Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Resulullah'tan hİkÂyeler

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]DERTLİLERİN DEVASI[/h][h=2][/h]Ebû Saîd radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

Peygamber aleyhisselâm bir gün mescide girdi ve orada Ensâr'dan Ebû Ümame denilen adama rastladı da, kendisine:

— Ey Ebû Ümâme, Ne diye namaz vaktinin dışında seni mescidde oturur halde görüyorum? diye sordu. Ebû Umâme::

— Beni saran dertler ve borçlar yüzünden ey Allah'ın Resulü, dedi. Peygamber aleyhisselâm:

— Sana bir dua öğreteyim mi ki, bunu okuduğun zaman, Allah derdine deva verir, borcunu ödettirir? buyurdu. Bunun üzerine ben:

— öğret, ey Allah'ın Resulü, dedim.

Peygamber aleyhisselâm:

— Sabah ve akşam şu duayı oku! buyurdu.

«Allâhümme innî eûzü bike minel hemmi vel hazeni ve eûzi bike minel aczi vel keseli ve eûzü bike minel cübni vel buhli ve eûzü bike min gelebetiddeyni ve kahrirricâl» ey Allah'ım, kederden, derdden, acizden ve tenbellikten, korkudan ve cimrilikten, borcun üstelenmesinden ve ricalin kahrından sana sığınırım!>

Ebû Umâme diyor ki: Bunu okudum, Allah hem derdimi giderdi, hem de borcumu ödetti.

(Ebû Davud)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]99 KİŞİNİN KATİLİNİN AFVI[/h][h=2][/h]Ebû Said radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:

Sizden önce geçen ümmetler arasında bir adam doksan dokuz kişiyi öldürmüştü. Bu yaptıklarından dolayı tevbesinin mümkün olup olmadığını öğrenmek üzere, yer yüzünün en âliminin kim olduğunu sordu. Kendisine bir Rahibin en çok bilgili olduğunu söylediler. O Rahibin yanına gelip kendisinin doksan dokuz kişiyi öldürdüğünü ve kendisi için tevbe imkânı olup olmadığını sordu.

Rahib:

— Hayır, yoktur, diye cevap verdi. Bu defa, adam o Rahibi de öldürdü. Böylece öldürdüklerinin sayısı yüze çıktı. Sonra yine yeryüzünün en âliminin kim olduğunu sordu. Kendisine âlim olan bir kimseyi haber verdiler. Buradan âlimin yanına geldi ve yüz kişiyi öldürdüğünü, kendisi için tevbe imkânı bulunup bulunmadığını sordu.

Âlim adam:

— Evet, vardır. Seninle tevben arasına bir şey giremez, tevben daima makbuldür. Ancak filan beldeye git, orada Allah'a ibadetle meşgul olan bir kısım insanlar vardır. Sen de onlarla beraber Allah'a ibadet etmeye başla ve tekrar kendi memleketine dönme. Zira orası kötü bir yerdir, dedi. Adam gitti. Yolun yarısına gelince ölüm, karşısına çıktı ve orada ruhunu teslim etti. Bunun üzerine rahmet melekleri ile azab melekleri kendisini almak hususunda münakaşaya başladılar.

Rahmet melekleri:

— Bu adam, tevbe etmiş ve Allah'a yönelmiş olarak geldi, dediler. Azab melekleri ise:

— Bu kimse, ömründe hayır işlememiş birisidir, diye İsrar ettiler. Bu münakaşa devam ederken insan suretinde bir melek (Cebrail aleyhisselâm) geldi. Onu aralarında hakem olarak seçtiler.

Hakem olan melek:

— Adamın kendi memleketi ile gitmekte olduğu belde arasındaki mesafeyi ölçün. Şu anda bulunduğu yer, bu ikisinin hangisine daha yakın ise, bu o tarafa aiddir, dedi. Melekler ölçtüler ve gitmekte olduğu kasabaya daha yakın olduğu tesbit edildi. Bunun üzerine kendisini rahmet melekleri teslim aldılar.

(Buharî, Müslim)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]«ALLAH KİFL'İ AFVETTİ»[/h][h=2][/h]İbni Ömer radıyallahu anh anlatıyor:

Allah'ın Resulünün yedi defadan daha fazla bir hadise anlattığını dinledim ki, şöyle buyuruyordu:

İsrail Oğullarından Kifl adında bir adam, günah işlemekten sakınmazdı. Bir gün kendisine bir kadın geldi. Kifl, kendisi ile zina etmek üzere kadına altmış dinar verdi. Adam kendisi ile zina etmeye hazır vaziyete geldiği zaman, kadın titreyip, ağlamaya başladı.

Kifl:

— Ne ağlıyorsun, seni ırzına geçmek için zorladım mı? dedi. Kadın:

— Hayır, ancak bu, benim ömrümde katiyetle yapmadığım bir iştir. Beni, bu işe ihtiyaç içinde olmam sevk etti, dedi. Adam:

— Sen böyle yapıyorsun, halbuki ben hiç böyle hareket etmemiştim. Git, verdiğim paralar da senin olsun, dedi ve: Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra kendisine asla isyankâr olmayacağım, diye yemin etti. O gece de vefat etti. Sabah olduğu vakit Kifl'in kapısının üzerinde şu ibarenin yazılı olduğu görüldü:

«Allah, muhakkak ki Kifl'i afvetti!»

(Tirmizî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]ALLAH'IN MERHAMETİ[/h][h=2][/h]Hazreti Ömer radıyallahu anh'ten şöyle anlatılır:

Peygamber aleyhisselâma bir kısım esirler getirildi. Aralarında bir kadın esir, bir şeyi arar halde telâş içerisinde koşuyordu. Esirlerin arasında bir çocuğu bulur bulmaz onu bağrına bastı ve emzirmeye başladı.

Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm::

— Bu kadının evlâdını ateşe atmasını düşünebilir misiniz? diye sordu.

Biz de:: .

— Hayır, vallahi, atmamaya gücü yettikçe atmaz, dedik. Peygamber aleyhisselâm:

— İşte, Allahü Teâlâ, bu kadının çocuğuna karşı olan merhametliliğinden kullarına karşı daha merhametlidir, buyurdu.

(Buharî, Müslim)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]RESÜLULLAH'IN EKMEĞİ[/h][h=2][/h]Sehl radıyallahu anh'e:

— Allah'ın Resulü, hâlis beyaz ekmek yedi mi? diye soruldu. Sehl radıyallahu anh:

— Peygamber aleyhisselâm Allahü Teâlâ'ya ulaşıncaya kadar, hâlis beyaz ekmek görmedi, diye cevap verdi. Yine kendisine:

— Peygamber aleyhisselâmın zamanında un elemek için elekleriniz var mıydı? diye soruldu. Sehl radıyallahu anh:

— Hayır, eleklerimiz yoktu, diye cevap verdi. Yine kendisine:

— Arpa ununu nasıl temizlerdiniz? diye soruldu. Sehl radıyallahu anh:

— Ufürürdük, bu şekilde içindeki zaid şeyler uçardı, sonra su ile ıslatır, hamur haline getirir ve ekmek yapardık, dedi.

(Tirmizî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]KABİRDE SUAL[/h][h=2][/h]Berâ radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

Ensârdan bir müslümanın cenazesinde çıktık, hazırlanmış olan kabre geldik. Cenaze, Kabrin içerisine konulunca, Peygamber aleyhisselâm oturdu. Biz de kendisinin etrafında toplandık. Sanki başlarımızda kuş varmış gibi hepimiz hareketsiz kalmıştık. Resûlullah aleyhisselâm elindeki bir sopa ile yeri çiziyordu. Birden başını kaldırdı ve iki yahut üç defa:

— < Kabir azabından Allah'a sığının, diye söylendikten sonra:

Mümin kabre konulduğunda, arkadaşları terkedip gittikleri zaman, onların ayak sesini işitir bir vaziyette, (Münker ve Nekîr denilen) iki melek gelir, kendisini oturturlar ve:

— Rabbin kimdir? diye sorarlar. Mümin:

— Rabbim Allah'tır, diye cevap verir. Melekler:

— Dinin nedir? diye sorarlar.

Mümin:

— Dinim İslâm, diye cevap verir. Melekler:

— İçinizde Allah tarafından gönderilmiş olan o zât kimdir? derler. Mümin:

— O zât Allah'ın Resulüdür, der.. Melekler:

— Bunu nereden öğrendin? diye sorarlar. Mümin:

— Allah'ın kitabını okuyup, ona îman ettim ve onu tasdik ettim, diye cevap verir.

İşte Allahü Teâlâ'nın «Allah îman edenleri dünya hayatında da, âhirette de sabit söz, yani kelime-î tevhîd ile sabit kılar.» (ibrahim Sûresi) mealindeki Âyet-i Kerîmenin mânâsı budur.

Sonra semâdan bir ses gelir:

— Kulum doğru söyledi. Ona Cennetten bir yer verin, Cennetten elbise giydirin ve ona kabrinden Cennete bakan bir kapı açın! diye söyler. Bunun üzerine o mümine Cennetin rahatlığından ve güzelliğinden verilir, gözünün gördüğü kadar kabri genişletilir.

Kâfir veya münafık ölü, kabrine konulduğu vakit, ruhu bedenine iade edilir. O iki melek gelir, kendisini oturtur ve: .

— Rabbin kimdir? diye sorarlar.

O kâfir veya münafık:

— Hah, hah, bilmiyorum, diye cevap verir.

Melekler: .

— Dinin nedir? diye sorarlar.

O:

— Hah, hah, bilmiyorum, diye cevap verir. Melekler:

— Aranızda Allah tarafından gönderilen o zât kimdir? diye sorarlar. O:

— Hah, hah, bilmiyorum, der.

Sonra semâdan bir ses gelir:

— Bu kâfir veya münafık yalan söyledi. Ona Cehennemden bir yer verin, ateşten elbise giydirin, ona kabrinden Cehenneme bakan bir kapı açın! diye söyler. Bunun üzerine o kimseye Cehennemin yakıcı rüzgârı ve sıcaklığı gelir. Kaburga kemikleri birbirine girinceye kadar kabri daraltılır. Sonra onun başına kör ve dilsiz bir zebani musallat edilir. Bu zebaninin demirden bir tokmağı vardır ki, dağa vurulsa dağı toz toprak haline getirir. Bu zebani o kimseye bu tokmakla öyle bir darbe indirir ki, insanlarla cinlerin dışında doğu ile batı arasında bulunan her mahlûk işitir. Ve böylece o kimse toprak haline döner. Sonra ruhu tekrar iade edilir.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]BEŞİKTE KONUŞANLAR[/h][h=2][/h]Ebû Hureyre radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:::

Beşikte iken ancak üç kişi konuşmuştur. Birincisi İsa aleyhisselâmdır.

İkincisi, israil Oğullarından Cureyc isimli bir adam vardı. Bu şahıs namaz kılarken annesi gelmiş ve kendisini çağırmıştı. Bu da kendi kendine «Cevap vereyim mi, yoksa namazıma devam mı edeyim?» diye düşünmüştü ve annesinin çağrısına uymadı.

Bunun üzerine annesi::

— Ey Allah'ım, fahişelerin yüzünü gösterinceye kadar onu öldürme, diye beddua etti.

Cureyc kendisine aid çilehânede bulunuyordu. Kadının biri, kendisine gelip cinsî münasebette bulunmasını teklif etti. Cureyc ise bunu kabul etmedi. Sonra kadın, bir çobana gitti ve onunla cinsî münasebette bulundu. Bunun neticesinde bir çocuk dünyaya getirdi ve bu çocuğun Cureyc'den olduğunu söyledi. Bunun üzerine insanlar gelip Cureyc'in çilehânesini yıktılar. Kendisini alıp aşağı indirdiler ve bir hayli sövüp tazir ettiler. Bu durumdan çok müteessir olan Cureyc, abdest alıp namaz kıldıktan sonra doğruca fahişenin omuzu üstünde duran o çocuğa gitti ve:

— Senin baban kimdir, ey çocuk? diye sordu. Çocuk:

— Filan çoban, diye cevap verdi. Bu duruma hayret eden insanlar:

— Çilehâneni yeniden inşâ edelim, hattâ altından yapalım, dediler. Cüreyc ise:

— Hayır, ancak topraktan yapın! diye cevap verdi.

Üçüncüsü de, îsrail Oğullarından bir kadın vardı. Çocuğunu emzirmekteydi. Yanından heybetli ve yakışıklı bir atlı geçiyordu. Bunu gören kadın:

— Ey Allah'ım, çocuğumu bu atlı gibi kıl! diye dua etti.

Çocuk derhal anasının memesini bırakıp, atlıya koştu ve:

— Ey Allah'ım beni bu kimse gibi kılma! dedi. Sonra anasının memesini tekrar alıp emmeye başladı. Ebû Hureyre radıyallahu anh diyor ki: Sanki Peygamber aleyhisselâmı işaretle hadiseyi anlatırken parmağını emer halde görüyorum. Oradan sonra bir köle geçti. O çocuğun anası:

— Ey Allah'ım, çocuğumu bunun gibi kılma diye dua etti. Çocuk derhal yine anasının memesini bıraktı ve:

— Ey Allah'ım, beni bu köle kadın gibi kıl! dedi. Annesi çocuğa:

— Neden böyle? diye sordu. Çocuk:

— Çünkü atlı kimse, zalimlerden biridir. Bu köle kadın ise, halkın kendisine «hırsızlık ve zina etmiş» dediği bir kadındır. Halbuki bu, asla onları yapmamıştır, diye cevap verdi.

(Buharî, Ahmed)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]KEL, KÖR VE ABRAŞ'IN İMTİHANI[/h][h=2][/h]Ebû Hureyre radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:

îsrail Oğullarından üç kişi vardı. Bunlardan biri abraş, biri kör, biri de kel idi. Allahü Teâlâ bunları imtihan etmek istedi ve bir melek gönderdi.

Abraşa gelen melek:

— En çok sevdiğin şey nedir? diye sordu. Abraş:

— Güzel renk ve güzel deri ve Allah'ın benden insanların çirkin gördükleri bu abraşlık hastalığını gidermesidir, dedi. Melek elini bir sürdü ve abraş kimsenin bu hastalığı gidip kendisine güzel bir renk ve on adet dişi deve verildi, Melek:

— Hangi malı daha çok seversin? diye sordu. Abraş:

— Deve, yahut sığır, diye sevap verdi.

Bunun üzerine kendisine on adet dişi deve verildi.

Melek:

— Allah, bunları sana mübarek eylesin! dedi.

Sonra bu melek kel kimseye geldi" ve:

— En çok sevdiğin şey nedir? dedi. Kel:

— Güzel saç ve Allahü Teâlâ'nın, bende insanların çirkin gördüğü bu illeti gidermesi, diye cevap verdi. Melek kendisine elini bir sürdü ve o kimsenin kelliği kaybolup gitti, kendisine güzel saçlar verildi.

Melek:

— En çok sevdiğin mal hangisidir? diye sordu. Kel:

— Sığır, dedi. Derhal kendisine yavrulamak üzere olan inekler verildi.

Melek:

— Allah, sana bunları mübarek etsin dedi. Melek daha sonra kör kimseye geldi ve:

— En çok hangi şeyi seversin? diye sordu. Kör:

— Allah'ın gözlerimi iade etmesini, insanları görmeyi, diye cevap verdi. Melek kendisini eli ile bir mesh etti ve Allah, o kimsenin gözlerini açtı.

Melek:

— En çok sevdiğin mal nedir? dedi.

Kör:

— Koyun, diye cevap verdi. Kendisine yavrulayıcı koyun verildi.

Sonra, abraş ile kele verilen deve ile sığırlar üredi, körün de koyunları çoğaldı. Birinin bir vadiyi dolduran develeri, diğerinin bir vadi dolusu inekleri, diğer birinin de bir vadiye sığmayan koyunları oldu.

Aradan bir müddet geçtikten sonra, melek abraşa, onun eski şekil ve suretinde gelip:

— Ben fakir bir adamım, dağları taşları aşıp geldim. Bugün Allah'tan başka bir yardım edenim yoktur, önce Allah, sonra senden, sana bu güzel rengi, bu güzel deriyi ve bunca malı veren zât'ın adına bana, yolculuğum sırasında faydalanabileceğim bir deve vermeni istiyorum, dedi.

Abraş:

— Haklar çoktur, dedi ve bir şey vermedi. Bunun üzerine melek kendisine:

— Ben, seni tanıyacak gibiyim; sen insanların kendisinden nefret ettiği abraş kimse değil miydin? Sonra Allahü Teâlâ sana bu nimetleri ihsan etmişti, dedi.

Abraş:

— Hayır, bu mal bana ecdadımdan kalmadır; dedi. Melek:

— Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin, diye beddua etti. Hakikaten abraş eski çirkinliğine ve fakirliğine döndü.

Melek sonra kele, kelin eski şekil ve suretinde geldi. Buna da abraş kimseye dediklerini aynen tekrarladı. Kel de aynı abraş gibi karşılıkta bulundu ve o da bir şey vermedi.

Melek de yine:

— Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline döndürsün, diye beddua etti ve o kimse eski kel haline ve fakir durumuna döndü. Daha sonra melek, köre, onun eski sureti ve şeklinde geldi ve:

— Ben muhtaç bir kimseyim, yolcuyum; yürürken dağları aştım. Bugün Allah'tan başka bir yardım edenim yok. önce Allah, sonra senden, gözlerini açan zât'ın adına yolculuğum sırasında istifade edeceğim bir koyun vermeni isterim, dedi.

Eski kör:

— Ben önceden kör idim. Allah gözlerimi açtı. Bunlardan dilediğini al, dilediğini bırak, diye cevap verdi. Allah için almak istediğin şeyi vermek hususunda, Allah'a yemin ederim ki sana bir zorluk çıkarmam, dedi.

Bunun üzerine melek:

— Malın senin olsun; üçünüz de ilâhî imtihana tâbi tutuldunuz. Allahü Teâlâ senden razı oldu, fakat iki arkadaşın abraş ile kelden razı olmayıp onları cezalandırdı, dedi.

(Buharî, Müslim)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]BORCUN VADESİ[/h][h=2][/h]Ebû Hureyre radıyallahu anh'den şöyle anlatılıyor:

İsrail Oğullarından bir adam, bir başka kimseden bir dinar altın ödünç vermesini istedi, istediği adam da bu parayı kendisine verdi. Borcu ödeme vadesi geldiği vakit, borçlu adam gidip alacaklı şahsa borcunu ödemek için sahile vardı. Orada gitmek için bir vâsıta bulamayınca, bir ağaç parçası aldı. Onu güzel bir şekilde oyduktan sonra, içerisine borcu olan bir dînar altını yerleştirdi ve iyice kapayıp denize bıraktı. Alacaklı adam da, alacağının vâdesi geldiği için, onu getiren bir vâsıta gelmiş mi, diye sahile çıktı. Bir vâsıta yoktu, ancak bir odun parçası gördü. Onu yakacak olur diye normal bir odun parçası olarak aldı. Evine getirip parçalayınca içinde bir mektupla beraber, borçlu adamın gönderdiği parayı buldu.

(Buharî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]ŞEYTANA KARŞI SİLÂH[/h][h=2][/h]Ebû Melih radıyallahu anh'den şöyle anlatılıyor:

Bir adam dedi ki, Allah'ın Resulünün terkisinde idim. Hayvanın ayağı sürçtü. Bunun üzerine ben de:

— Şeytan helak olsun! diye söyledim. Peygamber aleyhisselâm da buyurdular ki:

— «Şeytan helak olsun» deme. Zira böyle söylediğin zaman, şeytan o kadar kabarır ki koca bir ev gibi olur ve «Bu işi ben yaptım» der. «Bismillah» de ki, böyle söylediğin zaman, şeytan sinek miktarı oluncaya kadar küçülür.

(Ebû Davud, Neseî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]SELAMIN KAT KAT SEVABI[/h][h=2][/h]İmran bin Husayn radıyallahu anh anlatıyor:

Bir adam, Allah'ın Resulüne geldi ve «esselâmü aleyküm» dedi. Peygamber aleyhisselâm da, «aleyküm es - selâm» diyerek selâmını aldı. Sonra adam oturdu. Peygamber aleyhisselâm bu âdâmın «esselâmü aleykum» demesiyle alâkalı olarak:

— On sevab! buyurdu.

Sonra bir başka adam geldi ve «esselâmü aleyküm ve rahmetullah» dedi. Peygamber aleyhisselâm aynı şekilde «ve aleykum es - selamü ve rahmetuilahi» demek suretiyle onun da selâmını aldı. Adam oturdu.

Adamın böyle demesi sebebiyle Peygamber aleyhisselâm:

— Yirmi sevab! buyurdu.

Daha sonra bir başkası geldi ve «esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhû» dedi. Allah'ın Resulü aynı o adamın söylediği şekilde selâmını aldı. Adam oturdu.

Peygamber aleyhisselâm bu adamın selâmı sonuna «ve berekâtuhû» yu ilâve etmesi üzerine de:

— Otuz sevab! buyurdu.

(Ebû Davud, Tirmizî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]RESÛLULLAH'A KISAS[/h][h=2][/h]Abdurrahman bin Ebî Leyla radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

Ensârdan Useyd bin Hudayr şakacı bir kimse olduğu için insanlarla konuşur ve onları güldürürdü. Bu sebeple Peygamber aleyhisselâm'ın böğrüne bir ağaç parçası ile vurmuştu. Useyd radıyallahu anh:

— Ey Allah'ın Resulü, sabır buyur da hakkımı alayım, dedi. Peygamber aleyhisselâm:

— Kısas hakkını yerine getir, benim sana yaptığım gibi sen de bana yap, dedi.

Useyd bin Hudayr:

— Fakat senin üzerinde gömlek var, benim üzerimde yoktu, sen vururken, dedi.

Peygamber aleyhisselâm Useyd radıyallahu anh'ın, kendisinin çıplak böğrüne vurması için gömleğini kaldırdı. Allah'ın Resulü gömleğini kaldırır kaldırmaz da, Useyd radıyallahu anh hemen Peygamber aleyhisselâmın mübarek vücudunu öpmeye, yüzünü ona sürmeye başladı ve:

— Ey Allah'ın Resulü, maksadım yalnızca bu idi! dedi.

(Ebû Davud)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]BÜYÜK ŞEFAATÇİ[/h][h=2][/h]Enes radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:

Allahü Teâlâ Kıyamet gününde bütün insanları toplayacak, onlar da buna ehemmiyet verecekler ve:

— Rabbimiz nezdinde birinin şefaatinı istesek de, bu güç vaziyetten bizi kurtarıp rahata erdirsin, diyecekler ve bu münasebetle Adem aleyhisselâma gelip:

— Sen insanların babası Adem'sin. Allah seni eliyle yarattı. Onun nezdinde bulun ki, bu güç durumda biraz rahata kavuşalım, diyecekler. Adem aleyhisselâm:

— Ben bunu yapmam, diye cevap verecek ve yaptığı hatâsını hatırlayıp bu sebepten dolayı Rabbinden haya edecektir ve Nuh aleyhisselâma gidin! diye tavsiyede bulunacaktır.

İnsanlar Nuh aleyhisselâma gelecekler, Nuh aleyhisselâm onlara cevaben:

— Ben bunu yapamam, diyecek ve yaptığı hatâyı hatırlayıp bu yüzden Rabbinden haya edecektir. O da Allah'ın kendisini dost edindiği ibrahim aleyhisselâma gidin! diye söyleyecektir.

İnsanlar ibrahim aleyhisselâma gelecekler, ancak O da:

— Ben bu işi yapamam, diye cevap vererek, hatâsını hatırlayıp Rabbinden haya edecektir.

Allah'ın kendisi ile kelâm buyurduğu ve Tevrat'ı gönderdiği Musa aleyhisselâma gidin! diye tavsiye edecektir.

Musa aleyhisselâma geldiklerinde, O da:

— Ben bunu yapamam, diyecek Ve yaptığı hatâsını hatırlayıp, bu sebeple Rabbinden haya edip, Allah'ın ruhu ve kelimesi olan Isa aleyhisselâma gidin! diyecektir.

Halk İsa aleyhisselâma gelecek. İsa aleyhisselâm:

— Ben bunu yapamam, kendisinin geçmiş ve gelecek günahlarının af buyrulduğu Allah'ın kulu Muhammed aleyhisselâma gidin! diye yol gösterecektir.

Peygamber aleyhisselâm devamla buyurur ki:

— İnsanlar sonra bana gelecekler. Ben de şefaat için Rabbimden izin isteyeceğim, izin verilecek ve Rabbimi görünce secdeye kapanacağım. Allahü Teâlâ beni, dilediği kadar secde halinde bırakacak.

Sonra bana:

— Ey Muhammed, söyle, söylediğin dinlenecek; dile, dilediğin verilecek; şefaat et, şefaatin kabul olunacak, buyurulacaktır. Ben de bunun üzerine, başımı kaldırıp, Rabbimin bana öğrettiği hamdlerle kendisine hamd edeceğim. Sonra da şefaatte bulunacağım ki, bana bir sınır tayin edilecek; bu sınır içerisinde kalanları Cehennemden çıkarıp Cennete koyacağım.

Enes radıyallahu anh diyor ki:

Bilmiyorum, üçüncü veya dördüncü defasında mı idi; Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki:

— Ey Rabbim, artık Cehennemde, Kur'ân'ın kendilerini ebediyyen orada kalmakla mahkûm ettiklerinden başka kimse kalmadı...

(Buharî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]KELİME-İ ŞEHADETİN AĞIRLIĞI[/h][h=2][/h]Abdullah bin Amr radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor: .

Muhakkak ki Allahü Teâlâ, ümmetim içerisinden bir adamı Kıyamet gününde bütün halkın huzurunda kurtaracaktır. O kimsenin önüne doksan adet amel sahifesi serecektir ki, onun her sahifesi gözün görebildiği kadar uzun olacaktır. Allah bu adama:

— Bunlardan inkâr ettiğin bir şey var mı? Amelleri kaydeden kâtiplerim haksızlık etti mi? diye soracaktır. Adam:

— Hayır, haksızlık etmediler, ey Rabbim diyecektir. Allahü Teâlâ:

— Bunlar için söyleyeceğin bir özrün var mı? der. Adam:

— Hayır, bir özrüm yok, ey Rabbim, diyecektir. Allahü Teâlâ:

— Evet, bunlardan hepsi doğru, ancak senin bizim nezdimizde bir iyi amelin vardır. Bugün sana asla haksızlık yapılmayacaktır, buyuracaktır. Bunun üzerine içerisinde «Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühü, Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet ederim; Muhammed'in de Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şehadet ederim» diye yazılı olan bir tezkere çıkarılacak ve Allahü Teâlâ kendisine:

— Amellerin tartılmasına hazır ol! diyecektir. Adam: "

— Ey Rabbim, bu kadar sahifeler yanında bu tezkere ne kıymet ifade eder ki? diye soracaktır. Allahü Teâlâ:

— Sana kat'iyetle haksızlık edilmeyecektir, diye cevap verecektir. Sonra o tezkere terazinin bir kefesine, sahifeler de diğer kefesine konulacak ve neticede sahifeler hafif, tezkere ise ağır gelecektir. Zira Allah'ın ismi ile tartılan hiç bir şey, O'nun isminden daha ağır gelemez!.

(Tirmizî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]KULUN ALLAH'TAN ÜMİDİ[/h][h=2][/h]Ebû Hureyre radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatır.

Cehennem ateşine giren kimselerden iki kişi şiddetli bir şekilde feryâd etti.

Bunun üzerine Allahü Teâlâ:

— Çıkarın şunları! diye emir buyurdu.

Çıkarılınca kendilerine:

— Neden feryadınız çok şiddetlendi? diye sordu. Onlar

— Bize merhamet edesin, diye böyle yaptık, diye cevap verdiler. Allahü Teâlâ:

— Benim size rahmetim, gidip kendinizi, önceden bulunduğunuz ateşin içerisine tekrar atmanızdır, buyurdu.

Dönerler ve bunlardan birisi, kendini tekrar ateşe atar. Allahü Teâlâ da, kulu emrine uyduğu için ateşi soğuk ve selâmet kılar. Diğeri ise yerinde durur ve kendini tekrar ateşe atmaz.

Allahü Teâlâ kendisine:

— Niçin arkadaşının attığı gibi, sen de kendini ateşe atmadın? diye sorar.

Adam,:

— Ey Rabbim, muhakkak ki ben, ateşten çıkarıldıktan sonra tekrar beni oraya atmayacağınızı ümid ve niyaz ederim, diye cevap verir. Bunun üzerine Allahü Teâlâ:

— Niyaz ve ümidin kabul olunmuştur, buyurur ve Rablerinin rahmeti ile her ikisi de Cennete girerler.

(Tirmizî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]IKİ BEŞ EMİR[/h][h=2][/h]Haris Eş'ari radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:

Allahü Teâlâ, Zekeriyya aleyhisselâmın oğlu Yahya aleyhisselâma beş şeyi yapmasını ve ümmeti olan israil Oğullarının da bunlarla amel etmeleri için, onlara emirde bulunmasını emretti. Ancak neredeyse Yahya aleyhisselâm bu emri yerine getirmekte geç kalmış bir durumda idi.

Bunun için îsa aleyhisselâm kendisine:

— Allahü Teâlâ sana beş şeyi ifa etmeni ve israil Oğullarının da bunlarla amel etmeleri hususunda kendilerine emirde bulunmanı emretti. Ya sen onlara bunu emredeceksin, yahut sen emretmezsen, ben emredeceğim, dedi.

Bunun üzerine Yahya aleyhisselâm::

— Eğer sen bunu, benden önce yapacak olursan, Allahü Teâlâ'nın beni mahvetmesinden, yahut azab etmesinden korkuyorum, dedi ve İsrail Oğullarını Beyt-i Mukaddes'de topladı. Mescid o kadar doldu ki, insanların bir kısmı duvarlardaki burçlarda oturdular.

Yahya aleyhisselâm kendilerine dedi ki:

— Allah bana beş şeyi yapmamı ve size de bunların yapılmasını emretmemi emir buyurdu.

Bu beş şeyin birincisi; Allah'a ibadet edip, kendisine bir şeyi ortak koşmamaktan ibarettir. Allah'a şirk koşan kimselerin misâli, şudur: Şirk koşan kimse, o adama benzer ki, öz malından altın veya gümüş karşılığında bir köle satın almış ve bu köleye «işte, yurdum bu, çalışmak da bu! Çalış ve bunu bana öde!» demiştir. Ancak köle çalışıp, bunun karşılığını başkasına: ödemiştir. Şimdi siz, söyleyin, hanginiz kölesinin böyle olmasına razı olabilir?

İkincisi, Allahü Teâlâ size namaz kılmanızı emretmiştir. Namaz kıldığınız zaman, sağa ve sola bakmayın. Çünkü Allah, ancak namazda şuraya buraya bakmayan kulunun yüzü karşısında yüzünü kaldırır, yâni ancak onun namazını kabul buyurur.

Üçüncüsü, Allahü Teâlâ, oruç tutmanızı emir buyurmuştur. Bunun da misâli şöyledir ki; bu, insanların arasında içinde misk dolu kutusu olan kimseye benzer. Halkın hepsi bu kokuya hayran kalırlar. İşte oruçlunun ağız kokusu, Allah nezdinde bu misk kokusundan daha güzeldir.

Dördüncüsü, Allah sadaka vermenizi emretmiştir. Sadakanın misâli şöyledir: Bir adama benzer, ki, düşman kendisini esir alıp bağışlamış, boynunu vurmak üzere getirmişlerdir. Bunun üzerine adam «Ben, az çok ne varsa, boynumun kurtulması için fidye olarak vermeye hazırım, diyerek kendini onların elinden kurtarmıştır.

Beşincisi, Allahü Teâlâ Rabbinizi zikretmenizi emir buyurmuştur. Bunun da misâli şudur: Bu, bir adama benzer ki, düşman süratle kendisini takip etmeye başlamıştır. Ancak adam, sonunda sağlam bir kaleye gelmiş ve oraya sığınarak canını takipçilerden korumuştur, işte kul da böyledir. Kendisini, ancak Allahü Teâlâ'nın zikri ile düşmanı olan şeytandan muhafaza eder.

Peygamber aleyhisselâm bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:

— Ben de size, Allah'ın bana emrettiği beş şeyi yapmanızı emrediyorum. Bunlar; dinleyip kabul etmek, emire itaat etmek, cihâd etmek, hicret etmek Ve bir de cemaat halinde bulunarak tefrikaya düşmemekten ibarettir. Çünkü kim cemaatten bir arşın kadar ayrılırsa, geri dönünceye kadar İslâm halkasını boynundan çıkarmıştır. Kim bir cahiliyet dâvasında bulunursa, o cehennem çukurlarından birinde kendini bulur.

Bunun üzerine bir adam:

— Ey Allah'ın Resulü, bu adam namaz kılıp, oruç tutsa da yine böyle midir? diye sordu.

Peygamber aleyhisselâm:

— Namaz da kılsa, oruç da tutsa öyledir. Bunun için sizi müslüman, mümin ve Allah'ın kulları diye isimlendiren Allahü Teâlâ'nın dâvasını ortaya koyun, buyurdular.

(Tirmizî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]YER YÜZÜ KENDİLERİNE DAR GELEN ÜÇ SAHABİ[/h][h=2][/h]Kâ'b bin Malik radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

Allah'ın Resulünün yaptığı savaşlardan, Tebük harbinden başka hiç birisine katılmaktan geri kalmamıştım. Gerçi Bedir harbine de iştirak etmemiştim ama, Peygamber aleyhisselâm Bedir'e katılmıyanlardan kimseyi tazir etmemişti. Çünkü Bedir harbinde, Peygamber aleyhisselâm ile müslümanlar ancak Kureyş'lilerin ticaret kervanına karşı koymak üzere çıkmışlardı. Neticede Allahü Teâlâ tesbit edilmemiş bir anda müslümanlarla düşmanlarını karşı karşıya getirdi. Bedir harbi bu şekilde vuku bulmuştu.

Akabe gecesinde îslâm üzerine kendisine bîat ettiğimiz zaman, Peygamber aleyhisselâm ile beraber bulundum. Bedir her ne kadar, insanlar arasında Akabe'den daha çok zikredilen bir hadise ise de, benim için Akabe'de bulunmak Bedir'de bulunmaktan daha değerlidir.

Tebük harbine katılmaktan geri kaldığım vakit, her zamankinden daha güçlü ve daha varlıklı olduğumu biliyorum. Allah'a yemin ederim ki, bu savaştan evvel iki binek hayvanını asla bir araya getirememiştim. Bu savaş sırasında bütün teçhizatı ile iki hayvanım vardı.

Peygamber aleyhisselâm bu savaşı sıcakların en şiddetli bir zamanında yaptı. Uzun ve tehlikeli yollar katetmek mecburiyetinde kaldı. Sayısı hayli yüksek bir düşmanla karşılaştı. Başka muharebelerde olduğu gibi hedefi gizli tutmadı. Hazırlıklarını tam yaymaları için müslümanlara meseleyi açıkça bildirdi. Allah'ın Resulü ile beraber olan müslümanların adedi o kadar çoktu ki, bir kitaba zor sığardı. Bir vahiy nazil olmadığı müddetçe farkedilemeyeceğini zannederek gizlenmek isteyen kimse çok azdı. Bu savaş tam meyvelerin olgunlaştığı bir zamana rastlamıştı. Ben de evde kalıp meyvelerimi toplamayı çok istiyordum.

Resûlullah aleyhisselâm hazırlıklarını tamamladı. Müslümanlar da hazır vaziyette idiler. Ben de onlarla beraber hazırlanmak için sabah kalkmaya başladım. Ancak bir şey yapmadan döndüm. Kendi kendime «istersem bu işi yapabilirim» diyordum. Ben bu şekilde düşünüp giderken, insanların çalışmaları devam ediyordu. Kuşluk vaktinde Peygamber aleyhisselâm ve ordusu hazır oldukları zaman, ben hâlâ bir hazırlık yapmamıştım. Böylece bu iş devam edip gitti. Nihayet onlar savaş yerine doğru hızla yol aldılar ve savaş bütün şiddeti ile başlamıştı. Bunu öğrenince ben de hayvanıma binip onlara yetişmek istedim. Keşke bu arzumu yerine getirmiş olsaydım. Ancak bunu yapmak nasip olmadı. Peygamber aleyhisselâm harbe gittikten sonra, insanların arasına çıktığım vakit, üzülmeye başladım. Çünkü şehirde, münafıklık ile itham edilen bir adam ile zayıflardan, ihtiyarlardan Allahü Teâlâ'nın mazur saydığı kimselerden başka bana örnek olabilecek bir kimse göremiyordum.

Peygamber aleyhisselâm Tebük'e varıncaya kadar beni anmamış. Oraya gelince, halk arasında otururken:

— Kâ'b bin Malik ne yaptı? diye sormuş. Seleme Oğullarından birisi:

— Ey Allah'ın Resulü, onun kendine ve elbiselerine karşı olan gururu, onu bize katılmaktan alıkoydu, diye cevap vermiş. Fakat Muaz bin Cebel bu adama:

— Ne kötü konuşuyorsun, Allah'a yemin ederim ki, ey Allah'ın Resulü, biz Kâ'b hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz, diyerek karşılık vermiş. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm sükût etmiş ve bir şey söylememiş. Allah'ın Resulü bu halde iken uzaktan önündeki serabı hareket ettiren bir kimsenin gelmekte olduğunu görmüştü ve:

— Her halde bu gelon Ebû Hayseme'dir, buyurmuştu. Bir de baktılar ki, gelen kimse hakikaten, sadaka olarak bir hurma getirdiği vakit münafıkların kendisi ile alay ettikleri Ebû Hayseme Ensâri idi.

Allah'ın Resulünün Tebük'ten dönmek üzere hareket ettiğini duyduğum vakit, içime bir üzüntü çöktü. Bir yalan mazeret uydurmayı düşünmeye başladım ve yarın gazabından nasıl kurtulacağım? diyordum. Bu hususta aile ferdlerimin her birinin görüşlerinden istifade etmeye çalışıyordum. Ancak, Allah'ın Resûlü'nün gelmek üzere yaklaştığını haber alınca bu yalan kuruntularından kurtuldum. Nihayet hiç bir yalanla kurtaramayacağıma kanaat getirdim ve doğruyu söylemeye karar verdim.

Peygamber aleyhisselâm sabah vakti geldi. Bir seferden döndüğü zaman, önce mescide uğramak sünneti idi. Orada iki rekat namaz kıldıktan sonra insanlarla görüşmek için oturdu. Harbe katılmayanlar geldiler. Her biri mazeretlerini yeminle destekleyerek Allah'ın Resulüne arzetmeye başladılar. Bunların tamamı seksenden fazla kişi idi. Peygamber aleyhisselâm onların dıştan ortaya koydukları mazeretleri kabul ederek kendileri için Allah'tan istiğfarda bulundu, işin hakikatini ise Allah'a havale etti.

Daha sonra ben geldim. Selâm verdiğim vakit, Peygamber aleyhisselâm gadaplı bir kimsenin tebessümüne benzer bir şekilde gülümsedi ve bana::

— Gel! buyurdu.

Yürüdüm, önüne oturduğum zaman, bana:

— Seni harbe katılmaktan alıkoyan nedir, hayvanlarını cihâd etmek için satın almamış miydin? diye sordu.

Ben de: .

— Ey Allah'ın Resulü, dünyada insanlardan senden başka kimle konuşsam, bir özür ileri sürmek suretiyle kendimi onun hiddetinden kurtaracağımı zannediyorum. Zira bende karşı tarafta bulunanı ikna etme kabiliyeti vardır. Ancak şunu katiyetle biliyorum ki, bugün sana mazeret olacak, seni aldatacak bir yalan uydursam, yakında Allahü Teâlâ'nın hakikati sana bildirip yine gazabını üzerime çekeceğimden korkarım. Seni bana gadaplandıracak işin doğrusunu söylediğim takdirde, yine bu meselede Allah'ın bana hayır veya afv ile muamele edeceğini umarım. Doğruyu söylüyorum. Allah'a yemin ederim ki, Tebük savaşına katılmaktan geri kaldığım esnada bir özrüm yoktu ve o vakit, her zamankinden daha güçlü ve daha varlıklı idim, diye söyledim.

Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:

— Buna gelince, işte bu, doğruyu söyledi, dedi ve bana; kalk, git, Allah hükmünü verinceye kadar bekle! buyurdu.

Hemen kalktım, arkamdan Seleme Oğullarına mensub bazı kimseler beni takip ettiler ve::

— Allah'a yemin olsun ki, bundan önce bir kabahat işlediğini bilmiyoruz. Ancak harbe katılmayan diğerlerinin yaptığı gibi, bir özür bulup söylemeyi beceremedin. Halbuki Peygamber aleyhisselâmın senin hakkındaki istiğfarı, bu hatanın afvedilmesine yeterdi, dediler. Bu kınamalarında o kadar ısrarlı davrandılar ki, neredeyse Allah'ın Resulüne geri gelip yalandan bir mazeret arzedecektim.

Ancak onlara dönerek:

— Benden başka, benim söylediğim şekilde hareket eden kimseler oldu mu? diye sordum.

Onlar:

— Evet, oldu, dediler, îki kişi daha senin gibi söylediler. Allah'ın Resulü de sana söylediği gibi aynı şekilde onlara da konuştu, diye ilâve ettiler.

— O iki kişi kimlerdi? diye sordum.

— Merâre bin Rebîa Âmiri île Hilâl bin Umeyye Vâkıfî, diye cevap verdiler. Böylece bana örnek olabilen ve Bedir harbine iştirak etmiş bulunan iki hayırlı zâtları söylemiş oldular. Bu iki zâtın isimlerini bana haber verdiklerini duyunca, yürüyüp yoluma devam ettim.

Fakat Peygamber aleyhisselâm, bu iki kişi ile beraber benimle de müslümanların konuşmasını yasakladı. Bu sebeple halk bizimle konuşmaktan sakınmaya ve bize karşı hareketlerini değiştirmeye başladılar. O derece ki, memleket bana yabancı bir memleket oldu ve o bildiğim belde olmaktan çıktı. Bu şekilde elli gece böylece kalıp bekledik. Bu iki arkadaşım bir eve kapanıp ağlayakaldılar. Ben ise kavmin en atak ve hareketli bir ferdi idim. Bu itibarla evimden çıkar, mescidde namaza iştirak ederdim. Kimse benimle konuşmadığı halde sokaklarda gezerdim. Allah'ın Resulüne gelir, kendisi namazdan sonra insanlarla sohbet ederken selâm verirdim ve içimden «Acaba selâmımı alıp dudaklarını kımıldattı mı?» diye düşünürdüm. Mescidde ona yakın yerde namaz kılar, gizlice gözetirdim. Namaz kılarken bana bakardı, fakat ben namazdan ayrılınca benden yüzünü çevirirdi.

Müslümanların bu bana karşı olan soğuklukları uzayınca, bir defasında Ebû Katade'ye ait bahçenin duvarından atlayıp içeri girdim. Ebû Katade amcamın oğlu ve çok sevdiğim birisi idi. Kendisine selâm verdim, Allah'a yemin ederim ki, selâmımı almadı.

Kendisine:

— Ey Ebû Katade, Allah adına söyle! Sen benim Allah ve Resulünü sevdiğimi muhakkak bilirsin, dedim. Cevap vermedi. Yine Allah'a yemin ederek aynı şeyi tekrar ettim. Yine sükût etti. Üçüncü defa, Allah'a yemin ederek aynı soruyu tekrarladım. Bu sefer «Allah ve Resulü daha iyi bilir» diye karşılıkta bulundu. Bu sözler üzerine gözlerim yaşardı ve dönüp tekrar duvarı aşarak çıktım.

Bir gün Medine çarşısında dolaşırken, Şam halkından Medine'ye satmak için yiyecek maddesi getirmiş bulunan bir iranlı rençber:

— Bana Kâ'b bin Malik'i kim gösterebilir? diye halka soruyordu, insanlar kendisine beni işaret etmeye başladılar. Sonunda adam yanıma gelip, bana Gassan hükümdarından bir mektup verdi. Ben okuryazar bir kimse olduğum için, mektubu kendim okumaya başladım. Mektupta şöyle yazıyordu:

— «Bundan sonra, şunu bil ki, arkadaşının (Peygamber aleyhisselâmı kastediyor) seni terkettiğini haber aldık. Şu halde onun yanında zillet ve ihanet altında yaşamak sana yakışmaz. Hemen bize gel, bolluk ve rahatlık içerisinde hayatını sürdürürsün!»

Mektubu okumayı bitirince, «bu da ayrı bir belâ ve imtihan!» dedim. Derhal koşup ateşin içerisine atıp bu mektubu yaktım.

Bu şekilde kaldığımız elli günün kırkıncı günü tamam olup bu hususta Allah'tan bir vahiy de gelmeyince, Peygamber aleyhisselâm tarafından gönderilen birisi gelip:

— Allah'ın Resulü zevcenden uzak kalmanı emrediyor, diye söyledi. Ben:

— Zevcemi boşayacak mıyım, yoksa ne yapayım? diye sordum. Adam:

— Boşama, ancak ayrı yaşa ve münâsebetin olmasın, dedi. Peygamber aleyhisselâm benim gibi olan diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti.

Bunun üzerine zevceme:

— Ailenin yanına git ve bu hususta Allah'ın hükmü belli oluncaya kadar onların yanında kal! dedim. \ >

Bu arada Hilâl bin Umeyye'nin zevcesi Peygamber aleyhisselâma müracaat edip:

— Ey Allah'ın Resulü, Hilâl ihtiyar bir adamdır, hizmet eden kimsesi "de yoktur. Kendisine hizmet etmeme izin verir misin? diye sordu. Peygamber aleyhisselâm:

— Hizmetini yapabilirsin, ancak seninle münâsebette bulunmasın, buyurdu. Kadın:

— Allah'a yemin ederim ki, onun hiç bir şey için bir hareketi yoktur. Vallahi bu iş başına geldikten sonra bugüne kadar devamlı olarak ağlamaktadır, dedi.

Bunun üzerine aile ferdlerimden bazıları da bana:

— Müsaade istesen, zira Peygamber aleyhisselâm zevcesinin Hilâl'e hizmet etmesine izin verdi, diye teklifte bulundular.

Ben ise:

— Hayır, böyle bir izin isteyemem, ben genç bir adamım. Kim bilir, Allah'ın Resulü böyle bir teklif karşısında bana ne der?! diye cevap verdim.

Bundan sonra daha on gece bu şekilde kaldım. Bizimle konuşmanın yasaklandığı zamandan bu âna kadar elli gün tamam oldu. Bu ellinci gecenin sabahında evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım, îşte böyle, Allahü Teâlâ'nın tasvir ettiği gibi, vicdanımın sıkıştırdığı ve bütün rahatlık ve genişliğine rağmen yer yüzünün bana dar geldiği bir halde otururken, Sel Dağına çıkmış birisinin sesini duydum ki, alabildiğine yüksek bir sesle:

— Müjde, ey Kâ'b bin Maliki diye bağırıyordu.

Bu sesi işitince yerlere kapanıp şükür secdesi ettim. Bunun bir kurtuluş haberi olduğunu anlamıştım.

Allah'ın Resulü sabah namazından sonra Allahü Teâlâ'nın bizim tevbemizi kabul buyurduğunu insanlara haber vermişti. Halk da bizi müjdelemeye koştular. Diğer iki arkadaşıma da müjdeciler koşuştu. Biri de atına atlayıp bana geliyordu. Bunun sesi müjdelemeye gelen atlının atından daha süratli ulaştı. Sesini işittiğim bu adam müjdelemek üzere yanıma geldiği vakit, müjdesinin karşılığı olarak üzerimdeki elbiseleri çıkarıp kendisine verdim. Vallahi o gün üzerimdekinden başka elbisem de yoktu. Birinden ödünç temin ederek bir kat elbise aldım ve Peygamber aleyhisselâmı aramaya çıktım, insanlar grup grup beni karşılıyor ve tevbemin kabulünü tebrik ediyor; «Allah'ın seni afvı mübarek olsun!» diyorlardı. Nihayet mescide girdim, Peygamber aleyhisselâm orada oturuyor, etrafında insanlar bulunuyordu. Ben girince Hazreti Talha bin Ubeydullah hemen kalktı ve koşarak gelip elimden- tutup beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden ondan başka kimse yerinden kalkmadı. Onun bana karşı olan bu sıcak alâkasını hiç bir zaman unutmadım. Peygamber aleyhisselâma selâm verdiğim zaman, mübarek yüzü sevinçten parlıyordu. Bana.:

— Müjdeler olsun! Ananın seni doğurduğu andan bu zamana kadar geçirdiğin günlerin en hayırlısı, buyurdu. Ben:

— Ey Allah'ın Resulü, bu lütuf ve ihsan senin tarafından mı, yoksa Allah tarafından mı? diye sordum. Peygamber aleyhisselâm:

— Allah tarafındandır, buyurdu. Peygamber aleyhisselâmın sevindiği anda yüzü, ay parçası gibi parıl parıl parlardı. Biz bunun farkına varırdık.

Peygamber aleyhisselâmın huzuruna gelip oturunca:

— Ey Allah'ın Resulü, tevbemin cümlesinden, biri de, Allah ve Resulü uğrunda sadaka olmak üzere malımı dağıtmaktır, dedim. Peygamber aleyhisselâm:

— Malının hepsini dağıtma, bir kısmını kendine bırak, böyle yapman senin için daha hayırlıdır, buyurdu. Ben de:

— Peki, Hayber'deki hissemi kendime bırakıyorum, dedikten sonra:

— Ey Allah'ın Resulü, Allahü Teâlâ beni doğruluğum sebebiyle kurtardı ve ben bundan böyle hayatta kaldığım müddetçe ancak doğruyu söylemeye ahdettim, dedim.

Allah'a yemin ederim ki, bu ahdimi Peygamber aleyhisselâma bildirdiğim günden bu yana müslümanlardan bir kimseyi hatırlamıyorum ki, doğruyu söylemek hususunda Allah'ın beni imtihan ettiği gibi güzel bir imtihan vermiş olsun. Yine yemin ederim ki, bu ahdimi Peygamber aleyhisselâma söylediğim andan itibaren bu zamana kadar asla bilerek yalan söylemeye teşebbüs de etmedim. Allah'ın beni, hayatımın kalan kısmında da yalan söylemekten muhafaza etmesini ümid ve niyaz ederim.

Kâ'b bin Malik radıyallahu anh diyor ki,

İşte bu hadise üzerine Allahü Teâlâ:

«Andolsun ki, Allah, Peygamber ile beraber bir kısmının kalbleri kısmî olarak sarsıldıktan sonra kendisine zorluk vaktinde tabi olan muhacirlerle, Ensârı da tevbeye muvaffak kıldı, sonra da tevbelerini kabul buyurdu. Zira o, çok esirgeyici ve çok bağışlayıcıdır. Harbden geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Zira, yeryüzü, bütün genişlik ve rahatlığına rağmen onlara dar gelmiş ve vicdanlarını sıkıştırmıştı da onlar, Allah'dan başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar. Bundan sonra eski hallerine dönsünler diye, Allah onların tevbelerini kabul etti.

Şüphe yok ki, Allah, ancak o tevbeyi en çok kabul eden, hakikaten esirgeyendir. Ey îman edenler, Allah'tan korunun ve doğru olanlarla birlikte olun.» (Tevbe Sûresi) mealindeki Ayet-i Kerîmeleri indirdi.

Kâ'b bin Malik radıyallahu anh yine der ki;

—— Allah'a yemin ederim ki, Allah bana, beni müslümanlığa hidayet ettikten sonra, Peygamber aleyhisselâma karşı yalan söylememekte diğer helak olanlar gibi helak olmaktan kurtulmak nimetinden daha büyük bir nimet ihsan etmedi. Çünkü Allah, o helak olanlar hakkında kimseye söylemediği şer vasıflarla tavsif ederek vahiy gönderdi ve: «Onlarla döndüğünüz vakit, kendilerinden vazgeçmeniz için Allah adına yemin edecekler. Yaptıklarının cezası olmak üzere varacakları yerleri- de cehennemdir. Kendilerinden razı olmanız için size yeminde bulunacaklardır. Ancak siz onlardan hoşnud olsanız da Allah, fâsıklar güruhundan razı olmayacaktır.» (Tevbe Sûresi) buyurdu.

Bir rivayette şöyle denilmiştir:

(Kâ'b bin Malik: ) insanlar bizimle konuşmaktan uzak durdular. Böylece bir müddet kaldım, O derece ki, bu, çok uzun göründü, ölüp de Peygamber aleyhisselâmın cenaze namazımı kılmayacağından başka ehemmiyet verdiğim bir şey yoktu. Yahut, ben bu halde iken Allah'ın Resulü vefat edip, beni bu vaziyet içerisinde insanlar arasında bırakmasından, kimsenin ben öldüğüm takdirde cenaze namazımı kılmamasından başka bir endişe ettiğim şey yoktu. Sonra Allahü Teâlâ, Peygamber aleyhisselâma ellinci gecenin yarısı geçtikten sonra Ümmü Seleme radıyallahu anhâ'mn yanında iken, bizim tevbemizin kabul edildiğine dâir âyetleri indirdi. Ümmü Seleme benim hakkımda daima iyi düşünen, hayrımı isteyen bir hâtûn idi.

Peygamber aleyhisselâm kendisine:

— Ey Ümmü Seleme, Kâ'bin tevbesi kabul buyuruldu, demişti de, Ümmü Seleme: .

— Kendisine birini gönderip müjdeleyeyim mi? diye sormuştu. Allah'ın Resulü:

— öyle yaparsan, insanlar üşüşür ve uykunuzdan alıkoyarlar, dedi.

Nihayet Peygamber aleyhisselâm sabah namazını kıldıktan sonra, Allahü Tealâ'nın bizi afvettiğini müslümanlara haber verdi. Peygamber aleyhisselâm bir müjde ile karşılaştığı zaman, bir ay parçası gibi yüzü gözü parıl parıl parlardı.

(Buharî, Müslim, Tirmizî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]BİR HÜKÜMDARIN ZULMÜ[/h][h=2][/h]Suheyb radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:

Sizden önce yaşayan kavimlerden birinin bir hükümdarı vardı. Bu hükümdarın sihir yapan bir adamı vardı. Bu sihirbaz, ihtiyarlayınca, hükümdara:

— Ben artık yaşlandım, bana genç birini gönder de ona sihri öğreteyim, dedi. Hükümdar kendisine sihir Öğretmesi için bir genç gönderdi. Genç, sihirbaza giderken, yolda bulunan bir rahibe uğradı. Ondan bir çok şeyler dinledi ve onun söylediklerine hayran kaldı. Artık sihirbaza her gelişinde bu rahibe uğruyor ve yanında kalıyordu. Sihirbazın yanına geldiği vakit de, sihirbaz kendisine, geç kaldığı için dayak atardı, çocuk da bunu rahibe şikâyet ederdi.

Rahib bir gün çocuğa:

— Sihirbazdan, geç kaldın diye korktuğun vakit «evde mâni oldular» dersin, evdekilerden korktuğun zaman da «sihirbaz alıkoydu» diye söylersin, dedi.

Genç bu vaziyet içerisinde iken bir gün büyük bir hayvanla karşılaştı. Bu hayvan insanları durdurtmuş, onların hareketlerine mâni olmuştu.

Bunun üzerine genç:

— Bugün öğreneceğim, sihirbaz mı daha üstün, yoksa rahib mi? dedi ve bir taş alıp şöyle dua etti:

—— «Ey Allah'ım, eğer rahibin işini sihirbazınkinden daha çok seviyorsan, bu hayvanın canını al ki, insanlar geçebilsin,» dedi. Sonra taşı atarak hayvanı öldürdü, insanlar da serbestçe yollarına devam ettiler. Hâdiseyi müteakip genç, rahibin yanına geldi, olanları kendisine anlattı. >

Rahib kendisine dedi ki:

— Evlâdcığım, sen bugün artık benden üstünsün. Düşündüğüm olgunluğa eriştin, Yakında bir imtihanla karşılaşacaksın. Bu imtihanla karşılaştığın vakit beni ele verme, dedi.

Genç, doğuştan kör olan ile abraşları ve diğer hastalıklara mübtelâ kimseleri tedavi ediyordu. Bu arada hükümdarın da bir yakını kör olmuştu.

Bu adam, bir çok hediyelerle gencin yanına geldi ve:

— Bak, beni iyileştirirsen şu hediyelerin hepsi Senindir, dedi. Genç:

— Ben kimseyi iyileştiremem, iyileştiren ancak Allah'tır. Eğer Allah'a îman edersen, dua ederim, Allah da seni iyileştirir, diye cevap verdi. Adam Allah'a îman etti, Allah da kendisini iyileştirdi. Sonra bu adam, hükümdarın yanına geldi ve her zaman oturduğu şekilde yerini aldı.

Hükümdar kendisine:

— Gözlerini kim açtı? diye sordu. Adam:

— Rabbim, diye cevap verdi. Hükümdar:

— Senin benden başka Rabbin var mı? diye sordu. Adam:

— Benim ve senin Rabbin olan Allah, diye cevap verdi. Bunun üzerine hükümdar kendisini alıp tâ ki, gözlerini açtıran genci ele verdirinceye kadar işkenceye tâbi tuttu. Genci hükümdara getirdiler. Hükümdar kendisine:

— Oğlum, senin sihrin anadan doğma körlerin gözünü açacak, abraşları iyileştirecek ve daha bir çok şeyleri yapacak dereceye ulaşmış, dedi.

Genç:

— Ben kimseyi iyileştirmiyorum, iyileştiren Allah'tır diye cevap verdi. Hükümdar bu defa kendisini alıp tâ ki, rahibi ele verinceye kadar işkence etti.

Rahib getirildi ve:

— Dininden dön! denildi. Rahib bu sözleri dinlemedi. Hükümdar bir testere istetti ve rahibin başını gövdesinden ayırdı. Sonra hükümdarın yakını getirildi.

Kendisine:

— Dininden dön! denildi. Adam dönmedi ve onun da başının gövdesinden ayrıldığı yere testereyi koyup başını gövdesinden ayırdı. Daha sonra genç getirildi ve kendisine:

—— Dininden dön! denildi. Genç kabul etmedi.

Bunun üzerine hükümdar, genci adamlarından bir gruba vererek:

— Bunu filan dağa götürüp üzerine çıkarın. Dağın tepesine vardığınız zaman, bakın; eğer dininden dönerse bırakın, dönmezse dağın tepesinden aşağı atıp yuvarlayın, dedi. Genci alıp dağa götürdüler.

Dağın tepesine çıkarınca, genç:

— Ey Allah'ım, bunların hakkından bildiğin gibi gel, diye niyaz etti. Hemen dağ bunları sarstı ve yuvarlanıp düştüler. Genç de yürüyerek hükümdarın yanına geldi.

Hükümdar ona:

— Seni dağa götürenler ne yaptı? diye sordu. Genç:

— Allah beni onlardan kurtardı, diye cevap verdi.

Bu defa hükümdar, genci adamlarından bir gruba verdi ve:

— Bunu alıp götürün ve bir küçük gemiye koyun. Bu gemi ile denize açılın. Eğer dininden dönerse, ne iyi, dönmeyecek olursa hemen denize atın! diye emretti. Genci yine alıp götürdüler.

Genç de:

— Ey Allah'ım, bildiğin şekilde bunların hakkından gel! diye dua etti. Bunun üzerine gemi devrilip onları denize düşürdü ve hepsi boğuldular. Genç yine yürüyerek hükümdarın yanına geldi.

Hükümdar kendisine:

— Seninle beraber gidenler sana ne yaptı? diye sordu. Genç:

—— Allah beni onlardan kurtardı, dedi ve hükümdara:

— Benim sana söyleyeceğim şeyi yapmadıkça, sen beni asla öldüremezsin, diye konuştu.

Hükümdar:

— O şey nedir? diye sordu. Genç:

— Düzlük bir yerde insanları toplar, beni de bir ağaç dalına asarsın. Bundan sonra benim ok torbamdan bir ok al, yayın ortasına yerleştir ve sonra, «Şu gencin Rabbi olan Allah'ın adiyle» diye söyleyip oku bana at. Ancak bu şekilde yaparsan, beni öldürebilirsin, dedi.

Hükümdar, gencin kendisine söylediklerini yaptı ve sonra oku gence attı. Ok, gencin gözü ile kulağı arasında bulunan yere isabet etti. Genç de elini okun isabet ettiği noktaya koyup vefat etti.

Bunun üzerine insanlar:

— Şu gencin Rabbine îman ettik, şu çocuğun Rabbine îman ettik, şu gencin Rabbine inandık! dediler. Bunun akabinde hükümdara:

— Sakındığın şey başına geldi, insanların hepsi îman ettiler, denildi. Bu hal karşısında hükümdar yolların ağızlarında çukurlar kazmalarını emretti.

Bu çukurlar kazıldı ve onların içerisinde ateş yaktırdı ve: — Kim dininden dönmezse, onu oraya atın! diye emir verdi.

Söylediğini yaptılar. Nihayet yanında çocuğu olan bir kadın geldi. Bu kadın ateşten korkup çocuğuna da acıdığı için geride kalmış ve durmuştu.

Çocuğu anasına: .

— Anacığım, sabret, zira sen hak bir yol üzerinesin! diye konuştu.

(Müslim, Tirmizî)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]HİRAKL'IN İSLAMA DAVETİ[/h][h=2][/h]İbni Abbas radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

Ebû Süfyan radıyallahu anh benimle ağız ağıza konuşurken şunları anlattı:

Peygamber aleyhisselâm ile aramızda bulunan Hudeybiye anlaşması süresi içinde yola çıktım. Şam'da iken Allah'ın Resulü tarafından Rum imparatoru Hirakl'e bir mektup gönderilmişti. Mektubu Dihyetü'l Kelbî radıyallahu anh getirmiş ve Busrâ Valisine vermiş idi. Busrâ Valisi de Hirakl'e verdi.

Hirakl mektubu alınca:

— Peygamber olduğunu söyleyen bu adamın kavminden burada kimse var mı? diye sordu. Kendisine «var» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Kureyş'ten bir kaç kişi ile beraber sarayına davet edildim.

Bize Hirakl'in karşısında yer gösterdiler.

Hirakl:

— Peygamber olduğunu söyleyen bu adama neseb bakımından en yakın kimdir? dedi. Ebû Süfyan:

— Ben, diye cevap verdim. Bunun üzerine beni daha yakınına oturttular. Arkadaşlarıma da arkamda yer verdiler. Sonra Hirakl tercümanını çağırttı ve:

— Bunlara de ki: Peygamber olduğunu sanan adam hakkında soracağım. Eğer yalan söylerse, yalancı olduğunu ilân ediniz! diye söyledi. Allah'a yemin ederim ki, eğer yalancılığımı ilân etmelerinden korkmasaydım, Hirakl'e yalan söyleyecektim.

Sonra Rum imparatoru Hirakl tercümanı vasıtasıyla sormaya başladı

— O zâtın aranızda hasebi nasıldır?

— O aramızda şerefli bir aileye mensubtur, dedim. Hirakl:

— Sülalesinde hükümdar olan var mıydı? Ebu Süfyan:

— Hayır, yoktu. Hirakl:

— Peygamberlik dâvasından önce kendisini yalancılıkla itham eder miydiniz?

Ebu Süfyan:

— Hayır, etmezdik. Hirakl:

— Kendisine, insanların yüksek tabakasından olanlar mı, yoksa zayıflar mı uyuyor? Ebû Süfyan:

— Hayır, kuvvetliler değil, zayıflar tâbi oluyor. Hirakl:

— Onun dinine girenler çoğalıyor mu', yoksa geri dönenler olup da azalıyor mu? Ebû Süfyan:

— Muhakkak ki, çoğalıyorlar. Hirakl:

— Onunla hiç harbettiniz mi? Ebû Süfyan:

— Evet, yaptık. Hirakl:

— Savaşınız nasıl geçti? Ebû Süfyan:

— Bazen O, bazen biz galib geliyoruz. Hirakl:

— Onun anlaşmayı bozduğu oluyor mu? Ebû Süfyan:

— Hayır, ancak onunla şu anda bir anlaşmamız var, bu hususta nasıl hareket edeceğini bilmiyoruz.

Ebû Süfyan radıyallahu anh diyor ki: Allah'a yemin ederim ki, bu mesele ile alâkalı olarak bu konuştuklarıma başka bir kelime sıkıştıramadım.

Hirakl:

— Ondan önce, onun söylediği bu şeyleri söyleyen kimse oldu mu? Ebû Süfyan:

— Hayır, kimse olmadı.

Bundan sonra Hirakl, tercümanına beni kasdederek dedi ki:

— Kendisine söyle, onun hasebinden sordum; şeref sahibi olduğunu söyledin. Peygamberler böyledirler, kavminin şereflileri arasından gönderilirler.

Sülalesinde hükümdar var mı? diye sordum; olmadığını söyledin. Sülalesinde hükümdar bulunsaydı, babalarından kalan saltanat dâvası peşinde koşan bir kimsedir, diyecektim.

Cemaatı halkın zayıflarından mı, yoksa kuvvetlilerinden mi? diye sordum. Zayıflarından, dedin. Peygamberlerin ümmeti de zâten o tabakadır.

Peygamberlik dâvasından önce yalan söylediğini görmüş müydünüz? diye sordum. Hayır, diye cevap verdin. Böyle olunca, insanlara yalan söylemekten kaçınsın da Allah adına yalan söylesin, bu olmaz diye düşündüm.

Dinine girenler çoğalıyor mu, yoksa beğenmeyenler olup da çıktıkları için azalıyor mu? diye sordum. Çoğaldığını söyledin, îman zâten böyledir, kalblere yerleştiği vakit.

Kendisi ile harbettiniz mi? diye sordum. Savaş yaptığınızı ve bunda bazen onun, bazen de sizin galib geldiğinizi söyledin. Peygamberler böyledir, imtihana tabi tutulduklarından her zaman muzaffer olmazlar. Ancak âkibet, son zafer onlarındır.

Anlaşmaya uymadığı olur mu? diye sordum. Hayır, diye cevaplandırdın. Peygamberler böyledir, hıyanet etmezler.

Kendisinden evvel bu iddiada bulunan oldu mu? diye sordum. Hayır, dedin. Bulunmuş olsaydı, kendinden önceki birinin bu dâvası ile alâkalı iddiasına uymuş, diyecektim.

Hirakl daha sonra:

— O, size neyi emrediyor? diye sordu. Ebû Süfyan:

— Namaz kılmayı, zekât vermeyi, akraba haklarına riâyet etmeyi ve namuslu olmayı, diye cevap verdim, der. Hirakl:

— Eğer bu söyledikleri doğru ise o muhakkak peygamberdir. Onun zuhur edeceğini biliyordum, fakat siz Arabların içinden çıkacağını zannetmemiştim. Kendisine ulaşacağımı bilsem, onu görmeyi çok isterdim. Yanında olsaydım, hürmet ve tazim için ayaklarını yıkardım. Muhakkak onun mülkü ayaklarımın altındaki beldeye ulaşacaktır, dedi.

Hirakl sonra gelen mektubu istetip tercüman vasıtasiyle okudu.

Mektubun metni şöyleydi: -

«Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adiyle, Allah'ın Resulü Muhammed'den Rûm'un büyüğü Hirakl'e:

Selâm doğruya uyanlara. Bundan sonra, seni Islama davet ediyorum, islâm'a gir, dünyâ âhiret kötülüğünden kurtulursun. İslamı kabul edersen Allah iki misli ecrini verir. Yüz çevirip müslüman olmazsan bütün tebanın günahı da senin böynundadır. Ve «Ey kitab ehli, sizinle aramızda müşterek olan bir kelimeye geliniz. Allah'tan başkasına iman etmeyelim. O'na bir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah'tan başka Rabb edinmesin. Eğer islâm'dan yüz çevirirlerse, bizim müslüman olduğumuza şahid olun! deyiniz.» (Âl-i İmran)

Hirakl mektubu okumayı tamamlayınca, yanındaki Rûm büyüklerinin sesleri yükseldi. Gürültü fazlalaştı. Bunun üzerine bizim de çıkmamız emredildi. Biz dışarıya çıkarıldık. Dışarı çıkınca ben, arkadaşlarıma:

— Ebû Kebşe'nin oğlunun hâdisesi büyüdü. Rum imparatoru bile ondan korkuyor, dedim. (Müşrikler Allah'ın Resulünü tahkir için süt babasının ismiyle anarlardı) Ve o zamandan bu yana, Allah kalbime islâm'ı nasib edinceye kadar, Peygamber aleyhisselâmın davetinin zafere ereceğine daima katiyetle inandım.

imam Zührî diyor ki:

Daha sonra-Hirakl, Rûm ileri gelenlerini kendi evine davet etti ve:

— Ey Rûm topluluğu, ebedî olarak kurtuluş ve doğruluğa nail olmayı ve mülkünüzün devam ve sebatını arzu eder misiniz? dedi.

Bunun üzerine onlar, yaban eşekleri gibi itile kakıla kapılara koşuştular. Fakat kapıların hepsini kapalı buldular.

Bunu gören Hirakl:

— Onları bana çağırın, dedi. Ve tekrar konuşarak:

— Ne diye irkilip kaçtınız? Ben sizin dininize olan kuvvet bağınızı tecrübe etmek istedim ve sizden tam istediğim davranışı da gördüm, dedi. Bunun üzerine hepsi Hirakl'e secde ettiler ve memnun kaldılar.

(Buharî, Müslim)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]HAZRETİ MUSA'NIN HAYASI[/h][h=2][/h]Ebû Hureyre radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:

Musa aleyhisselâm çok hayâlı ve vücudunun görünmemesine çok dikkat gösteren bir zât idi. Çok hayâlı olması dolayısiyle vücudunun açık bir yeri görünmezdi.

İsrail Oğullarından kendisine eziyet etmek isteyen biri:

— Musa'nın bu kadar örtünmeye düşkün olması, ya cildinde abraşlık, veya husyeleri şiş, veya başka bir âfetten ileri gelmektedir, diye söyledi.

Ancak Allahü Teâlâ, Peygamberin kendisine isnad edilen bu noksanlıklardan uzak bulunduğunu göstermeyi murad etti. Bu sebeple Musa aleyhisselâm bir gün yalnız başına kalıp, elbiselerini çıkardıktan sonra bir taş üzerine bıraktı ve yıkandı. Yıkandıktan sonra giyinmek üzere elbiselerine doğru geldi. Ancak, taş, üzerindeki elbiselerle ondan kaçıp uzaklaşmaya başladı.

Musa aleyhisselâm da asasını alıp taşı takip etti ve:

— Ey taş, elbiselerimi ver, elbiselerimi ver! diyerek çağırdı. Tâ ki, israil Oğullarından bir topluluğun karşısına gelinceye kadar bu şekilde takibi sürdürdü. Bu topluluk da böylece kendisini, vücut bakımından en güzel yaratılışta bir insan olarak gördü.

Bu hadise ile Allahü Teâlâ, Peygamberinin, ona isnad ettikleri noksanlıklardan uzak olduğunu insanlara gösterdi. Bu arada taş da durdu. Musa aleyhisselâm elbisesini alıp, taşa da asası ile vurdu. Allah'a yemin ederim ki, bu taşta asanın üç, dört veya beş âdet kadar izi meydana geldi, işte Allahü Teâlâ'nın «Ey îman edenler, siz de Musa'ya eza verenler gibi olmayın. Onlar Musa'ya eziyet ettiler de Allahü Teâlâ, onun isnad ettikleri şeylerden uzak bulunduğunu, onlara gösterdi. O, Allah nezdinde itibarlı bir zât idi.» (Ahzâb Sûresi) mealindeki Ayet-i Kerîmenin ifade ettiği mânâ budur.

(Buharî, Müslim, Tirmizi)

* * *
 
Üst Alt