Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (B)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEHRULLAH EFENDİ




Anadolu'da yetişen evliyâlardan. Tokat'ın Erbaa ilçesine bağlı Eksel (Koçak) köyündendir.

İlk tahsîlini Tokat'ta yaptı. Bu sırada tanımadıkları bir zât misâfir oldu. Behrullah Efendi ertesi günkü dersini yapıp namazını kılıp yattı. Gece kalktığında o zâtın devamlı ilimle meşgûl olduğunu gördü. Bu zâtın ilim sâhibi, gayretli olduğunu anlayarak; "Efendim bu gece hiç uyumadınız. O ilimden bize de öğretseniz." diye arz edince, o zât; "Evlâdım senin ilmî nasîbin İstanbul'daki Yanyalı Hacı İsmet Efendiden olacak. Sende onun kokusu var." buyurdu. Bunun üzerine Behrullah Efendi, köye dönüp ağabeyinden izin aldıktan sonra İstanbul'a gitti.

Diğer taraftan da Yanyalı İsmet Efendi, talebelerine sık sık; "Anadolu'dan bir er gelecek. Benim İstanbul'a gelmemin sebebi bu eri yetiştirmek için hocamın isteği ile oldu." derdi. Behrullah Efendi, otuz sene Hacı İsmet Efendinin derslerini tâkib ederek ondan ilim öğrendi. Bütün ilimlerde ve tasavvuf yolunda yetiştikten sonra hocası tarafından kendi köyüne, insanlara doğru yolu anlatmakla vazîfeli olarak gönderildi.

Köyüne döndüğünün ilk zamanlarında kimse onu anlamadı ve tanımadı. Bu yüzden köylüler ona Garip Mehmed diyordu. Bu sırada Sivas'tan ziyâretine gelen Memduh Paşa, kimsenin onun ilmine değer vermediğini anlayınca köylülere:

"Behrullah gibi cihâna gelmez bir velî
Bulan buldu bulmayan mutlak deli."

mısraını okuduktan sonra; "Siz bu zâtın kıymetini bilmez iseniz elinizden çıkar." dedi. Bunun üzerine insanlar ondan ilim öğrenmeye koştular. Memduh Paşanın başkanlığında yapılan dergâhda, Behrullah Efendi ilim tâliplerine ders vermeye başladı.

Behrullah Efendi herkese müşfik, güler yüzlü davranırdı. Sokakta gördüğü çocukların başını okşayıp, onlara hediyeler vererek gönüllerini alırdı. Herkese Allahü teâlânın merhâmetinden bahseder; "Biz insanlar da merhametli olmalıyız." derdi. Kendisine gönderilen hediyeleri el sürmeden fakirlere dağıtırdı.

Behrullah Efendi, talebesi Ahmed Efendi ile bir gün dere kenarında oturuyorlardı. Talebesi kahve yapmakla meşguldü. Hocasına doğru bakınca kucağında bir yılan gördü ve korktu. Sonra yılan, Behrullah Efendinin kucağından inip gitti. Talebesinin merak içinde kaldığını fark edince; "Cinnîlerden idi. Hasankale'den geliyor. Dersini verdim gitti." buyurdu.

Talebelerinden İskender isminde bir zât, donanmada vazîfeli idi. Gemi denizde giderken fırtına çıktı. O sırada Behrullah Efendinin himmetine sığındı, yardım istedi. O anda hocasını karşısında gördü. Ona; "Evlâdım korkma, üzülme on dakika sonra fırtına geçer!" buyurdu. On dakika sonra Allahü teâlânın izni ile fırtına dindi.

Behrullah Efendi tütün kullanırdı. Sohbetine gelen Ahmed isimli zât, onun tütün kullandığını görünce, kalbinden; "Keşke sigara içmeseydi." diye geçirdi. Behrullah Efendi ona doğru dönerek; "Ahmed Efendi siz sigara kullanmıyorsunuz değil mi?" diye sordu. O da; "Kullanmıyorum efendim." dedi. O kişi yine kalbinden; "Firavunun bahçesinde yetişen tütünü ne diye içiyor." diye geçirir geçirmez; "Firavunun bahçesinde tütünün yetiştiğini sen ne biliyorsun? Firavunun bahçıvanı mı idin?" deyince, o zât tövbe ederek sâdık talebesi olmakla şereflendi.

Talebelerine buyururdu ki:

"Biz kuşlar kadar bile olamıyoruz. Onlar Allahü teâlâyı devamlı zikrediyorlar. Biz ise yatıyor ve gafletteyiz."

"Dînin emir ve yasaklarını bilmezseniz, bu yolda hiç mesâfe katedemezsiniz."

Behrullah Efendi 1915 (H.1334) senesinde Eksel köyünde vefât etti. Kalabalık bir cemâat ile cenâze namazı kılındıktan sonra köy kabristanlığına defnedildi. Hak âşıkları kabrini ziyâret edip, bereketlenmekte ve feyz almaktadır. Behrullah Efendinin yerine talebesi Ali Osman Efendi geçti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEKR BİN ÖMER FERSÂNÎ



Evliyânın meşhûrlarından. İsmi Bekr bin Ömer bin Yahyâ el-Fersânî es-Sa'lebî, künyesi Ebü's-Seccâd'dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1301 (H.700) senesinde vefât etti. Kabri Yemânî beldesinde olup ziyâret edilmektedir. Kavmi olan Fersânîler, gasbedilmiş arâzilere yerleşmişlerdi. Bu sebeple helâl lokma bulmak için uzak yerlere gitmek zorunda kalıyordu. Âilesini geçindirecek kadar helâl kazanç sağlardı. Haramlardan son derece sakınır, şüpheli bir şeye düşmemek için çok gayret gösterirdi. Zamânının meşhur âlimlerinden ilim öğrenip bilhassa fıkıh ilminde büyük âlim oldu. Devrinin meşhûr fıkıh âlimlerinden Mûsâ el-Hamîlî, İbrâhim eş-Şeybânî gibi âlimlerle devamlı görüşürdü. İsm-i a'zâm duâsını bildiği ve kendisine peygamberlere mahsus hâller verildiği nakledilmiştir.

Zamânında hac için yollar emniyetli değildi. Yol kesiliyordu. Bekr bin Ömer Fersânî hazretleri, hac için yola çıktı, berâberindekiler de onunla birlikte sâlimen gidip hac yaptılar. Defâlarca kâfilelerle hacca gitti geldi. Onun bulunduğu kâfile yolda hiç bir zarara uğramazdı.

Şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:

"Bulunduğumuz yerde garib biri vardı. Bu kimse başını bir örtüyle devamlı örter, kimseye göstermezdi. Bir gün bu kimse bir yerde uyumuş başı da açılmıştı. Onu uyur hâlde ve başı açık vaziyette gördüm. Başında saç ve deri yoktu. Bu hâline çok şaştım. Bu sırada uyandı ve telâşa kapıldı. Telaşlanmamasını ve başının görülmesinden dolayı endişe etmemesini söyledim. Sonra bu hâlinin sebebini sorunca şöyle anlattı:

"Ben kabirleri açan ve kefen soyan biri idim. Bir gün bir tüccarın kızının öldüğünü ve kıymetli kefene sarıldığını duydum. Gece gizlice gidip kabrini açtım. Tam kefenini alacağım zaman kabirden bir el çıktı, başımın derisini sıyırıp aldı. Ben dehşet içinde; "Yâsîn, Yâsîn." dedim ve Allahü teâlâya sığındım. Bu arada; "Ey bedbaht insan! Allah'tan korkup tövbe edeceğin zaman gelmedi mi?" diyen bir ses işittim. Kimseyi görmüyordum. Tövbe ettim, dedim. "Eğer gerçek tövbe ettinse zarar görmezsin." diye bir ses daha işittim. O günden sonra başımın bu hâlini âilemden ve diğer insanlardan hep gizledim." diye anlattı."

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.368
2) Tabakât-ül-Havâss; s.44
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEKRÎ




Mısır'da yetişen velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. Babasının ismi Celâleddîn Muhammed'dir. İsmi Ali, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Doğum târihi ve yeri belli değildir. 1545 (H.952) senesinde Kâhire'de vefât etti. İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin kabri civârına defnedildi.

Ebü'l-Hasan'ın babası Kâdı Celâlüddîn, Abdülkâdir Deştûtî'yi sevenlerden ve onun büyük bir velî olduğuna inananlardan biri idi. Gavrî isminde birisi ona haksızlık yapınca, Kâdı Celâlüddîn, hakkını geri almak için Abdülkâdir Deştûtî'ye başvurdu ve Gavrî'yi şikâyet etti. Deştûtî de;

"Ey Celâleddîn, hakkını aldığımda, bana oğlun Ebü'l-Hasan'ı hizmet etmesi için vereceksin!" dedi. O da kabûl etti. Netîcede, oğlu Ebü'l-Hasan'ı onun hizmetine verdi. O sırada Ebü'l-Hasan, fazîlet sâhibi, ilme âşık bir genç idi. Âlimlerin derslerine ve sohbetlerine devâm ediyordu. Abdülkâdir Deştûtî'nin huzûruna geldiğinde, Deştûtî ona;

"Ey Ebü'l-Hasan, Şam'dan sana ders verecek ve seni irşâd edecek hocan gelinceye kadar bundan böyle kimseden ders okuma!" buyurdu. O da emre uydu. Bu arada Abdülkâdir Deştûtî, Gavrî'yi çağırmak için birisini gönderdi. Gavrî, Abdülkâdir Deştûtî'nin büyük bir zât olduğuna inanır, bu sebeple ona hürmet duyardı. Gavrî gelince, ona;

"Kâdı Celâleddîn'in malını ver ve ona dokunma!" dedi. O da derhâl kabûl etti. Bunun üzerine Kâdı Celâlüddîn ile oğlu, Abdülkâdir Deştûtî'nin hizmetine kendilerini daha çok verdiler. Aradan bir zaman geçince, Ebü'l-Hasan oradaki hocalardan ders okumak arzusu ile Abdülkâdir Deştûtî'den izin istedi. O da tekrar;

"Olmaz! Hocan yakında Şam'dan gelecek." buyurdu. Çok geçmeden Şeyhülislâm Radiyyüddîn Gazzî Kâdirî geldi. Öteden beri aralarında muhabbet vardı. Abdülkâdir Deştûtî, Ebü'l-Hasan'a dönüp;

"Kalk ey Ebü'l-Hasan!İşte bu zât, Şam'dan geleceğini söylediğim hocandır." buyurdu. O da kalkıp hürmet etti. Abdülkâdir Deştûtî, Radiyyüddîn Gazzî'ye dönüp;

"Ebü'l-Hasan'a ilim öğretirsiniz." buyurdu ve Ebü'l-Hasan'a da onunla berâber gitmesini, derslerini dinlemesini tenbih etti. Ebü'l-Hasan, gece-gündüz onun yanından ayrılmadı. Başka bir talebe ile berâber her gün ders okudu. Ayrıca hocasının tavsiyesi ile Mısır'daki diğer âlimlerden de ders aldı. Şeyhülislâm Zekeriyyâ, Şeyhülislâm Burhan ibni Ebî Şerîf, Şeyh Kastalânî'den fıkıh, tefsîr, hadîs ve diğer dînî ilimleri öğrendi. Hocası Deştûtî, kimyâ ilmini öğrenmesini de tavsiye etmişti. Bu yüzden Radiyyüddîn Gazzî'den kimyâ ilmini öğretmesini istediğinde;

"Henüz vakti var." dedi ve onun mânevî terbiyesine, edepleri öğrenmesine gayret gösterdi. Nihâyet Ebü'l-Hasan, hocasının sohbetlerinde bulunup, terbiyesinde yetişip, ilim, edep ve güzel ahlâk sâhibi olunca, bir gün hocası onu çağırdı ve;

"Ey Ebü'l-Hasan! Şimdi senden bir şey istiyorum. Merkebine bineceksin. Bir elinde çörek, diğer elinde soğan olduğu halde, bunları yiyerek Câmi-ul-Ezher Medresesine gideceksin. Daha sonra da dönüp yanıma geleceksin!" buyurdu. Ebü'l-Hasan, hiç tereddüd etmeden hocasının emrini yerine getirdi. Geri döndüğünde, hocası;

"Ey Ebü'l-Hasan! Artık Mısır ikimizi almaz oldu. Birimizin buradan ayrılması îcâb ediyor. Kemâle gelmiş bir zât olarak burada kalacaksın" buyurdu ve Mısır'dan ayrılıp Şam'a gitti.

Ebü'l-Hasan'ın yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1- Hâşiyetün alâ Şerh-ıl- Mahallî, 2) Er-Risâlet-ül-Ehadiyye, 3) Şerh-ur-Ravd, 4) Şerh-ul-Âdâb, 5) El-Kenz fî Şerh-il-Minhâc, 6) El-Matlab fî Şerh-il-Minhâc, 7) El-Mugnî Şerh-un-Âhar alel-Minhâc, Nebzetün fî Fedâil-in-Nısfı min Şa'bân.

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.7, s.208
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.292
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.744
4) El-Kevâkib-üs-Sâire; c.2, s.194
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.266
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BENÂ KUREŞÎ



Büyük velî ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebü'l-Beyân olup, ismi Benâ, babasının ismi Muhammed'dir. İbn-ül-Havrânî de denir. Ebü'l-Beyân hazretleri, aynı zamanda şâir ve lügat âlimi idi. Doğum târihi belli değildir. 1156 (H.551) senesi Rebiü'l-Evvel ayında Şam'da vefât etti. Bâbüssagîr denilen yere defnedildi.

Ebül-Beyân hazretleri, ilmiyle âmil ve Allahü teâlâdan çok korkan bir zât idi. Ömrünü, ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi. Çok ibâdet ederdi. Sünnet-i seniyye üzere yaşayan, hâller ve makamlar sâhibi idi. Ebü'l-Beyân; Ebü'l-Hasan bin Mevâzinî ve Ebü'l-Hasan Ali bin Ahmed bin Kubeys el-Mâlikî'nin yanında, birçok âlimden ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf dinledi. Kendisinden de; Kâdı Es'âd bin el-Müneccî, Yûsuf bin Abdülvâhid bin Vefâ es-Sülemî, Ahmed el-Irâkî Abdurrahmân bin Hüseyin bin Abedan ve birçok âlim ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyet etti.

Ebü'l-Beyân; imâm, âlim, zâhid, âbid ve verâ sâhibi idi. Nahiv, lügat ve fıkıh âlimi olup, fazîlet sâhibi idi.

Bir gün Şam'da bir câmide, Ebü'l-Beyân hazretleri ile, Şeyh Reslân hazretleri oturuyorlardı. Oradan ayrılıp, birlikte yüksek bir tepeye çıktılar ve sohbete başladılar. Az sonra yanlarında havada durur gibi bir zât belirdi. Ebü'l-Beyân hazretleri ile Şeyh Reslân hazretleri, gelen zâtın huzûrunda edeple durup, çeşitli şeylerden suâl ettiler. Bir ara o gelen zât, Ebü'l-Beyân'ı işâret ederek, şu anda yeryüzündeki evliyânın büyüğü sizsiniz dedi. Ebü'l-Beyân hazretleri de ona, Ebü'l-Abbâs diye hitâb ediyordu. Orada bulunanlar sonradan bu zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunun farkına vardılar.

Ebü'l-Beyân hazretlerinin vefâtından sonra, talebeleri onun evinde bir araya geldiler. Melik Nûreddîn eş-Şehîd, kendilerine bir haberci gönderip dağılmalarını söyledi. İçlerinden Şeyh Nâsır isminde bir zât, gelen haberciye hitâben; "Sen bizim bu mübârek yerden dağılmamızı bildiriyorsun. Şimdi geriye dön ve seni gönderen zâta bildir ki: Hâmile olan hanımı doğum yapacak. Allahü teâlânın kendisine hayırlı bir evlâd vermesi için duâ ve niyâzda bulunsun. Ebü'l-Beyân hazretlerinin yerindeki talebelerine dokunmasın." dedi. Haberci, geriye dönüp bunu arzettiğinde, Melik Nûreddîn; "Vallahilazîm bunu hiç düşünmemiştim." deyip, oraya bin dirhem ve yüz çeki odun gönderdi ve bir de tekke yaptırdı.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.369
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.160
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.3, s.79
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.7, s.318
5) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.235
6) Bugyet-ül-Vuât; c.2, s.312
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.147
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEŞİR AĞA



Osmanlı dârüsseâde ağası ve velî. 1652 (H.1063)'de doğdu.

Küçük yaştan îtibâren Yapraksız Ali Ağa'nın yanında sarayda yetişti. 1707 senesinde saray hazînedârı oldu. Üçüncü Ahmed'in şehzâdeliği sırasında müsâhibi, danışmanı idi. Sonraları dârüsseâde ağası Süleymân Ağa ile berâber 1713'de Kıbrıs'a gönderildi. Kıbrıs'dan Mısır'a ve oradan da Hicaz'a gönderilerek şeyhül-haremeyn vazîfesi verildi. Bu vazîfesi sırasında Mekke-i mükerremede bulunan ve evliyânın büyüklerinden olan Ahmed-i Yekdest hazretlerinin derslerine ve sohbetlerine katıldı. Ondan pek çok feyz alıp tasavvufda yükseldi. Duâlarına mazhar oldu. 1717 senesinde İstanbul'a çağrılarak dârüsseâde ağalığına tâyin edildi. Bundan sonra Sultan Üçüncü Ahmed Hanın pâdişâhlığının son ve Sultan Birinci Mahmûd Hanın pâdişâhlığının ilk devirlerinde olmak üzere ölümüne kadar tam otuz sene dârüsseâde ağalığı yaptı.

Bu vazîfesi sırasında çok hizmet eden Beşir Ağa, Bâb-ı âlî civârında câmi, medrese, tekke, çeşme ve kütüphâne; Eyyûb'da bir medrese, kütüphâne ve çeşme yaptırmıştır. Fâtih, Beşiktaş, Kocamustafapaşa, Fındıklı, Üsküdar ve Sarıyer'de çeşmeler, Medîne-i münevverede de pekçok hayrât yaptırmıştır. Yaptırdığı Bâb-ı âlî yakınındaki câmi yanındaki kütüphânede 1368, Eyyûb'deki kütübhânesinde ise 219 cild kitap vardır. Bu kitaplar bugün Süleymâniye Kütüphânesinde, adına ayrılan bir bölümde muhâfaza edilmektedir. Ayrıca ilk matbaanın kurulmasında mühim rolü vardır. İbrâhim Müteferrika, İstanbul'da ilk matbaayı açtığı gibi, ilk kâğıt fabrikasının da Yalova'da açılmasına gayret etti. Bu fabrika için en uygun yer Beşir Ağa'nın çiftliği idi. Çiftliğini bu iş için seve seve vakfeden Beşir Ağa, fabrikanın kurulmasından çok kısa bir zaman sonra 1746 (H.1159) yılında vefât etti. Kabri, Eyyüb Sultan Türbesindedir.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri şöyle anlatmıştır:

"Muhammed Kumul Efendi vefâtından önce, hastalığı sırasında bana; "Şu bir kaç cild kitâbı, dârüsseâde ağası Beşir Ağa'ya götür. Bizim duâ ettiğimizi söyle. Bunlar Medîne-i münevvereye gönderilecek. Bunların konulacağı yeri onlar bilirler. Gönderip bizi duâdan unutmasınlar." şeklinde vasiyette bulundu. Bir kaç gün sonra vefât etti. Vasiyetleri üzerine o kitapları alıp, vâlilerin toplantı günü olan Çarşamba günü huzurlarına vardım. Kalkıp kucaklayarak, yanlarına oturmamı söyledi. Hâl hatır sorduktan sonra, İstanbul'da bulunup, ziyâretlerine fazla gidemediğim için üzüldüğünü söyledi. Merhûm Muhammed Kumul Efendinin selâmını söyleyip kitapları arzettiğimde, büyük bir üzüntü ve ağlama ile kitapların yerine gönderilmesi için emir verdi. Mecliste bulunanlara beni tanıtıp; "Âhiret kardeşimizdir." dedi. Vedâ edip kalktığımda, hizmetçilerine şöyle emretti:

"Bize gelenler dünyevî bir iş için gelirler. Bu zâtı iyi tanıyın. Geldiği zaman misâfir var diye bekletmeyin. Zîrâ bunlar bizi Allah rızâsı için ziyârete gelirler." Koynuma bir kese koydu. Bakınca içinde yüz altın olduğunu gördüm."

Hacı Beşir Ağa, zamânının büyük evliyâsı ve meşhûr âlimi Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri ile yakın dost ve âhiret kardeşi idi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri ikinci defâ Mekke'ye gidişinde şöyle anlatmıştır:

"Mekke'ye giderken Medîne'ye uğradık. Hocam Ahmed-i Yekdest hazretlerinin vasiyetine uyarak Medîne'de ikâmet eden Şeyh Abdürrahîm Buhârî hazretlerinin yanına gittim. Görüşüp konuştuktan sonra beni Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem Kabr-i şerîfini ziyârete götürdü. Ziyâret sırasında koynundan bir kâğıt çıkarıp okuduktan sonra, bana vererek tebrik etti. O sırada yanımızda bulunan bir zât da beni tebrik etti. Bana verdiği bu icâzet sebebiyle kucaklayıp öptü. Ertesi gün tekrar Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerîfini ziyârete gittim. Bu sırada kendimden geçip, yere çöktüm. Bir süre böyle kaldıktan sonra gözlerimi açtığımda, yanımda duran birini gördüm. Bana selâm verip; "Ağa sizi bekliyor, buyurun!" dedi. "Ağa kimdir?" dedim. "Şeyh-ül-harem, ağa hazretleridir." dedi. Yanına gittiğimde bir gün önceki ziyâretimizde yanıma gelip beni tebrik eden zât olduğunu gördüm. Bana; "Siz ziyâret sırasında kendinizden geçince, bu hizmetçiyi gönderip; "Yanında bekle, eğer düşecek olursa yavaşça tut ve yere oturt." dedim. Hamdolsun düşmediniz." dedi. Onunla oturup sohbet ettikten sonra, bu zâtın hocam Ahmed-i Yekdest hazretlerinin talebelerinden Hacı Beşir Ağa olduğunu öğrendim. Berâberce tekrar Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin kabr-i şerîfini ziyâret ettik. Ziyâretten sonra birbirimizi unutmamak üzere âhiret kardeşi olduk." Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin tanışıp âhiret kardeşi olduğu bu zât, o zaman şeyh-ül-harem vazîfesi ile orada bulunan dârüsseâde ağası Beşir Ağa idi."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BEYZÂDE HACI MEHMED NÛRİ EFENDİ



Anadolu'da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi Mehmed Nûri olup, babasınınki Ali Rızâ Efendidir. 1853 (H.1270) senesinde doğdu. Tahsil çağına gelip, ilk öğrenimini tamamladıktan sonra, İbrâhim Paşa Medresesinde tahsîline devâm etti. Tahsil hayâtını tamamladıktan sonra devlet işlerinde vazîfeye başladı.

Mehmed Nûri Efendi 1894 (H.1312) senesinde büyük bir velî olan babasından icâzet aldıktan sonra onun yerine ders vermeye başladı. Bir süre sonra Harput müftülüğüne tâyin edildi. Meşrûtiyetin ilânından sonra iki dönem Harput-Elaziz mebusu oldu.

Mehmed Nûri Efendi, sözü sohbeti yerinde rey ve fikirlerinden dâimâ istifâde edilir, mert, dürüst, vefâkâr, hak ve hukûka son derece uyan, bu hususta titizlik gösteren bir zât idi. Devrin olayları hakkında fikirlerini söylemekten hiç çekinmezdi. Bölge halkı ve aşîret reisleri üzerinde büyük nüfuz sâhibiydi. Bunlar arasında sık sık meydana gelen ihtilâfları kısa zamanda halleder, verdiği âdilâne hükümler taraflarca memnunlukla kabûl edilirdi. 1913 (H.1329)'da hac farîzasını yerine getirmek için Hicaz'a gitti.

Şeyh Saîd isyânı sırasında Mehmed Nûri Efendi İzmit'te mecburi ikâmete tâbi tutuldu. Bu sırada çok eziyet ve sıkıntı çekti. Uzun süre sonra serbest bırakıldı. Harput'a döndükten bir süre sonra 1938 (H.1354)'de vefât etti. Harput Meteris'teki âile mezarlığına defnedildi.

YUMUŞAK VE CÖMERT OL

Bir gün talebelerinden birine şöyle buyurdu:

"Allahü teâlâyı an. Allahü teâlâyı anmaktan gâfil olan ölü ve âmâdır, kördür. Allahü teâlâyı anmak kalbin cilâsıdır. Günahları temizler. Günahlarından tövbe et. İlmihâl bilgilerini ihlâs ile öğren. Din büyüklerinin yolunda ol. Kalbini dalâletten, yanlış ve bozuk inanışlardan temizle. Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdına yapış. Her zaman abdestli bulun. Farzları ve vâcipleri yerine getir. Resûlullah efendimizin sünnetlerine yapışmakta çok gayretli ol. Dinde azîmetlere yapış, ruhsatlardan, zarûret sebebiyle izin verilen şeylerle amel etmekten uzak dur. Bid'atleri, dinde olmayıp, dîne sonradan ibâdet ve îtikâd olarak giren hurâfeleri terk et. Bozuk kimselerin yanına gitme. Kötü huylarını at. İyi, beğenilen huylarla bezen. Yumuşak ve cömert ol. Câhillerle mücâdeleden yüz çevir. İnsanların faydası için yeryüzü gibi ol. İnsanlardan gelen eziyet ve sıkıntılara sabret.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BİLÂL-İ MA'RİBÎ



Bağdât velîlerinden. Trablusgarb'ın Zât-ül-Ahcâr kasabasında doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1015 (H.405) senesinde vefât etti. Yüz seneden fazla ömür sürdü. Tahsîl hayâtını tamamladıktan sonra Halîfe Hârûn Reşîd'in sarayında kâtip olarak vazîfelendirildi. Bu görevde iken, sara hastalığına yakalandı. Sık sık düşüp bayılıyordu. Bu hâl ile uzun zaman dolaştı.

Şeyh Muhammed Dîneverî Bağdât'a geldiğinde bir gün yolda kendinden geçmiş hâlde olan Bilâl Ma'ribî'yi gördü. Hemen kendi ağzından tükrük alıp, ilâç niyetiyle Bilâl-i Ma'ribî'nin ağzına sürünce, ayılıp iyileşti. Bilâl-i Ma'ribî talebeliğe kabûl edilmesi için Muhammed Dîneverî'ye yalvardı. Talebeliğe kabûl edilince, Vâdı-ül-Kurâ'ya gidip yerleşti. Hocasının hizmetinden bir an olsun ayrılmadı. Bilâl-i Ma'ribî yetişip, kemâle geldikten sonra, hocası ona icâzet, diploma verip insanlara doğru yolu göstermesi için memleketine gönderdi.

Bilâl-i Ma'ribî, Trablusgarb'a gitmek için bir gemiye bindi. Bir ara fırtına çıktı ve gemi batma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Yolcular boğulma korkusu ve heyecânı içinde ağlamaya başladılar. Bilâl-i Ma'ribî denize atlayıp, yürüyerek sâhile çıktı. Gemideki yolcular; "Sultânım, bize de bir çâre bul!" diye seslendiler. Bunun üzerine onlara; "İçinizden Allahü teâlâdan gayri her şeyi çıkarıp onun yerine Allah sevgisini koyanlar yanıma gelsin!" dedi. Bu izinden sonra birkaç kişi denize atlayıp, su üzerinde yürüyerek kıyıya ulaştı. Daha sonra Bilâl-i Ma'ribî, fırtınanın durması için Allahü teâlâya duâ etti. O anda fırtına dindi ve gemidekiler selâmete kavuştu. Yanına deniz üzerinde yürüyerek gelenler talebesi olmakla şereflendiler.

Bilâl-i Ma'ribî, memleketinde bir müddet kaldıktan sonra tekrar Bağdât'a döndü. Hocası Muhammed Dîneverî'nin vefâtından sonra yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.

Bilâl-i Ma'ribî vefâtı sırasında dostlarına vasiyetini bildirdikten sonra; "Ben vefât ettiğimde, siz cenâzemi kabre götürürken, şiddetli bir yağmur yağacak ve sizleri rahatsız edip, inletecektir. O zaman cenâzemi yere koyup yüzümü açın. Allahü teâlânın inâyetiyle, yağmur hemen kesilecek ve siz râhat bulacaksınız." dedi. Vefâtından sonra cenâze namazı kılınıp, tabutu kabire götürülürken, şiddetli bir yağmur yağmaya başladı. Cenâzeyi taşıyanlar yürüyemez hâle geldi. İçlerinden bâzıları defin işini tehir etmeyi bile teklif ettiler. O anda Bilâl-i Ma'ribî'nin vasiyeti akıllarına geldi, hemen tabutu yere koyup, yüzünü açtılar. Yüzü görünür görünmez, Allahü teâlânın izniyle yağmur dindi. Sular çekildi ve güneş bütün parlaklığı ile göründü. Cemâat da cenâzeyi önceden hazırladıkları kabre defnetti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BİLÂL BİN SA'D



Peygamber efendimizin arkadaşlarının yetiştirdiği âlim ve velîlerden. Âlim, vâiz, velî ve kârî, Kur'ân-ı kerîm hâfızı bir zât. İsmi, Bilâl bin Sa'd bin Temîm el-Eş'ârî olup, künyesi Ebû Amr'dır. Ebû Zûr'a da denildi. Şam'da bulundu. Doğum târihi belli değildir. Babası Sa'd bin Temim, Eshâb-ı kirâmdandır. Babasının yanında yetişti ve babasından, hazret-i Bilâl, hazret-i Muâviye, Ebüdderdâ, İbn-i Ömer, Câbir'den ve daha birçok Eshâb-ı kirâmdan hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden ise Evzâî, Saîd bin Abdülazîz, Atâ bin Ebî Rebâh, İbn-i Sa'd gibi birçok zâtlar hadîs-i şerîf naklettiler. Âlimler, Bilâl bin Sa'd'ın sika, güvenilir olduğunu söyleyerek; "Basra'da Hasan-ı Basrî ne ise, Şam'da da Bilâl bin Sa'd odur." dediler. Her gün ve gece bin rekat namaz kılardı. 737 (H. 120) senesinde vefât etti.

Bilâl bin Sa'd, bir gün Ankebût sûresinden; "Muhakkak ki benim arzım (yeryüzü) geniştir. O halde yalnızca bana ibâdet edin." meâlindeki 56. âyetini okudu ve; "Bulunduğunuz yerde fitnelerin yayıldığını görürseniz, o yerden başka yerlere gidiniz. Çünkü yeryüzü çok geniştir." buyurdu.

Bir sene yağmur yağmıyordu. Halk ile yağmur duâsına çıktı. İnsanlara karşı; "Ey insanlar! Hepiniz günahkâr olduğunuzu îtirâf eder misiniz?" diye sordu. Onlar; "Evet, hepimiz günâhkârız. Günâhlarımız çok, hepsine tövbe ettik." dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâya şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "İhsân edip doğru söyleyenlerin duâsını kabûl ederim." buyuruyorsun. Biz, çok günâhlarımızın bulunduğunu îtirâf edip, doğruyu söyledik ve tövbe ettik. Bizi affet ve bize yağmur ihsân et!". Biraz sonra yağmur yağmaya başladı.

Hazret-i Bilâl bin Sa'd'ın bir oğlu gazâda şehîd oldu. Bir kimse gelip; "Vefât eden oğlunuzda 20 dînâr alacağım vardı." dedi. Gelen kimseye; "Buna dâir bir şâhidiniz veya elinizde bir yazınız var mı?" diye sordu. O kimse; "Yok." dedi. "Peki bunun için yemin eder misiniz?" buyurdu. O kimse; "Yemin ederim." deyince, yemin etmesini istemeden 20 dînârı verdi ve; "Eğer doğru söylüyorsan oğlumun borcunu ödemiş olurum; yalan söylüyorsan sadakam olur." buyurdu.

Bilâl bin Sa'd buyururdu ki:

"Günâhlar gizli olarak işlenirse bunun zararı, günâhı işleyenleredir. Lâkin açıktan işleniyor ve buna mâni olunmuyorsa, bunun zararı herkesedir."

"Bir insanın iyiliklerini hatırlayıp, günâhlarını unutması gururdandır. Günâhların ne kadar küçük olduğunu değil, bu günâhı Allahü teâlânın huzûrunda işlediğini düşünmek lâzımdır."

"Allahü teâlâ bize, haramlardan, şüphelilerden, hattâ şüphelilere düşmemek için ihtiyatlı olup, mübahların çoğundan sakınmayı emrediyor. Biz ise, aşırı derecede dünyâyı sever, ona bağlanırız. Bu; günâh olarak, bize yeter."

"Allahü teâlânın emirlerini hatırlatan, nasîhat eden bir kardeşin, sana altın hediyye edenden daha hayırlıdır." Böyle birini bulunca; "Ey kardeşim! Bende bir kusur var mıdır? Lütfen bildir de düzeltmeye çalışayım." demelidir.

"Bir insan kendisinin medhi yapıldığı zaman, bu medh ve öğmeler kendisine iyi gelmiyorsa ne iyi... Ama bunları duyunca seviniyorsa zarardadır."

"Üç kimsenin hiçbir ibâdeti kabûl olmaz. Müşrik, kâfir ve râî" "Râî kimdir?" diye sordular. Dîn-i İslâmın bildirdiği hükümleri bırakıp, kendi re'yi, görüşü ile amel eden kimsedir." buyurdular.

"Bir kimse müslümânım dediği zaman Allahü teâlâ onun ameline bakmadan bırakmaz. Amel ettiği vakit verâ yâni şüphelilerden sakınmasına bakar. Verâ sâhibi olunca da niyetine bakar. Niyeti hâlis, Allah rızâsı için ise, artık diğer kusurlarını Allahü teâlâ düzeltir."

"Günâhın küçüklüğüne bakma. Fakat kime karşı âsî olduğuna bak."

"Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı bir tutum içerisinde olduğunu görürsen; hüsrânın tamam olduğunu bil."

"Ey ebedî yolun yolcuları! Sizler, yok olmak için yaratılmadınız. Sizler, sâdece bir evden, bir eve göç edersiniz. Nitekim siz, sulblerden rahimlere, buradan dünyâya, dünyâdan kabirlere, kabirlerden mevkif denilen mahşer meydanına, oradan da ebedî Cennet'e veya Cehennem'e gidersiniz."

EY İNSANLAR!

Bilâl bin Sa'd bir kimseye; "Ölmek ister misin?" diye sordu. O kimse; "Hayır efendim. Ben biraz daha yaşayıp iyi amel yapmak, ondan sonra ölmek istiyorum." dedi. Hazret-i Bilâl bin Sa'd; "Hem ölmek istemiyorsun hem de iyi amel yapmıyorsun. O halde senin hâlin dünyâya bağlanmış olmağı gösteriyor." buyurdu.

Bilâl bin Sa'd bir vâzında şöyle anlattı: "Ey insanlar! Allahü teâlâdan korkun. Sizin için O'ndan başka bir yardımcı yoktur.

Kıyâmet günü herkesin hesâbı görülür. Cennet ehli Cennet'e ve Cehennem ehli Cehennem'e yerleştirildikten sonra Allahü teâlâ meleklere, Cehennem'den iki kişi çıkarıp getirmelerini emreder. Allahü teâlâ meleklerin getirdiği iki kişiye; "Yerleriniz nasıldır?" diye suâl eder. Onlar; "Yâ Rabbî! Yerimizden daha zor yer yoktur." derler. Allahü teâlâ buyurur ki:

"Bunlar sizin işlediğiniz hatâların bedelidir. Ben aslâ, kimseye zulmetmem. Şimdi siz yerlerinize dönünüz." Bunun üzerine o iki kişiden birisi koşarak, diğeri de bir adım atıp geri dönerek yürürler. Allahü teâlâ, meleklere bu kimseleri tekrar huzûra getirmesini emreder. Bunlar, tekrar huzûra getirilince, Allahü teâlâ, koşarak gidene, böyle gitmesinin sebebini sorar. O kimse; "Yâ Rabbî! Her şeyi daha iyi bilen sensin. Ben dünyâda iken senin emirlerine uymakta gevşek davrandığım için Cehennem'i hak ettim. Emrine tekrar muhâlefet etmemek için; "Yerlerinize dönünüz!" emrinden sonra, yerime gitmek için koşmaya başladım." Allahü teâlâ, ikinci kimseye de suâl eder ki: "Niçin bir adım atıp, sonra geri dönüp bakardın?" O kimse de; "Yâ Rabbî! Sen her şeyi en iyi bilensin. Zannettim ki, Allahü teâlâ Cehennem'den çıkardıktan sonra, tekrar Cehennem'e göndermez. Onun için her adımda dönüp dönüp bakardım." der. Allahü teâlâ buyurur ki: "Ben kulumun zannettiği gibiyim. Bu iki kulumu da Cennet'e götürün!" O iki kimseCennet'e kavuşur.

ÖLMEYİ İSTER MİSİN?

Tâbiîn-i kirâmdan, büyük bir evliyâdır,
Babası İbn-i Temim, Eshâb-ı kirâmdandır.

Çok namaz kılıyordu, her gecede bin rekat,
Yedi yüz otuz yedi, yılında etti vefât.

"Ölmeyi ister misin?", diye sordu birine,
Dedi: Hayır efendim, daldım günah kirine.

Biraz daha yaşayıp, fâideli ve iyi,
İş yapıp ondan sonra, istiyorum ölmeyi.

Buyurdu ki: "Evlâdım, ne gibi iyi amel,
Yapacaksan çabuk yap, âni gelir hep ecel.

Sen iyi iş yapmağa, ettinse de tam niyyet,
O kadar yaşamağa, elinde var mı senet?

Büyükler buyurur ki; "Her gece yattığında,
Bil ki ölüm bekliyor, yastığının altında.

Ve yine sabahleyin, uyandığında bil ki,
Ölüm tam karşındadır, ölürsün o gün belki."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BİŞR BİN MANSÛR ES-SÜLEYMÎ



Büyük velîlerden. İsmi Bişr bin Mansûr el-Ezdî es-Süleymî, künyesi Ebû Muhammed'dir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 796 (H.180) senesinde Basra'da vefât etti.

Bişr bin Mansûr, ilim ve edeb üzere yetişti. Zamânının en meşhur hadîs âlimlerinden oldu. Eyyüb Sahtiyânî, Âsım bin Ahvel Saîd el-Cüreyc ve başka âlimlerle görüşüp onlardan hadîs rivâyet etti. Kendisinden de oğlu İsmâil, Bişr-i Hâfî, Ali el-Medenî, Abdullah Kavârirî, Abdurrahmân bin Mehdî gibi âlimler hadîs rivâyetinde bulundular. Ahmed bin Hanbel hazretleri, Bişr bin Mansûr'un hadîs-i şerîf ilminde sika, güvenilir ve îtimâda şâyan bir zât olduğunu bildirdi.

Bişr bin Mansûr, bu ilmî üstünlüğü yanında, zühd sâhibi, dünyâya düşkün olmayan bir kimse idi. Şüpheli olur korkusuyla mübahların kullanılmasına izin verilen şeylerin, çoğundan sakınırdı. İbn-i Mehdî; "Onun gibi şüphelilerden sakınan ve yumuşak huylu birini görmedim". Ali el-Medenî de; "Bişr bin Mansûr her gün Kur'ân-ı kerîmin üçte birini okurdu. Beş yüz rekat namaz kılardı. Ondan daha çok Allahü teâlâdan korkan bir başkasını görmedim." demiştir.

Velid bin Nasr anlatır: "Bir günün ikindi sonrası Bişr bin Mansûr'un evine gidip kapıyı çaldık. Rengi değişmiş bir halde kapıyı açtı. Ona; "Ey Ebû Muhammed! Kim bilir sizi hangi işinizden alıkoyduk." dedik. Bunun üzerine o, hafif bir sesle: "Sizden gizlemem. Doğrusu Kur'ân-ı kerîm okuyordum." buyurdu.

Bişr bin Mansûr hazretleri ilme çok önem verirdi. Abdurrahmân Mehdî dedi ki; "O, bana nasîhat olarak; "Sen boş vakitlerinde devamlı ilimle meşgul ol ve ilmini arttır." buyururdu. Bir defâsında bir ihtiyaç için yanıma gelmişti. Ben efendim bana haber gönderseydiniz onu size getirirdim." dedim. Bunun üzerine; "İhtiyaç sâhibi benim, benim aramam lâzım." buyurdu. Başka bir görüşmemizde gideceği yere vereceğim bir binekle gitmesini söyledim. Kabul etmeyip: "Nefsimi bu şekilde geri döndürmeyi uygun görmüyorum." buyurdu. Gideceği yere yürüyerek gitti. Kul hakkından çok sakınırdı. Yine Abdurrahmân anlatır: "Îsâ bin Câfer bir havuz yaptı. Bişr bin Mansûr hazretleri o havuzun suyundan hiç içmezdi. Hizmetçisini nehre gönderir oradan su getirtirdi. Bir gün; "Şâyet zengin olsaydım onu bir binek üzerinde gönderirdim." buyurdu. Sonra da söylediği bu sözde, bir şeyler sezip; "Estağfirullah, estağfirullah, ağzımdan yanlış bir söz çıktı." deyip tövbe etti.

Bişr bin Mansûr, nefisle ilgili bir soru üzerine; "Her şey için bir koruyucu vardır. Nefsin için de bir koruyucu kıl. Nefsine taşıyamayacağı yükü yükleme." buyurdu.

Gassân bin Fadl dedi ki: "Bişr bin Mansûr öyle bir zât idi ki, kendileri görüldüğü zaman Allahü teâlâ hatırlanırdı. Bir an yüzünü görsem mutlaka âhireti hatırlar, düşüncelere dalardım." Birisi gelip ona; "Yüz bin dirheminin olmasını ister misin?" diye sordu. Bunun üzerine; "Gözlerimin çıkması o paraya sâhib olmaktan iyidir." diye cevap verdi.

Bişr bin Mansûr çok ibâdet eder beş vakit namazı câmide kılardı. Kardeşi Câfer onun için; "Bişr, aslâ hiç bir farz namazın iftitah (başlama) tekbirini kaçırmadı. Dâimâ imâmla birlikte tekbir alır. İftitah tekbirinin fazîletine kavuşmak isterdi. Vefât ettiğinde techiz ve tekfinini benim yapmamı vasiyet etti." dedi.

Bir defâsında kendinden geçerek namazını uzattı. Bitirince arkasından birinin kendini tâkib ettiğini farketti ve ona dönüp; "Kardeşim; benim bu yaptığım çok hoşuna gidiyor ve hayret ediyorsun değil mi? Ama şunu iyi bil ki şeytan da binlerce sene meleklerle berâber Allahü teâlâya ibâdet etti (İnsan yaptığı ibâdetlere değil, Allahü teâlânın lütfuna güvenmelidir)." buyurdu.

Bişr bin Mansûr, kendisini âhiretten alıkoyacak işlerden uzak dururdu. Bu sebeble; "Ne zaman dünyâ işlerinden bir şey aklıma gelse, bu beni âhireti hatırlamaktan alıkor." buyururdu.

Birisi ona gelip; "Bana nasîhat ediniz." dedi. Bunun üzerine ona; "Azrâil aleyhisselâm ve yardımcıları seni bekliyorlar." buyurdu.

Bişr bin Mansûr'a, ömrünün son günlerinde borçların için vasiyette bulunmayacak mısın? denildikte; "Ben, Rabbimin günahlarımı af ve mağfiret edeceğini ümid ediyorum. Haliyle borçlarımın da ödenmeyeceğini nasıl ümid etmem." dedi. Çok geçmeden vefât etti. Sevdikleri borçlarını ödeyiverdiler.

Bişr bin Mufaddal anlatır; "Bişr bin Mansûr'u vefâtından sonra rüyâda gördüm ve; "Ey Ebû Muhammed! Allahü teâlâ sana ne muâmele etti?" diye sordum. Bana; "Korktuğumdan daha kolay buldum. Allahü teâlâ beni mağfiret etti." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BOSNALI ABDULLAH EFENDİ (Abdullah-ı Rûmî)



Osmanlı evliyâsının büyüklerinden. 1583 (H.992) senesinde Bosna'da doğdu. Asıl ismi Abdullah Abdî olup, babasınınki Muhammed'dir. Bosnâvî, Rûmî ve Gâibî nisbet edildi. Şârih-ul-Fusûs ve Şârih-il-Mesnevî diye meşhûr oldu.

Doğum yeri olan Bosna'da ilim tahsîline başlayan Abdullah Efendi, sonra İstanbul'a geldi. Tahsîlini tamamladıktan sonra Bursa'ya gitti. Bursalı Hasan Kabaduz Efendi ile görüştü. Bu zâtın sohbetlerinde kemâle gelip olgunlaştı. Hâcı Bayram-ı Velî halîfelerinden Bıçakçı Ömer Dede'nin halîfesi olan Hasan Kabaduz Efendinin feyz ve himmetleri ile yüksek derecelere kavuştu. Bosnâvî Abdullah Efendi, Bursa'dan ayrılıp Mısır'a, sonra 1636 (H.1046) senesinde hac vazîfesini yapmak için, Hicaz'a gitti. Mekke-i mükerremeyi ve Medîne-i münevvereyi ziyâret etmekle şereflendi. Hac dönüşünde, Şam'da Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbesi yanında inzivâya çekildi. Günlerce ibâdetle meşgûl oldu. Sonra Konya'ya geldi. Sadreddîn-i Konevî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi büyüklerin kabirlerini ziyâret edip, rûhâniyetlerinden isifâde etti. Konya'da yerleşip, vefâtına kadar bu şehirde kaldı. Talebelerine ilim öğretmek ve emr-i mârûf yapmakla Allahü teâlânın emirlerini bildirmekle meşgûl oldu. 1644 (H.1054) senesinde hac dönüşü Konya'da vefât edip, çok sevdiği Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin türbesi civârında defnedildi. Sonradan yapılan kabir taşına, vasiyeti üzerine; "Hâzâ kabrû garîbillahi fî ardıhî ve semâihî Abdullah el-Bosnâvî er-Rûmî el-Bayrâmî" ibâresi yazıldı.

Mısır ve Hicaz'a yaptığı seyâhatlerinde ve Şam'daki ikâmetinde kendisi ile görüşen ilim erbâbı, Abdullah Bosnavî'nin ilmini ve eserlerini çok beğenirlerdi. Yüksekliğini anlayanlar, ilim ve feyzlerinden istifâde etmek için birbirleriyle âdetâ yarış ederlerdi. Arab âleminin meşhûr ulemâsından Garsüddîn Halîlî Muhammed Mirzâ Sürûcî, Dımeşkî Sûfî, Muhammed Mekkiyy-ül-Medenî, Seyyid Muhammed bin Ebî Bekr Ukûd gibi âlimler, Abdullah Bosnavî'nin talebesi olmakla şereflendiler.

Kaynaklarda Abdullah Bosnavî'nin altmış eserinin ismi verilmektedir. Bunlardan en meşhûru, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin meşhûr eseri Füsûs-ül-Hikem şerhidir. Mısır'da ve İstanbul'da birer defâ basılmıştır. Diğer eserleri çeşitli kütüphânelerde mevcûd olup, okuyanlar istifâde etmektedirler. Eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) Mevâkib-ül-Fukarâ, 2) Hakîkat-ül-Yakîn, 3) Risâle-i Hazerât-il-Gayb, 4) Metâli-un-Nûr-is-Senî an Tahâret-in-Nebiyy-il-Arabî, 5) Risâletün fî Tafdîl- il-Beşer Alel Melek, 6) Tezyilün fî Münâzeat-i İblîs li-Sehl bin Abdullah et-Tüsterî, 7) Mekâsıd-ı Envâr-ı Ayniyye ve Meskâıd-ı Ervâh-ı Tayyibe-i Gaybiyye, Muhâdarât-ül-Evâil. Bunlardan başka çeşitli âyet-i kerîme ve sûre-i şerîfelerin tefsîrleri, çeşitli mevzûlarda manzûm ve mensûr Türkçe ve Arapça eserleri vardır.

RESÛLULLAH'IN ANNE VE BABASI MÜMİN İDİ

Bir sohbeti esnâsında, Peygamber efendimizin peygamberliği bildirilmeden önce İbrâhim aleyhisselâmın dîninde olduğunu şöyle anlattı:

Sevgili Peygamberimiz, peygamberliği bildirilmeden önce, İbrâhim aleyhisselâmın dîninde idi. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde İbrâhim sûresi 40. âyetinde meâlen; "Rabbim! Beni gereği üzere namâza devâmlı kıl. Zürriyetimden de böyle kimseler yarat. Ey Rabbimiz duâmı kabûl et." buyruldu."

İbn-i Münzîr tefsîrinde, bu âyet-i kerîme hakkında, İbn-i Cerîr'den sahih bir senedle, "İbrâhim aleyhisselâmın zürriyetinden İslâma uygun olarak, Allahü teâlâya ibâdet eden kimselerin elbette bulunacağını" bildiriyor.

Kelime-i tevhîdin ve tevhîd îtikâdının, İbrâhim aleyhisselâmın zürriyeti arasında devâm etmesi, Allahü teâlânın onlara lütuf ve ihsânıdır. İslâm dîninin Resûlullah efendimize bildirilinceye kadar devâm edip gelmesi, Resûlullah efendimizin hazret-i İbrâhim'e kadar olan müslüman baba ve dedeleri vâsıtasıyla olmuştur. Çünkü onlar da, İbrâhim aleyhisselâmın müslüman olan zürriyetindendirler.

İslâmdan ibâret olan Hanîf dîni, Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin bildirilmesine kadar devâm etmiştir. Hak dînin, İbrâhim aleyhisselâm zamânından, Resûlullah efendimiz zamânına kadar devâm etmesi, bu iki zaman arasında, bir Allah'a inanan müminlerin bulunmasıyla olmuştur. Bu sebeple Resûlullah efendimizin ana ve babalarının da müslüman oldukları sâbit olmaktadır. Resûl-i ekremin babası Abdullah ve annesi Âmine Hâtunun tevhîd inancı üzere bulundukları ve müslüman oldukları ortaya çıkmaktadır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BUSAYRÎ (Muhammed bin Saîd bin Hammâd)


İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Saîd bin Hammâd bin Abdullah es-Sanhâcî el-Busayrî el-Mısrî, künyesi Ebû Abdullah ve lakabı Şerefüddîn'dir. Aslen Magribli olup, dedeleri Mısır'a yerleşmişlerdi. İmâm-ı Busayrî, 1212 (H.609) senesinde Mısır'da Busayr şehrinde doğdu. 1211 (H.60 de doğduğu da rivâyet edilmiştir. 1295 (H.695) senesinde Mısır'da İskenderiyye şehrinde vefât etti. Kurâfe kabristanında, İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin yanına defnolundu.

İmâm-ı Busayrî, Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin talebesidir. Ebü'l-Abbâs Mürsî de, Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin talebesidir. İmâm-ı Busayrî, hadîs ilminde, hattâtlıkta ve bilhassa şiirde çok derin âlim idi. İfâdesi çok tatlı ve derîn mânâlı olup, dinleyenleri tesir altına alırdı. Mahâret ve metâneti çok idi. Evliyâlık yolunda çok yüksek derecelerin sâhibi idi. Başta Resûlullah efendimiz olmak üzere, tasavvuf büyüklerine ve evliyâya olan muhabbet ve bağlılığı pek fazla idi. Eserlerini okuyanlar bunu açıkça görmektedirler.

İmâm-ı Busayrî hazretlerinin, Resûlullah'a olan sevgisini, aşkını anlatan kasîdeleri vardır. Murâdiyye ve Hemziyye ismindeki kasîdeleri meşhûrdur. Sonra gelen İslâm âlimleri, bunları severek okumuşlar, talebelerine okutmuşlar ve ezberletmişlerdir.

Sevgili Peygamberimizin üstünlüğünü anlatan, O'nu öven en kıymetli kasîdesi ise, Kasîde-i Bürde'dir. İmâm-ı Busayrî bu kasîdesini yazdıktan sonra, daha çok meşhûr olup, bütün âlimlerin ve evliyânın sevgisine, iltifâtına kavuşmuştur. Bu kasîdenin yazılmasına sebeb olan hâdise şöyle anlatılmaktadır:

"İmâm-ı Busayrî hazretlerine, ömrünün sonuna doğru felç hastalığı geldiğinden, bedeninin yarısı hareketsiz kaldı. Allahü teâlâya, hastalığına şifâ vermesi için Resûlullah'ı vesîle edip çok duâ eyledi. İnsanların en üstünü olan Peygamberimizi öven meşhûr kasîdesini hazırladı. Rüyâda Resûl-i ekreme okudu, çok beğendiler, hoşlarına gitti. Üzerlerinde bulunan mübârek hırkasını çıkarıp, İmâm-ı Busayrî'ye giydirdiler. Bedeninin felçli yerlerini mübârek eli ile sığadılar. Uyanınca, vücûdu sıhhate kavuşmuş idi. Ayrıca Peygamber efendimizin rüyâda giydirdiği hırka-i seâdet de üzerinde idi. Bunun için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denildi. Bürde; hırka, palto demektir. İmâm-ı Busayrî sevinerek sabah namazına giderken, yolda, Allahü teâlânın sevgili kullarından evliyâ bir zâta rastladı. O evliyâ zât, İmâma; "Ey Busayrî, kasîdeni dinlemek isterim." dedi. "Benim kasîdelerim çoktur. Hepsini herkes bilir." dedi. O zât; "Kimsenin bilmediği, bu gece Resûlullah'a okuduğunu istiyorum." deyince, bunu hiç kimseye söylemedim. Nereden anladın?" dedi. O zât da, İmâmın rüyâsını, olduğu gibi haber verdi.

O zamanın vezîri Behâeddîn bu kasîdeyi işitince, hepsini okutup saygı ile ayakta dinledi. Hastalara okununca iyi oldukları, okunan yerlerin derdlerden, belâlardan emin oldukları görüldü. Faydalanmak için inanmak ve hâlis niyetle okumak lâzımdır.

Kasîde-i Bürde, on kısımdır:

Birinci kısım, Resûlullah'a olan sevginin kıymetini bildirmektedir.

İkinci kısım, insanın nefsinin kötülüğünü anlatmaktadır.

Üçüncü kısım, Resûlullah'ı övmektedir.

Dördüncü kısım, Resûlullah'ın dünyâyı teşrîfini anlatmaktadır.

Beşinci kısım, Resûlullah'ın duâlarının hemen kabûl olduğunu bildirmektedir.

Altıncı kısım, bu kısımda Kur'ân-ı kerîm övülmektedir.

Yedinci kısım, Resûlullah'ın mîrâcındaki incelikleri bildirmektedir.

Sekizinci kısım, Resûlullah'ın cihâdlarını anlatmaktadır.

Dokuzuncu kısım, Allahü teâlâdan af ve magfiret ve Resûlullah'tan şefâat istemektedir.

Onuncu kısım, Resûlullah'ın derecesinin yüksekliğini bildirmektedir.

Bu kasîdeye, El-Kevâkib-üd-Düriyye fî Medh-i Hayr-ül-Beriyye ismi verilmesine rağmen manzûme, Kasîde-i Bürde ismiyle meşhûr olmuştur. Çeşitli dillerde doksandan fazla şerhleri olan Kasîde-i Bürde'ye, Kasîde-i Bür'e (Şifâ kasîdesi) diyenler de olmuştur. Eshâb-ı kirâmdan Ka'b bin Züheyr'in (r.anh) yazdığı ve Peygamber efendimize okuduğu Bâned Suâd (Sevgili uzaklaştı) diye başlayan kasîdeye de Kasîde-i Bürde denilmiştir.

KASÎDE-İ BÜRDE'DEN

Selem ağaçlarının bulunduğu yerdeki,
Peygamber dostlarını yâd mı ağlatan seni?

Medîne rüzgârı mı, söyle seni ağlatan?
Gece çakan şimşek mi yoksa İdem dağından?

Gözlerine ne oldu, dur dedikçe akmakta?
Kendine gel dedikçe, kalbin coşup yanmakta?

.........................................

Hazret-i Muhammed'in, kerem yağmurlarından,
Bir damla almak ister, bilcümle peygamberân.

Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve cismânî,
Varlıkların hepsinden O'dur Hakk'a sevgili.

Hudutsuzdur zâtının fazîlet ve kemâli,
Mümkün değil anlatmak, dil ile kemâlini.

Eğer Resûlullah'ın cümle mûcizeleri,
Büyüklüğünü dile getirebilse idi,

Mübârek isimleri anıldığı zamanda,
Hep çürümüş kemikler dirilirdi bir anda.

Tâkatımız üstünde, bize yük yüklemedi.
Baş ve göz üzeredir, emir ve nehiyleri.

Hakîkî değerini, anlatmaktan âciziz.
Bu yönüyle övmekten, yeğdir sükût etmemiz.

.........................................

Peygamber efendimiz, güneş gibidir bilin,
Ondan ziyâ bulmakta nücûm-ı resûllerin.

Allah O'nu ahlâkta, tezyîn edip yarattı.
Güzel huy, güler yüzle, bezemiştir zâtını.

Latîf yaratılmıştır gül ve çiçek misâli,
Parlak ve şereflidir, ayın on dördü gibi.

Himmetli ve gayretli o Nebî zaman kadar,
O'nun cömertliğinde, damladır okyanuslar.

Mübârek bedenini, kucaklayan toprağın,
Kokusu misk-ü anber gibi hoştur, inanın.

Ne mutlu o toprağı, koklayıp öpenlere,
O mübârek kokuyu sîneye çekenlere.

.........................................

Arab olan olmayan, bilcümle insanların,
Efendisidir hem de, yüzü suyudur cihânın.

Kötülüğü yasaklar, emreder iyiliği,
Bir ilâhî emirdir, emir ve nehiyleri.

O Server, Rabbimizin öyle bir kuludur ki,
Her tehlike ânında, umulur şefâati.

O öyle bir Resûl ki, Allah'a ibâdete,
Çağırır insanları, O'na uyun elbette.

Hiç kopmayan sağlam bir ipe yapışmış gibi,
Emniyette hisseder, rahat bulur kendini.

İlâhî izin ver de âl ve Eshâbına da,
Onlara tâbi olan, ehl-i takvâlara da.

Rahmet bulutlarının, akması dâim olsun,
Halîm ve kerîm kullar, rahmetine kavuşsun.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
BÜNDÂR BİN HÜSEYİN ŞİRÂZÎ



Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebü'l-Hüseyin, adı Bündâr bin Hüseyin bin Muhammed bin Mahleb'dir. Doğum târihi ve yeri belli değildir. Şiraz beldesinden olup, Errecan'da ikâmet etmiştir. Bündâr bin Hüseyin, usûl ve akâid ilminde de âlim idi. Ebû Bekr Şiblî'nin sohbetlerinde bulunmuştur. Hakâik (hakîkatler), tasavvufî incelikler ilmi üzerinde çok meşhûr sözleri vardır. 964 (H.353) senesinde Errecan'da vefât etti. Cenâzesini Ebû Zerâ-i Taberî yıkadı.

Bündâr bin Hüseyin buyuruyor ki:

"Bid'at ehlinin sohbetlerinde bulunmak, Allahü teâlâdan uzaklaşmaya sebeb olur."

"Dostlarına, nereye gittiklerini ve ne iş yaptıklarını suâl etmek edebe aykırıdır."

"Dünyâ sevgisi bir kalbe girdiği zaman, o kalbi Allahü teâlâya ibâdet etmekten alıkoyar."

"Cennet için, nefsin arzu ettiği şeylerden uzaklaşmak gerekir."

"Ağlamanın çeşitleri vardır. Bâzı ağlamalar, önceden olmayan bir şeyin elde edilmesi sebebi ile sevinçtendir. Birisi de, eldeki bir şeyi kaybetme sebebi ile üzüntüdendir. Allahü teâlâ bir âyet-i kerîmede sevinçten ağlamak hakkında meâlen buyuruyor ki: "Peygambere indirileni (Kur'ân'ı) dinledikleri zaman, hakkı anladıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup boşandığını görürsün. Onlar şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Îmân ettik, şimdi bizi şehâdet getirenlerle berâber yaz." (Mâide sûresi: 83) Allahü teâlâ bir âyet-i kerîmede üzüntü sebebiyle ağlamak hakkında meâlen buyuruyor ki: "Bir de o kimselere günah yoktur ki, kendilerini bindirip savaşa gönderesin diye sana geldiklerinde, onlara: "Sizi bindirecek bir hayvan bulamıyorum." demiştin. Bu uğurda sarf edecekleri şeyi bulamadıklarından dolayı kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler." (Tevbe sûresi: 92)

"Allahü teâlâdan başka her şeyi terk etmeyen, O'na tam kavuşamaz."

Bündâr bin Hüseyin'e, tasavvuf ehli ile zâhirî ilimlerdeki âlim arasındaki fark sorulduğunda, şu cevâbı verdi: Sûfî, Allahü teâlâ tarafından nefsi temiz kılınmış ve seçilmiş bir kimsedir. Fakat zâhirî ilimlerdeki âlim, bunları elde etmeye çalışan, Rabbinin emirlerini bilen ve kendini haramlardan koruyandır. Sûfî kelimesi üç harften müteşekkildir. Her harfin üç mânâsı vardır. "Sad" harfi, sadâkat, sabır ve temizliğe delâlettir. "Vav" harfi, sevgi ve vefâya; "Fâ" harfi de, fakirliğe, bir şeyi kaybetmeğe ve yok olmaya delâlettir."

Bündâr bin Hüseyin'in söylediği bir şiir:

Zamânın belâ ve musîbetleri, beni terbiye etmiştir.
Nasîhat, ancak akıllı olan içindir.
Ben acıyı, tatlıyı, hepsini tattım.
Yiğidin hayâtı çilelidir.
Bütün çile ve nîmetlerden,
Olmuştur benim mutlaka nasîbim.
 
Üst Alt