Kurandan okuyalım

Mearic suresi ayet 15
Asla! Çünkü o alevli bir ateştir.

Burada her iki anlama gelme ihtimali vardır Eğer; "gerçekten, muhakkak" anlamında ise ifade; Kendisini kurtarsın" buyruğunda (14. âyetin sonu) tamam olmaktadır.

Eğer "hayır, asla" anlamında ise ifade burada tamam olmaktadır. Yani, fidye vermesi onu Allah'ın azabından kurtaramaz. Sonra da: "Çünkü o alevli bir ateştir." Yani cehennemdir, ateşi alev alev yanandır. Yüce Allah'ın: "İşte ben sizi oldukça alevli bir ateşi haber vererek korkuttum" (el-Leyl, 92/14) buyruğu gibidir.

Alevli ateş lafzı:
Alevli yanmak'tan türemiştir. Ateşin alev alev yanması"; Ateşin alevlenmesi" demektir. Bunun aslının; Azabı devam ertiği için devam edip giden" lafzından geldiği de söylenmiştir. Bu durumda iki "zf'dan birisi "elif" e kalbedilmiş ve sonunda: olmuştur.

Cehennem tabakalarının ikincisinin adt olduğu da söylenmiştir. Bu hem müenne.s, hem marife bir isim olduğundan dolayı munsarıf değildir.
 
Mearic suresi ayet 16
Deriyi soyup çıkarandır.

"Deriyi soyup çıkarandır" anlamındaki buyruğu Ebu Cafer, Şeybe, Nâ-fi, Ebu Bekir'in kendisinden rivayetine göre Âsim, el-A'meş, Ebu Amr, Haraza ve el-Kisâl "soyup çıkarandır" anlamındaki lafzı merfu olarak; (le-ljj) diye okumuşlardır. Fakat Ebu Amr'ın, Âsımın rivayetine göre nasb ile; (iis's) diye okumuştur.

Ref ile okuyanların bu okuyuşları beş türlü açıklanabilir:

1- "Alevli bir ateş" anlamındaki lafız Çünkü" lafzının haberi olur ve: O': takdiri ile "deriyi soyup çıkarandır anlamındaki bu lafız, merfu okunur. Bu bakımdan: Alevli bir ateş" lafzı üzerinde vakıf yapmak güzel olur.

2- "Alevli ateş" ile "soyup çıkarandır" anlamındaki lafızlar "çünkü" anlamındaki edatın ayrı ayrı haberi olur. Tıpkı: Çünkü o hasıın-laşan bir halktır" demeye benzer.

3- "Soyup çıkaran" anlamındaki lafız "alevli bir ateş"den bedel olur. Bedel olan "alevli ateş" anlamındaki lafız da "çünkü" edatının haberi olur.

4- "Alevli ateş" anlamındaki lafız "çünkü" edatının isminden bedel; "soyup çıkaran" anlamındaki lafız da "çünkü" anlamındaki edatın haberi olur.

5- "Çünkü o" lafzındaki zamir kıssa (şan zamiri) olur. "Alevli ateş" anlamındaki lafız mübtedâ, "soyup çıkarandır" anlamındaki lafız mübtedânın haberi olur. Cümlenin tamamı da "çünkü" anlamındaki lafzın haberi olur. Mana ela şöyle olur: Olay ve haber şu ki, o alevli ateş deriyi soyup çıkarandır.

Soyup çıkaran" anlamındaki lafzı nasb ile okuyanların "alevli bîr ateş" anlamındaki lafız üzerinde vakıf yapmaları ve "soyup çıkarandır" buyruğunu "alevli bir ateş"den kat ile (mana ve i'rab bakımından önceki lafızla ilişkisi koparılarak) nasb etmeleri güzeldir.
Çünkü bu, mahfeyi? bitişik nekre bir kelimedir.
Tekid edici hal olmak üzere nasb edilmesi de caizdir. Yüce Allah'ın: Halbuki o... doğrulayan gerçeğin ta kendisidir"
(Bakara, 2/91)
buyruğunda olduğu gibi Bununla birlikte bu lafzın: O alev alev yanan ve soyup çıkaran halde bulunandır" anlamında deriyi soyup çıkarma halini anlatan bir ifade olarak nasbe-dilmesi de mümkündür. Onda âmil de "alev alev yanmak" anlamından anlaşılan manadır.

Diğer taraftan ona dair haberi yalanlayan kimselerin halini belirtmek üzere bir hal olması da mümkündür. Bunun kat" ile nasbedilmesi de caizdir. Nitekim: Ben akıllı ve fazilet sahibi (olarak bilinen) Zeyd'e uğradım" demeye benzer.'

Görüldüğü gibi nasb ile okuyuşun da beş şekilde açıklanması mümkün olabilmekledir.

Deri" lafzı 'in çoğuludur, bu da başın derisi anlamındadır. el-A'şâ şöyle demekledir:

"Kuteyle: Ona ne oluyor ki dedi, Onun başının derisi tamamiyle ağarmış saçlarla örtülmüş?"

"Kuteyle:
Ona ne oluyor ki, dedi, Başının derisi ağarmış saçlarla örtülmüş?"

Ebu Übeyd dedi ki: Ebu'l-Hattab el-Ahfeş bu beyiti Ebu Arar b. el-Alâ'ya okudu. Ona: Sen tashîf yaptın (kelimelerin harflerinde değişiklik yaptın.) Bunun doğru hali şeklindedir ki; bu da etrafları, kıyıları demektir. Ebu'l-Hattab sustu, sonra bize: Aksine o tasnif yaptı, çünkü bu kelimenin doğru şekli: şeklinde (beyitte olduğu gibi)dir, dedi.

Sabit el-Bunânî ile el-Hasen dedi ki: "Deriyi soyup çıkarandır."

Ebu'l-Âliye:
Yüzünün güzelliklerini, Kata de: Hilkatinin ve azalarının güzel ve değerli olanlarını (soyup çıkarandır), diye açıklamışlardır.

ed-Dahhak da şöyle açıklamıştır:
(Bu ateş) eti ve deriyi kemikten öyle bir soyar ki, et namına hiçbir şey bırakmaz.

el-Kisâî; bundan kasıt, eklem yerleridir, demiştir. (Dilbilgini) imamlardan birisi de, bundan kasıt ayaklar ve derilerdir, demiştir. İmruu'1-Kays da şöyle demektedir:

"Butlan sağlam, ön ve arka ayakları kalın, kalça sinirleri içerde, Kalça (kürek) kemiklerinin ucu, etlerinin üzerindedir (o atm).

Ebû Salih dedi ki:
Bu el ve ayakların parmaklan anlamındadır.
 
Mearic suresi ayet 17
"Çağırır yüz çeviren ve arkasına dönen kimseyi."

Yani o alevli ateş dün ya hayatında Allah'a itaatten yüz çeviren ve imandan dönen, imana arkasını dönen kimseyi çağırır. Onun çağırması ise: Ey müşrik bana gel, ey kâfir bana gel, demesidir.

İbn Abbas dedi ki:
O kâfirlerle münafıkları usimieriyle çok açık ve anlaşılır bir dille; bana doğru gel ey kâfir, bana doğru gel ey münafık, diye çağırır. Sonra da kuşun taneyi gagasıyla almasr'gibi onları öylece yakalar.

Saleb dedi ki:
Çağırır helak eder, demektir. Çünkü Araplar: Allah seni çağırsın" tabirini Allah seni helak etsin anlamında kul*lanırlar.

el-Halil dedi ki:
Bu "gelin" diye çağırmaya benzemez. Onun cehennemlikleri çağırması, onları azaplandırma imkânının ona verilmesi iledir.

Çağıranın cehennem bekçileri olacağı da söylenmiştir. Onların çağırmaları cehenneme izafe edilmiştir.

Bunun bir misal olduğu da söylenmiştir. Yani arkasını dönüp, yüz çeviren kimsenin dönüp varacağı yer orası olacaktır. O bakımdan kendilerini çağıran kimse gibidir. Şairin şu sözleri de buna benzemekledir:

"Biz iki vadiye konakladık ki; bu vadilerinden birisindeki O sinekler, orada bulunanları çağırırlar."

Aslında çağıran sinek değildir. Sineklerin çıkardığı sesler, kendilerine dikkat çekerek böylelikle kendilerine çağırmış (gibi) olmaktadırlar.

Derim ki: Birinci görüş daha önce Kuran âyetleri ve sahih haberler ile açıklandığı üzere hakikatin kendisidir. el-Kuşeyrî dedi ki: Alevli ateşin çağırması, çağıracağı vakit, onda hayatın yaratılması ile olacaktır. Yarın bu tür olağanüstü hadiseler pek çok görülecektir.

Mearic suresi ayet 18
"Toplayıp kaba dolduranı"

yani malı toplayarak onu kabına doldurup ondaki Allah'ın hakkını vermeyen ve bunun sonunda çok mal toplayan, fakat ondaki hakkı çokça engelleyen bir kişi haline geleni (çağırır.)

el-Hakem dedi ki:
Abdullah b. Ukeym kesesini bağlamaz ve şöyle derdi: Ben yüce Allah'ın: "Toplayıp kaba dolduranı" diye buyurduğunu görüyorum
 
Şems suresi ayet 11
"Semûd kavmi, azgınlıkları sebebi ile yalanladı."

O kavmin azgınlığı, isyanda haddi aşmaları idi. Bu açıklamayı Mücahid, Katade ve başkaları yapmıştır. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre; "Azgınlıkları sebebi ile" kendilerine vaadolunan azapları demektir. Çünkü o kavme vaadolunan azabın adı "Tağvâ" idi. Çünkü o azab onların üzerine tuğyan etmişti (haddi aşarak on*ları kaplamıştı).

Muhammed b. Ka'b: "Azgınlıkları sebebi ile" hepsi birlikte (yalanladılar), demektir.

Bunun mastar olduğu ve bu şekilde kullanıldığı da söylenmiştir. Çünkü böylesi âyet sonlarına daha uygun düşmektedir. Aslın: "Bitağyahâ" şeklindedir, ancak "fa'la" veznindeki lafızların sonu "ye" olduğu takdirde, isimde isim ile sıfat (isim)in birbirinden ayırdedilmesi için "ye"nin "vav'a dönüştürülür şeklinde de açıklanmıştır.

Genelin kıraati "ti" harfi üstün şeklindedir. Ancak el-Hasen, el-Cahderi ve Hammad b. Seleme mastar gibi "ti" harfini ötreli okumuştur. "Rüc'â, hüsnâ" ve buna benzer mastarlarda olduğu gibi. Bu iki şeklin iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir.
 
Şems suresi ayet 12
Onların en bedbahtları kalkıp gittiği zaman.

"Onların en bedbahtları" dişi deveyi kesmek üzere "kalkıp gittiği zaman." Bu şahsın adı Kudâr b. Sâlif imiş. Buhari'de Abdullah b, Zemea’dan gelen rivayete göre o Peygamber (sav)'ı hutbe irad ederken dinle*miş. Bu sırada dişi deveyi ve onu keseni sözkonusu etmiş. Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuş:
"Onların en bedbahtları güçlü, kuvvetli, zorba, fesad çıkartıcı, kabilesi arasında korunup kollanan bir kişi olan en bedbahtları -ki Ebu Zemea'ya benzerdi- kalkıp gittiği zaman..." diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir.

ed-Dahhâk, Ali (r.a)'dan rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) ona:
"Öncekilerin en bedbahtlarının kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu, Ben:
"Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedim.
"Dişi deveyi kesendir" diye buyurdu. Sonra:
"Sonrakilerin en bedbhatlarının kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Ben:
"Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedim,
"Seni öldürecek olan" diye buyurdu
 
Şems suresi ayet13
Allah'ın elçisi onlara: ' Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dokunmayın" dedi.

Yüce Allah'ın Peygamberi, bu hareketi yapmadan önce onları uyarmış ve onlara: "Sakın Allah'ın devesine el sürmeyiniz. Sakın bir gün size bir gün deveye ayırmış olduğu suyun bölüşüm düzenini çiğnemeyiniz:' demişti. Çünkü onlar Peygamberden bir mucize isteyince kendilerine bunu şart koşmuş ve bu dişi deveyi bir mucize olarak vermişti. Kuşkusuz bu devenin özel bir durumu vardı
 
Şems suresi ayet14
Fakat onlar onu yalanladılar, sonra da onu (o deveyi) kestiler. Bunun üzerine Rabbleri günahları sebebiyle onlara azab gönderiverdi ve hepsini bir yaptı.

Semûd kavmi, mucize olarak dişi devenin kendilerine verilmesini teklif edince (yüce Allah da) onlar için o deveyi kayadan çıkartınca pınarlarından kendilerinin su içmesi için belli bir gün ve deve için de bir gün su içme günü olarak tahsis edildi. Fakat bu kendilerine ağır geldi."Fakat onlar onu" Yani Salih (a.s)'ı "yalanladılar." "Eğer sizler bu deveyi kesecek olursanız azaba uğratılacaksınız" şeklindeki sözlerinin yalan olduğunu söylediler.

"Sonra da onu kestiler." Yani o deveyi en bedbaht olanları kesti. Kesme işi hepsine izafe edildi. Çünkü onlar da onun yaptığı işe razı olmuşlardı. Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre; küçükleri, büyükleri, erkekleri ve kadınları ile ona tabi olmadıkça o dişi deveyi kesmedi. el-Ferra dedi ki: O dişi deveyi iki kişi kesmişti.

Araplar da: “Hazâni efdalu’n-nâsi ve hazâni hayru’n-nâsi ve hazihi’l-mer’etu eşka’l-kavm" "Bu iki kişi insanların en faziletlileri, bu ikisi insanların en hayırlıları, bu kadın kavmin en bedbahtıdır" derler (ve tesniye olarak kullanmaları gereken lafızları müfred kullanırlar). Bundan dolayı; burada yüce Allah -tesniye olarak: "Eşkâhâ" diye buyurmamıştır.

"Bunun üzerine Rabbleri günahları sebebiyle onlara azab gönderiverdi." Küfür, yalanlamak ve deveyi kesmek şeklindeki günahları sebebiyle Allah onların üzerine azabını göndererek onları helak etti.

ed-Dahhâk'ın, îbn Abbas'tan rivayetine göre o şöyle demiştir: "Onlara azab gönderiverdi." Rabbleri günahları, suçlan sebebi ile (yurtlarını) üzerlerine yıktı.

el-Ferra dedi ki; "Demdeme" "Sarstı, zelzeleye uğrattı" demektir. "Ed-demdemetu"nun gerçek anlamı "azabın kat kat edilmesi ve tekrarlanması"dır. "Dememtu ale’ş-şey’" "O şeyin üzerine abandım, kapandım" denilir. "Dememe ale’l-kabra" "Üzerine kapıyı örttü, kapattı" denilir. "Nâkatun medmumetun" "Çokça yağlanmış, yağ toplamış dişi deve" demektir. İşte harfler birbirlerine mutabık olarak tekrarlanacak olursa; "Demdemet" denilir, "Ed-demdemetu" "Kökten, toptan helak edip, imha etmek" demektir. Bu açıklamayı el-Müerric yapmıştır. es-Sıhah'ta. şöyle denilmektedir: "Demdemtu’ş-şey’e" "O şeyi yere yapıştırdım, kırıp döktüm, ufaladım" demektir. "Demdemallahu aleyhim" "Allah onları helak etti" anlamındadır.

el-Kuşeyri dedi ki: "Demdemtu ale’l-meyyiti’t-turâbe" "Ölünün üzerine toprağı yığıp, düzelttim" anlamındadır, denilmiştir. Buna göre, yüce Allah'ın: "Onlara azab gönderiverdi" onlan helak edip, onları toprak altında bıraktı, demektir.

"Ve hepsini bir yaptı." Yeri üzerlerine dümdüz etti. Birinci açıklamaya göre "hepsini bir yaptı." Yani onların helakini eşit kıldı (hepsi eşit olarak helak edildi.) Çünkü gelen çığlık onları helak etmiş, küçükleriyle büyükleriyle onları mahvetmişti.

Îbnu'l-Enbari dedi ki: "Demdeme" "Gazab etti" demektir. "Ed-demdemetu" "Kişiyi rahatsız eden, dehşete düşüren söz" demektir. Bazı dilcilerin dediklerine göre; "Ed-demdemetu" "Devamlı kılmak" demektir. Araplar: "Nâkatun medmemetun" "Oldukça semiz dişi deve" derler.

Bir açıklamaya göre; "Ve hepsini bir yaptı" üzerlerine azabı indirmek bakımından küçükleriyle büyükleriyle, zayıflarıyla güçlüleriyle, erkekleriyle dişileriyle birbirine eşit ve müsavi kıldı, demektir.

İbnu'z-Zübeyr bu lafzı; diye okumuştur. Bunlar iki ayrı söyleyiştir, denildiği gibi.
 
Şems suresi ayet15
Ve O, bunun sonucundan korkmaz.

Yani yüce Allah; herhangi bir kimsenin helak edilişinin sorumluluğu, gelir kendisini bulur diye, korkmaksızın onlara bu işi yaptı. Bu açıklamayı İbn Abbas, el-Hasen, Katade ve Mücahid yapmıştır.

"Ukbâhâ" "Bunun sonucu" lafzındaki "he" "bu" zamiri yapılan işe racidir.

Peygamber efendimizin: "Men iğtesele yevme’l-cumuati fihâ veni’met" "Kim cuma günü gusledecek olursa, o ne güzel ve ne iyi bir iş yapmış olur." demesindeki "zamir"in yapılan işe raci olması gibidir,

es-Süddi, ed-Dahhâk ve el-Kelbî şöyle demişlerdir; Zamir deveyi kesene racidir. Yani o deveyi kesen kişi yaptığı işin akibetinden korkmadı. Bu açıklamayı da İbn Abbas yapmıştır. İfadede takdim ve tehir vardır ki bunun anlamı şudur: Onların en bedbahtları onun akıbetinden korkmaksızın kalkıp gittiğinde...

Şöyle de açıklanmıştır:
Allah'ın Rasûlü Salih, kavminin helak edilmesinin akıbetinden korkmadı, onların azabından kendisine birtakım zararların geleceğinden çekinmedi. Çünkü o kendilerini korkutup uyarmıştı. Yüce Allah da kavmini helak edince onu kurtarmıştı:

Nâfi' ve İbn Amir "korkmaz" buyruğunun başındaki olumsuzluk lafzını "fe" ile; "Felâ" diye okumuştur. Daha güzel olan şekil budur. Çünkü bu, birinci anlam ile alakalıdır. Yani yüce Allah, onların helak ediliş akıbetinden korkmaz. Diğerleri ise "vav" ile okumuşlardır. Bu da ikinci anlama daha uygun düşmektedir. Kâfir yaptığı işin akıbetinden korkmaksızın (bu işi yaptı), demektir.

İbn Vehb ve İbnu'l-Kasım, Mâlik'ten naklen şöyle dediler: Malik bize dedesine ait bir mushaf çıkardı. Osman b. Affan'ın halifeliği döneminde sair mushafları yazdığı vakit, kendisinin de bu mushafı yazmış olduğunu söyledi. Orada; "Ve o... korkmaz" buyruğunu "vav" ile; "Velâ yehâfu" diye yazılı olduğunu gördü. Mekkelilerin ve Iraklıların mushaflarında bu böylece "vav" iledir. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de onların mushaflanna uyarak bu şekli tercih etmişlerdir
 
Mürselât suresi ayet 1
Andolsun birbiri ardınca gönderilenlere,

Bu ayetlerle ilgili şöyle birkaç mesele vardır:
Birinci Mesele
Bil ki ilk beş ifade ile ya tek bir cins, veyahut da çeşitli cinsler kastedilmiştir.
Birinci İhtimale göre alimler şu görüşlere yer vermişlerdir:

Birinci Görüş:
Bütün bu ifadelerle melekler kastedilmiştir. O halde, "mürselat" (gönderilenler), bir kavme ya nimet, yahut da ilahi azab getirmek için gönderilen meleklerdir. Ayetteki, kelimesiyle ilgili olarak da şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, "Tıpkı bir yelenin kıtları gibi, ardarda sıralanmış" demektir. Arapça´da, "Tek sıra halinde geldiler" "Bir konuda anlaştıklarında, onlar tıpkı bir sırtlanın yelesi gibi biraraya geldiler" denilir.

b) Buradaki "urfeu" kelimesi, nekire (bilinmeyen)in zıddı olan, maruf (bilinen) manasınadır. Çünkü bu melekler, eğer rahmet getirmek için gönderilmişlerse, bu mana onlar hakkında açıktır. Yok eğer azab için gönderilmişlerse, bu azab, hernekadar kafirler için "maruf" değilse de, Allah´ın onlardan, kendileri yüzünden intikam aldığı peygamberler ve mü´minler için maruftur.

c) Bu kelime masdar (mef´ûl-ü mutlak)tır. Buna göre adeta, ardarda peşpeşe gönderilenler" manasında denilmek istenmiştir. Binâenaleyh bu kelime, birinci izaha göre hal olduğu İçin; ikinci izaha göre ise mef´ûl olduğu için mansub olmuştur. İkinci izaha göre, "ihsan için, maruf birşey için gönderilenlere..." takdirindedir.
 
Mürselât suresi ayet 2
"Sert rüzgarlar gibi hemen koşanlara..."

Ayetteki, "Sert rüzgarlar gibi hemen koşanlara..." ifadesiyle ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir:
a) Allah Teâlâ o melekleri gönderince, onlar uçuşlarında tıpkı rüzgâr gibi sert esmiş uçmuşlardır.
b) Bu melekler, kafirlerin canını almışlardır. Nitekim birisi birşeyi yok edip-öldürdüğünde denilir. Yine Arapça´da gem götüren ve adeta hızda rüzgar gibi olan deve için de, "nâkatun asûfun" denilir. Keza, "Harb o kavmi yok etti" manasında denilir. Nitekim şair de: "Tepeden hmağa silahlı, kalabalık ve geleni gideni yok eden kudretli bir ordu içinde..." demiştir.
 
Mürselât suresi ayet 3
"iyiden iyiye yayanlara"

Ayetteki, "iyiden iyiye yayanlara" ifadesinin manası ya, "yere inerlerken kanatlarını yayıp-açanlara", yahut "yeryüzünde şer´î hükümleri yayanlara", yahut "yeryüzünde rahmeti veya azabı yayanlara" şeklindedir.
Yahut da bu ifadeyle "hesab günü insanların amel defterlerini yayan-dağıtanlar" manası kastedilmiştir. Nitekim Hak Teâlâ, "Kıyamet günü o insan için, yayılmış (dağıtılmış) olarak kendisine kavuşacağı bir kitab çıkaracağız"(İsra, 13) buyurmuştur.
Velhasıl o melekler yeryüzündekilere ulaştırmakla emrolundukları şeyi, ulaştırıp insanlar arasında onu yayarlar. Ayetteki, "Böylece tam manasıyla ayırdedici olanlara" ifadesi, "hak ile batılı birbirinden iyice ayırıp, ortaya koyanlara.." manasınadır.
 
Mürselât suresi ayet 4
Ve de ayırdıkça ayıranlara (andolsun).

Ayetteki, "farikat" ifadesinin, bu açıdan manası açıktır. Çünkü Kur´ân´ın bütün ayetleri, hak ile batılın arasını ayırır. Bundan ötürü Hak Teâlâ, Kur´ân´a "hırkan" (ayıran) adını vermiştir.

Mürselât suresi ayet 5
zikri ilka edenlere (andolsun).

Mülkiyati Zikra
ifadesi de, "zikri peygamberlere ulaştıranlara yemin olsun ki.." demektir.
Buradaki "zikir" ile, mutlak manada "ilim ve hikmet" kastedilmiş olabileceği gibi, ki nitekim "Kullarından dilediğine (O Allah), emrinden olan ruh ile melekleri indirir"
(Nahl,2)
ayetinde de bu manadadır, bununla özellikle Kur´ân´ın kastedilmiş olması da muhtemeldir. Nitekim Hak Teâlâ, "Demek zikir aramızdan ona mı ilhâc edildi (verildi) (dediler)"
(Sad, 8)
ve "Sen kendine bir kitab ilka edilmesini (verilmesini) beklemiyordun"
(Kassas, 86)
buyurmuştur, bu ilka edici (vahyedlci), hernekadar sadece Cebrail (a.s) ise de, tek bir şahsın, sırf ta´zim için, büyüklüğünü göstermek için, cemi bir kelimeyle zikredilmesi de mümkündür.
 
Mürselât suresi ayet 6 :
(Bu yeminler), özür olarak (mazeret olmaması) veya nezir olarak (uyarması) içindir.

Uzren Ev Nuzren

Ayetteki, ifadesiyle ilgili iki mesele var:

Birinci Mesele
Bu iki kelimede, iki değişik kıraat (okuyuş) söz konusudur. Bunları tahfif ile, yani şeklinde sükûn ile okuyuş, Ebu Amr´ın ve Hafs´ın rivayetine göre Âsim´in kıraatidir. Diğer kıraat imamları, bu iki kelimeyi teshîl, yani harekeli olarak şeklinde okumuşlardır. Tahfif ile okunuşlarında, bunların masdar manasında, yani (özür kapısını kapatıcı ve inzar edici olarak) manasında olduğunda bir münakaşa yok.
Ama "teshîl" ile olan kıraata gelince, Ebu Ubeyde, bunların masdar değil, cemî olduğunu iddia etmiştir. Ahfeş ve ZeccAc ise, bunların yine masdar olduklarını, bu iki şekit kıraatin, aynı manada iki lügat (lehçe) olduğunu iddia etmişlerdir. Ebu Ali, Ahfeş ve Zeccâc´m görüşlerini izah ederek "Uzr ile flzîr ve nezr ile nezîr, tıpkı nekr ite nekîr gibidirler (yani her iki şekilde aynı manaya gelir)" demiş ve sözüne şöyle devam etmiştir: "Bu kelimeyi harekeli okuyanın kıraatine göre tıpkı "şürüf" kelimesinin "şârlf´in çoğulu oluşu gibi, "nüzür"ün de "nezîr"in çoğulu olması mümkündür. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Bu da ilk (evvelki) nüzûrdan, yani nezirler gibi bir nezir uyanadır" (Necm, 56) buyurmuştur."

İkinci Mesele
Bu kelimelerin mansub oluşuyla ilgili birkaç izah vardır: Masdar sayılmalarına göre şu iki vecih (izah) yapılır:
1) "Zikran" bedel olarak, iki mef´ûl kabul edilmelerinden dolayı mansubturlar.
2) Mefûl-ü leh´dirler. Buna göre mana, "O zikri (vahyi), özrü ortadan kaldırmak ve inzar etmek için ilkâ eden (getiren) meleklere..." şeklinde olur. Ama bu iki kelime, cemî (çoğul) sayılmaları durumunda, "İlkâ" masdanndan "hal" olarak mansub kılınmış olurlar ve ayetin takdiri, "Mazereti beyan edici ve inkar edici oldukları halde, zikri ilka edenlere..." şeklinde olur.
 
Mürselât suresi ayet 7
"Şüphesiz size va´dedilen şey, mutlaka vâkî olacaktır"

Bu ifade, geçen yeminlerin cevabıdır ve manası, "Kendisiyle tehdid olunduğunuz, kıyamet gününün gelişi işi, kesinlikle olacak, mutlaka (başınıza) inecektir" şeklindedir. Kelbî, "Bunun manası, "Hayır ve şer olarak size va´dolunan herşey, mutlaka olacaktır" şeklindedir" demiştir. Birinci tefsiri yapanlar, görüşlerine, "Allah Teâlâ bu ayetlerin peşisıra, kıyamet gününün alametlerinden bahsetmiştir. Binâenaleyh bu, ayetden muradın sadece kıyamet günü olduğuna delalet eder" diyerek delil getirmişlerdir.
 
Mürselât suresi ayet 8
"Yıldızlar söndürüldüğü zaman"

Burada geçen "tama" fiilinin izahını, Özet olarak, bu ifadede "Yıldızların kendileri, yok edildiği zaman..." manasına olabilir.
Bu, yıldızların "İntişârı" (dağılıp dökûlmesi)
(İnfitar, 2)
ve "Inkidân" (düşmesi)
(Tekvir,2)
ayetlerine de uygundur. Yine bu ifade, "Yıldızların ışığı yok edildiği zaman..." manasına da olabilir.
İlk mana daha uygundur. Çünkü onda, herhangi bir takdir yapmaya gerek yoktur. Keza, yıldızların önce ışıklarının yok edilip, sonra, ışıksız oldukları halde dağılıp dökülmeleri de mümkündür.

Mürselât suresi ayet 9
"Gök yarıldığı zaman"

"Fevc", yarma manasınadır. "Allah onu yardı, o da yarıldı" denilir. Yarılmış (yarık) olan herşeye, "fere" denir. Binâenaleyh, bu ayetteki kelimesi de, "yarıldı" manasınadır.
Bunun bir benzeri de, "Gök inşikâk ettiği (yarıldığı) zaman..."
(lnşikak, 1)
ve "O gün gök, bulutlarla yarılır adeta parça parça gibi olur"
(Furkan, 25) ayetleridir.
İbn Kuteybe, "Bu kelime, "açılır" manasınadır. Bunun benzeri, "Gök açılıp kapı kapı olur" (Nebe. 19) ayetidir.

Mürselât suresi ayet 10
"Dağlar savrulduğu zaman"

Bunda iki izah şekli var: .

1) (Otuyla-samanıyla) karışık olan hububatın, samım makinasıyla aletiyle (kalburla) savrulduğu gibi, dağlar savrulduğu zaman...
"Onu kesinlikle yakacağız, sonra da mutlaka (kökünü) savuracağız"
(Taha,97) ifadesi de bu manadadır.
Bunun bir benzeri de, "Dağlar didik didik parçalanmıştır... "(Vakıa, 5),
"Dağlar akıp dağılan bir kum yığınına döner"
(Müzemmil, 14) ve
"De ki: "Rabbim onları iyice savuracak"
(Taha. 106) ayetleridir.

2) Bu, "O dağlar, yerlerinden çabucak sökülüp çıkarılacak..." manasınadır. Bu manada fiili, "Onu kaptı, söktü" manasındaki ifadesindendir. Buradaki fiiller, şeddeti olarak, şeklinde de okunmuştur.
 
Mürselât suresi ayet 11
Peygamberlere vakitleri bildirildiği zaman

Âyet-i kerimede geçen ve "Peygamberlere vakitleri bildirildiği zaman diye tercüme edilen izerresulü Ukkıtet" ifadesi, Abdullah b. Abbas tarafından "Peygamberler bir araya getirildiği zaman" veya "toplandığı zaman" şeklinde izah edilmiştir.
Mücahid tarafından "Peygamberlere, ümmetlerine karşı şahitlik etmek için hazır bulunacakları vakit tayin edildiği zaman" şeklinde izah edilmiş,
İbrahim en-Nehai tarafından "Peygamberlere belli bir vakit vaadedildiği zaman" şeklinde izah edilmiş,
İbn-i Zeyd tarafından ise "Peygamberlere, kıyamet gününde bir araya gelmelerine kadar süre verildiği zaman" şeklinde izah edilmiştir.

Mürselât suresi ayet 12
(Bu vakit) hangi güne ertelenmişti..

Cenab-ı Hak adeta, o günün büyük bir gün olması karşısında şaşmaya ve hayrete davet ederek, "Bunları ilgilendiren bu işler, bütün bunlar hangi gün için tecil edilmişti?" buyurmuştur. Bu işler de, bunları yalanlayanlara azab etme, bunları ve peygamberlerin insanları kendisine imana davet etmiş oldukları kıyametin o müthiş halleri arzolunma, hesaba çekilme, amel defterlerinin dağıtılması ve terazilerin konulması gibi şeylerin zuhur edip meydana geleceğini tasdik eden kimseleri ululamak, saygınlıklarını ortaya koymaktır.
 
Mürselât suresi ayet 13
"Ayırdedip hüküm verme gününe...

Ibn Abbas (r.a) bu ifadeye, "Rahmanın, yarattıkları arasında hüküm vereceği güne..." şeklinde mana vermiştir ki, bu ifade tıpkı "Şüphe yok ki, o ayırdetme günü onların, topunun vakitleridir" (Duhan, 40) ayeti gibi olmuş olur.

Mürselât suresi ayet 14
"Bu ayırdetme gününü sana hangi şey bildirdi?"

Bu da, "O ayırdetme gününü, onun şiddetini ve onun heybetini sana bildiren şey nedir?" demektir.

Mürselât suresi ayet 15
"Yalan sayanların o gün vay haline!"

Peygmaberler ve onlara vaadedilen kıyamet günündeki hesap, azap ve mükafatlar hangi güne ertelendi hiç biliyor musunuz? Bu dehşetli şeyler, allahın, yarattıklarının arasında hüküm vereceği, haklıyı haksızdan ayıracağı bir zümreyi cennete, diğerini de cehenneme sevkedeceği günü ayırmıştır. Ey Muhammed, hakkın batıldan aymlediieceği o günün ne olduğunu sen nasıl bilecek*sin? O gün, yalanlayanlara, cehennemliklerin kan ve irinlerinin aktığı Veyl va*disi vardır
 
Mürselât suresi ayet 16
Biz, öncekileri helak etmedik mi?

Bu, ahiret hakkındaki tarihi istidlaldir. Yani bu dünyada kendi tarihinize bakınız. Ahireti inkar ederek bu dünyayı asıl hayat zanneden ve bu dünyadaki neticeleri, hayr ve şerri ölçü kabul ederek ahlâki değerleri ona bağlayan bütün kavimlerin istisnasız hepsi de helak olmuşlardır.
Bir gerçek olan ahireti hesaba katmadan davrananlar hüsrana uğrarlar. Nasıl ki bir şahıs açık açık gerçeği hesap etmeden, gözü kapalı davranır da zarara uğrarsa, bu da onun gibidir

Mürselât suresi ayet 17
Sonra arkadan gelenleri onların izinde yürüteceğiz.

Yani, bu bizim sünnetimizdir. Ahireti inkar edenler, helaka uğrayan geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, sonunda aynı felakete uğramalarının kaçınılmaz olduğunu göreceklerdir. Bundan önce hiçbir kavim bu akıbetten istisna edilmemiş ileride de olmayacaktır.

Mürselât suresi ayet 18
İşte biz, suçlu-günahkarlara böyle yapmaktayız.
 
Mürselât suresi ayet 19
O gün, yalanlamakta olanların vay haline.

Onların dünyadaki sonu, onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felaket kıyametten sonra olacaktır. Bu, şuna benzetilebilir: Suçlu bir kimse sürekli suç işliyorsa sonunda yakalanarak hapse atılır. Sonra da hakim karşısına çıkarılır. Hakim de onun cezasını karara bağlar ve asıl ceza ondan sonra başlar. Bunun gibi, insanlar için ahirette mahkeme kurulur. O kişiler için asıl felaket günü o gün olacaktır

Mürselât suresi ayet 20
Sizi basbayağı bir sudan yaratmadık mı?

Mürselât suresi ayet 21
Sonra onu savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik,

Yani annenin rahminde hamilelik istikrar bulduktan sonra çocuğu o kadar sağlam yerleştirmiş, bütün imkanlarla onu korumak ve yetişmesi için öyle tedbirler almıştır ki, en şiddetli olay bile, çocuğu ıskat edemez. Suni olarak, yani bugünkü tıbbi ilerlemelere rağmen çocuk aldırmak tehlikeden hâli değildir.

Mürselât suresi ayet 22
Belli bir süreye kadar;

Buradaki kelime olan "Kaderin Ma'lum"un anlamı, yalnızca "belli bir süre kararlaştırmak" değildir. Bu kelimenin içeriğinde "ancak Allah'ın bildiği bir müddet" anlamı da vardır. Hiç kimse bir çocuğun anne karnında kaç ay, kaç gün, kaç saat kaç dakika ve kaç saniye kalacağını bilemeyeceği gibi, onun tam doğum vaktinin ne zaman olacağını da bilemez. Vakti Allah tayin etmiştir ve tamtamına ancak O bilir.

Mürselât suresi ayet 23
İşte (buna) güç yetirdik. Demek ki, biz ne güzel güç yetirenleriz.

Bu, hayattan sonraki hayatın varlığına açık bir delildir. Allah buyuruyor ki: Biz sizi hâkir bir nutfeden başlatarak insan olarak yetişmenizi sağlamaya kadir iken, sizi tekrar başka türlü yaratma hususunda niye kadir olmayalım? Bizim yaratışımız sayesinde bugün mevcutsunuz. Bizim kudret sahibi olduğumuzun ispatı da sizin varlığınızdır. Bu durumda, sizi yarattıktan sonra bir kere daha yaratmaktan aciz olmadığımızı bilmelisiniz.

Mürselât suresi ayet 24
O gün, yalanlamakta olanların vay haline.

Bu cümle şu manadadır: Bu apaçık delil mevcut iken ölümden sonra dirilişi inkar etmektedirler. Bunlar ne kadar alay ederlerse etsinler ve inananlara ne kadar müthiş; örümcek kafalı, hurafeci derlerse desinler; bugün yalanladıkları o müthiş gün geldiğinde göreceklerdir ki o gün onlar için felaket günü olacaktır.
 
Mürselât suresi ayet 25
Biz yeryüzünü bir toplanma yeri kılmadık mı?

1) Yeryüzü, canlıları, sırtında (üzerinde), ölüleri de karnında (içinde) bir araya getirir. Buna göre mana, "Diriler, evlerinde otururlar, ölüler de, kabirlerine gömülürler.." şeklinde olur. İşte bundan dolayı, Araplar, yeryüzüne, "ana" adını vermişlerdir. Çünkü yeryüzü, insanları bağrına basması açısından, tıpkı çocuğunu bağrına basıp onun işlerini uhdesine alan bir anne gibidir. İnsanlar yeryüzünde de bir araya gelip, onun sinesinde birleştikleri için de, yeryüzü adeta, o insanları bağrına basmış gibi olur.

2) Yeryüzü, canlılardan ayrılan o pisleri, şeyleri kendisinde topladığı için, canlıların "klfât´N, yani derleyip toplayıcısı olarak kabul edilmiştir. Ama, yeryüzünün, insanlar onun üzerinde olmaları halinde, canlıları toplaması meselesine gelince, hayır; buna, "kifât" adı verilmez.

3) Yeryüzü, insanın, yeme-içme gibi ihtiyaçları hususunda kendisine muhtaç olduğu şeyleri kapsayan bir mahal, yer olduğu için, "canlıların toplayıcısı - kifât´ı" olarak addedilmiştir. Çünkü, bütün bunlar, yerden biter. Zararlı şeyleri def etmeye elverişli, mamur ve derli toplu binalar da, yeryüzünde ve oradan inşa edilmişlerdir.

Mürselât suresi ayet 26
Dirilere ve ölülere.

Ayetteki kelimelerinin manası, yerle ilgilidir. Buna göre diriler, yerin bitirdiği şeyler; ölüler de, bitirmediği şeyler olmuş olur. Ayette geriye iki soru kalmaktadır.
Yeryüzü, hem canlıların hem de ölülerin birlikte "kifât" (yani hiçbir şey kalmayıp hepsi bunun içine girdiği ve böylece de marife olarak ifade edilmesi gerektiği halde) olduğu halde, niçin nekire olarak denilmiştir?

Mürselât suresi ayet 27
Ve onda sabit yüksek dağlar var etmedik mi? Size tatlı bir su da içirmedik mi?

Bu, ahiretin mümkün ve makul olduğunun başka bir delilidir. Yeryüzünde milyonlarca yıldır sayısız mahlukat, her türlü bitki, hayvan ve insan onun kucağında yaşamaktadır. Her türlü mahlukatın ihtiyacı da karşılanmıştır. Yeryüzünün hazinelerinden sürekli imkanlar aktarmaktadır. Aynı yeryüzünde sayısız mahlukat yaşamaktadır. Böylesine benzersiz bir nizamdır ki hepsine aynı toprakta yer bulmaktadır. Yeryüzü, mahlukatın yaşayabilmesi için hazır hale getirilmiştir.
Tam yuvarlak ve boş biçimde yapılmamıştır. Üzerinde yer yer dağlar yaratılmıştır. Mevsimlerin değişikliği, yağmurların yağması, nehirlerin meydana gelmesi ve verimli vadilere ulaşması, kendilerinden kütük elde edilen büyük ağaçların meydana gelmesi, çeşitli maden ve taşlar olması için yüksek dağlar yerleştirilmiştir. Ayrıca yeryüzünün altında tatlı su da yaratılmıştır. Yer üstünde de tatlı sular nehirlere akmaktadır. Denizin tuzlu suyundan; temiz, halis suyun buhar olarak yükselip yağmur olarak inmesi O'nun varlığının delili değil midir? O sadece bunlara kadir değil, aynı zamanda Alim ve Hakim'dir. Bu yeryüzü kaynaklarını ve onun bütün sebeplerini yaratan kudret ve hikmet sahibinin bu nizamı kaldırarak yeni bir tarzda bir dünya kurmaya muktedir olmasını akıl sahibi bir insan niçin anlamakta zorluk çeksin? Üstelik O'nun hikmetinin bir gereği olduğu için bu dünyanın kaldırılıp bir başka hayatın yaratılması lazımdır ki insanın bu dünyada yaptığı amellerinin karşılığı verilsin.

Mürselât suresi ayet 28
O gün, yalanlamakta olanların vay haline.

Bu cümlenin anlamı şudur: Onlar, Allah'ın kudret ve hikmetinin işaretlerini gördükleri halde, ahiretin imkanı ve vukubulması da akıl dahilinde olmasına rağmen, Allah'ın bu dünyadan sonra başka bir hayat nizamı kuracağını ve O dünyada insanlardan yaptıklarının hesabını soracağını yalanlamakta ve inkar etmektedirler. Onlar bu zanlarıyla yaşamak istiyorlarsa devam etsinler. Sonunda sözü edilen günle karşılaştıklarında ne kadar büyük ahmaklık içine düşerek kendilerine ne büyük felaket hazırladıklarını anlayacaklardır.
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks