Kurandan okuyalım

[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Kur'an'ı oku(mak iste)diğin zaman, o kovulmuş/lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığın ("Euzu billahi mine'ş-şeytani'r-racim," de). Gerçek şu ki, inananlara ve Rab'lerine güvenip dayananlara onun tesir gücü yoktur. [/FONT]
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]nahl/ 98-99[/FONT]
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif] [/FONT]
 
[FONT=Arial, Helvetica, sans-serif]Euzu billahi mine'ş-şeytani'r-racim,
Bismillahirrahmanirrahim
[/FONT]
 
Kıyamet suresi ayet 30
O gün sevk, yalnızca Rabbinedir.

Âyette geçen, "Bacaklar birbirine dolaştığı zaman" ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
Abdullah b. Abbas, Müeahid, Katade, Hosan-ı Basri, Dehhak, Atiyye ve İbn-i Zeyd'e göre bu ifadeden maksat, dünyanın dehşetinin, âhiretin dehşetine karışmasıdır. Yani, can veren kişi, dünyada veda ederken bir taraftan onun sıkıntısını çeker diğer tarafta âhirete ilk adımını atarak orada olacak şeylerden dolayı büyük bir sıkıntı hisseder. Böylece dünyada olan bir ayağı ile âhirete attığı diğer ayağı birbirine dolaşmış olur.
Hasan-ı Basri ise, iki bacağın birbirine dolaşmasından maksadın, ölünün, kefenlenirken bacaklarının sarılması olduğunu söylemiştir.
Âmir eş-Şa'bî, Ebu Malik, Hasan-ı Basri ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre, Ölenin bacaklarının birbirine dolaşmasından maksat, kişinin, ölümü anında gücünü kaybederek bacaklarının birbirine fiilen dolaşmasıdır.
Ebu Malik ve Süddi'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadeden maksat, ölenin bacaklarının ölümü anında kuruması ve sertleşmesidir.
Ebu İsa'ya göre bu ifadeden maksat, ölen kişinin işlerinin birbirine karışmasıdır.
Mücahid'e göre bu ifadeden maksat, ölenin felaketlerinin birbirine karışmasıdır.
Taberi, ölenin, dünyadaki sıkıntıları ile âhiretteki sıkıntılarının birbirine karıştığını söyleyen görüşü tercih etmiştir. Buna delil olarak da: "Evet, işte o gün sevkediliş ancak rabbinin huzurunadır." âyetini göstermiştir.

Kıyamet suresi ayet 31
Fakat o, ne doğrulamış ne de namaz kılmıştı.

"O, tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış." Yani Ebu Cehil, tasdik de etmedi, namaz da kılmadı.
Bunun, sûrenin baş taraflarında sözü ediien "insan" (10. âyet) hakkında olduğu da söylenmiştir. Çünkü oradaki "insan" cins isimdir. Birincisi İbn Ab-bas'ın görüşüdür. Yani o risaleti tasdik etmediği gibi "namazdakılmamış" Rabbine dua etmemiş, Rasûlüne de salât ve selâm getirmemiştir.
Kata de dedi ki: Allah'ın Kitabını tasdik etmediği gibi, Allah için namaz da kılmadı. Şöyle de açıklanmıştır: O, Aİlah nezdinde kendisi için biriken bir azık olsun diye malını tasadduk etmediği gibi, Allah'ın kendisine emrettiği namazları da kalmamıştır.
Kalbiyle iman etmemiş, bedeniyle amel etmemiştir, diye de açıklanmıştır.
el~Kisaî dedi ki: ...ma" olumsuzluk edatı; ...madı" anlamındadır. Şu kadar var ki bu (birinci) olumsuzluk edatı, benzeri ile bir defa daha tekrarlanır. Mesela; Araplar: Ne Abdullah çıkıyor, ne de filan" derler. Buna karşılık; denilmez. Ancak ona: de eklenir. (Bu durumda: Ben ihsan edici de olmayan, iyilik de yapmayan bir adama uğradım, demek olur.) Yüce Allah'ın: Fakat o sarp yokuşa saldıramadı" (el-Beled, 90/11) buyruğu ise, bu kabilden değildir. Çünkü bu; tabiri, Niye o sarp yokuşa saldırmadı, o sarp yokuşa saldırmalı değil miydi?" anlamındadır, istifham edatı olan hemze hazfedil mistir.
el-Ahfeş de şöyle demektedir: "O tasdik etmemiş" buyruğu; Tasdik etmedi" demektir. Yüce Allah'ın: O saldırmadı" buyruğunun; anlamında olması gibidir. O bakımdan bunun arkasından başka bir şeye (yani olumsuzluk edatının tekrarlanmasına) gerek yoktur. Nitekim Araplar: Gitmedi" tabirini; anlamında kullanırlar. Burada nefy (olumsuzluk) edatı, muzari fiili nefyettiği gibi, mazi fiili de nefyetmektedir. Züheyr'in şu mısraında da bu kabildendir:
"O, onu ne açıkladı, ne de öne geçti."
 
Kıyamet suresi ayet 32
Ancak o, yalanlamış ve yüz çevirmişti.

"Fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." Kur'ân-ı Kerîm'i yalanlamış, iman etmekten yüz çevirmişti.


Kıyamet suresi ayet 33
Sonra da çalım satarak yakınlarına gitmişti.

Bunun anlamı, yukarıdaki ayetlerde beyan edilen şeyleri duymasına rağmen, ahirete inanmamış ve inkar ederek kibir içinde evine dönmüştür, demektir. Mücahid, Katade ve İbn Zeyd'e göre şahıs Ebu Cehil idi. Ayetlerden de, bu kişinin Kıyamet Suresi'nin yukarıda zikredilen ayetlerini duyduğunda böyle bir tavır takınan ve bilinen birisi olduğu anlaşılmaktadır.
Bu ayette geçen "tasdik de etmedi, namaz da kılmadı" ibaresi özellikle dikkate değerdir. Buradan, Allah'ın Kitabı'na, ve O'nun Rasulü'ne teslim olan kimsenin vazifesinin namaz kılması olduğu açıkça anlaşılmaktadır. İslâmî hükümlerin diğer emirlerini yerine getirmek daha sonra gelir, ama namaz, iman ikrar ettikten hemen sonra gelir. Böylece, onun, dili ile ikrar ettiği şeyin gerçekten onun kalbinin derinliklerinden mi geldiği yoksa sadece dilde kalan birkaç kelime mi olduğu hemen belli olur.

Kıyamet suresi ayet 34
Sen buna müstahaksın, dahası na da müstahaksın.

"Sana layıktır, evet sana layıktır. Sonra yine sana layıktır. Tekrar tekrar sana layıktır." Tehdit ardına tehdit, arka arkaya tehditlerdir. Yani bu dört şeye karşılık, dört ayrı tehdittir. Nitekim rivayet olunduğuna göre, bu Rab-bi hakkında cahil olan Ebu Cehil hakkında inmiştir. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "O tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." Yani ne Allah'ın Rasûlünü tasdik etmiş, ne Allah'ın huzurunda durup namaz kılmıştır; fakat Benim Rasûlümü yalanlamış, Benim huzurumda boyun eğmekten yüz çevirmiştir. Buna göre tasdiki terketmek bir özellik, yalanlamak bir özellik, namazı terketmek bir özellik, Allah'ın emrinden yüz çevirmek bir başka özelliktir, Bundan dolayı bu dört özellik terk edilmesi karşılığında ona dön tane tehditte bulunulmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın: "Sonra da gerine gerine taraftarlarının yanına gitmişti buyruğunda, beşinci bir özellik sözkonusu edilmektedir, denilemez, O zaman biz de şöyle deriz: Bu onun yalanlamadan ve yüz çevirmekten önceki adeti idi. Onun bu halini haber vermektedir. Bu da biraz sonra zikredeceğimiz üzere Katade'nin açıklamasından açıkça anlaşılmaktadır,
Denildiğine göre; Rasûlullah (sav) bir gün mescidden çıkarken Ebu Cehil mescidin kapısında Mahzumoğullan kapısının yanında onunla karşilaşmıştı. Rasûlullah (sav) onun elini tuttu, bir ya da iki defa salladıktan sonra ona: "Sana daha layıktır, sana daha layıktır" demiş, Ebu Cehil ona: Sen beni tehdit mi ediyorsun? Allah'a yemin ederim ki ben bu vadideki insanların en güçlüsü ve en şereflisiyim, diye cevab vermişti. Bunun üzerine Rasûlullah (sav)'a Ebu Cehil'e dediği şekilde buyruk nazil oldu. Evet bu, bir tehdit sözüdür.
 
Nisa 82.; Kuran'ı, iyice okuyup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başka birinin katından gelseydi, elbette ki onun içinde birçok ihtilaf bulacaklardı
 
Konuya katılan kardeşlerime,
takip ettiğimiz metoda katkı ve okuyuculara fayda bakımından benim meal ve tefsirin yazmış olduğum ayetin bir başka tefsiri yada varsa farklı bir mealini yazarsanız daha faydalı olacağı kanaatindeyim
saygılarımla
 
Kıyamet suresi ayet 35
Yine buna müstahaksın, dahasına da müstahaksın.

"Daha layıktır sonra daha layıktır hem daha layıktır
Hiç sağıldıktan sonra (süt) memeye geri döner mi?"
Kacade dedi ki: Ebu Cehil b. Hişam, böbürlene böbürlene geldi. Peygamber (sav) elinden tutup: "Sana daha layıktır, evet sana layıktır. Sonra yine sana layıktır, tekrar tekrar sana layıktır." diye buyurdu. Ebu Cehii şöyle dedi: Sen de, Rabbin de bana bir şey yapamazsınız. Çünkü ben buranın iki dağı arasındakilerin en güelüsüyüm. Bedir günü müslümanları görünce bugünden sonra Allah'a ebediyyen bir daha ibadet edilmeyecektir, dedi. Allah onun boynunu vurdurdu ve en kötü bir şekilde onu Öldürdü. Buyruğun: Vay sana! anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Hansâ'nın şu beyitlerinde bu anlamdadır:
"Ben içimden bütün düşünceleri geçirdim Nefsime daha layıktır, evet ona daha layıktır, Ben kendimi belli bir hale mecbur edeceğim, Ya onun aleyhine ya da lehine olsun,"
Buradaki: Hal" demek olduğu gibi aynı şekilde ölünün üzerinde taşındığı tahtaya da denilir. Bu yoruma göre; şöyle denilmiştir: Bu lafız kal-bedilmiş lafızlardandır. Sanki; (j/jî) iken daha sonra illetli harf (olan ye) sonraya bırakılmış gibidir. (Böylelikle evlâ olmuştur).
Yani sen, hayatta iken de sana veyl olsun, ölüm halinde de sana veyl olsun, dirileceğin gün de sana veyl olsun, cehenneme gireceğin gün de sana veyl olsun. Bu şekildeki tekrarlama da şairin şu mısraına benzemektedir:
"Veyller olsun sana! Sen beni yayan yürümek zorunda bıraktın."
Yani veyl olsun sana, sonra yine veyl olsun, sonra yine veyl olsun, demektir. Bu.açıklama zayıf kabul edilmiştir.
Şöyle de açıklanmıştır: Buyruk; bunu terkettiğin için yerilmen senin için daha uygundur, demektir. Ancak kelimelerin çokluğundun ütürü diğerleri haz-fedilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bu azab sana daha uygun ve sana daha layıktır.
Ebu'l-Abbas, Ahmed b. Yahya dedi ki: el-Esmaî dedi ki: "Daha layık, daha uygun" lafzının Arap dilindeki anlamı "helak oluşa yakın olmak'ür. Sanki: Sen helak olmanın kertesine geldin, helak olmaya çok yaklaştın" denilmiş gibidir ki; bunun geldiği kok "yakınlık" anlamındaki dir. Yüce Allah da (bu kok kullanılarak) şöyle buyurmaktadır: Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın." (et-Tevbe, 9/123) el-Esmai şu mısraı zikretmektedir:
"Ona velânın. verilmesine çok yaklaştı." Yine şu mısraı zikretmektedir:
"O kimin için yükselirse, kedere çok yaklaşmış olur."
Yani böyle bir şeye sahib olan kedere oldukça yaklaşmış demektir. Ebu'l-Abbas, Saleb, el-Esmat'nin açıklamalarını güzel buluyor ve: el-Es-maî'nin açıklaması gibi açıklayan kimse yoktur, diyordu.
en-Nehhas dedi ki: Araplar: derler ki "az kalsın helak oluyordun, sonra kurtuldun" demektir. İfadenin takdiri sanki; Helak olmaya sen çok yaklaştın" gibidir.
d-Mdulevî dedi ki: şeklinde bir ism-i tafdil olması söz-konusu değildir. Bu hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olarak gelir. Sanki: Tehdit, başkasına göre kendisine daha bir yakışır" denilmiş gibidir. Çünkü Ebu Zeyd'i tehdit ettikleri vakit Arapların: dediklerini nakletmektedir. Bu lafzın sonuna tenis alameti "(yuvarlak te)"nin gelmesi durumun böyle olmadığının (fiil olmadığının) delilidir.
Sana" lafzı "daha layıktır" anlamındaki lafzın hakkında bir haberdir. Lâyıktır" lafzının munsanf olmayışı, tehdidin alemi (özel ismi) haline gelişinden dolayıdır. Tıpkı bir adama "Ahmed" adının verilmesine benzer.
Buyruktaki tekrarlamanın, sen kötü olan ilk ameline, sonra ikincisine, sonra üçüncüsüne, sonra dördüncüsüne devam et! anlamında olduğu da söylenmiştir. Az önce geçtiği gibi.
 
Kıyamet suresi ayet 36
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor?

Bu sözün sonunda baştan itibaren devam edilmekte olan konuya yani ölümden sonraki hayatın mümkün ve gerekli olduğu mevzusuna yeniden dönülmektedir.

Arap dilinde "İblus-Suddi" ağzına ne gelirse yiyen ve başıboş gezen yularsız deve demektir. Ayetin manası da bununla ilgilidir.
Yani insan tıpkı bir yularsız deve gibi kendini sahipsiz ve başıboş zannetmektedir. Sanki onu yaratan onu yeryüzünde sahipsiz ve başıboş bırakmış. Ona hiçbir mükellefiyet yüklememiş, herşey ona serbest bırakılmış ve bir zaman sonra ondan yaptığının hesabı da sorulmayacak zannediyor. Aynı şeyden Kur'an-ı Kerim'de başka bir yerde şöyle bahsedilmektedir. Allah kıyamet günü kafirlere "... sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" (Müminun 115) diyecektir. Bu iki yerde de, ölümden sonra bir hayatın gerekli olduğu soru şeklinde sorulmaktadır. Yani "Sen gerçekten kendini bir hayvan gibi mi zannediyorsun? Hayvan ile senin aranda açık bir fark olduğunu görmez misin? Onların bir iradesi yokken size irade verilmiştir. Onların amellerinde iyi ve kötü kavramı yoktur. Senin fiillerinde ise iyinin ve kötünün tartılması vardır. Bu yüzden nasıl olur da kendinizi tıpkı hayvanlar gibi sorumluluk yüklenmemiş ve yaptıklarından sorgu suale çekilmeyecek zannedersiniz? Hayvanlar, sadece cibilliyetlerine uygun olarak hayat sürdürdüklerinden onların yeniden diriltilmemeleri akla uygundur. Çünkü bunlar kendi akıllarıyla herhangi bir felsefe oluşturmuş ya da yeni bir din uydurmuş değildirler. Ne kendilerini yaratandan başkasını mabud olarak almışlar ve ne de kendileri mabudluk taslamışlardır. Kendilerinden sonra gelecek nesillere kadar tesirleri uzanacak ve karşılığında da ceza ya da mükafaat görecekleri, bir iyi veya kötü sünnet de başlatmış değiller. O halde bunların öldükten sonra yok olmalarına bir anlam verebilirsin. Çünkü onlar yaptıkları amellerden sorumlu değillerdir ve dolayısıyla tekrar dirilterek onlara hesap sormaya da gerek yoktur. Ama size gelince, ölümden sonraki hayattan nasıl kaçabileceksiniz? Çünkü, ta ölünceye kadar yaptığınız amellerin iyi veya kötü bir sonucu ve bu sonuçların da etkileri ve dolayısıyla da bunların bir cezası ya da mükafaatı olması gerekir. Sizin aklınız da bunu teyid etmez mi? Sözgelimi, suçsuz bir kimseyi öldürmüş bir katil olayın hemen akabinde başka bir kaza sonucu kendisi ölse, bu kişinin hiçbir cezaya çarptırılmayacağını mı sanıyorsunuz? Yaptığı zulümlerin hesabı sorulmamalı mı? Hiç aklınız alıyor ve de kalbiniz tatmin oluyor mu ki, bu dünyadayken fesadın tohumunu ekmiş ve o fesat asırlarca sürerek diğer kuşakların da binlercesinin hayatını mahvetmiş, böyle bir insan sıradan bir böcek gibi ölsün, yok olsun ve hiç kimse ondan yaptıklarının hesabını sormasın? Yine hayatı boyunca doğruluk ve adalet için, iyilik ve barış için çalışmış ve bu yolda çeşitli eziyetler çekmiş ve kendi canını ortaya koymuş bir insan da karınca gibi ölüp yaptığının karşılığında mükafaatlar alamadan yok olup gitsin; bunu aklınız alıyor mu?
 
Kıyamet suresi ayet 37
"O dökülen meniden bir damla değil miydi?"

Yani o, rahime dökülen bir damla su değil miydi? (Kurbanlıkların) kanlarının akıtılması dolayısıyla "Minâ"ya bu ismin veriliş sebebi de budur.. "Nutfe: Bir damla": Çok az suya denilir. Suyun damlamasını anlatmak üzere: Su damladı" denilir. Buyruk şu demektir: Yani o, erkeğin sulbünde ve kadının göğüs kemiklerinde azıcık bir sudan ibaret değil miydi?
"Dökülen meniden" anlamındaki buyruğu Hafs; şeklinde "ye" İle okumuştur. Aynı zamanda bu İbn Muhaysın, Mücahid, Yakub, Ayyaş yoluyla Ebu Amr'ın da kıraatidir. "Meni" lafzı dolayısıyla Ebu Ubeyd de bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğerleri ise "nutfe"den ötürü "te" ile okumuşlardır. Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir.

Kıyamet suresi ayet 38
Sonra o bir sülük gibi yapışan bir kan pıhtısı olmuş, sonra (Allah onu) yaratmış, düzenlemiştir.

"Sonra o bir sülük gibi" yani nutfeden sonra bir kan demektir. Yüce Allah, değerinin önemsizliğine rağmen bütün bunlarla onu mertebe mertebe var etmiş, yaratmıştır.
üaha sonra yüce Allah: "Sonra yaratmış" yani takdir etmiş; ona ruh vermek suretiyle mükemmel bir şekilde "düzenlemiştir" diye buyurmaktadır.

Kıyamet suresi ayet 39
"Ondan erkek ve dişi iki sınıf yaratmıştır."

O, insandan -bir görüşe göre meniden- erkeği ve kadını yaratmıştır. Hunsâ (erkeklik ve dişilik organı bulunmayan kimse)nin (mirastan) payının düşürüleceği görüşünü benimseyenler bunu delil göstermişlerdir. Fakat bundan önce eş-Şûrâ Sûresi'nde (42/51. âyetin tefsirinde) bu âyetin ve benzerinin çoğunlukla görülen ile ilgili olduğu belirtilmiş bulunmaktadır. en-Nisâ Sûresi'nin baş taraflarında da (4/1. âyet, 1. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş ve miras âyetinde de hun-sânm hükmünü zikretmiş bulunduğumuzdan, bunu ayrıca tekrarlamanın anlamı yoktur.

Kıyamet suresi ayet 40
Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?

"Bunları yapanın" yani bu canlı varlığı bir damla sudan yaratmaya kadir olanın "ölüleri diriltmeye gücü yetmez mî?" Bu cisimleri çürümelerinden sonra, öldükten sonra, önceki halleriyle tekrar yaratmaya gücü yetmez mi:' Rasûlullah (sav)'dan rivayet edildiğine göre o bu buyruğu okudu mu: Allah'ım, Seni tenzih ederim, elbette kadirsin" dermiş.
İbn Abbas dedi ki: Her kim: "O en yüce Rabbinin ismini teşbih e£"(el-A'lâ. 87/1) buyruğunu okursa, İster imam olsun, isterse de başka bir durumda olsun subhane rabbiyel alâ (en yüce Rabbimi tenzih ederim)" desin. Kim de: "Hayır... kıyamet gününe yemin ederim" buyruğunu sonuna kadar okursa, ister imam olsun, İster başka bir durumda olsun; "seni tenzih ederim, evet (kadirsin)" desin. Bunu es-Sa'lebî, Ebu İshak es-Sebî'înîn Said b. Cübeyr'den. onun İbn Abbas'cian rivayeti olarak zikretmektedir.
 
Tin suresi ayet 1
İncire ve zeytine andolsun,

Bunun tefsirinde müfessirler arasında ihtilaf vardır. Hasan Basrî, İkrime, Ata b. Ebi Rebah, Cabir b. Zeyd, Mücahid ve İbrahim Nehaî diyorlar ki: "İncir"den kasıt bilinen incirdir. "Zeytin"de, yağ çıkarılan, bilinen zeytindir. İbni Ebi Hatim ve Hakim, Abdullah b. Abbas'tan bunu teyid eden bir kavil nakletmişlerdir. Bu tefsiri kabul eden müfessirler, incir ve zeytinin özelliklerini, faydalarını beyan ederek kendi görüşlerini şöyle açıklamışlardır: "Allah, iyi özellikleri dolayısıyla bu iki meyvanın üzerine yemin etmiştir." Kuşkusuz, Arapçada "tin" ve "zeytun" kelimelerini duyan insan bu iki meyvayı Arapça'da bilinen anlamı üzerine anlar. Ancak bu tefsiri kabul etmeye iki sebep engeldir. Birisi, "Sina Dağı" ve "Mekke Şehri"ne de yemin edilmiş olmasıdır. Az önceki tefsire göre meyva ve iki yere birarada yemin edilmesi uygun düşmemektedir. Kur'an-ı Kerim'de bir şey üzerine yemin edilen yerlerde bu yemin, o yerlerin hizmet veya faydası nedeniyle değildir. Her yemin, kendisinden sonraki konuya delil getirilmek içindir. Bu nedenle, iki meyvaya özellikleri dolayısıyla yemin edilmiş olunamaz.
Diğer bazı müfessirler "tin" ve "zeytun"dan kasıt olarak bazı yerleri kabul etmişlerdir. Ka'b b. Ahbar, Katade ve İbn Zeyd diyor ki, "tin"den kasıt Dımeşk (Şam) 'dır. "Zeytun"dan kasıt da Kudüs'tür. İbn Cerir, İbn Hatim ve İbn Merduye'nin İbn Abbas'tan naklettikleri bir kavle göre "tin"den kasıt, Hz. Nuh'un Cudi Dağı üzerinde inşa ettiği bir mesciddir, "zeytin"den kasıt da Kudüs'tür.
Ama, "tin" ve "zeytun" kelimelerini duyan bir Arabın aklına bu manalar gelmez. O zaman Kur'an'a muhatap olan Araplar nezdinde "tin" ve "zeytun" yer olarak bilinmiyordu. Fakat Araplar arasında bazı bölgeleri, orada yetişen bitkiler ile isimlendirmek adetti. Onun için "tin" ve "zeytun" kelimelerinden kasıt şu olabilir. Bu meyvaların yetiştiği yerler. Bu yerler Şam ve Filistin idi. Çünkü o zamanlar Araplar arasında incir ve zeytin yetiştiren yerler olarak bu bölgeler meşhurdur. İbni Teymiye, İbn Kayyım, Zemahşerî ve Alûsî de aynı görüştedirler. İbn Cerir her ne kadar birinci kavli tercih etmişse de, aynı zamanda "tin" ve "zeytun"dan muradın meyvaların yetiştiği bölgeler olabileceğini de kabul etmiştir. Hafız İbni Kesir de aynı tefsiri kabul etmiştir.
 
Tin suresi ayet 2
Sina dağına,

"Tur-i Sinîn" buyurulmuştur. Bu, Sina yarımadasının diğer ismidir. Sena veya Sina ya da Sînîn de denir. Kur'an'da bir yerde de "Tur-i Sina" kullanılmıştır. Şimdi orada Tur dağı bulunan bu bölge "Sina" ismi ile meşhurdur. Bu nedenle, tercümemizde aynı meşhur ismi tercih ettik.

Tin suresi ayet 3
Ve şu emin beldeye (güvenilir şehre) .

Tin ve Zeytun yetiştiren yere, yani Şam ve Filistin'e, bir de Tur Dağı ve Emin olan Mekke şehri üzerine yemin edilmiştir.

Tin suresi ayet 4
Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.

İnsanın en güzel şekilde yaratılmasının anlamı şudur: Ona en iyi cisim ve diğer mahluklardan daha iyi özellik verilmiştir. Ayrıca ona düşünce, anlayış, ilim ve akıl gibi yüksek kabiliyetler de bağışlanmıştır. Bunlar diğer mahlukatta bulunmamaktadır. Bunun yanısıra insanların en yüksek ve kemal derecedeki fazilet sahibi olanları peygamberlerdir. Mahlukatın, peygambere bağışlanan bu makamdan daha yüksek dereceye ulaşması mümkün değildir. Onun için, insanın "ahsen-i takvim" olmasına şahit olarak peygamberlere nisbet olunan Şam ve Filistin üzerine yemin edilmiştir. Orada Hz. İbrahim"den Hz. İsa'ya kadar pek çok peygamberler gelmiştir. Tur-i Sina Hz. Musa'ya nübüvvet verilen yerdir. Mekke ise Hz. İbrahim ve İsmail eliyle temeli atılan tevhid dininin merkezidir. Bundan dolayı Arabistan'ın en kutsal ve merkezî şehri olmuştur. Hz. İbrahim bu yer hakkında Allah'a şöyle dua etmiştir: "Rabb'im! Bu şehri güvenli bir şehir yap..." (Bakara 126) . Bütün Arabistan'ın her yerinde anarşi varken, bu duanın bereketiyle yalnızca bu şehir 2500 senedir emin merkezdi. "Ahsen-i tavkim"den kasıt şudur: Biz insanı öyle güzel şekilde yarattık ki, onlardan yüksek rütbeli ve nübüvveti yüklenen insanlar çıkmıştır.
 
Tin suresi ayet 5
Sonra da aşağıların aşağısına çevirdik.

Burada müfessirler genelde iki anlam beyan etmişlerdir. Birincisi, "onu yaşlı duruma dönüştürdük" şeklindedir. Buna göre, onun çalışmaya, düşünmeye, anlamaya mecali kalmamıştır. İkincisi, "Onu cehennemin en altına sevkettik" şeklindedir. Ancak bu iki mana da surenin bunları ispatlamak için indiğine delil olmaz.
Sözkonusu bu surenin maksadı olan ceza ve mükafaatın hak olduğunun delili olarak ileri sürülmüştür. Yoksa insanların aşırı yaşlanınca zayıf duruma düşeceklerine ve bu nedenle de bir grup insanın cehenneme sevkedileceğine delalet etmez. Birincisi iyi olsun kötü olsun, her insana yaşlılık geleceğinden bu, ceza ve mükafaat için sebep olamaz. Yaşlılık haline ulaştı diye bir kimsenin amellerine ceza verileceği düşünülemez. İkincisi, bu hal ahiret ile ilgilidir. Bu olay kıyamette vuku bulacağına göre, ahiretteki ceza ve mükafaatın varlığını kafirlere kabul ettirmek için bunun delil olarak ileri sürüldüğü söylenemez. Bize göre ayetin doğru açıklanması şudur: Bir insan en güzel şekilde yaratıldıktan sonra cismani ve zihni kuvvetlerini kötülük için kullanıyorsa o zaman Allah (c.c.) da ona ancak kötülük yolunda tevfik eder. Bundan dolayı o insan alçak duruma düşer ve öyle bir noktaya ulaşır ki, hiçbir mahluk ahlak bakımından o kadar aşağıya düşmez. Bu insanlık toplumunda açıkça görülebilecek bir gerçektir. Hırs, tamah, bencillik, şehvet düşkünlüğü, esrarkeşlik, alçaklık, gazab ve benzeri diğer adetler nedeniyle insan ahlaki bakımdan gerçekten en düşük seviyeye düşer. Olaya şu açıdan da bakabiliriz; bir kavim diğer bir kavme düşmanlıkta bazen o kadar ileri gider ki, sözkonusu kavme davranışında vahşi bir hayvandan da ileridir. Vahşi bir hayvan, başka hayvanları kendi yemeği olarak avlar. Diğer hayvanlara katliam uygulamaz. Ama insan kendi cinsinden olanlara katliam uygular. Vahşi hayvan yalnızca pençe ve dişlerini kullanır. Ama en güzel şekilde yaratılmış olan insan, aklını da kullanarak yerleşim bölgelerini bir anda yok etmek için top, tüfek, tank, uçak, atom bombası, hidrojen bombası ve diğer sayısız silahı icat eder. Vahşi hayvan yalnızca yaralar ve yokeder. Ama insan, hayvanların hiç birinin yapmayacağı şekilde, kendi cinsine eziyet ve işkence araçları geliştirir. Ayrıca insan düşmanlarına olan intikam ateşini söndürmek için kadınlarını çıplak yürütecek kadar aşağıya düşer. Bir kadını bir çok erkek kendi hevesine alet eder. Babalarının, bacılarının ve kardeşlerinin gözü önünde kadınların ismini rezil eder. Masum çocukları ana ve babalarının önünde katleder. Kadınları kendi çocuklarının kanını içmeye mecbur eder. İnsanları diri diri gömer veya yakar. Dünyadaki en vahşi hayvanlar dahi bu gibi vahşetleri işlemezler. Aynı hal, başka kötü amellere yöneldiğinde de sözkonusudur. Bu sahada da mahlukatın düşemeyeceği alçak seviyeye düşer. Hatta en mukaddes şeyi olan dinden saptığı zaman o kadar aşağı düşer ki, ağaçlara, hayvanlara, taşlara, erkek ve kadınlara, cinsi organlara tapmaya başlar. Tanrılarını memnun etmek için mabetlerde kadınlar görevlendirir ve sevap alacağı düşüncesiyle onlarla zina yapılır. Mabut edindikleri tanrı ve tanrıçalara ahlaki bakımdan o kadar rezil amellerle yönelir ki, en zelil insan bile ondan utanır.
 
Tevbe suresi ayet 33
Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur.


Arapça olan "" kelimesi "yollar" olarak tercüme edilmiştir. Nitekim Bakara suresinin 204. ayetinin açıklanmasında daha önce geçtiği gibi "" hakim otoriteye itaatı simgeleyen "hayat tarzı" veya "yaşam biçmini"ni benimseme manasında da kullanılır.
Şimdi bu ayetin manasını anlamaya çalışalım. Rasulullah'ın vazifesinin amacı
virgul.gif
indinden getirmiş olduğu Hidayet ve Hak yolunu
virgul.gif
diğer hayat tarzı ve sistemlerinin üzerine hakim kılmaktır. Başka bir ifadeyle
virgul.gif
Rasulullah (s.a) ın yolu diğer hayat tarzlarının keyfi egemenliği altında da olsa varlığını sürdürsün diye gönderilmemiştir. Halbuki yer ve göklerin Hakimi onu
virgul.gif
kendi yolunu başka yollara üstün getirmek üzere gönderir. Eğer yeryüzünde herhangi bir batıl hayat tarzına izin verilecekse
virgul.gif
bu ancak böylelerinin cizye ödeyen zımmilerin fıkhi durumlarına uygun olarak
virgul.gif
ilahi nizam içinde yer alan hudutlar uyarınca cizye ödeyerek himaye altında yaşamalarına müsamaha edilmek suretiyle olur
 
Tin suresi ayet 6
Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka; onlar için kesintisi olmayan bir ecir vardır.

"Esfel-i Safilin"den kasıt olarak insanın yeteneklerini kaybettiği yaşlılık halindeki durumlarına göre mükafatlandırılacaklardır. İyilik yapamadıkları yaşlılık günleri nedeniyle mükafatlarında hiçbir eksiklik de olmayacaktır. "Esfel-i Safilin"den teki durumlarına göre mükafaatlandırılacaklardır. İyilik yapamadıkları yaşlılık günleri nedeniyle mükafaatlarında hiçbir eksiklik de olmayacaktır. "Esfel-i Safilin"den cehennemin en kötü yerine sevkedilecekleri sonucunu çıkaran müfessirler de şu anlamı beyan etmişlerdir: İman ederek salih amel işleyenler bundan müstesnadır. Onlar bu dereceye sevkedilmeyecektirler. Ancak her iki manada da, ceza ve mükafaatı isbat etmek için istidlal olma yönünden ayet ile hiçbir ilgisi yoktur. Bize göre ayetin doğru anlamı şudur: Genel bir gözleme göre bir insanlık cemiyetinde bir kimsenin ahlaki bakımdan alçalması ve en düşük seviyeye ulaşması gibi Allah'a, ahirete ve risalete iman ederek hayatı boyunca salih amel işleyenler bu aşağı düşüşten kurtulurlar bu dereceye sevkedilmeyecektirler. Ancak her iki manada da, ceza ve mükafaatı onlar "sonsuz mükafata" layık olacaklardır. Yani öyle bir mükafat ki, onların hakettiklerinden az olmayacak ve sonu gelmeyecektir.
 
Tin suresi ayet 7
Öyleyse bundan sonra, hangi şey sana dini yalanlatabilir?

Bu ayetin diğer tercümesi şöyle olabilir: Ey insan! bundan sonra ceza ve mükafaatı yalanlamak için hangi şey seni teşvik ediyor? Her iki şekilde maksat aynıdır. Yani insanlık toplumunda açıkça görülmektedir ki, en güzel şekilde yaratılmış olan insanlardan bir güruh ahlaki bakımdan en alçak seviyeye düşer ve diğer bir güruh da iman ve amel-i salih dolayısıyla bu düşüşten kurtulur? Kendisinden beklenen "en güzel yaratılış" üzerinde kaim olur. Bundan sonra ceza ve mükafatı nasıl yalanlayabilirsiniz?
Gerçekten bu iki tip insanın sonunun aynı olacağını aklınız kabul ediyor mu? Esfel-i safiline düşenlere hiçbir ceza verilmemesi, ondan kurtulup salih amel işleyenlere de mükafaat verilmemesi adalete uygun mudur? Aynı nokta Kur'an'ın diğer bir yerinde şöyle buyurulmuştur: "Öyle ise Müslümanları suçlu günahkar olanlar gibi (eşit) kılar mıyız? Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? (Kalem 35, 36) "Yoksa kötülüklere batıp yara alanlar, kendilerini iman edip de salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri de bir mi (olacak) ? Ne kötü hüküm veriyorlar." (Casiye 21)
 
Tin suresi ayet 8
Allah (c.c.) da, hükmedenlerin hakimi değil midir?

Yani sen küçük hükümdarların bile adaletle muamele etmelerini, suçlulara ceza vermelerini, iyi iş yapanlara mükafat vermelerini istiyorken; Allah (c.c.) hakkında nasıl yanlış bir zan besliyorsun? Oysa Allah, o hükümdarlardan daha büyük bir hükümdar değil midir? Eğer Allah'ı en büyük hükümdar kabul ediyorsanız O'nun adalet etmeyeceğini nasıl düşünebilirsiniz? O'ndan iyiye de kötüye de aynı muameleyi yapmasını bekliyorsunuz. Bu dünyada en kötü iş işleyen ile en iyi iş işleyen aynı şekilde toprak olacaklar diye, hiç kimseye kötü amellerinin cezası ya da iyi işlerinin mükafatının verilmeyeceğini mi sanıyorsunuz?
İmam Ahmed, Tirmizî, Ebu Davut, İbn Münzir, Beyhakî, Hakim ve İbn Merduye, Ebu Hureyre'den şöyle nakletmişlerdir: "Rasulullah şöyle buyurdu: "Sizden kim "Tin" suresini okursa "eleysallahu bi ahkâmi'l Hâkimin'e" geldiğinde, "Bela ve ene alâ zalike mineşşahidin" (Evet, ben buna şehadet edenlerdenim) desin." Bazı rivayetlerde Rasulullah bu ayeti okuduktan sonra, "Subhaneke fe belâ" diyordu.
 
Kıyamet suresi ayet 1
Hayır, kalkış (kıyamet) gününe and ederim.

Bu şekilde sureye başlamakla anlaşılıyor ki, daha önce bir konu vardır ve bu sure, işte o konuya bir reddiye mahiyetinde nazil olmaktadır. Biraz ileride, adı geçen konunun, kıyamet, ahiret ve ahiretteki hayat ile Mekke'lilerin onu inkâr etmeleri ve hatta alaya almaları olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bu uslûb şu örnekle anlaşılabilir: Eğer maksad Allah Rasulü'nün sadakatini vurgulamak olsaydı, o zaman "Allah'a yemin ederim ki Rasul hak üzeredir" veya onlar, eğer Rasul'ün sadakatini inkâr etmekte olsalardı, o zaman: "Hayır, Allah'a yemin ederim ki Rasul hak üzeredir" şeklinde bir başlangıçla bunlara cevap verilirdi. Yani "Sizin dediğinizin doğru olmadığını ve hakikatin böyle olduğunu ben yemin ederek beyan ediyorum" denirdi.
 
Kıyamet suresi ayet 2
Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de and ederim.

Kur'an'da insan nefsi, üç tip olarak sınıflandırılmaktadır. Birincisi, insanı kötülük yapmaya teşvik eder, bunun ismi nefsi emmare'dir. İkincisi yanlış bir iş ve düşünceye niyet ettiği zaman o kişiyi bu yüzden kınar ve azarlar, buna nefsi levvame denir. Bugün buna biz vicdan adını vermekteyiz. Üçüncüsü de, doğru yol üzerinde sebat ederek sapık yollardan sakınmak suretiyle tatmin olan nefistir, buna da nefsi mutmainne denir.
Allah Teâlâ burada, kıyamet günü ve nefsi levvame üzerine yemin etmektedir. Çükü bir sonraki ayetten de anlaşıldığı gibi, Allah (c.c) , insanı ölümden sonra tekrar diriltecektir ve buna muktedirdir. Bu ikisi arasında ne münasebet var, diye sorulabilir.
Kıyamet günü üzerine yemin edilmiş olması, bu olayın muhakkak gerçekleşmesiyle ilgilidir. Bütün bir kainat sistemi, bu nizamın ezelî ve ebedî olmadığına, ilelebed devam etmeyeceğine şahittir. Yapısı, onun ezelî olmadığını ve ebede kadar devam etmeyeceğini ortaya koymaktadır. İnsanın aklı bunun aksine bir delil getiremez. Çünkü bu alem her saniye değişime uğramaktadır ve böyle bir şeyin bir sonunun olmayacağı söylenemez. İnsanın bu dünya hakkındaki bilgisi arttıkça, kendisi de bu hayatın bir başlangıcı olduğunu, ondan önce birşey olmadığını, bundan sonra imtihan olacağını ve o zaman hiçbir şeyin ortada kalmayacağını yakın olarak hisseder ve öğrenir. Bu yüzden Allah (c.c) kıyametin vukubulacağını vurgulamak için, bizzat kıyamet üzerine yemin etmiştir. Bu, tıpkı, kendi varlığı var mı yok mu olduğu konusunda birşey söyleyemeyen, şüpheli davranan bir kimseye; "canın üzerine yemin ederim ki sen varsın" denilmesine benziyor. Onun vücudu, onun var olduğuna şehadet etmektedir.
Ama kıyamet günü üzerine yemin etmek, birgün bu kainat nizamının alt üst olacağını, sonra her insanın tekrar diriltileceğini, yaptıklarının hesabının sorulacağını ve yaptığı iyilik ya da kötülüğün karşılığını bulacağnı göstermektedir. Bu nedenden ötürü, üzerine yemin edilen ikinci şey, nefsi levvame'dir. Dünyada tamamen bir sağ duyuya, vicdana sahip olmayan kimse yoktur. Her insanın içinde iyiliğin ve kötülüğün de hissi vardır. Bir kişi ne kadar bozulmuş, dejenere olmuş olursa olsun, vidanında muhakkak kötülük yapmamasını ve iyilikte bulunmasını isteyen bir dürtü vardır. Böyle birisinin iyilik ve kötülük kriteri yanlış olabilir. Ama yine sağ duyusu ona yaptıkları hususunda itiraz eder. Bu, insanın salt bir hayvan olmadığını göstermektedir. Onun içinde ahlâki bir duygu vardır. İyilik ve kötülük arasında tefrik yapabilme hissi vardır. Kendini yapmış olduğu iyiliklerden ve kötülüklerden sorumlu sayar. Eğer başkasına bir kötülük yapsa, ancak vicdanını susturarak tatmin olur ve eğer başkası ona bir kötülük yapsa, o zaman kalbinde bunun cezalandırılması gerektiğine dair bir istek oluşur. Şimdi eğer bir insanın yapısında böyle bir nefsi levvame varsa ve varlığı inkar götürmüyorsa, o zaman bu aynı nefsi levvamenin kıyamet günü insanın karşısına bir şahit olarak getirileceği de inkâr edilemez. Çünkü işlemiş olduğu iyi ya da kötü fiiller için muhakkak insanın bir ceza ya da bir mükafaat görmesi fıtrat gereğidir. Bu da ölümden sonra bir hayat olmadan mümkün olamaz. Hiçbir akıl sahibi ölümden sonra yok olacağını iddia edemez. Çünkü eğer böyle olsaydı yaptığı iyiliklerin karşılığını göremeyecek ve yaptığı kötülüklerin cezasını da bulamayacaktır. Bu ise büyük bir haksızlıktır.
Bu sebepten ötürü, akıl sahibi bir insanın, akıl dışı bir kainat sistemi içerisinde yaratılmış olduğunu ya da bazı ahlâki duygulara sahip bir insanın, ahlâksız bir nizam içerisinde doğmuş olduğunu ileri sürmek abestir. Ancak böyle düşünmeyen biri, ölümden sonraki hayatı inkâr edemez. Tenasüh felsefesi de (Ruhun bir cisimden diğerine veya insandan hayvana geçmesi felsefesi, transmigration çev.) fıtratın bu talebine bir cevap vermekten uzaktır. Çünkü buna göre insan ahlâki amellerinin cezalandırılması ya da mükafatlandırılması için aynı dünyaya yeniden gelecek ve yeniden bir ceza ve mükafaat olayı söz konusu olacak. Ve bu böyle kapalı bir devr-i daim şeklinde sonsuza kadar sürüp gidecektir. Halbuki fıtrata göre insan bu dünyaya bir defa gelir, yaşar ve sonra da bütün hayat son bulur. Daha sonra orada insanın bu dünyada yaptıklarının tam karşılığı olarak ceza veya mükafaatın verileceği başka bir hayat başlar.
 
Kıyamet suresi ayet 3
İnsan, onun kemiklerini bizim kesin olarak bir araya getirmeyeceğimizi mi sanıyor?

Yukarıda yemin edilmek suretiyle beyan edilen iki şey, dünyanın muhakkak son bulacağını (yani kıyametin birinci safhası) ile ölümden sonra ikinci bir hayatın olacağını ispatlamaktadır. Ölümden sonra ikinci bir hayat olacaktır; çünkü hem insanın ahlâki varlığı, mantık ve fıtrat, ikinci bir hayatın vukubulmasıyla, bu dünyada yaptıkları üzerinde vicdanın orada şahitlikte bulunmasını gerekli görmektedir. Bir üçüncü delil de, ölümden sonra başka bir hayatın olabilirliğini ıspatlamak için ileri sürülmektedir. Mekke'de bunu inkâr edenler sürekli olarak; "Binlerce sene önce ölmüş, kimisi yakılmış, kimisi balıklara, arslanlara yem olmuş ve şimdi ise cesetleri toprak olmuş, kemikleri bile yok olup gitmiş insanları, yeniden parçalarını bir araya getirerek diriltmek mümkün mü ki?" diye sorup duruyorlardı. Bunlara karşılık olarak Allah Teâlâ nihai, makul ve özlü cevaplar vermektedir. "Zannediyorlar ki biz bu kemikleri bir araya getiremeyeceğiz. Tabi eğer bu dağılmış kemikler ve cesetler kendileri bir araya gelecekler ve sonra da biz sizi dirilteceğiz demiş olsaydık belki bunu imkânsız görmeniz haklı olabilirdi. Ama bu işin kendiliğinden olmayacağı, bilâkis Allah Teâlâ'nın bunu yapacağı söylenilmektedir. O zaman şimdi siz bu kainatın yaratıcısının, -ki sizde O'nu Halık olarak kabul ediyorsunuz- bunu böyle yapmaktan aciz olduğunu mu zannediyorsunuz? Böyle bir soruya, Allah'ın kainatın yaratıcısı olduğuna inanmış o dönemdeki ve gelecekteki hiç kimse, Allah'ın bir şeyi istediği halde yapamayacağını, bunun mümkün olamayacağını düşünemez. Ancak akılsız biri böyle diyebilir ve o akılsıza da; "Bugün senin bedenini hava, su, toprak ve daha binlerce element ve parçadan bir araya getirerek bu cesedi veren Allah'ın şimdi tekrar bu parçaları biraraya getiremeyeceğini nasıl öne sürebilirsin?" diye sorulabilir.
 
Kıyamet suresi ayet 4
Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymağa güç yetirenleriz.

Yani, değil bu kemikleri bir araya getirip iskeletinizi ortaya koymak, biz sizin en ufak ve en hassas parçacıklarınızı hatta aynı parmak izlerinizi bile yeniden meydana getirmeye kadiriz.

Kıyamet suresi ayet 5
Ancak insan, önündeki (sonsuz geleceği) ni de fücurla sürdürmek ister.

Bu kısa cümleyle, ahireti inkâr edenlerin gerçek hastalıklarının teşhisi konulmaktadır. Bunlar, aslında kıyameti ve ahireti mümkün görmedikleri için inkâr etmiyorlar. Asıl sebep, ahirete inanmakla doğacak birtakım ahlâki sorumluluklardan hoşlanmamalarıdır.
Bunların isteği, tıpkı ipini koparmış bir dana gibi sorumsuzca yeryüzünde dolaşmak. İşlemekte oldukları zulüm, sömürü, fısku-fucür ve ahlâksızlara son vermek istemiyorlar. Bu yüzden ahiret olgusunu kabule yanaşmıyorlar, öyleyse ahirete inanmalarına engel olan akılları değil nefsanî şehvetleridir.

Kıyamet suresi ayet 6
"Kıyamet günü ne zamanmış" diye sorar.

Bu bir soru olmaktan çok, bir alay ve inkâr konusu olsun diye ortaya sürülmektedir. Yani öğrenmek istedikleri, kıyametin ne zaman geleceği değil, amaçları, "Hani o haber verdiğin gün nerede kaldı? Niye hâlâ gelmiyor?" şeklinde onunla alay etmektir.
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks