzâde Muhammed Muhyiddîn Efendi 1544 (H.951) senesinde hacca gitti. Ertesi sene dönüşünde Kayseri'de vefât edip, hocasının hocası olan İbrâhim Kayserî'nin yanına defnolundu.

Behâeddînzâde'nin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Şerhu-Esmâ-il-Hüsnâ, 2) Şerhu Fıkh-ı Ekber li Ebî Hanîfe, 3) Tefsîr-ul-Kur'ân. Bunlardan başka tasavvufa dâir birçok risâle de yazmıştır.

RÜYÂNIN TÂBİRİ BUDUR

Şakâyık-ı Nu'mâniyye isimli meşhûr eserin sâhibi olan ve Taşköprüzâde diye tanınan Ahmed bin Mustafa Efendi, İstanbul'da Sahn-ı Semân medreselerinden birinde müderrislik yapmakta iken, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır:

"Fâtih medreselerinde müderris idim. Bir gece, gecenin üçtebiri geçtikten sonra teheccüd namazını kıldım. Bundan sonra uyumuşum. Rüyâmda kendimi Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin huzûrunda gördüm. Başıma bir taç giydirdi. Bu rüyânın tesiri ve heyecânı ile büyük bir sevinç içerisinde yattığım yerden doğruldum. Abdest alıp, âdetim üzere Kâdı Beydâvî hazretlerinin tefsîrini mütâlaaya başladım. Bu mübârek ve saâdet dolu gecenin sabahında gördüğüm rüyâyı hiç kimseye anlatmadım. Sabah namazından sonra Behâeddînzâde hazretleri bir haberci göndermiş. Gelen haberci selâm verdikten sonra dedi ki:

"Behâeddînzâde Efendi size selâm ediyor. İnşâallah pek yakın bir zamanda zât-ı âlileri kâdılık makâmına getirilecektir. Bu gece gördüğü rüyânın tâbiri budur dedi." Hâlbuki rüyâyı kimseye anlatmamıştım. Behâeddînzâde Muhyiddîn Efendi, gayb âleminden keşf yolu ile rüyâmı anlamıştı. Bu vak'adan kısa bir zaman sonra kendisini ziyârete gittim. Gördüğüm rüyâyı ve kendisi tarafından gelen habercinin naklettiği tâbiri anlattım. Rüyâmın tâbirinin aynen öyle olduğunu bildirip, yakın zamanda kâdı olacağımı müjdeledi. Bu sohbet esnâsında, kâdılığı taleb etmediğimi, mesûliyetinden korktuğumu söyledim. Bunun üzerine:

"Kâdılık mesleğini taleb etme. Bu mesleğe istekli ve hırslı olmak uygun değildir. Ama talep ve rağbet etmediğin hâlde bu vazîfe verilirse, o zaman da reddetmeyip kabûl etmen gerekir." buyurdu. Bu çok güzel ve tesirli sözler gönlüme rahatlık verdi. Aradan çok zaman geçmemişti ki, bana Bursa kâdılığı verildi. Behâeddînzâde'nin sözlerini hatırlayıp, bu vazîfeyi kabûl ettim."

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye; c.1, s.483
2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.427
3) Sicilli Osmânî; c.4, s.344
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.293
5) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.9, s.120
6) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.238
7) El-A'lâm; c.6, s.60
Kevâkib-üs-Sâire; c.2, s.29
9) Keşf-üz-Zünûn; s.1034, 1287
10) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.181
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.317
12) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.3, s.1556
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEHİŞTÎ



Osmanlılar zamânında yetişen İslâm âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden. Edîb ve şâir. İsmi, Ramazan olup babasınınki Abdülmuhsin'dir. Behiştî diye tanınıp meşhûr oldu. Edirne vilâyetine bağlı Vize kasabasında doğup yetişti. Doğum târihi tesbit edilememiştir. Daha çok Çorlu'da ikâmet etti.

Doğup yetiştiği şehirde, zamânın âlimlerinden ilim öğrendi. Bu maksadla çeşitli yerlere gitti. Zamânının büyük âlim ve fâdıllarından olan Muhaşşî Sinân Efendinin yanında dânişmend, yardımcı iken, İstanbul'daki evliyânın büyüklerinden Merkez Efendi hazretlerinin talebeleri arasına girerek, o büyük zâttan feyz almaya başladı.

Merkez Efendinin sohbet ve hizmetinde yetişerek kemâle geldikten sonra Çorlu'ya gidip yerleşti. Uzun seneler, imâmlık, vâizlik ve hatîblik yaptı. Fesâhat ve belâgatı çok kuvvetli idi. İfâdesi çok güzel olup, herkes onun tesirli vâz ve sohbetlerinde bulunmak için can atardı. Şöhreti her tarafa yayıldı.

Çorlu'da kaldığı evin yanında bir tekke yaptırdı. Orada talebelere ders okuttu. Bir çok kimse kendisinden istifâde etti. Vefâtına kadar, burada ilme ve ilim tâliplerine hizmet eden Behiştî, 1571 (H.979) ve başka bir rivâyetle 1569 (H.977) senesinde vefât edince, tekkesinin avlusunda defnolundu.

Zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim, tasavvuf yolunda yüksek derece sâhibi ve mübârek bir zât idi. Çok ibâdet ederdi. Dünyânın mevkıine ve malına düşkün değildi. Zühd ve verâ sâhibi idi. İlim, irfân ve mârifetteki üstünlüğü ile birlikte, şiir ve edebiyâttaki kâbiliyeti de fevkalâde idi. Arab edebiyâtını çok iyi bilirdi. Şiirleri pek makbûldür.

Behiştî bâzı kıymetli eserler de yazmıştır. Sâdüddîn-i Teftâzânî hazretlerinin Şerh-i Akâid isimli eserine ve Âdâb-ı Mes'ûdî adlı esere hâşiye yaptı. Şerh-i Miftâh'a ve Câmi' isimli esere de ta'lîk yaptı. Ayrıca; Cem Şah ve Âlem Şah isminde manzum bir eseri ve yarısı nazım, diğer yarısı da nesir hâlde olan Süleymânnâme isminde eseri de vardır.

Behiştî hazretlerinin şiirlerinden bâzı beyitler:

Visâlın Kâbe'dir, rûz-ı ecel azmi zamânıdır

Kefen ihrâmı, tâbût, ol yolun taht-ı revânıdır.

(Sana kavuşmak Kâbe'ye kavuşmak demektir. Ecel günü ise dünyâdan gitme zamânıdır. Bu yolda kefen ihram, tabût da yürüyen bir tahttır.)

Bülbül-i gülşen-i kudsüm bu cihân dâmımdır

Beni bunda tutan ol serv-i gül-endâmımdır.

(Ben aslında mukaddes ve azîz olan gül bahçesinin bülbülüyüm. Fakat vücûd denen dünyâ evinde hapsedildim. Beni burada eğleyen boyu gül gibi olan ve salınan servi boylu sevgilidir.)

Yâ sabır, yâ sefer derler, ne Rûm ü ne Acem kaldı

Dolaştım rub'ı meskûnu, hemen mülk-i adem kaldı.

(Âşık için yâ sabır yahut da sefer lâzımdır. Ben Anadolu'dan, Acem mülküne kadar dünyânın dört bir tarafını gezdim, gezip görmediğim sâdece yokluk ülkesi kaldı.)

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.4, s.171
2) El-A'lâm; c.3, s.33
3) Kâmûs-ul-A'lâm; c.2, s.1419
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.387
5) Şakâyik-i Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.156
6) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.42
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.320
Tezkiret-üş-Şuarâ; c.1, s.226
 
Üst Alt