Kurandan okuyalım

Mürselât suresi ayet 29
Kendisini yalanlamakta olduğunuz (azab) a gidin.

Şimdi, ahiretin delillerinden sonra, bu olay vukubulduğu zaman inkarcıların sonunun ne olacağı görülmüştür.

Mürselât suresi ayet 30
Üç dala ayrılmış bir gölgeye gidin.

Gölgeden murad duman gölgesidir. Duman yükseldiği zaman üç kola ayrılacak.

Mürselât suresi ayet 31
O, gölge yapmadığı gibi ateşten de koruyamaz,

Allah teala, kendilerine yeryüzünü bir siper, oradaki dağları bir denge unsuru ve suları da içme ve temizlenme vasıtası olarak verdiği, kullarına seslenerek bu nimetlere karşı nankörlük edenlere diyor ki: "Kıyamet gününde size şöyle denilecektir: "Dünyada iken yalanladığınız Allahın azabına koşun. Cehennemin ateşinden çıkan ve üç kola ayrılan dumanın altına gidin. O, öyle bir dumandır ki sizi sıcağa karşı gölgelendirmez ve sizi ateşten kur


Mürselât suresi ayet 32
Cehennem, saray büyüklüğünde kıvılcımlar saçar.

Bu ûyet-i kerime, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Ebu Sahr ve Muham-med b. Ka'b tarafından, mealde verildiği şekilde izah edilmiş Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Bu izaha göre cehennemden çıkan kıvılcımlar, büyüklükte köşkler gibidir.
Katade, Dehhak ve Hasan-ı Basri'ye ve Abdurrahman b. Âbidin İbn-i Abbas'tan naklettiğine göre bu âyetin izahı şöyledir: Cehennem ateşi kalın ağaçlar gibi kıvılcımlar saçar."
Abdullah b. Abbas diyor ki: "Biz, uçarsın boyunda veya daha kısa yahut daha büyük ebatta odunlar keser kış için hazırlardık. Biz bu odunları, âyette kıvılcımlara sıfat olarak zikredilen "Kasr" kelimesiyle ifade ederdik."
Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşte de o, bu âyeti şöyle izah etmiştir. "Cehennem ateşi odun yığını gibi kıvılcımlar fırlatır."


Mürselât suresi ayet 33
Sanki o kıvılcımlar sarı develer gibidir.

Bu âyet-i kerime, Hasan-ı Basri ve Katade tarafından mealde verildiği şekilde izah edilmiş ancak bunlar, "San deve"den maksadın "ASiyaha yakın koyu sarı develer" oldukların zira develerin bu renkte olduklarını söylemişlerdir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.
Abdullah b. Abbas bu âyeti şu şekilde izah etmiştir "Sanki o kıvılcımlar, gemilerin halatları gibidir."
Said b. Cübeyr ve Mücahid ise: "Sanki o kıvılcımlar köprülerin halatlan gibidir." diye izah etmişlerdir.
Ali b. Ebi Talha'nm, Abdullah b. Abbas'tan naklettiği diğer l?ir görüşe gö-rebu âyetin manası şöyledir: "Sanki o kıvılcımlar bakır külçeleridir."
 
Mürselât suresi ayet 34
O gün, yalanlamakta olanların vay haline.

Mürselât suresi ayet 35
Bu, onların konuşamıyacakları bir gündür.

Mürselât suresi ayet 36
Ve onlara, özür beyan etmeleri için izin de verilmez.

Bu onların son durumu olacaktır. Cehenneme girmeden önceki son durum. Ondan önce haşr meydanında pek çok mazeret ileri sürecekler. Kendi suçlarını birilerine yükleyecekler ve kendilerinin masum olduğunu ispata gayret edecekler. Kendilerini saptıranlara küfredecekler. Hatta bazıları, Kur'an'ın pek çok yerinde bildirildiği gibi utanmadan suçlarını inkar etmeye çalışacaklar. Ama onların elleri, ayakları ve bütün organları kendilerine karşı şehadet edecek. Suçları tamamen ispatlandıktan, adalet ve hak bakımından hiçbir yönden eksiklik kalmadıktan sonra suçlarına ceza bildirilecek. O zaman onlara hiç söz hakkı kalmayacak. Hiç bir mazeretleri kalmayacak. Özür ileri sürmelerine imkan ve kendilerini müdafaaya izin verilmeyecek. Bu, onların müdafaadan mahrum bırakıldıkları anlamına gelmez. Asıl olarak söylenmek istenen, bütün suçları ispatlandıktan sonra hiçbir delilleri kalmayacağıdır. Böylece onların ağızları kapatılmış olacak.
 
Mürselât suresi ayet 37
O gün, yalanlayanların vay haline.

Taberi diyor ki: "Eğer biri diyecek olursa ki: "Bu âyette "O gün onlar konuşamazlar." büyütülüyor. Diğer âyetlerde ise cehennemliklerin "Rabbimîz bizi buradan çıkar. Eğer tekrar inkara dönecek olursak gerçekten zalimler oluruz." "Kıyamet günü kâfirler şöyle derler "Ey rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi bir kurtuluş yolu var mıdır?".şeklinde konuşacaktan zikrediliyor. Bu nasıl izah edilir?" Ona denilir ki: "Konuşup konuşmama, durumlara göre farklı olacaktır. Bazan konuşturulacaklar bazan da konuşturulmayacaklardır."

Bu âyet-i kerimede de onlann, kıyamet gününün bir bölümünde konuşamayacakları bildirilmiştir. "O gün" kelimesinin," "Konuşamazlar" fiiline muzaaf yapılması bunu ifade etmektedir.

Abdullah b. Abbas'tan da "O gün onlar konuşamazlar." "O gün biz onların ağızlarını mühürleriz de bize dilleri konuşur. Ayaklan da ne yapacaklarına şahitlik eder.""Sonra içinde bulundukları zor durumdan dolayı "Rabbimiz olan Allaha yemin olsun ki biz.ona ortak koşanlardan değildik." demekten başka çaresi kalmaz." âyet-i kerimeleri sorulmuş o da: "O gün durumlar çeşitlidir. Bazan konuşacaklar bazan da ağızlarına mühür vurulacaktır." demiştir.

Mürselât suresi ayet 38
Bugün hak ile batılın ayırdedildiği gündür. Sizleri ve geçmiş ümmetleri bir araya topladık.

Mürselât suresi ayet 39
Eğer kuracağınız bir tuzak varsa bana kurun.

Yani dünyada siz çok hile yapardınız. Şimdi burada hiçbir hile ile benden kurtulamayacaksınız.

Mürselât suresi ayet 40
O gün, yalanlayanların vay haline.

Kıyamet gününde dinlen bu yalanlayıcılara şöyle denecektir: İşte bugün, Allanın, kullarının arasını hak ile ayıracağı bir gündür. Bugünde sizi ve sizden önceki ümmetleri, dünyada size vaadettiğimiz gibi bir arada topladık ve vaadimizi yerine getirdik. Eğer bugün sizi. Allanın azabından kurtaracak bir hiyleniz varsa o hiylenizc başvurun. Bu haberi yalanlayanların vay haline. Onlara Veyl deresi vardır.


Mürselât suresi ayet 41
Şüphesiz muttaki olanlar, gölgeliklerde ve pınar-başlarındadırlar;

Bu kelime burada, "Mükezzibin" (yalanlayanlar) karşılığında kullanılmıştır. Onun için "muttakiler"den murad, ahireti yalanlamaktan kaçınan, onu kabul edip dünyadaki hayatını ve söz ve fiillerinin hesabını vereceğinin idrakinde olarak sürdürenlerdir.

Mürselât suresi ayet 42
Ve canlarının çekip arzu ettiği meyveler (arasındadırlar) .

Mürselât suresi ayet 43
(O gün onlara şöyle denir) "Yaptıklarınızın karşılığı olarak afiyetle yeyin için."

Bu cümle şu manadadır: Onların başına yukarıda sözü edilen âfet gelecektir. Haşr meydanında suçlu olarak bulunacaklar ve suçlarını inkar etmelerine fırsat tanınmadan suçlulukları ispatlanacaktır. Sonunda cehenneme yakıt olacaklardır. Onlara âfet üzerine âfet verilecektir. Ahmak, dar kafalı ve gerici olarak niteledikleri, alay edip hakir ve zelil gördükleri iman edenler ise cennette lütuf içinde olacaklardır.
 
Mürselât suresi ayet 44
Şüphesiz biz, iyilikte bulunanları işte böyle mükafaatlandırırız.

Şüphesiz ki Allahın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak ondan korkan takva sahipleri kıyamet gününde, kendilerini sıcak ve soğuktan koruyacak gölgeler altında, ağaçlarının altından ırmaklar akan pınarların başlarında ve arzuladıklarından yiyecekleri meyvelerin içinde bulunacaklar ve kendilerine: "Ey insanlar, ey topluluk, ey takva sahipleri bu meyvelerden yeyip bu pınarlardan için, afiyet olsun. Bunlar sizin vücudunuza herhangi bir zarar vermeyecektir. Bu nimetler size, dünyada yaptığınız ameller karşılığında verilmiştir." denilecektir. Evet. şüphesiz ki biz, âhirette, iyilikte bulunanları işte bu şekilde mükafaatlandıracağiz. Âhirette verilecek olan bu nimetleri yalanlayanların vay haline. Onlara Veyl deresi vardır.

Mürselât suresi ayet 45
O gün, yalanlayanların vay haline.

Mürselât suresi ayet 46
(Ey kafirler) Dünyada az bir zaman yeyin ve eğlenin bakalım. Şüphesiz siz suçlularsnız.


Mürselât suresi ayet 47
O gün, yalanlayanların vay haline.

Ey, kıyamet gününü yalanlayan kâfirler, dünyada ömrünüzün geri kalan bölümünde az bir zaman yeyin. ve eğlenin. Sizler, suçlularsınız. Sizden önceki suçluların akıbetine uğrayacaksınız. Kıyamet gününde, Allahın beyan ettiği bu haberleri yalanlayanların vay haline. Onlara Veyl deresi vardır.
 
Mürselât suresi ayet 48
Onlara: "Rükû edin" denildiği zaman rüku etmezler.

Abdullah b. Abbas bu âyeti: "Kıyamet gününde kâfirlere "Haydi secdeye kapanın." dendiği zaman dünyada secde etmedikleri için orada Allanın huzurunda secde edemezler," şeklinde izah etmiştir.

Katade ise bu âyeti, "Dünyada iken kâfirlere "Rüku edin" dendiği zaman onlar bunu beceremezler." şeklinde izah etmiş Mücahid ise: "Dünyada iken onlara "Namaz kılın" elendiği zaman onlar namaz kılamazlar." şeklinde izah etmiştir.

Taberi bu âyet-i kerimenin, mücrimlerin. Allanın emirlerine ve yasaklarına karşı geldiklerini ve ona itaat etmediklerini ifade ettiğini söylemenin daha uygun olacağını açıklamıştır.


Mürselât suresi ayet 49
O gün, yalanlayanların vay haline.

O gün, Allanın peygamberlerini ve onların tebliğ ettiği emir ve yasaklan yalanlayanların vay haline. Onlara Veyl deresi vardır.

Mürselât suresi ayet 50
Onlar, Kur'andan başka hangi söze iman edecekler?

O suçlular, Allah tarafından gönderildiğine dair açık deliller taşıyan bu Kur'anı yalanladıktan sonra artık hangi söze iman edeceklerdir?
 
Nebe suresi ayet 1
Onlar, birbirlerine neyi soruşturup duruyorlar?

Ey Muhammed, Allaha ortak koşan Kureyş müşrikleri neyi sorup duruyorlar? Senin davet ettiğin din hakkında ve senin peygamberliğin hususunda tartışıp duruyorlar.

Nebe suresi ayet 2
"O büyük haberi mi?"

Yüce Allah, onların birbirlerine sorup durdukları olgunun adını vererek belirlememiş, yaptıkları hareketin Hayrete değer çok büyük bir inkar olduğunu belirtme üslubunun bir uzantısı olarak olguyu büyük bir haber diye nitelemekle yetinmiştir. Anlaşmazlık, görüş ayrılığı, hesap gününün geleceğine inananlarla, bunu inkar edenler arasında idi. Oysa o günün geleceğini kesin olarak inkar edenlerle bundan kuşku duyanların bunu birbirlerine soruşturması sadece müşriklerin arasında meydana gelen bir olaydı.

Nebe suresi ayet 3
Ki onlar onda ayrılığa düştüler.

İnsanların, hakkında ayrılığa düştükleri şey, bazılarının kabul edip diğerlerinin yalanladığı bu büyük haberden maksat, Katade ve îbn-i Zeyd´e göre,
"Öldükten sonra dirilmektir." İnsanlar ölümü bizzat gözleriyle gördüklerinden dolayı onu yalanlamaları mümkün değildir. Fakat öldükten sonra dirilmeyi gözleriyle görmedikleri için bu büyük haberi bazdan tasdik eder mümin olurlar bazdan da yalanlayıp inkara düşerler.
 
Nebe suresi ayet 4
Hayır, yakında bileceklerdir.

Onların bu konudaki tüm sözleri yanlıştır ve kesinlikle onların düşündükleri gibi değildir.

Nebe suresi ayet 5
Yine hayır yakında bileceklerdir.

Allah teala bu âyetlerde, öldükten sonra dirilmeyi inkar eden müşriklere cevap veriyor ve onları tehdit ederek buyuruyor ki:"Hayir, durum müşriklerin zannettikleri gibi değildir. Kıyamet gününde onlar, Allahın, kâfirlere ne yaptığı*nı bileceklerdir.

Dehhak, bu iki âyetin birincisinin kâfirleri tehdit ettiğini diğerinin ise müminlere müjde mahiyetinde olduğunu söylemiştir. Bu izaha göre âyetlerin manası şöyledir: "Hayır, kâfirlerin, yakında neyin ne olacağını bileceklerdir. Yi*ne hayır, müminler de yakında neyin ne olacağını bileceklerdir."

Nebe suresi ayet 6
Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı?

Yeryüzünü insan için bir döşek, yani bir sükûn yeri kıldık. Yeryüzünün bir sükûn yeri kılınmış olmasının kudret ve hikmetleri hakkında, çeşitli yerlerde açıklamalar yapılmıştır.
 
Nebe suresi ayet 7
Dağları da, yeryüünü tutan kazıklar yapmadık mı?

Allah teala bu âyetlerden itibaren insanlara, dünyada lütfettiği çeşitli ni*metleri zikretmekle, kâfirlerin bu nimetlere karşı nankörlüğü yüzünden onları âhirette cehennem azabına uğratmakla tehdit etmektedir. Böylece insanlar diişünüp aklılarını başlarına alsınlar. Allanın nimetlerine karşı şükranda bulunup âhiretteki ebedi nimetlerine erişsinler.

İşte Allah teala nimetlerini sayarak şöyle buyuruyor Ey insanlar, biz yer*yüzünü sizler için bir beşik haline getirmedik mi? Siz onu yatak ve yorgan edi*nip üzerine yatarsınız. Dağlan, yeryüzünün sarsılmaması için kazıklar halinde kılmadık mı? Çadırların, ayakta durması için ipleriyle kazıklara bağlandıkları gibi yeryüzün de bu dağlarla bağlanmıştır
 
Nebe suresi ayet 8
Sizi çift çift yarattık.

Bu ayet iki şekilde değerlendirilebilir
a) Bu ifade ile, "erkek ve dişi olarak" manası kastedilmiş olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk´tn, "Ve o, iki çifti: erkek ve dişiyi yarattı" (Necm, 45) buyurması gibidir.

b) Bu İfade ile, çirkin güzel, uzun kısa gibi çiftler, yani zıtlar, birbirine tekamül eden tüm şeyler kastedilmiş olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk´ın, "Biz her şeyden iki çift yarattık... "(zâriyat. 48) buyurması gibidir. Ki, imtihan ve sınamanın olabilmesi, böylece de, fâdıt ve nimete nail olan şükrünü ifa ile, mef´uI, yani fakir fukara da, sabretmek suretiyle kullukda bulunduğu ve her şeyin hakikati zıddı ile ortaya çıktığı için bu, Allah Teâlâ´mn kudretinin mükemmelliği ve hikmetinin sonsuzluğu hususunda apaçık bir delildir. Binâenaleyh, bu demektir ki insan, gençliğin kıymetini, ihtiyarlıkta; güvenlik ve emniyette oluşun kıymetini de, korkulu onlarında bilip takdir eder. Böylece de bu durum, nimetlerin tam manasıyla anlaşılması hususunda daha etkili ve müessir bir hareket tarzı olmuş olur.
 
Nebe suresi ayet 9
Uykunuzu bir dinlenme vasıtası yaptık.

Bu ayet şu üç şekilde açıklanabilir

a) Ayetin manası, "Biz, uykunuzu, sürekli değil, verilen sona eren bir uyku yaptık" şeklindedir. Çünkü, ihtiyaç miktarınca "uyumak, en faydalı şeydir. Ama, sürekti uyuma ise, en zararlı şeylerdendir. Binâenaleyh, uykunun sona ermesi büyük bir nimet olunca, pek yerinde olarak Allah Teâlâ bu uyuma işini verdiği nimetler sadedinde zikretmiştir.

b) İnsan, yorulur da, sonra uyursa, bu uyuma işi, insandaki bu yorgunluğu izale eder. İşte bu yüzden, bu izale etme işi, "sebt, katı" diye ifade edilmiştir ki, İbn Kuteybe´nin, "Biz sizin uykunuzu "sübftt", yani "rahatlık" kıldık.." şeklindeki tefsirinden maksat da budur. Yoksa, onun maksadı, "sübaf´ın, rahatlığın adı olduğunu belirtmek değildir. Tam aksine, maksadı, uykunun, yorgunluğu sona erdirmesi, onu ortadan kaldırması, böylece de rahatlığın gerçekleşmesidir.

c) Müberred, ayetteki bu ifadeye "Biz onu, savuşturuIması ve sona erdirilmesi mümkün olan hafif bir uyku yaptık.." manasını vermiştir. Nitekim Araplar, uyku birisine baskın çıkıp, o birisi de, bu uyku haliyle mücadele ettiğinde, işte bunu ifade için, derler. Buna göre adeta, "Biz, uykunuzun, savuşturulması sizin için mümkün olan latif bir uyku kıldık; onu, sizi bürüyen ve sizi hükümran olacak biçimde yapmadık.." denilmek istenmiştir; çünkü, bu tür bir uyku, ileri derecede hastalıklardandır. Bütün bu izahlar doğrudur.

Nebe suresi ayet 10
Geceyi bir örtü yaptık.

Kaffâl şöyle der:
"Libâs´ın aslı, insanın giyindiği ve sarındığı şeydir. Böylece, bu şeyde, onu sarmış ve kuşatmış olur. Gece de, karanlığı ile insanları sarıp kuşattığı için, onlar için, bir elbise gibi addolunmuştur. İşte bu sebepten dolayı, geceye, mecazi olarak, "libâs" adı verilmiştir ki, bununla, gecenin, insanları örten, bürüyen olması" kastedilmiştir.

Gecenin bir nimet olmasının İzahına gelince, bu şöyledir: Gecenin karanlığı, birisi düşmanından kaçmak istediğinde, yahut gecelemek yahut da, başkasının, kendisine muttali olmasını arzu etmediği şeyi gizlemek istediği, o kimseyi, gözlerden saklar. Nitekim, Mütenebbî şöyle demiştir:

"Bana göre, gece karanlığının, maneviyye (maniheizm)in yalan söylediğini bildiren, saklı nice delalet ve işaretleri bulunmaktadır." "Bir de, nasıl ki insanın, giyinmesi sebebiyle güzelliği artıyor, kuvveti çoğalıyor ve kendisinden, sıcağın ve soğuğun eziyyetlerini bertaraf ediyorsa, aynen bunun gibi, uykuda meydana gelen şeylerden dolayı, insanın güzelliği, uzuvları dahi ter ü tazelik, his ve hareketlerle ilgili kuvvetlerin tehamülü artıyor ve insandan maddî yorgunluklar ite ürkütücü manevî fikirlerin eziyeti bertaraf oluyorsa, işte bu yüzden gece de bir elbise gibidir. Çünkü, hasta bir kimse geceleyin uyuduğunda kendisinde büyük bir rahatlık hisseder.
 
Nebe suresi ayet 11
Gündüzü bir geçim vakti kıldık.

Gündüzün Geçim Vesilesi Yapılması ayetinin beyan ettiği husustur. ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, bir masdardır. Nitekim Arapça´da, denilir. Takdirin böyle olması durumunda burada şöyle mukadder bir kelime vardır: "Biz gündüzü, geçim vakti kıldık" şeklinde olur.

b) kelimesi, mef´ûl kalıbında bir kelimedir ve geçinmenin kendisinde meydana geldiği, zarf, yani zamandır. Mananın böyle olması halinde, burada bir takdir de bulunmaya gerek yoktur. O halde, gündüzün bir "maaş" olması, mahlukatın, gece değil de gündüzün kendi ihtiyaç ve kaynakları hususunda gezip dolaşma imkanına sahip olması demektir.

Nebe suresi ayet 12
Sizin üstünüze de sapasağlam yedi gök bina ettik.

Şidaden" kelimesi, "sağlam" anlamında kullanılmıştır. Göğün sınırları sağlamdır. Yani gökyüzünde sayısız yıldızlar dolaşıyor, herbiri kendi yolunu takib ediyor ve buna rağmen birbirleriyle çarpışmıyorlar.

Nebe suresi ayet13
Parıldadıkça parıldayan bir kandil (güneş) kıldık.

"Vehhacen" kelimesi, güneş için kullanılmıştır. Asıl anlamı çok parlak ve çok sıcak demektir. Biz bu kelimeyi tefsir ederken, iki anlamı da tercih ettik. Allah (c.c.) bu ayetiyle büyük bir kudret ve hikmete işaret etmektedir. Güneşin çapı yeryüzünün çapından 109 kat daha geniştir ve güneşin sıcaklığı 4 milyon C°'dir. Yeryüzünden 933 milyon mil uzaklıktadır. Buna rağmen bir kimse, çıplak bir gözle güneşe bir süre baksa, gözleri aşırı derecede kamaşır. Yine güneşin sıcaklığı o kadar şiddetlidir ki, bazı bölgelerde bu sıcaklık 140 F° kadar yükselir. Güneşin yeryüzü ile arasındaki uzaklığın orantılı bir ölçüye göre ayarlanması, Allah'ın (c.c) yüce kudretinin bir göstergesidir. Güneş şayet dünyaya belli bir mesafeden daha yakın olsaydı, yeryüzü sıcaklıktan kavrulurdu. Yine belli bir mesafeden uzak olsaydı yeryüzünde herşey soğuktan donar, insan, hayvan ve bitkilerin yaşamaları mümkün olmazdı. Güneşin ölçülü bir ısı yayması ile yeryüzünde hayat devam eder. Bu ölçülü ısı yayılmasıyla birlikte, bitkiler yeşerir, olgunlaşır ve kendilerinden yararlanılacak hale gelirler. Aynı zamanda bu sıcaklık buharlaşmaya neden olur ve bulutlara yükselerek çeşitli bölgelerde yağmurun yağmasını sağlar. Allah Teâla'nın güneşi yegâne enerji kaynağı olarak yaratması nedeniyledir ki, milyonlarca seneden beri, yeryüzünde aydınlık, ısı ve ışınların yayılması mümkün olabilmektedir.
 
Nebe suresi ayet14
Yağmaya hazır bulutlardan bol bol sular indirdik.

"Yağmaya hazır bulutlar" diye tercüme edilen "Mu'si-rat" kelimesi, Abdullah b. Abbas, Süfyan es-Sevri ve Rebi" b. Enes tarafından bu şekilde izah edilmiş Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

Yine Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu kelimeden maksat, "Yağmur yüklü bulutlan taşıyan rüzgarlardır." İbn-i Zeyd bunu izah ederken şu âyeti okumuştur: "Rüzgarları gönderip onlarla bulutları yürüten, gökte bulutlan dilediği gibi yayan ve parça parça ayıran Allahtır."

Hasan-ı Basri ve Katade ise demişlerdir ki: "Bu kelimeden maksat, göklerdir." Buna göre âyetin manası: "Biz, göklerden bolca yağmur gönderdik." demektir.

"Bol" diye tercüme edilen "Seccacen" kelimtsi, İbn-i Vehb tarafından bu şekilde izah edilmiş, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade ve Rebi' b. Enes tarafından ise "ard arda dökülen" şeklinde izah edilmiştir. Taberi de bu izah şeklini tercih etmiş ve Resulullahın, Hac hakkında buyurduğu şu hadiste bu kelimenin bu manaya geldiğini söylemiştir.

Hz. Ebubekir diyor ki:
'Resulullaha "Hangi hac daha efdaldir?" diye soruldu. O da: "Çokça tebi-ye yapılan ve çokça kurban kanı akıtılın hacdır." buyurdu.
Bu hadisle "Kan akıtılan" diye tercüme edilen "Esseccü" kelimesi zikrerilmiştir.
 
Nebe suresi ayet 15
Bununla taneler ve bitkiler bitirip-çıkaralım diye

Nebe suresi ayet 16
Ve birbirine sarmaş-dolaş bahçeleri de.

Bu konu ile ilgili ayetlerde tabiat kanunlarının işleyişi hakkında bilgi verilerek, kafirlerden içinde yaşadıkları tabiatı ve hatta bizzat kendi hayatlarını tefekkür etmeleri istenmiştir.
Bu ayetler sizin dikkatinizi iki noktaya çekmek istemektedir:
Birincisi,
bu muazzam ve muhteşem nizam bir raslantı sonucu kendi kendine oluşmamıştır. Ayrıca düzenli bir biçimde kendinden istenileni yerine getirmektedir.
İkincisi,
hiçbir şey maksatsız yaratılmamıştır. Dolayısıyla herşeyin bir nedeni ve gayesi vardır. Bu hususları düşünebilmiş bir insanın, Allah'ın (c.c) kainatı yok ettikten sonra, yeniden yaratmaya gücünün yetmiyeceğini sanması için aklından zoru olması gerekir. Çünkü bu nizamın içinde hiçbir şey nedeni olmaksızın yaratılmamıştır.
Öyleki, bu nizâmın içinde insanoğlu da bulunmaktadır ve Allah (c.c) onu hayr ve şerr'i idrak edebilecek bir özellikte donatmıştır. İrade sahibi olarak yaratılan insan, kendisinden istenilenleri kabul edip etmemek konusunda bir serbestiye sahiptir. Ve yine diğer mahlûkat üzerinde tasarruf edebilme hakkının olması da boşuna değildir. Örneğin bir insan tüm ömrü boyunca salih amellerde bulunarak, kendisine verilmiş bulunan yetkileri hak yolunda kullanırken, bir başka insan ömrü boyunca kötü işlerle ilgilenerek, Allah'ın kendisine verdiği yetkileri ve enerjiyi boş yere harcayabilir. Şimdi her ikisi de ölümden sonra toz olur ve davranışlarının karşılıklarını görmezlerse, büyük bir haksızlık olmuş olur ve bu hayat anlamını yitirirdi. İşte bu nedenlerden ötürü, Kur'an-ı Kerim'de, tekrar tekrar Maad, yani ölümden sonraki hayat, Kıyamet ve ahiret konuları işlenmiştir.
 
Nebe suresi ayet 17
Şüphesiz o hüküm (fasl) günü, belirlenmiş bir vakittir.

Nebe suresi ayet 18
Sur'a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz.

Bu ayet Sûr'a son kez üfürüldüğünde ölmüş bulunan bütün insanların ayağa kalkacağına işaret etmektedir. Burada, "gelirsiniz" ifadesi, yani muhatap siğası kullanılmıştır. Fakat burada muhatap, sadece o dönemde yaşamış bulunan insanlar değil, gelmiş, geçmiş ve gelecek çağlar boyunca yaşamış ve yaşayacak tüm insanlıktır.

Nebe suresi ayet 19
O sırada gök açılmış ve kapı kapı olmuştur.

Nebe suresi ayet 20
Dağlar yürütülmüş, artık bir serab oluvermiştir.

Burada da, Kur'an'ın çeşitli yerlerinde sözkonusu edildiği gibi, Kıyametin farklı safhaları birarada açıklanmıştır. Önce Sur'a son kez üfürüldüğünde nelerin olacağı açıklanırken, daha sonraki iki ayette bu olayların gelişimi anlatılmıştır.
"Gök açılmış" ifadesi ile göğün hiçbir engelle karşılaşmadan, her taraftan semavî afetlerini yeryüzüne göndereceği anlatılmak istenmiştir. Yani göğün afetlerinin yeryüzüne gönderilmesi için, gökyüzünün kapıları açılacak ve önünde hiçbir engel olmayacaktır.
Dağlar yürütülmüş bir serap olmuştur; yani dağlar havalanacak ve paramparça olacaktır. "Sana dağlardan soruyorlar, de ki: Rabbim onları kül gibi ufalayıp, savuracak, yerlerini boş ve dümdüz bırakacaktır. Orada ne bir eğrilik, ne de bir tümsek göremeyeceksin."
 
Nebe suresi ayet 21
Gerçekten cehennem, bir gözetleme yeridir.

Cehennem için, gözetleme yeri, yani av yakalamak için tuzak yeri anlamına gelen "mirsaden" kelimesi seçilmiştir. Çünkü kâfir ve âsîler hiçbir kimsenin kendilerini gözetlemediğini sanmaktadırlar. Tıpkı av hayvanının kendisi için kurulmuş tuzaktan habersiz, hoplayıp, zıplaması gibi, kâfir ve âsîler de dünyada böyle yaşarlar. Fakat cehennem bir tuzak gibi hazır beklemektedir ve onlar bu tuzağa takılarak cehenneme düşeceklerdir.

Nebe suresi ayet 22
Taşkınlık edip-azanlar için son bir varış yeridir.

Nebe suresi ayet 23
Bütün zamanlar boyunca içinde kalacaklardır.

Burada devirlerin ve çağların ardı arkası kesilmeyen sürekliliğini ifade eden, "Ahkaben" kelimesi kullanılmıştır. Bazı kimseler "devirler ne kadar uzun olursa olsun, bir sona mahkûmdur" diyerek, devir kelimesinin bir zaman dilimi olduğuna hükmettiler. Böylece bu kimseler cennet hayatını ebedî kabul ederlerken, cehennem hayatının sınırlı olduğu düşüncesini öne sürdüler. Cehennemin sınırlı bir zamanı kapsayacağı düşüncesi yanlıştır.
Bu düşünce şu iki nedenden ötürü yanlıştır. Birincisi 'Ahkaben' kelimesi, birbiri ardınca gelen devirler, yani her devrin ardından başka bir devrin gelmesini anlatır. Bundan dolayı bu kelime 'ebediyet' anlamına da gelmektedir. İkincisi, bu ayetten böyle bir anlam çıkarmak usûl itibariyle da yanlıştır. Çünkü ayet-i kerime böyle anlaşıldığı takdirde elde edilen sonuç; cehennemin ebedî olduğunu ifade eden diğer açık ayetlere ters düşer. Bu konuda, Kur'an-ı Kerim'de 34 yerde cehennem ehli hakkında 'Hulûd' kelimesi kullanılmıştır. 'Hulûd' kelimesi 'ebedi' anlamına gelir. Ayrıca üç yerde de 'Hulûd' kelimesinin yanına 'ebeden' kelimesi izafe edilerek birlikte kullanılmışlardır. Örneğin maide-37'de bu husus çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır:
"Ateşten çıkmak isterler, ama oradan çıkacak değildirler. Onlar için ebedî bir azap vardır."
Yine Hûd-107 ve 108'de şöyle buyurulmuştur;
"Gökler ve yer durdukça orada ebedî kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka. Çünkü Rabbin istediğini yapandır. Mutlu kılınanlar ise cennettedirler. Gökler ve yerler durdukça orada ebedi kalacaklardır. Ancak Rabbin dilerse başka."
Bu açıklamalardan sonra anlaşılmıştır ki, bu ayetten, kafirlerin bir süre kaldıktan sonra cehennemden kurtulacakları şeklinde bir anlam çıkarmak mümkün değildir.

Nebe suresi ayet 24
Orada ne serinlik tadacaklar, ne de bir içecek.

Nebe suresi ayet 25
Kaynar sudan ve irinden başka.

Ayette geçen "Gassâkan" irin, gözyaşı, ter ve kokuşmuş sular anlamına gelir.

Nebe suresi ayet 26
(İşlediklerine) Uygun olan bir ceza olarak,

Nebe suresi ayet 27
Doğrusu onlar, hesaba çekileceklerini ummuyorlardı.

Nebe suresi ayet 28
Bizim ayetlerimizi de yalanlayabildikleri kadar yalanlıyorlardı.

Şu iki nedenden ötürü azaba müstehak olacaklardır: Birincisi, yaşadıkları zaman süresince, hiçbir zaman, bir gün yaptıkları ameller için Allah'a (c.c.) hesap vereceklerini düşünmemişlerdir. İkincisi de, Allah-u Teala'nın elçileri vasıtasıyla gönderdiği mesajları inkâr ve Allah'ın (c.c.) elçilerini tekzib etmişlerdir.

Nebe suresi ayet 29
Oysa biz, her şeyi yazıp saymışızdır.

Onların söz ve davranışları, tüm hareketleri, hatta niyet ve düşünceleri dahi mükemmel bir surette kayıtlara geçirilmektedir. Oysa bu ahmaklar, istediklerini yapacaklarını, kendilerini bir gören olmadığını ve hesaba çekilmeyeceklerini mi sanmaktadırlar.

Nebe suresi ayet 30
Şimdi tadın. Size artık azabtan başkasını artırmayacağız;
 
Nebe suresi ayet 31
Gerçek şu ki, muttakiler için 'bir kurtuluş ve mutluluk' vardır.

Bu ayette, yukarıda zikri geçen kâfirlerin karşıtı olan kimseler, yani Allah'a (c.c.) ve hesab gününe iman edenler için sakınan-korunan (muttakî) kelimesi kullanılmıştır. Mü'minler Kur'an'da genellikle 'müttakî' kelimesi ile nitelendirilmişlerdir.

Nebe suresi ayet 32
Nice bahçeler ve üzüm bağları.

Nebe suresi ayet 33
Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar.

Hepsinin aynı yaşta olması ya da eşine yaşıt olması şeklinde, her iki anlama da gelebilir. Sad Suresi'nin 52. ayeti ile Vakıa Suresi'nin 37. ayeti bu husus ile ilgilidir.

Nebe suresi ayet 34
Dopdolu kadehler.

Nebe suresi ayet 35
İçinde, ne 'boş ve saçma bir söz' işitirler, ne bir yalan.

Boş söz, buhtan, iftira, sövgü, yalan v.b. duymayacaklardır. Kur'an'ın birçok yerinde bunun büyük bir nimet olduğu söylenmiştir.

Nebe suresi ayet 36
Rabbinden bir karşılık olmak üzere yeterli bir bağıştır

Elde edecekleri mükâfattan ayrı olarak kendilerine başka nimetler de verilecektir. Yani onlara amellerinin karşılığından daha fazlası sunulacaktır. Cehennem ehli için ise, ancak işledikleri suçun karşılığı, ceza olarak verilecektir. Bu karşılık eksik veya fazla olmayacaktır. Bu mesele Kur'an'ın bir çok yerinde açıklanmıştır.
 
Müddessir suresi ayet 11
Bırakın onu bana, Ben onu tek olarak yarattım.

Burada Allah Rasulü'ne; "Ey Nebi! Kafirlerin o toplantısında senin aleyhine bir propaganda ile seni hacılara büyücü olarak tanıtacak o adamı (Velid bin Muğire) bana bırak, onun işi bana aittir. Senin üzülmene gerek yok" hitabı yapılmaktadır.

Bu cümlenin iki anlamı olabilir. İki şekilde de doğrudur. Birincisi:
Yani "Sen doğduğun zaman mal, evlat, makam, liderlik vs. ile doğmuş değildin."
İkincisi:
"Onu yaratan yalnızca benim". Ben seni yarattığım anda, senin o ilahlık vermeye çalıştığın ve de onların hatırları için Tevhid'e karşı çıktığın ilahların hiçbiri benim ortağım ya da yardımcım değildiler. Onların tanrılığının hatırı için bu insanların senin hususunda bunların hiçbir katkısı olmuş değildir.
 
Müddessir suresi ayet12
Ki ben ona, 'alabildiğine geniş kapsamlı bir mal (servet) ' verdim,

Müddessir suresi ayet13
Göz önünde-hazır çocuklar (verdim) ,

Velid bin Muğire'nin ononiki oğlu vardı. Onlardan biri olan Halid bin Velid tarihte en meşhur olanıdır. Bunlar için "Şuhud" kelimesi kullanılmaktadır. Bunun birkaç değişik manası olabilir.

Birisi:
"Onların kendi geçimlerini temin için çalışmaya ya da sefer etmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların varlıkları yüzünden evlerinde herşey vardı. Bu yüzden bunlar her zaman babalarının yanında yardım için dururlardı."

İkinci bir anlam:
"Oğullarının hepsi şöhretli ve nüfuzlu kişilerdi ve babalarıyla beraber toplantılara iştira
k ediyorlardı."

Üçüncüsü:
"Bunların her konuda şehadetleri kabul görür, itimat edilirdi" şeklinde olabilir.
 
Müddessir suresi ayet 14
Ve önüne sayısız imkan ve fırsatları döşeyip-serdim.

Ayet, Peygamberimize sesleniyor. Anlamı şu: Şu adamı bana bırak. Ben onu yaratırken yalnız başına idi. Şimdi gururlandığı bol servetin, gözünden ayırmadığı evlatların, şımarmasına ve daha çoğunu istemesine yol açan öbür dünya nimetlerin hiçbiri o zaman yanında yoktu. Onun işini bana bırak. Hileleri ve tuzakları ile kafanı yorma. Onunla doğrudan doğruya ben savaşacağım.

Bu ayeti okurken insanın tüyleri diken diken oluyor. Yüce Allah'ın ezici, kahredici gücünün harekete geçtiğini düşününce yüreklerde zelzele kopuyor. Çünkü bu ezici güç şu zavallı, miskin, güçsüz ve minnacık yaratığı tepelemek için harekete geçiyor. Ayet bu zelzeleyi bu zelzeleye tutulması sözkonusu olmayan okuyucunun ve dinleyicinin kalbinde kopardığına göre bu zelzeleye tutulan zavallının hâlini varın siz düşünün!

Ayetler bu zavallı yaratığın durumunu uzun uzun anlatıyor. Onun gerçeğe yüz çevirdiğini, Allah'ın ayetlerine inatla karşı çıktığını anlatmadan önce yüce Allah tarafından kendisine bağışlanan nimetlere parmak basıyor. Bu açıklamalara göre o yaratılırken yapayalnızdı, hiçbir şeyi yoktu, çırılçıplaktı. Sonra yüce Allah kendisine bol servet verdi, gözünün önünden ayırmaya kıyamadığı çok sayıda evladı oldu, o bu servet içinde ve evlatlar ortasında güvenli ve mağrur bir hayat yaşıyordu. Hayatı her yönden yolundaydı, her istediğini kolayca elde edebiliyordu.
 
Müddessir suresi ayet 15
"Halâ daha çoğunu vermemi bekliyor."

Gözü bir türlü doymuyor, şükretmiyor, kendisine verilenlerle yetinmiyor. Belki de surenin sonuna doğru okuyacağımız "Aslında bunların her biri, kendisine okunmaya hazır kutsal sayfalar inmesini istiyor" ayetinde sözü edilenlerden biridir de kendisine vahiy indirilmesini, kutsal kitap verilmesini istiyor. Çünkü Peygamberimize peygamberlik verildi diye O'nu kıskananlardan biri idi.

Adam bu aşırı ihtirası yüzünden sert bir dille azarlanıyor, paylanıyor. Çünkü ne bir iyilik ne bir ibadet ne bir şükür yapmış ki, sahip olduğundan fazlasını istemeye yüzü olsun. Okuyalım:

Müddessir suresi ayet 16
"Hayır, hayır! O ayetlerimize inatla karşı çıkıyor."

Ayetin orjinalinde geçen "kellâ" sözcüğü bir paylama, azarlama edatıdır. O gerçeği gösteren kanıtlara ve imana erdiren gerçeklere inatla karşı çıkmış, islam çağrısının önüne dikilmiş, Peygamber'e savaş açmış, kendini ve başlarını hak yoldan alıkoymuş, Kur'an ve islam hakkında asılsız iddialar ortaya atmıştır.
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks