Kurandan okuyalım

Naziat suresi ayet 1
Yemin olsun şiddetle çekip alanlara.

Âyette zikredilen "Şiddetle çekip alan!ar"dan maksat, Abdullah b. Mes'ud. Ahdullah b. Abbas. Mesruk ve Said b. Cübeyr'e göre.
İnsanların canını çekip alan meleklerdir.
Mücahid'e göre
İnsanların canını çekip alan ölümdür.

Hasan-ı Busri ve Katade'ye göre,
bir ufuktan diğer ufka çekilip giden yıldızlardır.
Ata'ya göre
savaşta okları çekip atan yaylardır.
Süddi'ye göre,
insanın göğsünü tırmalayan nefeslerdir.

Taberi âyetin genel bir ifade beyan ettiğini, bu sebeple her çekip çıkaranı kapsadığını, bunun melek veya ölüm yahut yıldız veya yay gibi herhangi bir şey olabileceğini, bu nedenle de âyeti bunlardan herhangi birine tahsis etmenin doğru olmadığını, onu genel manada unlamanın daha doğru olduğunu söylemiştir

Naziat suresi ayet 2
Kolaylıkla çekip çıkaranlara.

Abdullah b. Abbas,
"Kolaylıkla çekip çıkaranlar" diye tercüme edilen " "Vennaşitaîi Nestan" ifadesinden maksadın, müminlerin ruhlarını kolaylıkla alan melekler olduğunu söylemiştir. Bu ifade, "İpi deveden çözdü" manasına gelen deyiminden de anlaşıldığı gibi bu anlamda kullanılmıştır.

Mücahid, Süddi ve İbn-i Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre
bu ifadeden maksat, müminlerin canlarını çekip alan Ölümdür.

Katade'ye göre ise
bu ifade "Bir ufuktan başka bir ufka akıp giden" yıldızlar anlamındadır. Ata'ya göre ise bu ifade "Kementler" demektir.

Taberi
âyetin ifadesinin genel olduğunu, bir yerden boşanıp başka bir yere giden her şeyi kapsadığını söylemiştir.
 
Naziat suresi ayet 3
Yüzüp gidenlere.

Bu ifade Mücahid'e göre,
insanoğullannın ruhlarının içerisinde yüzen ölüm ve göklerde yüzen melekler demektir.

Katade'ye göre
"Yörüngelerde yüzen yıldızlar" demektir.

Ata'ya göre
"Denizde yüzen vapurlar" demektir.

Taberi ise
âyetin genel anlamda olduğunu, bütün bunları ve benzeri yüzen herşeyi kapsadığını söylemiştir

Naziat suresi ayet 4
Yarışıp geçenlere.

Mücahid'e göre
bunlardan maksat, melekler veya ölümdür.
Ata'ya göre
atlardır.
Katade'ye göre
"Gökte birbirleriyle yanşan yıldızlar." demektir.

Taberi âyetin genel manada olduğunu ve bütün yarışanları kapsadığını söylemiştir.

Naziat suresi ayet 5
İşleri yürütenlere ki,

Bunlardan maksat, Allanın emirlerini yürüten meleklerdir.

Naziat suresi ayet 6
O gün sarsan sarsacaktır. (Kıyamet mutlaka kopacaktır)

Naziat suresi ayet7
Onu, arkasından gelen takibcdcccktir. (Onu, ikinci defa sur'a üfleme takibcdcccktir)

Burada zikredilen "Sarsan" ve "O sarsanı takibedecek olan"dan maksat, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Hasan-ı Basri ve Dehhak'a göre
birinci ve ikinci defa sura üflemedir.
Hasan-ı Basri, "Bunlar sura iki defa üflemektir. Birinci üflemekle bütün canlılar öldürülür.
İkinci üflemekle de bütün ölüler diriltilir." demiş ve şu âyeti okumuştur. "Sur'a üfürülecektir. O zaman, Allahın dilediklerinin dışında göklerde ve yerde kim varsa düşüp ölecektir. Sonra sura bir defa daha üfürülecektir. Bir de ne görürsün (insanlar) kabirlerinden doğrulmuşlar bakışıyorlar."
Zümer Suresi, 39/68

Resulullah (s.a.v.) bu iki surun arasında kırk yıl bulunacağını, ikinci sura üfleme yaklaşınca Allanın, gökten yağmur indirerek otlann bitmesi gibi ölülerin vücutlarının yerden biteceğini beyan etmiştir.

Ebu Hureyre (r.anh.)dan rivayet edilen bir hadise göre sura iiç defa üflenecıktir.
Birinci üflemede hersey sarsılacak ve şiddetli bir korku meydana gelecektir.
İkincide herşey öiüp yere serilecek
üçüncüde ise diriltilip kabirlerinden çıkarılacaklardır.

Mücahid.
"0 gün sarsan sarsacaktır." âyetini "O gün sarsılan yer ve dağlar sarsılacak, zelzele olacaktır." şeklimle izah etmiş "Onu, arkasından gelen ta-kibedecektir." âyetini ise "Göklerin yarılıp yerin parçalanacağı" şeklinde izah etmiştir.

İbn-i Zeyd ise:
"O gün sarsan sarsacaktır." ifadesini, yeryüzünün sarsılacağına "Onu arkasından gelen takibedecektir." ifadesini ise kıyametin kopacağına yorumlamıştır
 
Naziat suresi ayet 8
O gün kalbicr korkudan titrer.

Bazı kalpler" kelimesinin burada kullanılmasının sebebi Kur'an'a göre, Kıyamet günü yalnızca kâfirler, fâcirler ve münafıklar korku ve dehşet içinde olacaklardır. Fakat müminler bu dehşetten berî olacaklardır. Enbiya: 103'de şöyle buyurulmuştur:
"O an büyük korku, onları asla tasalandırmaz. Melekler onları şöyle karşılar: İşte bu, size va'dedilen gününüzdür."


Naziat suresi ayet 9
Güzler ise nçılmuz hale gelir.

Kıyamet gününde yaratıkların kalbieri, o günün dehşetinden dolayı korkar ve titrer. Varlıkların gözleri üzüntü ve korkudan dolayı açılmaz hale gelir, zelil olurlar.



Naziat suresi ayet10
Kâfirler: "Biz tekrar eski halimi/c mi döndürüleceğiz?" derler.

Ayet-i kerimede geçen ve "Eski halimize mi döndürüleceğiz?" diye tercüme eılilen "Hafire" kelimesinden maksat, Abdullah b. Abbas. Muhammed b.'Ka'b ve Süddi'ye göre "Hayat" demektir. Bu izaha göre âyetin manası: "Öldükten sonra dirilmeyi inkar eden kâfirler, dünyada iken "Bizler öldükten sonra tekrar hayata mı döndürüleceğiz? derler." şeklindedir.

Mücahid'e göre bu kelimeden maksat, "Kazılan kabir çukuru" demektir. Buna göre ise âyetin manası: "Bizler ölüp kabir çukuruna girdikten sonra mı tekrar hayata döndürüleceğiz? derler." şeklindedir.

lbn-i Zeyd'e göre "Hafire" kelimesinden maksat,

"Cehennem ateşi" demektir. İbn-i Zeyd, âyetin manasının, "Bizler cehennem ateşine mi döndürüleceğiz?" demek olduğunu söylemiş, cehennemin bir çok adının bulunduğunu, bu adlarının "Nar. Canim, Sakar, Cehennem, Haviye, Hafire. Leza ve Hutame olduğunu söylemiştir
 
Naziat suresi ayet 11
Çürümüş kemik olduktan sonra mı?

"Çürümüş" diye tercüme edilen "Nahire" kelimesi, Abdullah b.Abbas, Mücahid ve Katude tarafından bu şekilde izah edilmiştir. Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre "İçinden rüzgar geçtiğinde ses çıkaran içi boş kemik" demektir.

Naziat suresi ayet 12
"O halde bu, zararlı bîr dönüştür." derler.

Öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan bu müşrikler, "Öldükten sonra dirilme hali gerçekleşecek olursa zararlı bir geri dönüş olacaktır." demişlerdir.

İbn-i Zeyd diyor ki: "Hangi geri dönüş bundan daha zararlı olabilir ki? Zira onlar diriltilip cehennem ateşine sürüleceklerdir. Bu sebeple kötü bir dönüştür.


Naziat suresi ayet 13
Halbuki dönüş, bir çığlıktan ibarettir.

Öldükten sonra tekrar dirilme, ancak sura bir defa üflemeye bağlıdır. Ve onunla gerçekleşecektir.

Naziat suresi ayet 14
Bir de bakarsın ki hepsi yeryüzündeler.

"Yeryüzü" diye tercüme edilen "Sahira" kelimesi, Abdullah b. Abbas, İkrime, Hasan-ı Basri, Katade, Said b. Cübeyr, Mücahid, Dehhak ve lbn-i Zeyd "tarafından bu şekilde izah edilmiş Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

Osman b. Ebil Atik ve Süfyan es-Sevri'ye göre "Sahire" kelimesi, belli bir yerin adıdır. Osman, bu yerin, "Hassan dağı" ile "Eriha" dağı arasında bulunan kel tepe okluğunu, Allah tealanın orayı, dilediği şekilde uzattığını söylemiştir. Süfyan es-Sevri ise buranın Şam'da bulunan bir yerin adı olduğunu söylemiştir. Vehb b. Menebbih ise "Sahira"mn Kudüs dağının yanında bulunan bir dağ adı olduğunu söylemiştir. Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise "Sahira"dan maksat cehennemdir.
 
Naziat suresi ayet 15
Musa'nın haberi sana geldi mi?

Mekkeli müşriklerin Kıyamet ve Ahiret ile alay etmelerinin sebebi, aslında bir felsefeyi reddetmek değil, Allah'ın (c.c.) elçisini yalanlamaktı. Yani onların yalanlamaları sıradan bir insanı hedef almıyor, bir peygamberi hedef alıyordu. Bundan dolayı Allah (c.c) Ahiret hayatıyla ilgili deliller vermeden önce, Hz. Musa (a.s) ve Firavun'un kıssasını anlatarak, Mekkelileri, Allah'ın (c.c.) elçisine karşı çıkmanın ve ona başkaldırmanın sonuçlarından sakındırıyor.

Naziat suresi ayet 16
Hani Rabbi ona, kutsal vadi Tuva'da seslenmişti:

Müfessirlerin çoğu 'Tuva' kelimesinin sadece bir isim olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca Tuva vadisi ile ilgili olarak iki anlam öne sürülmüştür. Birincisi, bu Vadi'nin iki kez şereflenerek mukaddes olduğu biçimindedir. İlki, Allah (c.c) Hz. Musa (a.s) ile burada konuşmuştu, diğeri ise, Hz. Musa (a.s) Mısır'dan çıktıktan sonra bu Vadi'ye gelmiştir. İkinci anlamı da, Arapça bir deyime 'filan şahıs gecenin geç vaktinde geldi' dayandırılmıştır.
 
Naziat suresi ayet 17
“Ey Peygamberim Mûsâ Firavun’a git! Zira o tuğyan içindedir, Tâğutluk yapmaktadır.”

Ey Peygamberim Firavun’a git! Çünkü o azmıştır, tağâ yapmıştır. Tağâ, tuğyan, tâğutluk Firavunluktur. Firavun’un özelliğidir. Allah karşısında varlık iddiasında bulunmaktır. Sen varsan ben de varım! demektir. Veya Allah karşısında bilgi iddiasında bulunmaktır. Ne yani! Sen bilirsen ben de bilirim! Benim de aklım var! Benim de bilgim ve keyfim var! Sen bir hayat programı göndermişsen de benim de bir programım var! Hayatımı nasıl düzenleyeceğimi ben de bilirim! Nasıl giyineceğimi, nerelerden kazanıp nerelerde harcayacağımı, çocuklarımı nasıl eğiteceğimi, nasıl bir hukuk yapacağımı, nasıl bir hayat yaşayacağımı, ne yiyip ne içeceğimi ben de bilirim! Benim senin hayat programına ihtiyacım yoktur! Senin kitabına ve peygamberine ihtiyacım yoktur! tavrına tâğutluk, ya da Firavunluk denir. Hayat programını Allah’a danışmadan, peygamberine sormadan yaşamak. Allah’ın kitabına ve peygamberin Sünnetine karşı ilgisiz, ey-vallahsız yaşamak. İşte Firavun böyle bir tâğuttu.

Firavun’a git ey Mûsâ, çünkü o tâğutlaşmıştır. Kur’an-ı Kerîmde en çok ismi geçen peygamber Hz. Mûsâ’dır. Toplum da, onun toplumu olan İsrailoğullarıdır. Şu anda içinde bulunduğumuz topluma çok benzediği için bu konuyu çok iyi tanımak zorundayız.

Rabbimiz peygamberini Firavun ve toplumuna gönderiyor. Peki Hz. Mûsâ ne yaptı bu emir karşısında? Allah’ın peygamberi itiraz edecek değildi tabii bu emir karşısında. “Ya Rabbi iyi ama pek erken oldu! Şu anda hazırlıksızım! Vaktim yok! İmkânlarım el vermiyor! Şöyle biraz bir derlenip toparlansam! Bir hazırlık filan yapsam!” diyecek değildi bizim gibi. Veya “ya Rabbi! Bu nasıl iş böyle? Benim gibi şerefli birini onun gibi şerefsiz birinin ayağına mı gönderiyorsun? O kaç paralık adam ki böyle bir şerefsizin ayağına beni gönderiyorsun? O benim ayağıma gelmeli değil mi?” filan diyecek değildi bizim gibi elbette. Zira bunu ona emreden Rabbi Azîz ve Rahîm olandı. Karşı gelinmez, itiraz edilmez bir Rabb idi O.

Veya şimdi bizim dediğimiz gibi “tamam! Gidelim! Anladık da ama Ya Rabbi o bir haindir! O bir sarhoştur! Dinsizin, imansızın tekidir o! Kesin biliyorum ki dinlemez beni! Beni dinlemeyeceği kesin olan bir hainin ayağına neden gideyim?” demiyor. Allah git diyorsa gidecekti. Başka çaresi yoktu.

Firavun’a gitmek, Firavun gibilere gitmek... Firavun gerçekten güçlüydü. Yani o günün toplumuna göre çok güçlü idi. Ayağının birini Karun’a, diğerini de Belâm’ın omuzuna basmış, böylece gücünü pekiştirmiş biriydi. Düzenli orduları vardı. Allah’ı inkâr ettiği gibi bunun da ötesinde kendi Rabliğini, kendi tanrılığını iddia edip insanları ken-disine kulluğa zorlayarak onlara zulmeden bir tâğuttu. Halkını gruplara ayırarak onları köleleştirmiş bir zalim tâğuttu.

Bu tâğutluk tavırlarıyla Firavun kavmini, toplumunu, çevresindekileri küçümsemiş ve onların düşüncelerine, inanışlarına ve değer yargılarına ipotekler koymuştu. Siz de böyle inanacaksınız! Siz de böyle benim gibi düşüneceksiniz! diyerek onları kendisi gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya zorlayarak, kendi anlayışını zorla onlara empoze ederek onları küçümsemişti. Sizler beni dinlemek zorundasınız! Benim dediklerimin dışına çıkmamak zorundasınız! Sizin nasıl düşüneceğinizi, nasıl inanacağınızı ben bilirim! Nasıl giyineceğinizi ben belirlerim! Nasıl yaşayacağınızı ben bilirim! Siz bilmezsiniz! Siz anlamazsınız! diyerek kavmini küçümsedi. Onları aptal yerine koydu.

Şimdi de öyle değil mi? Sizler anlamazsınız! Sizler bilmezsiniz! Sizler bizi dinlemek zorundasınız! Eğer okulu bitirmek istiyorsanız, eğer diploma almak istiyorsanız, eğer dükkan açmak istiyorsanız, eğer bakan olmak, dekan olmak istiyorsanız, müdür olmak, doçent olmak istiyorsanız, sanayici olmak istiyorsanız benim dediğimi yapacak ve benim sözümden çıkmayacaksınız. Şöyle şöyle davranmadan, şunları şunları yapmadan bunları yapamazsınız diyerek şu anda bu Müslümanlarla alay eden, tüm vatandaşlarla alay eden onların her tür özgürlüklerine ipotekler koyanlar da aynı şeyi yapmıyorlar mı? İşte günümüz tâğutlarının belki seleflerinin, akıl hocalarının, hem de belki tarihte en güçlülerinin, en zalimlerinin ayağına gönderiyordu Rabbimiz şerefli elçisini.

Tamam Firavun güçlüydü, azgındı, önüne geleni ezecek bir saltanata ve orduya sahipti ama ona giden de peygamberdi. O da gerçek güç kaynağından güç alan bir güçlüydü. Şunu demek isti-yoruz: Biz de gideceğiz Firavunlara. Biz de gideceğiz çağdaş Firavunlara. Ama bizim zamanımızda ne Firavun gibi güçlüler var, ne de biz Mûsâ’yız. Öyleyse biz de, bize denk Firavunlara gideceğiz, gitmek zo-rundayız. “Şerefsizin teki ya bu adam! O dinsizin ayağına mı gideceğiz?” demeyelim! Şu anda bizim gitmek zorunda olduklarımızdan çok daha şerefsiz birine, bizden çok daha şerefli birini göndermişse Allah, öyleyse biz de gideceğiz, başka çaremiz yoktur.

Gideceğiz ve diyeceğiz ki, “ben Allah’ın elçisiyim! Ben sana bunları Allah’ın elçisi, Allah’ın sözcüsü olarak söylüyorum. Âlemlerin Rabbi olan, âlemlere hakim olan Allah beni sana gönderdi.” Dediğimizi Allah sözüyle destekleyerek konuşalım. “Bunlar benden değil, bu benim planım programım değil, bu benim tüzüğüm, benim programım değil, bunlar benim fikrim değil, bunlar Allah’tandır” diyerek gidelim. Yani Allah’ın âyetleriyle gidelim. Allah’ın kitabıyla gidelim. Allah’ın sözcüsü olarak gidelim ve isteyelim ki İsrailoğullarını bize bıraksın Firavunlar. Yani Allah’ın kulları Allah’tan başkalarına kul-köle durumu-na düşürülmüşlerse, onları özgürlüğe çağıralım. Köleleştirilmiş insanları özgürlüğe, Allah’a kulluğa çağırırken, köleleştirenleri de hakka, hakikate çağıralım.

Çünkü biz biliyoruz ki Hz. Mûsâ’ya karşı gelen sadece Firavun ve Firavun oğulları değildi. Hatta Firavun oğullarından daha çok peygamberi uğraştıranlar İsrailoğullarıydı. Firavun sisteminin köleleştirdiği Müslümanlardı. Halbuki Hz. Mûsâ onları kurtarmak için gelmişti. “Yahu siz köle değilsiniz! Siz parya değilsiniz! Siz Firavunların değil Allah’ın kullarısınız! Sizin alın terlerinizi Firavun oğulları istismar ediyor! Eğitmek üzere evlerinizden kopardığı çocuklarınızı öldürüyor! Ka-dınlarınızın Rahîmlerini yoklatıp onları hayasızlaştırıyor bu Firavun! Gelin beni dinleyin! Sizi bu çirkef hayattan kurtarmak üzere Allah beni size gönderdi!” diyen peygambere karşı: “Var git başımızdan ey Mûsâ! Biz hayatımızdan memnunuz! Bizler köle olarak yaratılmışız! Bizler Allah’ın ayaklarından, Firavun oğulları da Allah’ın gövdesinden ya-ratılmışlardır. Ayak elbette gövdeyi üzerinde taşımak zorundadır. Köleler elbette efendilerini omuzlarında taşımak zorundadırlar!” diyerek kendilerini kurtarmak için çırpınan peygamberi çok uğraştırdılar, çok yordular. Şimdi de kendilerini uyarmaya çalışan Müslümanları kâfirlerden çok Müslümanlığının farkında olmayan köle ruhlu Müslümanların uğraştırdığını görüyoruz.

Dün Firavunoğulları İsrailoğullarına zulmediyordu. Bugün İsrail oğulları Firavunoğullarının yerini almış İsmailoğullarına zulmediyor. Müslümanlara zulmediyorlar. Sanki bu günkü İsmailoğulları, yani yeryüzündeki Müslümanlar dünkü kendilerine zulmeden Firavun oğullarının torunuymuş da dedelerinin intikamını alıyorlarmış gibi. Müslümanlardan intikam alıyorlar Yahudiler. Halbuki dün kendilerine zulmeden Firavunoğullarının torunu bugünkü batıdır. Yahudiler eğer bugün birilerinden intikam alacaklarsa Hıristiyan batıdan intikam almalılar. Çünkü günün Firavunoğullarının torunları bâtılılardır. Hal böyleyken gariptir ki Müslümanlardan intikam almaya çalışıyorlar. Kâfir mantığı böyledir işte. Devamlı ters çalışır.
 
Naziat suresi ayet 18
“Ey Firavun! İster misin gel temizleyeyim seni!! Tezkiye edeyim seni!! İster misin temizlenmeye giden yolu, Rabbe giden, kulluğa giden yolu göstereyim mi sana!”

Şu anda Hz. Mûsâ Firavun’un karşısında ve direk konuya giriyor Allah’ın peygamberi. Yani böyle lafı dolandırmıyor. “Bak ey Firavun! Biraz düşünsen! Bak hanımın var, Hâmân’ın var, Karun’un var, Belâm’ın var. Bak ağaçlar, bağlar, bahçeler. Bak Nil nehri, Fırat nehri. Gel şöyle bir köprü yapalım! Bir baraj kuralım! Sanayileşelim! Ülkenin her bir yerinde fabrika bacaları yükselsin! dedikten sonra gel iman et! Ey Firavun” diye dolambaçlı yollardan gitmiyor da direk imandan, tezekkiden, tezkiyeden başlıyor.

“Var mısın gel seni tezkiye edelim! Gel seni küfürden, şirkten, tâğutluk’tan kurtaralım! Firavunluğunu, Firavunlaşmanı bitirelim senin! Gel senin Firavunluğuna bir son verelim!”

Tezkiye, Firavunluğa son verip Allah’a kulluğu gerçekleştirmenin adıdır. Hayat programını Allah’a danışmadan, hayatı Allah’a sormadan yaşamaktan vazgeçip, vahiyle diyalog kurmanın adıdır tezkiye. Kitap ve sünnet rehberliğinde bir hayat yaşamaya yönelmektir tezkiye.

Ey Firavun istersen temizleyeyim seni! Temizlenelim gel! Seni tezkiyeye, temizlenip arınmaya götüreyim mi? Sana tezkiye yolunu göstereyim mi? İstersen gel senin yolunu Rabbine çıkarayım! Sana Rabbe, temizlenmeye giden yolu göstereyim! demişti.

İşte tezekkî budur. İşte tezkiye, arınma budur. Rabbe giden yola girmek, Rabbe kulluk yoluna girmek, Rabbin koruması altına girmek ve Rabbin istediği hayata talip olmak. İşte tezkiye budur.

Değilse işte nefis tezkiyesi için bir kenara çekileceksin, eline tesbihi alacaksın, şunları şunları yapacaksın vs, vs. Hayır, tezkiye bu değildir. Allah’ın dediklerini yapacaktır kişi, ancak o zaman tezkiye olur. Allah’ın dediği gibi vahiyle tanışacak, tanıştıkça hem niyetlerini, hem düşüncelerini, hem bakışlarını hem de amellerini bu tanıştığı vahiy doğrultusunda temizleyecektir. İşte o zaman tüm hayatı vahiyle yıkanmış ve temizlenmiş olacaktır.

Naziat suresi ayet 19
Seni Rabbine ileteyim. Seni Rabbini bilmeye ileteyim. Sana Rabbini tanıtayım da ondan korkasın, haşyet duyasın.

Rabbi bildiren peygamberdir. Rabbi tanıtan peygamberdir. Rabb, Rabbin kitabı ve peygamberiyle bilinir. Ve unutmayalım ki Rabbi bilmeyen O’na karşı saygı duymasını da bilemez. Rabbi tanımayan, O’na O’nun istediği kulluğu da yapamaz. Rabbi tanımayan bir insanın arınması, temizlenmesi de mümkün değildir. Yani Kitap ve sünnet bilgisinden mahrum olan birisinin arınması, temizlenmesi, tezkiyesi mümkün değildir. O halde tezkiye, Rabbi bilmeye bağlıdır. Rabbi bilmenin yolu da Kitap ve sünnetten geçer. O halde tezkiye Kitap ve sünneti tanımak demektir. Kitap ve sünneti tanımayan birinin nefsini tezkiye iddiası da boştur. Kim ki Kitap ve peygamberin ortaya koyduğu tezkiye yolunun dışında bir tezkiye öneriyor, kesinlikle bilelim ki, o, onun hevâ ve hevesinden başka bir şey değildir.

Hz. Mûsâ Firavun’u Rabbi bilmeye ve böylece arınmaya, temizlenmeye çağırdı.
 
Naziat suresi aye 20
“Bunun üzerine ona en büyük mucizeyi gösterdi.”

Ona büyük büyük mucizeler, büyük büyük âyetler gösterdi Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ. Yani ona Allah’ın yüce âyetlerini gösterdi.

Öyleyse bizler de gittiğimiz insanlara Allah’ın âyetlerini götüreceğiz, onlara Allah’ın ayetlerini göstereceğiz, Allah’ın âyetlerini okuyacağız. Yani biz de gideceğiz Firavunlara, biz de gideceğiz çağdaş Firavunlara, Firavun gibilere, ama Allah’ın âyetleriyle gideceğiz. Biz kimiz ki kibirleniyoruz! Kendimizi bir şey mi zannediyoruz ki gitmiyo-ruz? Biz de gideceğiz. Gittiklerimize âyetlerle gideceğiz. Elimizde Kur’an’la gideceğiz. Ve onlara gel Rabbine! diyeceğiz. Allah’ın kitabına gel! Rabbinin dinine gel! Rabbine kulluğa gel! diyeceğiz. Bize gel! Bizim yolumuza, bizim metodumuza, bizim hizbimize, bizim cemaatimize değil, gel Rabbine! diyeceğiz. Gel İslâm’a! diyeceğiz.

Zira bizimki temel değildir. Bizimki asıl değildir. Asıl olan, temel olan, mutlak doğru olan Allah’ınkidir. Zira Allah bizim metodumuzun dışında da farklı yollar tarif ediyor. Öyleyse kesinlikle insanlara kendi fikirlerimizle, kendi düşüncelerimizle, kendi projelerimizle, kendi tüzüklerimizle, kendi programlarımızla gitmeyeceğiz. İnsanları kendimize, cemaatimize, partimize, grubumuza, kliğimize çağırmayacağız. Allah’ın âyetlerini göstereceğiz. Beş âyetlik bir mûcize, üç âyetlik bir mûcize göstereceğiz onlara. İşte Allah budur diyeceğiz. İşte bunlar Allah âyetleridir diyeceğiz. İşte Allah bundan yanadır, işte Allah böyle bir hayattan yanadır, işte Allah böyle bir kulluktan, böyle bir tezkiyeden yanadır diyeceğiz.

Keşke Müslümanlar bunu bir anlayabilseler. Keşke din tebliğ ediyoruz, insanlara din duyuruyoruz diyenler gittikleri kimselere âyetlerle gitmeyi bir becerebilseler, kesin inanıyorum ki işleri kolaylaşacak, kolay olacak. Allah yardım edecek, Allah desteğini bizimle beraber kılacak, karşımızdakine tesir halk edecek. Allah için buna çok dik-kat edelim. Gidilen yer neresi olursa olsun, kim olursa olsun âyetlerle gidilecek. Makamla değil, parayla değil, mevki ile değil, saltanatla, statüyle, güzel konuşma hastalığıyla değil, örnekleme, renklendirmeyle değil, âyetlerle gideceğiz. Gidilen Firavun da olsa şunu kesinlikle bileceğiz ki Allah da orada bizi dinlemektedir.

Yani oraya hakimdir Allah. Konuya hakimdir Allah. Allah, sadece elçi gönderen bir kral konumunda değildir. Kral elçiyi gönderir ve biter işi. Elçiyi gönderdiği ortama müdahale imkânı yoktur. Gönderdiği elçide ne kadar güç, ne kadar kabiliyet varsa, ne kadar güzel konuşup ikna etme kabiliyeti varsa her şey o elçide düğümlenir. Söz sahibi odur. Kralın çok uzaktan o ortama müdahale etme imkânı, elçisine yardımcı olma imkânı yoktur.

Ama Allah öyle değildir. Eğer biz Allah adına, Allah elçisi olarak, Allah dinini, Allah âyetlerini Allah kullarından birine duyurmaya gidersek bilelim ki gittiğimiz yerde Allah bizimle beraberdir. Orada konuşturacak olan, aklımıza getirecek olan, içimize inşirah verecek olan, karşımızdakinin kafasını dağıttıracak olan, gönlünü açacak olan, tesir halk edecek olan yine Allah’tır. Allah için konuştuğumuz zaman, Allah’ın âyetleriyle bir yerlere gittiğimiz zaman bunu çok hoş görüyoruz. Hiç aklımıza gelmeyen yolları, yüzyıl düşünsek hiç aklımıza gelmeyen örnekleri, hiç bilmediğimiz şekilleri bulduruyor Allah. Düzgünce meramımızı ortaya koyma imkânı lütfediyor. Yani hiç aklımıza gel-meyen delilleri aklımıza getiriveriyor o anda. Allah için gidersek, Allah’ın âyetleriyle gidersek olacaktır bu.
 
Naziat suresi ayet 21
fakat o Musa'yı yalanladı, karşı geldi."

Böylece yalanlama ve karşı gelme eylemi ile görüşme ve mesajı iletme sahnesi kısa ve özlü bir şekilde sona erdi.
Firavun Hz. Musa'ya tavır koymakta ve büyü ile gerçek arasında bir mücadeleye girişmeleri için büyücüleri toplamakla uğraşmaktadır. Çünkü burada o Hakka ve doğru yola teslim olmayı kendine yedirememektedir.

Naziat suresi ayet 22
"Sonra sırtını döndü, çalışmaya koyuldu.

Surenin akışı içinde bu azgın ve inkarcı adamın sözü hemen verilmektedir. Çalışması, büyücüleri toplaması ve bunların detaylarına ilişkin çabası kısaca geçilmektedir. Dönüp gitmiş, tuzağa ve çalışmaya koyulmuştur. Sihirbazları ve kitleleri toplamış, ardından gurur ve cahillik dolu, azgınlık ve taşkınlıkla yoğrulmuş sözünü söyleyivermiştir:

Naziat suresi ayet 23
Adamlarını toplayıp seslendi:

Naziat suresi ayet 24
"Ben sizin en yüce Rabbinizim."

Bu azgın iktidar sahibi, halkının cahilliğinden, kendisine boyun eğişinden ve bağlanışından destek olarak bu sözü söyleyebilmiştir. Zalim iktidar sahiplerini, kitlelerin cahilliği, zilleti, itaati ve bağlılığı kadar hiçbir şey aldatamaz. Aslında bunlar bir kişiden başka birşey değildir. Gerçekte ne bir güçleri, ne de bir otoriteleri vardır. Ancak cahil ve itaatkâr kitleler eğilirse onlar da sırtlarına binerler. Onlar boyunlarını uzatır zalimler de onların yularından tutarlar. Kitleler başlarını eğer, tağutlar da onların üzerlerine çıkarlar. izzet ve onura ilişkin haklarından vazgeçerler. Sonuçta bu azınlığı azdırırlar.

Kitleler bunu bir taraftan aldandıkları için bir taraftan da korktukları için böyle yaparlar. Bu korku ise kuruntudan başka kaynağı olmayan bir korkudur. Sadece bir tek şahıstan ibaret olan zalim iktidar sahibinin binlerce, milyonlarca insandan daha güçlü olması mümkün değildir. Yeter ki bu binler ve milyonlar, insanlıklarının, onurlarının, şereflerinin ve özgürlüklerinin bilincinde olsunlar. Aslında bu binlerin içindeki tek bir fert, kuvvet açısından azgın iktidar sahibine denktir. Fakat zalim iktidar sahibi onu aldatır. Kendisine sahip olduğu imajını verir. Onurlu bir toplulukta herhangi bir ferdin azgınlaşması mümkün değildir. Rabbini tanıyan, O'na iman eden, bilinçli, iyi bir topluluğun içinde bir ferdin zorbalık yapması asla mümkün değildir. Ayrıca kendilerine zarar verme ve yol gösterme imkanına sahip olmayan, Allah'ın yarattıklarından birine kulluk yapmayı reddeden bir topluluk içinde bir kişinin azgınlaşması mümkün değildir.

Firavun, toplumunun cahilliğinden, zilletinden, kalplerinin imandan uzaklaşmasından cesaret alarak bu çirkinliğin ve kafirliğin sembolü olan sözü söyleme cesaretini bulmuştur. "Ben sizin en yüce Rabbinizim." O, hiçbir şeye gücü yetmiyen zayıf bir yaratık olduğunu bilen, küçücük bir sineğin aldığına bile engel olamıyacağını gören, inanmış, bilinçli ve onurlu bir toplum karşısında olsaydı asla böyle diyemezdi.

Bu hayasızca büyüklük taslama ve küstahca azgınlaşmadan sonra karşı konulmaz kuvvet harekete geçmiştir.
 
Naziat suresi ayet 25
"Allah bunun üzerine onu dünya ve ahiret azabına uğrattı."

Burada ahiret cezası dünya cezasından önce yer almaktadır. Zira ahiretin cezası daha şiddetli ve daha süreklidir. Azgın iktidar sahiplerini ve isyan edenleri bütün şiddeti ve sonsuzluğu ile yakalayacak olan gerçek ceza budur çünkü. Ayrıca burada surenin akışı içinde en uygun gelecek ceza da budur. Çünkü burada surenin kendisinden söz ettiği ve ana konusu haline getirdiği mesele ahirettir. Ayrıca ahiret cezası manevi yönden ana konu ve temel gerçekle uyum sağlamasının yanında söz dizimi açısından kafiyedeki musiki tonuna da en uygun düşen ifadedir.

Dünyanın cezası da şiddetli ve acımasız olmuştur. Ondan daha şiddetli ve daha katı olan ahiretin cezası nasıl olurdu acabâ? Firavun atalarından gelen köklü bir şerefe, güç ve otoriteye sahipti ve o buna rağmen böyle cezalandırılmıştı. Öyle ise mesajı yalanlayan diğerlerinin hali nice olacaktı. islamın mesajına karşı duran bu müşriklerin durumu ne olacaktı?
 
Naziat suresi ayet 26
"Doğrusu bunda Allah'tan korkan kimseye ders vardır."

Rabbini tanıyan ve O'ndan korkan müminler, Firavun olayında anlatılmak istenen ibretleri kavrayabilir. Kalbi takva ile tanışmayan insana gelince onunla ibret arasında bir engel vardır. Onunla öğüt arasında bir perde vardır. Bu hali akıbetiyle yüzyüze gelene kadar devam eder. Allah onu hem ahirèt, hem dünya cezasına çarptırıncaya kadar sürer. Herkesin kolaylaştırılmış bir yolu, kolaylaştırılmış bir akıbeti vardır. İbret almak ise Allah'tan korkanlara mahsustur.

Kendi güçlerine güvenerek azgınlaşan bu zalimlerin akıbetlerine ilişkin açıklamadan sonra tıpkı onlar gibi kendi güçleri ile böbürlenen müşriklere dönmektedir. Onları büyük yaratılış mucizeleri ile karşı karşıya getiriyor. Evrende yer alan bu olağanüstü manzaralar insanların gücü ile kıyaslandığında gerçekten insan gücünün bir hiç olduğu ortaya çıkmaktadır.
 
Müddessir suresi ayet 8.
Öldükten sonra dirilme ve haşr için Sûr'a üfürüldüğünde...

Yüce Allah, işin korkunçluğunu ve şiddetini açıklamak için, üfürmeyi "nakr", Sûr'u da "nâkûr" ile ifade etti. Çünkü Arap dilinde nakr, "ses" mânâsına gelir. Ses şiddetlendiğinde korkutucu olur. Yüce Allah sanki şöyle der: Onların eziyetlerine sabret. Önlerinde, yaptıkları eziyetin akibetini, görecekleri senin de sabrının karşılığını alacağın korkunç bir gün vardır. Bunun içindir ki Yüce Allah daha sonra şöyle buyurdu:

Müddessir suresi ayet 9.
O gün şiddetli ve korkunç bir gündür.

O gün korku artar ve bu iş onlara zor olur. O günün korkunçluğu ve kötülüğünün şiddetinin aşırı olduğunu bildirmek için, uzağı gösteren djj* ism-i işareti kullanılmıştır.

Müddessir suresi ayet 10.
O gün kâfirler için zor bir gündür, kolay değildir.

Çünkü onlar zorlu bir hesaba çekilecekler, yüzleri kararacak, gözleri korkudan gömgök oldukları halde hasredilecekler ve herkesin önünde rezil olacaklardır. Sâvî der ki: Bu âyet gösteriyor ki, o gün, mü'minler için kolaydır. Çünkü Yüce Allah, onun zorluğunun kâfirlere ait olduğu kaydını koydu. Bu âyette kâfirler için daha fazla tehdit ve gazap; mü'minler için de müjde ve teselli vardı
 
Leyl suresi ayet 1.
“Kararıp ortalığı bürüdüğü zaman geceye andol sun.”

Kapladığı zaman geceye yemin olsun ki. Bürüyüp örttüğü zaman geceye yemin olsun ki. Demek ki gece bir şeyleri örtecek, bir şeyleri kapatacak. Eşyayı, varlıkları, düşünceyi, ışığı, zevki, eğlenceyi, her şeyi örttüğü zaman geceye yemin olsun ki.



Leyl suresi ayet 2.
“Açılıp aydınlattığı zaman gündüze andolsun,”

Açtığı zaman, açımlandığı, açılıp, aydınlattığı, açığa çıkardığı zaman da gündüze yemin olsun ki. Güneşi ortaya çıkarttığı zaman gündüze yemin olsun ki. Ya da gecenin örttüğü varlıkları, eşyayı cilâlayıp açığa çıkardığı zaman, her şeyi görünür hale getirdiği zaman da gündüze yemin olsun ki.

Öyleyse gece ve gündüz Allah’ın iki ayrı âyetidir. Sadece Allah’ın egemen olduğu, sadece üzerlerinde Allah’ın sözünün geçtiği, başka hiç kimsenin sözünün geçmediği iki âyet. Egemenlik bizdedir, hâkimiyet bizdedir diyen yeryüzü tanrılarının, yeryüzünün yapay tanrı ve sahte tanrıçalarının zerre kadar söz geçiremeyecekleri iki âyet… Bu kelimelerle esrar dolu, bilinmez kâinâtı tanıtıyor Rabbimiz. “Ey kul-larım, sizin hiç müdahale edip değiştiremediğiniz, gece ve gündüz be-nim âyetlerimdir. Onlar sadece bana teslim olup, bana boyun bükmüşlerdir. Gece ve gündüzü peş peşe getiren Allah’tır. Geceye ve gündüze ferman eden, bu kâinât çarkını hiç durmadan çeviren, döndüren O’dur.”

Gece ve gündüz… Bu ikisinin bizim hayatımızda fonksiyonu çok büyüktür. Birinde mesaj alınacak, diğerinde bu mesaj uygulanacak. Gece Allah’la istişare edilecek, gündüz de bunun kavgası verilecek. Gece Kur’an okunacak, Allah’tan mesaj alınacak, plan, program yapılacak, gündüz de bu program aynen icra edilecek. Bugün de öyledir. İnsanlar bugün de okuyorlar, bugün de mesaj alıyorlar, ama mesaj alınan Rabler farklıdır. Bugün de insanlar gece mesaj alıyorlar ama alınan mesaj kaynakları farklıdır. Allah’ın Kitabından değil de filan ya da falan kaynaktan, TV'den mesaj alıyorlar ve gündüz vakti bu kaynaklardan aldıkları mesaja uygun bir hayat yaşamaya, onların kavgasını vermeye çalışıyorlar.

Dikkat ederseniz önce geceden bahsetti Allah, sonra gündüzü hatırlattı. Önce geceye yemin etti, sonra da gündüze yemin etti. Yani geceden sonra gündüzün geldiğini, zulmetten sonra aydınlığın geldiğini anlattı. Zulmetten nûra, karanlıktan aydınlığa geçiş merhalesini anlattı. Bunun manası şudur: “Ey Müslümanlar! Küfrün, şirkin, inkârın ve ilhadın çevrenizi kaplayıp sizi boğacak hale gelişine sakın üzülmeyin, sakın ümitlerinizi yitirmeyin! Bilesiniz ki gündüzü getirerek geceyi yok eden Allah, gündüzle geceyi kovan Allah, İslâm’ın nûruyla elbette tüm âlemleri aydınlatacak, sizin çevrenizi de aydınlatacaktır. Gündüzle geceyi kovan Allah, buna güç yetiren Allah elbette sizi de çepeçevre kuşatan bu zulmetlerden, bu karanlıklardan, bu olumsuz şartlardan kurtaracak, sizin hayatınızda da zulmetleri kovup güneşler doğduracaktır. Bu konuda en ufak bir şüpheniz olmasın!”

Sûre, o günün bunalmış Müslümanlarına, zulmetler içinde kıv-ranan, işkence ve sıkıntılar altında inleyen mustaz’af’ları bu müjdeyi getiriyordu. İşte sûreyle gelen bu müjde, kâfirlerin ağır zulüm ve işkenceleri altında bunalmış mü’minleri harekete geçiriyordu. Onlar bu müjdelerle İslâm’a daha bir ciddi sarıldılar. İnşallah bugün bu âyetlerle tanışan, bu âyetlerin mesajını kavrayan Müslümanlarda da aynı du-rum gerçekleşecektir. Günümüz Müslümanları da içinde bulunduğu durum ne olursa olsun, şartlar ne kadar kötü olursa olsun, karanlıklar ne kadar yoğun olursa olsun, çevrelerinde ne kadar zâlim ve despot bulunursa bulunsun, inkâr ve ilhad ne kadar yükselirse yükselsin Allah’ın izniyle bir gün bu gecenin kovulup gündüzün geleceğini, Allah’ın nurunun tamamlanacağını göreceklerdir.

Bir gün mutlaka hak güneşi doğacak, hak tecelli edecek, hakkın hâkimiyeti gerçekleşecek ve karanlıklar yok olup gidecektir. Ama unutmayalım ki karanlığın kaybolması yavaş yavaş olur. Resulullah’ın hayatında da aynen böyle olmuştu. Önce Hatice’de, sonra Ebu Bekir’de, sonra Ali’de, sonra Bilal’da, sonra Zeyd’de, sonra Habbab’da karanlıklar kaybolup aydınlıklar belirdi. Önce birer birer oldu. Bir mahalle, bir mahalle daha derken, sonra öyle bir zaman geldi ki tüm şehrin duvarları yıkılıverdi de herkes aydınlanıverdi. Aydınlığın gelmesine engel olan tüm duvarlar, tüm engeller, tüm tâğutlar, tüm putlar yıkılıverdi. Sonra tüm Bizans, tüm İran, tüm Roma yıkılıverdi.
 
Leyl suresi ayet 3
“Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun ki,”

Bir de erkeği ve kadını yaratana yemin olsun ki. Erkeği ve ka-dını yaratana ya da yaratışına yemin olsun ki. Erkeğin ve kadının yaratılışına yemin olsun ki. Kendine has özellikleriyle, vücut hatları ve ayrı karakterleriyle erkeği ve kadını yaratışına yemin olsun ki.

Rabbimiz burada kendi yaratıcılığına, kendi hikmet ve kudretine yemin ediyor. O insanı hiçbir örneği olmadan yaratmış ve terkibini tamamlamıştır. Düşünün, akıldan, fikirden, iradeden, bilgiden mahrum iki damla suyun erkek ve kadın olması gerçekten akıllara durgunluk veren bir şey. Kimse inanmaz buna. Ana rahme atılan bir damla sudan erkek ya da dişi olarak bir insan meydana geliyor. Ana maddeleri olan nutfe aynı olduğu halde bu bir damla sudan erkek ve dişi yaratılıyor. Şuraya bir damla su koysalar ve deseler ki işte bunun için-den eli ayağı, gözü kulağı, eti derisi, kemiği olan, konuşan, gülen, ağ-layan, hisseden, îman eden, küfreden, erkek olan, kadın olan bir insan çıkacak. Hiç kimse buna inanamaz. Yahu iyi de bunun eti nerede? Kemiği nerede? Kasları nerede? Gözü, kulağı nerede? Aklı, şuuru nerede? Erkekliği, kadınlığı nerede? diyerek şaşkınlığını ortaya koymaktan kendini alamaz.
Ama dost da düşman da, mü’min de kâfir de biliyor ki Allah bu insanı işte bu bir damla sudan meydana getiriyor. Bu bir damla suya erkek ol! Ya da kadın ol! diyor ve sonunda Rabbimizin fermanıyla biri-si erkek, diğeri de kadın oluyor. Bunu Allah’tan başka kimse yapa-maz. Erkek nasıl erkek oluyor? Kadın nasıl kadın oluyor? Bu dengeyi kim ayarlıyor? Bize kalsaydı bu dengeyi çoktan bozardık biz. İstatistik yapılmış, savaşsız toplumlarda daha çok kadın doğuyormuş, savaş yıllarında da ziyadesiyle erkek doğuyormuş. Elbette ayarlayan ayarlı-yor bunu, kimsenin müdahale imkânı olmayan bir konu. Tüm doğumların yüzde kırkı erkek olsun, yüzde kırkı kadın olsun, yüzde yirmisi de karışık olsun demeye kimsenin hakkı yoktur. Allah hikmeti gereği dilediği gibi ayarlıyor bunu. Meninin içine bu sistemi koyan Allah, dilediğini erkek, dilediğini de kadın yapıyor. Ne yaptığını, ne yapacağını bilen Rabbimiz bu dengeyi çok güzel kuruyor. Öyle değil mi? Eğer yeryüzünde sadece erkek veya sadece kadın olsaydı o zaman insan türünün kökü kesilirdi.
 
Leyl suresi ayet 4.
“Doğrusu sizin sa’yiniz, çalışmalarınız çeşitlidir.”

İşte yeminlerin cevabı budur. İşte bunu söylemek için, insanların dikkatlerini bu konuya çekmek için yeminler etti Rabbimiz. Geceye, gündüze, erkeğin ve dişinin yaratılışına yemin ettikten sonra buyurdu ki: “Ey insanlar doğrusu sizin sa’ylerinizde çeşitlilik vardır. Şüphesiz ki sizin sa’yiniz, sizin çalışmalarınız, sizin mesaileriniz, sizin ni-yetleriniz, hedefleriniz, uğraşlarınız, işiniz, aşınız, amelleriniz, gidişiniz, gelişiniz, hayat anlayışınız, planınız, programınız çeşit çeşittir, farklı farklıdır.”

Sizin çalışmalarınızda farklılık var, çeşitlilik var. Zira insanda irade vardır. Allah insanı diğer varlıklardan farklı olarak doğuştan iradesi altında yaratmıştır. Melekler, ay, güneş, yıldızlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar hep düzenlidir. Bunların hayatlarında biteviyelik vardır, yeknesaklık vardır. Çünkü bunlarda irade yoktur. Bu varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu doğuştan Allah’ın elindedir. Bütün bu varlıklar insandan çok daha güçlü, çok daha büyüktürler ama iradeleri olmadığı için Rablerine itiraz edemezler, yaratıcılarına yan çizemezler, yaratılış gâyelerinin dışına çıkamazlar. Zoraki Allah’a kulluk yapmaktadırlar. Ama insan öyle değildir. İradesi gereği onda yeknesaklık değil çeşitlilik vardır.

Çeşit çeşittir insanlar. Kimisi iyidir, kimisi kötüdür. Kimisi mü’-mindir, kimisi kâfirdir. Kimisi uyur, kimisi savaşır. Kimisi tesettürlüdür, kimisi açıktır. Kimisi zulmeder, kimisi zulmü yok etmek için çırpınır. Kimisi âlimdir, kimisi ilme düşmandır. Kimisi mü'mindir, kimisi kâfirdir. Kimisi müşriktir, kimisi münâfıktır, kimisi müraidir. Kimisi cesurdur, ki-misi korkaktır. İşleriniz, amelleriniz, durumlarınız, say’leriniz çeşit çeşittir sizin.

Kiminiz şaraptan hoşlanır, kiminiz kadından. Kiminiz mevkiden hoşlanır, kiminiz makamdan. Kiminiz futbol maçından, basından, yayından, televizyondan hoşlanır. Kiminiz elbiseden, giyimden, kuşamdan, gezmeden, tozmadan, yeme-içmeden hoşlanır. Kiminiz protokol-den, protokolle düşüp kalkmaktan zevk alır. Kiminiz görülmekten, gösterilmekten, haberdar olmaktan, haberdar edilmekten zevk alır. Kiminiz meyhaneden, kumarhaneden, fâiz haneden hoşlanır. Kiminiz mescitlerden, âyetten, hadisten hoşlanır. Kiminiz sarıktan, cübbeden hoşlanır, kiminiz hüküm verdiğinde âdil davranmaktan, çoluk-çocuğu-nu cennete hazırlamaktan, Allah adına birileriyle beraber olmaktan, Allah adına birilerine din ulaştırmaktan hoşlanır.

Hâsılı sa’yiniz farklıdır sizin. Sa’y deyince elbette Hacer annemizi ve onun sa’yini hatırlamak zorundayız. Safa’yı, Merve’yi, Zemzem’i hatırlamak zorundayız. Öyleyse sizin sa’yleriniz farklıdır. Yani sizlerin Safa ve Merve’leriniz farklıdır. Sa’y farklı olunca elbette Safa ve Merve’ler de farklı olacaktır. Safa ve Merve’ler farklı olunca da bu say’lerin sonunda elde edilecek Zemzemler farklı olacaktır. Kim nerede sa’y ediyorsa, ne adına sa’y ediyorsa sonunda bulacağı zemzemi de o olur. Meselâ iki banka arasında sa’y eden kişinin veya eviyle banka arasında sa’y eden, yani evi Safa, bankayı da Merve bilen kişinin sonunda bulacağı Zemzem fâizdir, bellidir.

Veya meselâ tekele sa’y eden kişinin sonunda bulacağı zemzem de bellidir, içkidir, şaraptır. Paris’ten Safa ve Merve edinen, oraya sa’y eden, gidip gelen kişinin sonunda bulacağı zemzemi de parfümdür, modadır, Madonna’dır, Maradona’dır. Veya carkını curkunu kurmuş, sadece eviyle dükkanı arasında sa’y eden ve bunun dışında hiçbir derdi, hiçbir hedefi olmayan bir kişinin de sonunda bulacağı zemzem paradır, puldur, Marktır, Dolardır, attır, arabadır, fiyattır.

Safa’nız ve Merve’niz neresiyse, sa’yiniz neye ise elbette onun karşılığını göreceksiniz. Onun içindir ki sizin sa’yiniz çeşit çeşittir. Kim nereyi sevmişse, kim nerede sa’y ediyorsa, ne adına koşturuyorsa, kafasındaki hedefi neyse zemzemi oradan içecektir. Hani bir adamın oğlu babasını kandırıp camiye kadar götürmüş de, tam caminin kapısına geldiklerinde işin farkına varan adam oğluna öyle diyormuş: “Evlât ne olursun bu yaştan sonra bana bu işi yaptırma! Bu yaştan sonra beni camiye sokma!” Demek ki cami, adamın sa’yinin bittiği yermiş.

Peki acaba bizim sa’yimiz neresi? Sizin sa’yiniz neresi? Ya da bu sa’ylerinizin Safa’sını Merve’sini kim belirliyor? Safa’nızı Merve’nizi kim belirliyor? Safa’larınızı Merve’lerinizi din mi belirliyor? Allah ve Resûlü mü belirliyor? Yoksa kendiniz mi belirliyorsunuz? Yani ne yapacağınızı, re alacağınızı, ne satacağınızı, hangi mesleği seçeceğinizi, nerelere gideceğinizi, nerelere geleceğinizi, nerelerde duracağınızı, nerelerde yürüyeceğinizi kim belirliyor? Yaptıklarınızın ve yapmadıklarınızın yaptırıcısı ve yaptırmayıcısı kim? Hayatınızı, niyetlerinizi, hedeflerinizi, programlarınızı belirleyen kim? Çünkü işte Allah buyuruyor ki, pek çok sa’y çeşidi vardır. Buna göre sizin sa’yleriniz, sizin gi-dip gelmeleriniz, koşturmalarınız hangisinden? Unutmayın ki yarın in-sanlar bu sa’ylerine göre değerlendirilmeye tabi tutulacaklardır. Bakın Tâ-Hâ sûresinde Rabbimiz o hususu şöyle anlatır:

“Rablerine suçlu olarak gelen bilsin ki, cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne yaşar. Rablerine inanmış ve yararlı iş yaparak gelenlere, işte onlara, en üstün dereceler, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları Adn cennetleri vardır. Bu, arınanların mükafatıdır.”
(Tâ-Hâ, 74,76)

Yine bakın Câsiye sûresinde de şöyle buyurulur:

“Yoksa, kötülük işleyen kimseler, ölümlerinde ve diriliklerinde kendilerini, inanıp yararlı iş işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!”
(Câsiye 21)

Seyyiate bulaşan, kötü yolda sa’y eden, durmadan kötülük iş-leyen kimseleri Allah’ın istediği biçimde îman eden ve bu îmanlarını yaşamanın kavgasını veren, Allah’ın istediği biçimde sa’y eden, Safa-sını Merve’sini Kitapla belirleyen, yani îmanlarını hayata aktarabilme adına salih ameller işleyen kimselerle bir mi tutacağız? Bunların hem hayatları, hem de ölümleri müsavi olacak öyle mi? Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi zannediyor bu insanlar? Ne kadar da kötü hükmediyor bu insanlar?

Yani şimdi biz Allah adına ve Allah’ın belirlediği yasalar istika-metinde sa’y eden Müslümanları, sa’ylerini, hayat programlarını kendileri belirlemeye kalkışan kâfirlerle denk mi tutacağız? Müslümanları mücrimler gibi mi kabul edeceğiz? Mümkün mü bu? Deli misiniz siz? Aklınız ermez mi sizin? Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın peygamberine îman eden, Kitap ve Peygamberle birlikte olan, hayatını Kitap ve Peygamberle düzenleyen kimseyle Kitaba ve Peygambere sihir diyen, sihirbaz diyen birini denk tutacağız ha? Allah’ın kitabıyla yol bulan kimseyle kitabı reddedip kendi kendine yol bulmaya çalışan kimseyi bir tutacağız ha? Allah’a müracaat ederek yaşayan kimseyle Al-lah’ı reddedip nefsine, şeytanlara, hevâsına, toplumuna, tâğutlara, modaya, âdetlere ve tüm yeryüzü tanrılarına uymaya çalışan kişiyi bir kabul edeceğiz ha? Olacak şey mi bu? Ne kötü hükmediyor bu insanlar? Hayır hayır! Biz Müslüman’la kâfiri asla denk tutmayacağız. Müs-lümanın sa’yi ile kâfirin sa’yini asla bir kabul etmeyeceğiz. İkisinin sa’-yinin neticelerini asla bir yapmayacağız. Ne hayatında, ne de ölümün-de bu ikisi birbirine denk tutulmayacaktır.

Müslüman olan, teslim olan, iradesini Allah’a teslim eden, oylamasını Allah’tan yana kullanan, Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul eden, Allah’ın kendisi adına yeryüzünde aldığı kulluk maddelerini uygulamaya çalışan kimse, sa’yini, hayat programını, Safa’sını Merve’sini Allah’ın belirlediği kişidir. Kâfir de sa’yini, hayat programını, Safa’sını, Merve’sini kendisi belirleyen ve Allah’ın hayat programını reddeden kimsedir. Şimdi böyle bir Müslüman’la suçlu olan, kötülük işleyen, kötülük peşinde koşan, reddeden, baş kaldıran, isyan eden, itiraz eden, kabule yanaşmayan birini kesinlikle bir tutmayacağız, diyor Rabbimiz.

Bundan sonra Rabbimiz işte bu çeşitlilik arzeden, farklılık arz eden insanları ikiye ayıracak. İki insan tipi anlatacak. Üç sıfat, üç özellik sayacak ve bu üç özellik sahiplerinin kolaya kolaylanacağını, cennete kolaylanacağını anlatacak. Sonra bir üç özellik daha sayacak ve bu özellik sahiplerinin de zora kolaylanacağını, yani cehenneme kolaylanacağını anlatacak.
 
Leyl suresi ayet 5
"Artık kim verir ve sakınırsa"

"Artık kim verir ve sakınırsa" buyruğu hakkında İbn Mesud dedi ki: Bu buyrukla Ebu Bekir (r.a) kastedilmekledir. Genel olarak bütün müfessirler de böyle demişlerdir. Amir b. Abdullah b. ez-Zübeyr'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ebu Bekir müslüman olmaları karşılığında pekçok kocakarı ve kadın azad ederdi. Ebu Kuhafe ona şöyle dedi:

"Evladım, keşke (bunların yerine) güçlü, kuvvetli, seni koruyacak, seninle beraber direnip, yanında yer alacak, yiğit erkekler azad etseydin (daha iyi olmaz mıydı?)" Ebu Bekir dedi ki:

"Babacığım! Benim belirli bir maksadım vardır."

İbn Abbas'tan nakledildiğine göre; yüce Allah'ın: "Artık kim verir" buyruğu; karşılıksız olarak infak eder "ve sakınırsa" yüce Allah'ın yasak kıldığı şeylerden uzak kalırsa demektir
 
Leyl suresi ayet 6
Ve en güzel olanı (İslam inancını) tasdik ederse,

Âyette geçen ve "En güzel olan" diye tercüme edilen ifadesinden neyin kasdedildiği hakkında müfessirler farkİı izahlarda bulunmuşlardır.

Abdullah b. Abbas, İkrime ve Mücahid'den nakledilen bir görüşe göre "En güzel olan"dan maksat, "Harcananın yerine Allahm vereceği şey"dir. Buna göre âyetin manası şöyledir: "Kim, harcananın karşılığının verileceğine inanırsa."

Dehhak, Ebu Abdurrahman ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre "En güzel olan"dan maksat, "Lailahe İlallah" "AİIahtan başka ilah yoktur." ifadesidir.

Mücahid'den nakledilen başka bir görüşe göre "en güzel olan" ifadesin*den maksat, cennettir.

Katatle'den nakledilen diğer bir görüşe göre "En güzel olan" ifadesinden maksat, Aliahın vaadettiği güzel mükafaatlardır.

Taberi, bir önceki âyetin, infak edenleri zikretmesi dolayısıyla bu âyetinde "ALLAH yolunda infak edilen şeylerin karşılığının verileceğine inanma" şeklinde izah edilmesinin daha uygun olduğunu söylemiş ve birinci görüşü tercih etmiştir.

ALLAH yolunda infak edilen malın yerinin doldurulacağı hususunda Ebü Hureyre (r.a.) Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

"Kulların sabahladığı hiçbir gün yoktur ki onda iki melek inmiş olmasın. Onlardan biri: "Ey Ailahim, sen infak edenin verdiği şeyin yerini doldur." der. Diğeri ise "Ey ALLAHım sen, cimrinin malını telef et." der.

Bu âyet-i kerimenin Hz. Ebubekir (r.a.) hakkında nazil olduğu rivayet edilmektedir.
 
Leyl suresi ayet 7
Biz onu kolaya kolaylayacağız”

Dikkat ederseniz Rabbimiz bu bölümde üç özellik saydı. Kim verirse, ama muttaki olarak, Allah adına ve Allah’ın yol gösterdiği biçimde verirse, sonra da hüsnayı tasdik ederse, tasdik ettiği hüsnâ ha-tırına verirse işte biz onu kolaya kolaylayacağız buyurdu.

Öyleyse bir düşünün. Son bir ayda ne verdiniz? Bir düşünün. Veya bırakalım geçmişi, son bir hafta içinde, son bir gün içinde, meselâ bugün Allah için hüsnâ hatırına ne verdiniz? Hüsnâ hatırına nelerinizden vazgeçebildiniz? Nelerinizi fedâ edebildiniz? Bir düşünün.

Bakın Allah diyor ki, vereni kolaya kolaylayacağız. Bu vereni kolaya kolaylayacağız ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz:

1. Allah o kişinin yolunu kolaylaştıracaktır. Girdiği İslâm yolunu ona kolay getirecektir. Zaten kolay yol, insanın fıtratına uygun olan yoldur. Kolay yol, insanı da, o yolu da yaratan Allah’ın belirlediği yoldur. Kolay yol, yolun da, insanın da sahibinin razı olduğu yoldur. Bu yol asla insana zor gelmez. Çünkü insanın fıtratı bu yola hazırlanmış ve ayarlanmıştır. İşte zaten aslı kolay olan bu yolu kişiye kolaylaştıracaktır Rabbimiz. O kişinin hayatını kolaylaştıracaktır. Öyle bir hayat ki, kazanması kolay, harcaması kolay, namazı kolay, ikramı kolay, terbiyesi kolay. Tüm hayatı kolaylaşıverecek o kişinin. Hanımını kolayca terbiye edecek, hanımı ve çocukları kolayca kendisine itaat edecek, çocuklarını kolayca terbiye edip eğitecek, rız-kını kolayca kazanacak, namazını kolayca kılacak, orucunu kolayca tutacak, zekâtını kolayca verecek, problemlerini kolayca çözecek, ko-layca karar alacak, kolayca uygulayacak. Allah’ın rızasının nerede ol-duğunu kolayca bilecek ve hemen ona kolayca yöneliverecektir. Yani Allah onun girdiği bu İslâm yolunu, kulluk yolunu kolaylaştıracak, o yolda yürüyüşünü kolaylaştıracaktır. Hiç zorlanmadan Allah’a kulluğunu icraya onu muvaffak kılacaktır. Artık o kişiye namaz kılmak değil, namazını vaktinde kılamamak zor gelecektir. Malını temizlemek ve Rabbinin hatırını kazanmak üzere zekât vermek o kişiye o kadar kolay gelecek ki, veremediği zaman üzülecek, zor gelecek. Örtünmek çok kolay gelecektir. Allah tüm şartları onun için kolaylaştırıverecektir.

Sahip olduklarından veren, takvâya sarılan, güzelliği benim-seyen kişi ve toplumlar için hayat kolaylaştırılır; onların yüsre ulaşma-ları rahatlıkla sağlanır. Kur'an, bu konuyu ifâde ederken "yüsrün tey-sîri" deyimini kullanıyor ki bu yüsrü yüsr ile elde etmeyi sağlamak de-mektir. Kolayı sevip aramak yetmez, kolayı elde etme kolaylığını da yakalamak lâzımdır. İşte, Kur'an bu sırra dikkat çekiyor: Cimrilik yolu-nu seçen, insanlarla hiçbir madde ve gönül alışverişinde bulunmayan, güzelliği yalanlayıp gerçek güzele sırt çeviren kişi ve toplumlar ise zora, zorluğa sürülür. Kur'an burada "usrün teysîri" deyimini kullanıyor ki, zorluğu kolay zannettirmek demek olur. İnsanoğlu, kuruntu, gaflet ve yanlış bilgilerin tutsağı haline gelince, zoru kolay sanabilir ve hiç farkında olmadan başına binlerce sıkıntı ve problem sarabilir. Takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü'min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm'dır. Şeytan olumlu bir şeyi terk ettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/ nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve ispat etmiştir.
Günümüzde İslâm'ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zor-luk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşa-ması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istika-met işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor. Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık yolunu terk etmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İlâve veya eksiltmelerle değiştirilen, atma ve katma-larla dejenere ve tahrîf edilen bu din Allah'ın râzı olduğu, tamamlan-mış İslâm dini olmaktan çıktığı için kolaylık da kaybolur. Namaz kıl-mayan kimsenin, fahşâ ve münkerden uzaklaşması zordur. Oruç tut-mayanın sabırlı olması ve cihada hazırlanması kolay değildir; aynen zekât vermeyenin, infak etmesi ve fedâkârlık göstermesinin zor oldu-ğu gibi. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm'ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gı-dalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri ye-meyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za'fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik za'fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.

Allah'a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar için-de kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine şirin, din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters ni-ce zorlukları bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler... Hep gayri İslâmî yönelişlerin bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. İçki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık gibi sunabilir. Fâhişelik ve onlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay bir şey olmasa gerektir.
İslâmî hayatı ve hayatın İslâmîleştirilmesini aşırı idealize et-mek de dini zorlaştıran başka bir etkendir. Toplumun tümü veya ö-nemli bir bölümünün harekete geçmesiyle ya da bir kıyamla gerçekle-şebilecek şeylerin suçunu karşımızdaki müslüman bireylere atfetmek ve bunları şikâyet tarzında, sıkıntı ve görev kaçkınlığı olarak sunmak, mükemmeliyetçilik, hem hastalıklı bir tipi ortaya çıkarmakta ve hem de hastalıklı/ütopik/hayata uygulanamayan ideal bir din anlayışını do-ğurmakta ve dini yaşamanın imkânsızlığı vurgulanarak din zorlaştırıl-maktadır. Kendini dâvet ve tebliğ görevini yüklenmek zorunda hisse-den, samimi, ama "kolaylaştırın, zorlaştırmayın!" ilkesinden ve bunun nasıl pratize edileceğinden habersiz genç, aşırı idealize edilmiş, zor bir tablo ile, "cihad, İslâm devleti, tâğutlara savaş, zorluklara tâlip ol-mak..." kavramlarının öne çıktığı dini sunmakta, muhâtabını da suçla-makta ve ilk elde ve hemen çok şey beklemektedir. Bu tavır, bırakın "çok"u, "az"ın bile oluşmasına engel olmakta, hattâ bazen eldekinin bile gitmesini neticelendirmektedir.

Bu tavrın bir benzeri, bazı müslümanların bireysel İslâmî yaşa-yışı için de söz konusudur. Güçlü iman, sabır, ibâdetlere özen, ahlâkî tutarlık, insanî ilişkilerde düzey gibi hususlarda yeterli olmadığı ve mânevî/psikolojik altyapı eksikliği ve bazen hastalıklı ve zigzaglarla dolu tavırlarına rağmen, dozu yüksek tutulmuş nâfile ibâdetler, fazla infak, fedâkârlık ve aşırı faâliyet içinde ezilebiliyor, ifrattan tefrîte yu-varlanabiliyor. Belirli bir zaman sonra da, bir müslümanın asgarî gö-revlerini bile terk eden çizgiye gelebiliyor. Hâfızlığa zorlanıp, insanî ve İslâmî olmayan usûllerle zorla hâfız yapılan nice gencin, hayatı bo-yunca Kur'an'dan ve dâvâdan uzak yaşaması gibi durumlar hep dinin zorlaştırılması ve idealize edilmesiyle ilgili problemlerdir.

İslâmî faâliyet ve hizmetlerde dâvânın yükü ve sorumluluğu fe-dâkâr ve gayretli bir tek kişinin üzerine yüklenmekte, onlarca insanın yapacağını bu bir kişi aşırı zorluklarla yerine getirmektedir. Cemaatin diğer fertleri de sadece onu eleştirip onun moralini bozmaktadır. Bu-nun sonucu olarak üzerine aşırı yük yüklenen kişi maddî ve mânevî yönden yıpranmakta ve bir zaman sonra ister istemez bir köşeye çe-kilip pasifize olmakta, hattâ bazen dâvâdan, faâliyetten soğumaktadır.

Daha önce Beled sûresinde Rabbimiz, “Şu nankör insana bir bakın ki o Akabe’yi aşamadı. Akabe’nin hakkından gelemedi. O zor geçidi ikdiham edemedi” buyurarak kulluğun zorluğundan söz ediyordu ya, bakın burada işte böyle yaşayan insan için bu yolun artık çok kolaylaştığını anlatıyor.

Nahl sûresinde de bu husus şöyle anlatılıyordu:

“Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.”
(Nahl 97)

Meryem sûresinde de şöyle buyruluyor:

“İnanıp yararlı iş işleyenleri, Rahmân, sevgili kılacaktır.”
(Meryem 96)

Onlar hem dünyada hem de âhirette çok güzel ve kolay bir ha-yat yaşayacaklardır. Çünkü iyi insanları herkes sever. Hayatını Allah için yaşayan, Allah’ın istediği biçimde yaşayan bir insan herkes tarafından sevilip sayılır ve herkes tarafından takdir edilir. Şu anda bile bi-zim yerli kâfirlerin, şerli kimselerden korktukları için parayla alâkalı veya çok önemli makamlara böyle Müslümanları aradıklarını görüyoruz.

2. Bu kolaya kolaylamanın bir ikinci mânâsını da şöyle anlı-yoruz: Allah, onun için hesabı kolaylaştıracaktır. Hem dünyada, hem de ukbâda Allah onun hesabını kolaylaştıracaktır. Kim verirse, muttaki olursa, tevhidi kabullenirse, bu tevhid ve onun sonucu olan cenneti umarak verirse o kişinin hayatını cennete kolaylayacaktır Allah. Cennete gidiş yolunu ona kolaylaştıracak ve kolayca cennete gidecektir o kişi
 
Leyl suresi ayet 8
Fakat kim de cimrilik eder (Allaha) ihtiyacı yokmuş gibi davranırsa.

Bu âyeti Abdullah b. Abbas:
"Kim de elinde bulunanla cimrilik eder ve kendisini ihtiyaçsız hissedecek olursa veya kim ihtiyacından fazla oîan malı hakkında cimrilik eder ve Allaha ihtiyacı yokmuş gibi davranacak olursa yahut;
"Kim, Allah kendisini zengin kddığı halde zekatını vermeyerek cimrilik eder ve kendisini ihtiyaçsız hissedecek olursa." şekillerinde izah etmiştir.

Katade ise
"Kim Allanın hakkı hususunda cimrilik eder ve kendisini rabbine karşı ihtiyaçsız hissedecek olursa." şeklinde izah etmiştir
 
Leyl suresi ayet 9
Ve en güzel olanı (İslam akidesini) yalanlarsa,

Bir de burada kolaylaştırılan üsradan kasıt cehennemdir. Allah hüsnâyı, tevhidi, cenneti, Kur’an’ı, Sünneti yalanlayanları cehenneme kolaylaştıracaktır. Onların yollarını cehenneme, ateşe kolaylaştıracak, cehennem yollarını kolaylaştıracaktır. Cehenneme götürücü, şerre götürücü yollarını kolaylaştıracaktır Rabbimiz onların.

Hüsnâyı tasdik edeni kolaylıkla cennete götüreceğiz, cennet yolunu ona kolaylaştıracağız diyen Allah, aksini yapanları da cehenneme kolaylaştıracağını anlatıyor. Çünkü hüsnâyı tasdik edenin âkıbeti ona ulaşmaktır. Hüsnâyı reddeden kimsenin âkıbeti de ondan mahrumiyettir. Cenneti isteyen cennete, cehennemi isteyen de cehenneme ulaşacaktır. Hüsnâyı tasdik eden, elbette ona ulaşacaktır. Zira iyilik yapanların, güzellik yapanların sonunun iyilik ve güzellik ola-cağına inanmıştır bu insan. Bu îman çok önemlidir. Çünkü buna inan-mayan kişi, yani iyiliğin sonunun iyilik olacağına inanmayan kişi asla iyilik yapamaz. Âhirete îman etmeyen, yaptıklarının boşa gideceğini zanneden kişi için iyilik yapmak enayiliktir. Onun için iyilik yapmak boştur. Zira karşılığını göremeyeceği bir şeyi yapmak enayilikten başka bir şey değildir. Çünkü adam âhirete inanmamaktadır. Yaptıklarının karşılığını görmek ve hesabını ödemek üzere bir daha dirilişe, ö-lüm ötesi hayata inanmamaktadır. Verene yarın Allah’ın bolca vereceğine inanmamaktadır, salih amellerin boşa gideceğini zannetmektedir. Hüsnâyı yalanlamakta ve cennete inanmamaktadır.

Faziletin önü zor ve acı olsa da sonu saadettir. Rezaletin önü rahat ve tatlı olsa da, sonu perişanlık ve bedbahtlıktır. İşte buna inanan kişi Hüsnâya koşar, iyilik yapmaya gayret eder, Allah ta bu konuda ona yardım eder, kolaylık verir. Hüsnâyı gerçekleştirme yolunda ayak bağı olabilecek kadın, para, toplum, aile, nefis, mal, mülk gibi engellere karşı Allah ona güç, kuvvet verir.

Ama cimrilik yapan, Hüsnâyı reddeden, müstağnî davranan, kendi kendine yetebileceğini zanneden bugünün zengin tipleri, akıllıdırlar, ferasetlidirler. Güya iş bilirler, kafaları çalışır, fakülte bitirmişler. “Kazanırım!” diyor adam. “Kafamı çalıştırır kazanırım!” diyor. “Bu serveti aklımı kullandım, kafamı çalıştırdım da öyle elde ettim” diyor. Halbuki bu malı, bu serveti veren Allah’tır. Eğer onu kendi kazansaydı hiç ayrılmazdı ondan değil mi? Halbuki bakıyoruz, ya kendisi o malı terk edip gitmekte, ya da mal onu terk etmektedir. Böyle ikili bir oyun içindedir insan. Halbuki o malı da, onu elde etme gücünü de, zekâsını da veren Allah’tır.

İşte bu tipler Hüsnâyı yalanlarlar da onun için cimrilik yaparlar. Allah da onlara üsrayı kolaylaştırıverir. İsyanı kolaylaştırır, itaati zorlaştırıverir. İbadet edemezler, namaz kılamazlar, zekât veremezler, İslâm’ı yaşayamazlar, âhireti hesap edemezler. “Hele bir gelsin bakalım, o zaman düşünürüz” derler. Ama o gün geldi mi de, “Ne olur bizi geri çevir Allah’ım” derler. Tıpkı Ümeyye bin Halef gibi: “Gün günden beter, Müslüman olmanın zamanı değil, İslâm’a girmenin faydası yoktur” derler. “Bu devirde paranın açmayacağı kapı yoktur, devir para devridir, İslâm karın doyurmuyor” derler.
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks