Kurandan okuyalım

Tekvir suresi ayet 25
Kur'ân, İlâhî Rahmetten Kovulmuş Şeytanın Sözü Değildir

Kureyş Kabilesi'nden bazı câhil şaşkınların, garazkâr gafillerin, şeytanın zaman zaman Muhammed'e gelip fısıldadığını ve birtakım garip sözleri Onun kulağına attığını iddia ettikleri oluyordu. Oysa cin ve şeytanların oyuncağı haline gelen hiçbir kâhinden bu kadar ulvî, düşündürücü, yönlendirici ve aklı harekete geçirici bir söz işitilmemlşti. Bunun bir benzeri yoktu. Arap Yarımadasında hiçbir ünlü şâirin bir kâhinin peşine takılarak onun ağzından çıkan sözlerin tesiri altında kaldığı ve o sözlerinin erişilmez olduğunu kabul ettiği de görülmemiştir. Ama Hz. Muhammed'in (A.S.) mübarek dudaklarından inci misali dökülen Kur'ân âyetleri gönülleri bir anda fethediyor, en ünlü şâir ve edipleri şaşkına çevirip derin düşünmeye sevkediyor ve çok geçmeden kalplerini İslâm hidâyetine açma şuurunu veriyordu.

O bakımdan ilgili âyetle, müşriklerin böyle ölçüsüz, akıl ve mantık dışı iddia ve iftiraları reddediliyor ve Hz. Muhammed'e (A.S.) ilâhî vahyi getirenin en büyük ruh Melek Cebrail olduğu açıklanıyor.

Aynı zamanda yüce âleme sinsice yükselip meleklere verilen ilâhî haberleri dinlemeye çalışıp kulak hırsızlığı yaparlarken şihablar (meteoritler) le kovulan cin ve şeytanların ilâhî vahyi getirmeleri, yani buna aracı olmaları hiçbir zaman düşünülemez

Tekvir suresi ayet 26
Ohalde nereye gidiyorsunuz?

Cenâb-ı Hak, Kur'ân ve Peygamberle ilgili belgeleri, birtakım özellikleri açıklayıp akla ışık tuttuktan, vicdanlara seslendikten sonra, bunca gerçekler ortada dururken hâlâ inkârda ısrar edenlere soruyor: «O halde nereye gidiyorsunuz?!» Yani neden akıl nîmetini gerçeği bulmakta kullanmıyorsunuz? Size birçok hakikatleri getirip teblîğ eden son peygambere neden uymuyorsunuz? Yoksa aklınızı mı kaybettiniz? Vicdanlarınız büsbütün köreldi mi? Bu dâvada Hz. Muhammed'in (A.S.) kişisel bir çıkarı bulunduğunu söyleyebilir misiniz? Sizden bir ücret mi istiyor? İrili, ufaklı taştan yontulmuş bir sürü putlar mı, yoksa kâinatı yaratıp denge ve düzende tutan, yeryüzünü nimetlerle donatıp insanoğlunun hizmetine veren o eşi, dengi, benzeri olmayan ALLAH mı hayırlıdır? Sahte ilâhlarla mâbud-i hakikî arasında kıyas yapamıyacak, tercihinizi kullanamayacak kadar insanlığınızı mı kaybettiniz?! Bu yanlış ve tehlikeli yolda yürüyerek nereye varmak istiyorsunuz?
 
Tekvir suresi ayet 27
O (Kur'an) , alemler için yalnızca bir zikirdir;

Bu âyetle iki önemli husus üzerinde duruluyor: Birincisi, Kur'ân'ın bütün milletler için yönlendirici, eğitici öğüt özelliğini taşıması ve insanları yaratıp terbiye eden, kemale erdiren Rablerine irşad eden bir rehber olması; ikincisi, onun daha çok aklını kullanıp dosdoğru yolda istikamet üzere yürümek isteyenler için unutulmaması gereken bir eğitim müfredatı içermesidir.

O halde Kur'ân'dan feyiz almanın, taşıdığı rahmet boyasına boyanmanın yolu, akıl ve idrâki en iyi şekilde kullanmayı bilmek ve doğru olanı seçip bulmaktır. Aynı zamanda aklın önünde engel teşkil eden nefsanî duyguları tesirsiz hale getirip aklın ve imânın emrine vermek suretiyle beden şehrinde aklı vezîr, imânı hükümdar kılmaktır.


Tekvir suresi ayet 28
O, âlemler için, sizden doğru davranmayı arzu edenler için katıksız bir öğüttür.

İnsanla Kur'ân arasında belirgin bir çizgi vardır ki ona, «doğ-ruyolu bulma çizgisi» diyebiliriz. Kişi mevcut yeteneklerini ve yardımcı âmilleri harekete geçirerek o çizgiye geldiği takdirde Kur'an'dan nasîbini almaya başlar; gelmediği takdirde kendine haksızlık etmiş olur.

Bunun için Cenâb-ı Hak : «Sizden doğru davranmayı arzu edenler için bir öğüttür» buyurmakta ve bundaki hikmeti anlamamız için bize ışık. tutmaktadır
 
Tekvir suresi ayet 29
«Âlemlerin Rabbı olan ALLAH dilemedikçe siz dileyemezsiniz-

Bu âyetle çok ince ve o nisbette önemli ve hassas bir konuya işaret ediliyor. Âyetin zahirî anlatımından, «Cenâb-ı Hak bir şeyi dilemedikçe kimse onu dileyemez» veya «Cenâb-ı Hak dilemedikçe kimse bir şey dileyemez» veya «ALLAH kulu hakkında istikamet dilemedikçe kul müstakim olamaz» gibi mânalar anlaşılıyor. Ancak böyle bir mana ve yorum, kulun işlediği ve işlemediği her fiil ve işte mazur olduğu neticesini doğurur. İrade ve isteğiyle bir şey yapmadığı düşüncesine kapı açıp sorumluluğu kaldırır. Oysa küllî irâde ile cüz'î irâde arasındaki ilgi ve inceliği bildiğimiz takdirde böyle bir ı sonuç çıkarmamızın hiçbir zamanı isabetli olamayacağı rahatlıkla anlaşılır.

Şüphesiz Cenâb-ı Hak, kulları hakkında hep hayrı, iyiliği, doğruyu diler. Ancak bu dileme sadece kendi sınırı içinde kalır; yani bir şeyi dilemek başka, o şeyi işleyip yürütmek başkadır. Cenâb-ı Hak, sünnetullahı gereği, kulunda bir istek, arzu, heves, doğruyu seçme, hidâyete yönelme gayretini ve o gayretle belirlenmiş sınıra geldiğini görünce, -dilediği takdirde- o kulu hakkında hidâyetle tecellide bulunur. Böylece kulun dilemesi ALLAH'ın dilemesine bağlı kalmakla O'nun hidâyet ile tecellisine muhtaç bulunmaktadır

Tekvîr Sûresi'ne kıyamet olayının bazı safhaları açıklanarak başlandı, Kur'ân'ın istikamet üzere olan mü'minler için katıksız bir öğüt olduğu bildirilerek sûre noktalandı. ALLAH'a hamd, Resûlüllah'a (A.S.) salâtu selâmlar olsun.
 
İnşirah suresi ayet 1
Biz, göğsünü senin İçİn açıp genişletmedik mi?

"Şerhu's-sadr:
Göğsün (açılıp genişletilmesi)"; anılması demektir. Yani Biz, senin göğsünü İslâm'a açmadık mıi1

Ebû Salih, İbn Abhas'tan:
Senin kalbini yumuşatmadık mı? diye açıkladığı rivayet etmiştir. ed-Dahhak'ın rivayetine göre de İbn Abbas şöyle demiştir:
Ey ALLAH'ın Rasûlü göğüs hiç açılır mı? diye sordular. "Evet, hem de genişler" diye buyurmuştur,
Ey ALLAH'ın Rasûlü! Bunun bir alâmeti var mı diye sordular. Şöyle buyurdu:
"Evet, aldanış diyarından uzaklaşış, ebedilik diyarına dönüş, ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanış.

el-Hasen'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Biz, göğsünü senin için açıp genişletmedik mi?" Yani (göğsü açılıp) hüküm ve ilim ile dolduruldu.

Sahih'de, Enes b. Malik'ten, onun -kavminden bir kimse olan- Malik b. Sa'saa'dan rivayete güre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur;
"Ben Beyt'in yanında uyku ile uyanıklık arasında iken birisinin şöyle dediğim duydum:
Bu (bizim aradığımız) üç kişiden birisidir. Bana altından bir leğen getirildi. İçinde Zemzem suyu vardı. Göğsüm şuraya ve şuraya kadar açıldı."
Katade dedi ki:
Ne demek istiyor diye sordum. (Malik): Karnının aşağı tarafına kadar dedi. (Peygamber devamla) buyurdu ki: "Kalbim çıkarıldı, kalbim Zemzem suyu ile yıkandı, sonra tekrar yerine kondu. Sonra da iman ve hikmet ile dolduruldu." Hadiste ayrıca uzunca bir olay nakledilmiştir

Peygamber (sav)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Beraberinde su ve kar bulunan bir kuş suretinde iki melek bana geldi. Onlardan biri göğsümü açtı, diğeri ise gagasıyla açarak onu yıkadı."

Bir diğer hadiste şöyle denilmektedir; Bana bir melek geldi, kalbimin üzerini yardı, kalbimden bir parça çıkardı ve şöyle dedi:
"Senin kalbin ona konulanı oldukça iyice koruyan, güçlü bir kalptir. Gözlerin iyi gören basiretli gözlerdir. Kulakların iyi işitir. Sen Ailah'ın Rasûlü Muhammed'sin. Dilin doğru söyler, nefsin huzur ve sükun içerisindedir. Senin yaratılışın mükemmeldir ve sen dosdoğru bir kimsesin."

"Açıp genişletmedik mi?"
Genişlettik, anlamındadır. Bunun delili de bu buyruğa "ve... çok ağır gelen yükünü üzerinden indirmedik mi" buyruğunun ona atfedilmiş olmasıdır. Bu aynı manayı ihtiva eden bir atıf değil, tevili manaya yapılmış bir atıftır. Çünkü aynı manayı ihtiva edecek şekilde atfedilmek istenseydi: " Ve sana ağır gelen yükü indiriyoruz" demesi gerekirdi. O halde bu; "açıp, genişletmedik mi" buyruğunun "açıp genişlettik" anlamında olduğunun delilidir.
 
İnşirah suresi ayet 2
Ve yükünü indirip-atmadık mı?

İnşirah suresi ayet 3
Ki o, senin belini bükmüştü;

Müfessirlerden bazıları bundan şunu anlamışlardır: Cahiliyye döneminde, nübüvvetten önce bazı kusurlar olmuştu. Rasulullah (s.a) bunun için üzülüyordu. Onun üzerine bu ayet nazil olmuştur. Allah (c.c.) onu teselli etmiş ve önceki kusurlarının affedildiğini bildirmiştir. Ama bize göre bu çok yanlıştır. Çünkü "vizr" kelimesinin manası, mutlaka "günah" anlamına gelmez. Bu kelime ağır yük anlamında da kullanılır. Bu nedenle, hiçbir sebep yokken bu kelimeyi kötü manada alamayız. İkincisi, Rasulullah'ın (s.a) hayatı nübüvvetten önce de o kadar temizdi ki Kur'an onun hayatını örnek vererek muhaliflerine meydan okuyordu. Rasulullah'ın ağzından kafirleri muhatab alarak şöyle söylüyordu. "Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?" (Yunus 16) . Rasulullah gizli günah işleyecek yapıda değildi. Eğer o böyle yapsaydı, bu Allah'tan gizli kalmazdı. Eğer böyle olsaydı Allah (c.c.) bu şahsı, meydan okumak için örnek göstermezdi. Gerçek şudur: Bu ayetteki "vizr"in manası, "ağır yük"tür. Bundan kasıt da, üzüntü ve perişanlık gibi yüktür ki Rasulullah, kavmini cahiliyette gördüğü için hassas tabiatı gereği onun üzüntüsünü içinde hissediyordu. Çünkü Rasulullah, putlara tapıldığını görüyordu. Şirk ve hurafe her tarafa yayılmıştı. Ahlaksızlık ve fuhuş yaygınlık kazanmıştı. Toplumda zulüm, fesat ve haksızlık hüküm sürmekte, kuvvetliler zayıfları ezmekteydi. Kızlar diri diri gömülüyordu. Kabileler birbirine saldırıyordu. Kan davası asırlardır devam edegeliyordu. Kimsenin can, mal ve iffeti koruma altında değildi. Bu durumu gören Rasulullah çok üzülüyordu. Fesadı gidermek için hiçbir çare bulamıyordu. Bu düşüncede onun belini bükmekteydi. Allah (c.c.) ona peygamberlik vererek ve yol göstererek yükünü hafifletti. Rasulullah, nübüvvet verildikten hemen sonra ancak tevhid, ahiret ve risalete imanın insanın bütün fesatlarını giderebilecek ve hayatta, her yönüyle ıslah için yol açabilecek tek anahtar olduğunu anlamıştı. Bu hidayetle Allah, Rasulullah'ın zihnindeki yükü hafifletti. Rasulullah, Araplar dışındaki dünyanın da kötülük içinde olduğu o zamanlarda sadece Arapların değil, bütün insanlığın bu vasıtayla kötülükten kurtulacağına kesinlikle mutmain olmuştu.
 
İnşirah suresi ayet 4
“Senin adını, senin şanını yükseltmedik mi?”

“Peygamberim, senin zikrini, senin şanını yüceltmedik mi?” di-yor Rabbimiz. Bu âyet-i kerîmede Rasûlullah Efendimizin adının, namının, şanının yüceltilmesi anlatılıyor demişler. Rabbimiz efendimizin adını kendi adıyla birleştirmiştir.

Meselâ kelime-i şehadette ve kelime-i tevhidde Rasûlullah Efendimizin adı Rabbimizin adıyla birlikte zikredilmektedir. Rasûlullah Efendimizin adı lafzan Rabbimizin adıyla anılır. Tüm namazlarımızda Rasûlullah Efendimizin adı zikredilir. Namazlarında tüm mü’minler Rasûlullah Efendimize salât u selâm getirir. Cuma hutbelerinde tüm dünyada Resul-i Ekrem’in mübarek ismi zikredilir. Yeryüzünde bir ka-rış yer yoktur ki orada Ezan-ı Muhammedî ile Rasûlullah Efendimizin adı ilân edilmesin!

İbni Hibban’ın sahihinde Ebu Hureyre efendimizden şöyle bir hadis nakil edilmektedir:

“Cebrâil (a.s) bana geldi ve dedi ki: “Ey Muhammed, Rabbim ve Rabbin şöyle buyuruyor: “Bilir misin senin zikrini nasıl yücelttim?” “Yüce ALLAH en iyisini bilir” dedim. Dedi ki: “Ben anıldıkça sen de benimle beraber anılacaksın.”
(İbni Hibban, sahih: 5/162)

Hattâ bırakın insanları Ahzâb sûresinin ifadesiyle ALLAH ve melekleri bile Rasûlullah Efendimize salât u selâm ederler:

“Şüphesiz ALLAH ve melekleri Peygambere salât edip onu överler; ey inananlar! Siz de onu övün, ona salât ve selâm getirin.”
(Ahzâb 56)

Yine Rasûlullah Efendimizin bu şerefinin yüceltilmesini kendisine Kur’an’ın indirilmesi şeklinde de anlamışlar. Kendisine Kur’an gibi mûcizu’l beyan bir kitabın indirilmesi de Rasûlullah Efendimizin şanının, şerefinin yüceltilmesidir denmiştir. Enbiyâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:

“Andolsun ki, size şerefiniz ve öğüt veren bir Kitap indirdik; akletmiyor musunuz?”
(Enbiyâ 10)

Rabbimizin bu âyetinden anlıyoruz ki Kur’an’ın indirilişi hem Rasûlullah Efendimiz, hem de bizler için en büyük bir şereftir. Kur’an, Peygamber ve onun yolunun yolcusu mü’minler için şeref kaynağıdır. Ama tabi Kur’an’dan bizde ne kadar varsa, kaç sûre, kaç âyet varsa o kadar şerefimiz var demektir.

Rasûlullah Efendimizin adının yüceltilmesini, şanının, şerefinin artırılmasını böyle anlamışlar. Bir de bu şan ve şerefin yüceltilmesini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Peygamberim, senin şanını yüceltmedik mi? Yani seni dinde odak nokta kılmadık mı? Sensiz Müslümanlık ol-maz demedik mi? Yani bu dini seninle birlik bir din kılmadık mı? diyor Rabbimiz. Öyle bir din ki, Peygambersiz kabul edilemez. Öyle bir din ki, Peygambersiz anlaşılamaz, Peygambersiz yaşanamaz. Yani Peygambersiz Müslüman olunamaz. Hangi konuyu gündeme getirirseniz getirin, hangi hükümle amel etmek isterseniz isteyin mutlaka o konu-yu Peygamberle birlikte gündeme getirmek, Peygamberle birlikte anlamak ve yaşamak zorundasınız.

Düşünce, iman, itikat, namaz, oruç, hac, zikir, fikir hangi konu olursa olsun Peygamberle birlikte anlamak zorundasınız. Peygamber planında anlamak zorundasınız. Peygambersiz hiçbir konuyu anlamak mümkün değildir. Rasûlullah onu nasıl anladı? Rasûlullah o konuda ne dedi? Nasıl amel etti? Nasıl uyguladı? Mutlak sûrette bunu bilmek zorundayız. Çünkü ALLAH’ın Resûlü dinde temeldir. Onu diskalifiye ederek, onu ve onun anlayışını görmezden gelerek ne iman mümkündür, ne de müslümanlık. Bu dinin hangi konusu olursa olsun mutlaka ona müracaat etmek zorundayız. İşte Rasûlullah Efendimizin adının, şanının yüceltilmesini böyle anlıyoruz.

Yine bakıyoruz ki Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz kendisine itaat istediği her bir yerde Peygamberine de itaat istemektedir:

“Ey İnananlar! ALLAH'a itaat edin, Peygambere de itaat edin....”
(Nisâ 59)

ALLAH peygamberini dinde temel kabul ederek kendisine istediği itaati aynı zamanda peygamberine de isteyerek, “her konuda ona muhtaçsınız, onsuz dine girmeniz de, dini yaşamanız da mümkün değildir” diyerek onun adını, onun şanını ve şerefini yücelttiğine göre bizler her konuda onu örnek bilecek, kıstas bilecek ve ona müracaat edeceğiz. Onun gibi olmaya, onun gibi inanmaya ve onun gibi amel etmeye çalışacağız. O zaman da tabii ki zorlanacağız. Ona benzemeye, onun gibi tavizsiz, ivazsız bir müslüman olmaya yöneldiğimiz zaman, ona benzemeye azmettiğimiz zaman elbette tüm hayat bizi zorlayacaktır. Evde hanımlarımız, okulda müdür zorlayacak, düzen, ekonomik hayatımız, âdetler, töreler, çevremiz, akrabalarımız, yasalar, kısacası tüm toplum karşımıza çıkacak, tüm sahte ilâhlar yolumuzu kesecek, tüm yapay tanrılar ve tanrıçalar önümüze barikatlar koyacaktır. O zaman da üzülmeyin, diyor Rabbimiz.
 
İnşirah suresi ayet 5
“Elbette güçlükle beraber şüphesiz bir kolaylık vardır.

İnşirah suresi ayet 6
Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”

Üzülmeyin, muhakkak, mutlaka ve mutlaka o zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Hayır hayır, yanlış duymadınız, yanlış anlamadınız, muhakkak zorlukla beraber kolaylık vardır. İki kere söylüyor Rabbimiz bunu.

Dikkat ederseniz buradaki zorluk “üsr” kelimesi marifedir. Kolaylık anlamına gelen “Yüsr” kelimesi ise nekredir. Arapça’da marife nekre diye bir kavram vardır.
Marife belirli,
Nekre de belirsizlik ifade eder.
Demek ki lam’ ile kullanılan zorluk, “üsr” kelimesi marifedir. Yani belirli, bilinen, tanınan, eni boyu belli şey demektir. Ama bu zorluğa karşılık kolaylığı ifade eden “yüsr” kelimesi ise nekredir. Yani eni, boyu, çapı, nereden ve nasıl geldiği belli olmayacak kadar büyüktür.

Öyleyse anlıyoruz ki böyle belli bir zorluğu hesap edemeyeceğiniz kadar büyük olan kolaylık her zaman yenecektir, üzülmeyin, diyor Rabbimiz. Yani bir zorluğu iki kolaylık her zaman yenecektir.

Meselâ bir zorluğunuz var. Bir konuda zorlanıyorsunuz. Nedir o zorluk? Meselâ hanımlarınıza, çocuklarınıza, çevrenizdeki ALLAH kullarına bu sûreyi anlatıp duyurma konusunda zorlanıyorsunuz, diyelim. Çocuklarınızı Müslümanca eğitme konusunda zorlanıyorsunuz farz edelim. Veya kendiniz bizzat Kitap ve Sünnetle tanışma konusunda zorlanıyorsunuz. Bunlar birer zorluktur, bellidir, bunu biliyorsunuz. Bunun zorluğunu biliyorsunuz. Ama şunu da bilesiniz ki bu belli olan, eni boyu, çapı bilinen bu zorlukla beraber eni boyu bilinmeyen, ne kadar olduğu, nereden ve nasıl geleceğini bile hesap edemeyeceğiniz bir kolaylık gelecektir ALLAH’tan size. Belli değil, bir değil, birden çok, bilemeyeceğiniz, hesap edemeyeceğiniz çapta kolaylıklar gönderecektir o konuda. Ne büyük bir müjde değil mi? Problem tektir ama çözüm yolları hesap edemeyeceğiniz boyuttadır. Dert birdir ama derman düşünemeyeceğiniz kadar çoktur.

Meselâ bir derdiniz var, bir probleminiz var. Yalan söyleme alışkanlığınız var ve bundan kurtulmak istiyorsunuz. Çok yemin etmeye dilinizi alıştırmışsınız ve bu durumunuzdan memnun değilsiniz. Veya televizyon alışkanlığınız var ve bu yüzden günah işlediğiniz için huzursuzsunuz. Veya ALLAH’a kulluğunuzu icra etmeniz konusunda, İslâm’ı yaşamanız konusunda bir zorluğunuz var. Meselâ bir yerlerden sizi kulluktan koparacak bir teklif geldi. Güzel bir kadından bir teklif aldınız. Veya sizi adâletten ayırmaya, mescitten koparmaya çalıştılar. Unutmayın ki zorluk tektir, bellidir ama siz ondan ALLAH için kurtulma yoluna girdiğiniz andan itibaren ALLAH’tan size o kadar büyük çapta kolaylıklar ve yardımlar gelecek ki, buna siz bile şaşacaksınız.

Zorlukla beraber sınırsız kolaylıklar vardır, sen ALLAH’ın gönderdiği kolaylıklarla o zorluğu aşacaksın, o zorluğu yenecek ve başarıya, zafere ulaşacaksın ama o zorluğu ALLAH’ın izniyle yenince, zafere ulaşınca da: Tamam bitti, kurtuldum, yendim, başardım diye sakın miskinleşmeye kalkma. Sakın yatmaya kalkma. Veya o meşgalen sakın senin ALLAH’la münâsebetini kesmesin. O işinin sıkıntısından dolayı sakın ALLAH’ı unutmayasın. Bunun da ALLAH’tan olduğunu asla hatırından çıkarma.

Güçlük bittikten sonra değil; güçlükle beraber kolaylık. Güçlükle kolaylık net çizgilerle birbirinden ayrılmamış; tersine geçişli, her ikisi de belirli bir oranda bir arada bulunabilmektedir. Güçlüklerin, sıkıntıların arttığı dönemlerde, çözüm yolları yavaş yavaş açılır, sıkıntılar süreç içinde azalırken, kolaylık da artar.

Yaşadığımız sıkıntılar, hattâ mağlûbiyetler; moralimizi bozabilir, yıpranmamıza neden olabilir. Ama bunlar kesinlikle trajedilere, çaresizliklere dönüştürülmemeli. Ne zorluk, ne de kolaylık mutlaktır. Zorlukların aşılması, ancak doğrular üzerindeki ısrar ve sabırla mümkündür. ALLAH Teâlâ, bizi başardıklarımızla değil; yapıp ettiklerimizle hesaba çekeceğine göre, zor zamanlarda üzerimize düşeni yerine getirmeli, bütün gücümüzle cehdetmeli ve ALLAH'a tevekkül etmeliyiz. Karanlığın en fazla koyulaştığı, ümitlerin yitirilmeye başlandığı an, İlâhî yardımın yaklaştığı andır. Zorlukları aşmada gösterdiğimiz çaba, kolaylıkta da sürmeli, dinamizm süreklileştirilmelidir. İmtihan, her zaman belâ, sıkıntı ve zorlukla olmaz; bazen de kolaylık ve nimetlerin bolluğu ile olur. ALLAH'a iman edenler için ümitsizliğe yer yoktur.

ALLAH Teâlâ, denemek için yarattığı insanoğlunun dünya imti-hanında başarılı olması için ona pek çok kolaylıklar tanımış, sırtına taşıyamayacağı, altından kalkamayacağı ağır yükler yüklememiştir (Bakara, 286). Dünyaya rahat bir şekilde gelebilmesi için doğum yolu-nun kolaylaştırılması (rahmin açılıp doğum kanalının genişletilmesi) (Abese, 20), bunlardan ilkidir. Zayıf bir yapıda yaratılan insana ilahî rahmetin gereği olarak sunulan kolaylıklar, onun daha iyi bir kul olabilmesini sağlamak içindir; ALLAH'ın muradı, insanlara zorluk çıkarmak değil, kolaylık göstermektedir (Bakara, 185).

İnsan yapısına en uygun bir din olan İslâm'ın bu özelliği Hz. Peygamber tarafından şöyle dile getirilmektedir: "Şüphesiz ki bu din, kolaylıktır. Her kim, (kolay olan) bu dini zorlaştırırsa, altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve dini takribî bir surette tatbik edin"
(Buhârî, İman, 29).


ALLAH insanların, kendilerinden istenmeyen sorumlulukların (zorlukların), ibadet niyetiyle de olsa altına girmemelerini istemekte ve buna Hıristiyanlıktaki ruhbanlığı örnek vermektedir
(Hadid, 27)

Peygamberimiz de, devam ettiremeyecekleri sıklık ve zorluk-taki nafile ibadetlere başlamamaları için ashabını uyarmış, güçlerinin yeteceği kolaylıkta onlara başlayıp devam ettirmelerini tavsiye etmiş-tir. İnce eleyip sık dokuyarak gereğinden fazla zorlaştırma, özemecilik düşünceleri de Hz. Peygamber tarafından yasaklanmış ve böyle yapanların helak olacağı bildirmiştir
(Müslim, İlim, 7)

Dinde kolaylık demek, dinin emir ve yasaklarında hiç bir zorluk olmayacağı anlamına gelmez. Bir dereceye kadar zorluk ve zorlanma, imtihanın yapısında vardır. Din imtihan için vaz' edildiğine göre, onda da bazı zorlukların bulunması tabiîdir. Fakat bu zorluklar hiç bir zaman insanın başaramayacağı derecede değildir. Ondan istenen, dindeki makul bu zorluklara katlanmak, ibadet kastıyla da olsa ilave zorluklar çıkarmamak ve dinin kolaylaştırdığım zorlaştırmamaktadır. Hiç bir kimsenin buna yetkisi yoktur. Dini insanlara öğretirken kolaylaştırmak, sevdirmek, Hz. Peygamber'in emri; zorlaştırmak ve nefret ettirmek ise yasağıdır.
 
İnşirah suresi ayet 7
“Öyleyse; bir işi bitirince diğerine giriş;

İnşirah suresi ayet 8
Ümit edeceğini yalnızca Rabbinden iste.”

Evet bir iş bitince, bir işi bitirip sonuca ulaşınca, bir konuda başarıya ulaşınca yata gitme de hemen doğrulup bir başka işe başla. Hemen onun arkasından bir başka uğraşa dikil, bir başka göreve daha doğrul, bir daha yürü, bir daha yorul diyor Rabbimiz. Bir işi bitirince bir başkasına yönel. Bir insana din anlatıp onu hakka ulaştırınca “tamam artık, benim görevim bitti” deme, ikinci bir inanana koş diyor Rabbimiz. Bir savaştan döndüğü zaman ibadete yönelip cehd ve gayret et. Veya dünya işlerinden boşaldığın vakit namaz kıl diyor.

Meselâ bir ada düşünün ki, o adada yaşayan altmış beş milyon insan var. Bu adada bir kısım hain insanların çıkardıkları bir yangın sonucunda bu altmış beş milyon insan yanmaya gidiyor. Hepsi de farkında olmadan hızla cehenneme doğru gidiyor. Farz edin ki sizin de bir kayığınız var ki ancak sizinle birlikte üç kişiyi alabiliyor. Ne yapacaksınız? Hemen süratle o adaya gidecek ve yangın konusunda, ateşe gittikleri konusunda ikna edebildiğiniz, kandırabildiğiniz, kurtulmaya razı edebildiğiniz iki kişiyi alıp hemen karaya çıkaracaksınız. Sahil-i selâmete çıkaracaksınız. Şu anda böyle kurtardıklarınızı götürebileceğiniz bir selâmet yer var mı yok mu, onu da bilmiyorum. Tabii o iki kişiyi kayığa bindirirken elbette öbürlerine de bir şeyler anlatacaksınız. Hazır olun az sonra gelip sizi de alacağım gibi…

İki kişiyi karaya çıkardınız. Bundan sonra tamam bitti, benim görevim bitti, ben görevimi yaptım. Ne yapayım, kayığım iki kişiyi alabiliyordu, ben de onları alıp kurtardım deyip yan gelip yatmayın. Hemen bir ikinciye, arkasından bir üçüncüye daha koşun, diyor Rabbi-miz. İşte âyette anlatılan budur. Ama öyle bir koşma, öyle bir koşturma ki sonunda ne rütbe olmalı ne de mal. Sadece Allah’a rağbet etmeli, istediğimiz, umduğumuz, beklediğimiz, arzumuz, hedefimiz sadece Allah’ın güzel rızası olmalıdır.

Evet, Allah için bir ömür koşturacağız. İslâm bizden Allah için sürekli bir cehd ü gayret istemektedir. Varlığımızı, zamanımızı imkânlarımızı Allah’a kullukta kullanarak değerlendirmeye çalışacağız. Bakın, İbni Abbas efendimizin rivâyet ettikleri bir hadislerinde Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“İki nimet vardır ki insanların pek çoğu onların kadr u kıymetini bilme noktasında aldanıyorlar; sağlık ve boş zaman”
(Buhâri Rikâk 1)

Sağlığın kıymetini bilip onu satacak veya paraya tahvil edecek değiliz elbette. Boş vaktin kıymetini bilip de onu da kiraya verecek halimiz yoktur. Bu ikisini Allah’a kulluğa yatırım yapacağız. Allah adına cehd ü gayrette değerlendireceğiz. Bunun için de ilk olarak elbette farzlara sarılarak, sonra da arta kalan zamanı nafilelerle doldurarak Rabbimize yaklaşma imkânları arayacağız. Tabi boş vakitten ve sıhhatten kasıt, kişinin mecburen yapmak zorunda olduğu farzlardan arta kalan zamandır. Onun içindir ki Rabbimiz burada:

Yâni bir şeyi yaptıktan, bir işten boşaldıktan sonra buyurmuştur. Yoksa bunun mânâsı; Allah bize boş zaman vermiştir de, bomboş bir hayat vermiştir de biz onu dolduracağız değildir. Zor mu anlaşıldı? Bir daha söyleyelim inşallah: Biz zamanı İslâm’a göre ayarlayacağız. Eğer bu konuda İslâm nazarı itibara alınmazsa, zaten insanların za-manı hep doludur. Eğer kendi kendine dolan şu bizim hayat programına göre düşünecek olursak, bir saniye bile boş vakit yoktur. Öyle değil mi? Meselâ para kazanmak, kahvede oturmak, maç seyretmek, haberlere bir göz atmak, bir dizi filimle beraber olmak… Eğer böyle İslâm’ın zaman anlayışından uzak bir hayatın adamıysak, kesinlikle söyleyebilirim ki mümkün değil boş vakit bulamazsınız. Öyleyse programımızı İslâm’a göre yapmak zorundayız. O programda mecburen yapmak zorunda olduğumuz emirlerin dışında arta kalan zamanı da yine Allah’a kullukta harcayacağız, işte bizden istenen budur.
 
Duha suresi ayet 1
“Kuşluk vaktine

Duha suresi ayet 2.
ve sükûna erdiği zaman geceye andolsun ki,”

Rabbimiz sûreye yeminle başlıyor. Mekkî sûrelerde genellikle kevnî âyetlere yemin çokça kullanılır. Semâya, aya, güneşe, yıldızlara yani kâinatta yarattığı kevnî âyetlere, ya da görsel dediğimiz, göze hitap eden meşhûd âyetlere yemin eder Rabbimiz. Anlayabildiğimiz kadarıyla Mekke’de henüz kendisini tanımayan, zâtı ve sıfatları konusunda bilgi sahibi olmayan insanlara bu tür yeminlerle rubûbiyetini, ulûhiyetini ve kudretini tanıtmak istiyordu Rabbimiz.

Allah önce iki âyetle yemin ediyor. İki kevnî âyetine, iki görsel âyetine yemin ediyor. Bunlardan birincisi Duhâ, yani kuşluk vakti, ötekisi de gecedir. Birisi güneşin ışığının, aydınlığının en etkili olduğu kuşluk vakti, ötekisi de gecenin iyice kararıp, ses seda kesilip, gelip gidenlerin ayak seslerinin kesildiği, insanların istirahata çekildikleri ve mü’minlerin ibadet için teheccüde kalktıkları seher vaktidir. Kuşluk vaktine ve gecenin en sakin dönemine yemin ediyor Rabbimiz. Sonra bu iki yemine cevap mahiyetinde üç âyet geliyor. Rasûlullah’ı ve onun yolunda gidenleri asla terk etmeyeceğini anlatıyor Rabbimiz. Sonra da geleceğin daha iyi olacağına dair, cennette en yüksek makamın onları beklediğine dair âyetler geliyor. Sonra insanın sahip olduğu mal, beden ve bilginin Allah’tan olduğu beyan edilir. Son bölümde de bu nîmetlere karşılık dünyada yapılması gereken vazifeler, yetime, yoksullara karşı vazifelerimiz, Kur’an’a karşı tavrımız anlatılır.

Duhâ’ya yemin olsun ki. Duhâ, kuşluk vaktidir. Güneşin ışıklarının daha bir net geldiği, güneşin en çok parlayıp kendisine bakılmanın âdeta imkânsız olduğu dönemdir kuşluk dönemi. Bu dönem günün en değerli dönemidir. Güne ve günün hayırlı amellerine başlama zamanıdır. Mevlâ’nın bereketinin, ihsanının beklendiği, ümit edildiği bir dönemdir. İşte Rabbimiz günün en bereketli dönemine dikkat çekiyor.

Eğer insan ömrü bir gün kabul edilirse, Duhâ bu ömrün en genç ve en verimli zamanıdır. Dikkat edin sabah saat 7-8 arasında yapılabilen bir iş akşam 8-9 arası yapılamaz. Sabahın o saatlerinde başarıp bitirebildiğiniz bir işi akşamın aynı saatlerinde bitiremezsiniz. Bu dönemde ayrı bir bereket vardır. İşte Allah bu döneme dikkat çekiyor. Tâ-Hâ sûresinden de anlaşıldığı gibi Hz. Mûsâ’nın sihirbazlara galip geldiği vakit kuşluk vaktidir.

“Mûsâ: “Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde, insanların toplandığı kuşluk vaktidir” dedi.”
(Tâ-Hâ 59)


Veya eğer insanın tüm ömrünü bir gün kabul edecek olursak, o günün kuşluk vakti gençlik dönemidir. İnsanın en canlı, en zinde olduğu dönem, hayatının baharıdır. İşte bir gün kabul ettiğimiz insan ömrünün en zinde dönemini teşkil eden o günün kuşluk vaktini, gençlik vaktini, gençlik dönemini çok iyi değerlendirmemiz gerektiği anlatılır bu âyette.
Bu kuşluk vaktinin bir mânâsı da şudur: Nûru Muhammedînin yeryüzünü aydınlattığı, Allah’ın nûr olarak ruhlara doğduğu dönem anlatılıyor burada. Yani eğer Rasûlullah Efendimizin teşrifinden sonraki dünyanın ömrünü bir gün kabul edecek olursak, o günün kuşluk vakti Rasûlullah Efendimizin dönemi olan asr-ı saadet dönemidir. Allah, başlarında Rasûlullah’ın bulunduğu İslâm milletinin, İslâm ümmetinin ilk dönemi yani kuşluk vaktine, asr-ı saadete yemin ediyor.

Biz biliyoruz ki Allah bir şey üzerine yemin etmişse onun bizim hayatımızda önemi çok büyüktür. Öyleyse asr-ı saadeti çok iyi öğren-mek, çok iyi bilmek ve değerlendirmek zorundayız. Rasûlullah Efendimizin hayatta olduğu saadet asrına yemin ederek Rabbimiz ona dikkat çekmiştir. Çünkü asr-ı saadet ve o asırda yaşayan Rasûlullah Efendimizin güzîde ashabı dinin yaşandığı, anlaşıldığı ve en güzel biçimde uygulandığı mübarek bir dönemin insanlarıdır. Yeryüzünde o toplumdan daha mübarek bir toplum yaşamamıştır.

Asr-ı saadet kıyâmete kadar din, kulluk adına tüm problemlerin çözüldüğü örnek ve maket bir hayattır. Doğruya, güzele, hakka ulaşmak isteyen kişi mutlaka asr-ı saadete gitmek ve asr-ı saadetteki uygulamaya ulaşmak ve asr-ı saadeti örnek almak zorundadır. İşte Rabbimiz bu âyetinde asr-ı saadete yemin ederek dinimiz konusunda asr-ı saadetin önemine, asr-ı saadette gerek ferdî planda Peygamber efendimizin anlayışına, sünnetine, uygulamalarına ve gerekse sahâbe-i kirâm efendilerimizin sünnetlerine dikkat çekmektedir. Kur’an’ın başka yerlerinde de kurtuluşa erenlerden söz edilirken sahâbe toplumuna ve asr-ı saadete dikkat çekilmektedir.

“İyilik yarışında önceliği kazanan muhacirler ve ensâr ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedî kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur.”
Tevbe 100)

İyilik, takva yarışında, Allah’a kulluk ve Rasûlullah’a ittiba konusunda en önde giden bu ümmetin en bereketli dönemini, kuşluk vaktini idrak eden sahâbe-i kirâm efendilerimizden ve güzellikle onların yolunu takip edip, onların yollarına, sünnetlerine uyanlardan razı olduğunu ve onların kurtulduklarını haber veriyor Rabbimiz.

Bir de karardığı, sakinleştiği, kendine geldiği, bitmeye başladığı, devrini tamamladığı zaman geceye yemin olsun ki. Yani seher vaktine, tam o döneme yemin ediliyor. Cenâb-ı Hakk, gecenin sükûnete erdiği döneme, seher vaktine yemin ediyor. Öyleyse bunun üzerinde durmak ve tanımak zorundayız. Gece kelimesi çok geçti. Mekkî sûrelerde çokça bu konuda yemin gördük. Gecenin bizim hayatımızda apayrı bir yeri ve önemi vardır. Ama dikkat ederseniz burada gecenin devrini tamamlayıp bitmeye başladığı döneme yemin ediliyor. Saat 3-5 arası gecenin sükûnete erdiği dönemdir. Sarhoşlar sesini kesmiş, koşuşanlar, gidenler gelenler, gece gıybet edenler, birileri adına komplo hazırlayanların hepsi, hattâ köpekler bile susmuş.

Bir adam düşünün ki böyle sakin bir dönemde uykusunu bölerek kalkmış, yatağını terk etmiş. Semâ berrak, yıldızlar pırıl pırıl, su sesi, ağaçların sesi, hepsi Allah’ın âyetleri. İşte bu Rabbimizin görsel âyetleriyle sarmaş dolaş oracıkta temiz bir taşın üzerinde namaza dursa… Ne abdest alırken, ne namaz kılarken zamana, saate bağımlı değil… Kimseye söz vermedi, kimse beklemiyor onu, kimse meşgul etmiyor. İş, güç, okul, dükkan, tezgah, müşteri peşinde değil. Ne okuduğunu daha iyi bilecek, daha iyi anlayacaktır. Onun için Müslüman daima özgür bir hayatı özlemeli, sürekli böylesi bir hayatın peşinde olmalıdır. Her şeyden özgür, her şeyden yakasını kurtarmış, ama sa-dece Allah’a kul ve köle. Zamanın, mekânın, eşyanın, insanların, çevrenin ve her şeyin köleliğinden sıyrılmış, ama Rabbinin görsel âyetleri altında, onlarla birlikte Rabbine teslim. İşte Rabbimiz bizden böyle bir hayat istiyor.

Nurla, aydınlıkla, kuşlukla, gündüzle başlayan, geceyle devam eden bir kulluk hayatı. Gecede ve gündüzde sürekli devam eden bir kulluk… Gündüz ve gece, Cenab-ı Hakk’ın egemenliğinin ifadesidir. Çünkü gece de, gündüz de Allah’ın âyetleridir. Geceyi de, gündüzü de yaratan Allah’tır. Gece de, gündüz de Allah’a kuldur, Allah’a boyun bükmüştür. Gündüz, gece, kuşluk, seher, öğle, ikindi, akşam tüm bunlar Allah’ın hâkimiyetinin ifadesidir. Tüm bunlar konusunda söz sahibi Allah’tır. Sizlerin sözü geçmez buralarda. Bunları değiştiremezsiniz, bunları kaldırıp yerine başka bir şey koyamaz, bunlara itiraz edemezsiniz. Bu şartları yaşamak zorundasınız. Bu hayata karşı gelip itiraz edemezsiniz. Geceyi kovamazsınız, güneşi, gündüzü atamazsınız. Öyleyse sizler de Rabbinize teslim olun. Zaten fıtraten, zorunlu olarak Allah yasalarına teslimsiniz.

Geceyi de, gündüzü de var eden Allah’tır. Geceye de, gündüze de egemen olan sadece Allah’tır. Gece de, gündüz de O’nun emri ve hikmetiyle hareket etmektedir. Gece ve gündüz en küçük bir aksama olmadan birbirini takip etmektedir. Öyleyse ey peygamberim, gündüz ve gecenin böyle peş peşe gelişi nasıl bir hikmete mebnî ise, bunu bilen ve bu düzeni kuran bir Rabbin varsa, bu Rabb bu düzeni belli bir hikmetle ayarlıyorsa, işte aynen vahyin kesilmesi de böyle bir hikmete mebnîdir. Ne zaman keseceğini, ne zaman göndereceğini bi-len bir Allah’ın ilmi ve hikmetiyle olmaktadır bu iş. Keseceği, göndereceği zamanı bilen bir Allah’ın işidir bu. Geceye ve gündüze itiraz edemeyen bir Müslüman, elbette buna da itiraz etmemelidir. Bu konuda da Rabbinin hikmetine teslim olup tedirgin olmamalıdır İşte buradaki gece ve gündüze yeminin mânâsını böyle anlamaya çalışıyoruz. Rabbimiz vahyin kesilişi karşısında tedirgin olan Peygamberine bunun belli bir hikmetle olduğunu anlatıyordu.

Yahut da bu gece ve gündüze yemin edilmesinin şöyle bir hik-meti de olabilir: Gündüzün meşakkatinden dolayı insan yorulur. Herkes bilir ki gündüzün ışınları insanı yorar ve yıpratır. Sürekli gündüz ve güneş olsa, insan buna dayanamaz. Gece karanlığı ise insanı dinlendirir. Gündüzün yorgunluğunu atabilmek için gece dinlenmeye ihtiyacı olur insanın. Nitekim Nebe’ sûresinde de Rabbimiz geceyi an-latırken şöyle buyuruyor:

“Uykunuzu dinlenme vakti kıldık; geceyi bir örtü yaptık;” (Nebe’ 9-10)


Gece, dinlencedir, dinlenme zamanıdır, örtüdür, sükûnet zamanıdır. “Gündüzün sizi yoran ışınlarından sizi geceyle sakladık, örttük,” diyor Rabbimiz.

İşte aynen bunun gibi, tıpkı devam eden güneş ışınları gibi vahyin devamı da senin için gerginlik kaynağı olmuştu. Tıpkı seni yo-ran gündüzün ışınlarından seni dinlendirmek için gündüzün kesilip de gecenin gelmesi gibi, bir süre vahyin kesilmesi de senin bu gerginlikten sükûnet bulman içindir, diyor Rabbimiz. Sürekli seni yoran vahyin gerginliğinden seni kurtarmak, seni rahatlatmak için Rabbin bir süre sana vahyi kesiverdi diye böyle bir münâsebet kurmak her halde hatalı olmayacaktır.
 
Duha suresi ayet 3.
“Ey Muhammed! Rabbin seni ne bıraktı ve ne de sana darıldı.”

İşte bu, yeminlerin cevabıdır. Az önceki yeminleri bunun için, bunu demek için yapmıştır Rabbimiz. Duhâ’ya, kuşluk vaktine ve geceye yemin olsun ki, Rabbin ne sana veda edip seni bıraktı, ne de sana darıldı. Rabbin seni hiç terk etmedi. Peygamberlik şerefiyle seni şereflendirdiği andan itibaren Rabbin sana hiç darılmadı, hiçbir zaman kızmadı. Sana vahyini indirerek senin adını, şanını yücelten Rabbin bundan böyle de seni asla terk edecek, sana darılacak değildir. Yeryüzünde Rabbinin konuşan ağzı olarak, yerdekilerin hayatına senin vasıtanla karışacak, seninle seslenecek. Onun içindir ki Rabbin asla seni unutacak, seninle diyalogunu kesecek değildir. Üzülme, Rabbin seni bırakmadı.

Bırakmak iki mânâya gelir: Seni bırakmadı, seni tutuyor ama, bu tutuşu, bu bırakmayışı sana ceza vermek seni cezalandırmak adına değil. Sana kininden, gazabından değil, sana olan sevgisinden, sana değer verişindendir. Demek ki iki türlü tutuş vardır: Birisi cezalandırmak adına, kahretmek adına bir tutuştur. Tıpkı Kıyâmet sûresinde anlatıldığı gibi:

“İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?”
(Kıyâmet 36)

Öbürü de lütuf adına, in'am ve ihsan adına bir tutuş, terk etmeyiştir. İşte buradaki Rabbimizin elçisini bırakmaması bu anlamadır.

Burada kuşluk vaktine yeminden sonra bu konunun gündeme getirilişi şöyle bir nükteyi anlatır: O dönem Araplar kendilerine misafir geldiği zaman buna çok sevinirlerdi. Yine o dönem Araplarda Duhâ, yani kuşluk vakti veda zamanıydı. İnsanlar ziyaretçilerini kuşluk vakti uğurlarlarmış. Hattâ “seniyyetu’l veda” diye de özel bir veda yeri, uğurlama yeri varmış. İşte gelişleri kendilerini sevindiren misafirlerin bu kuşluk vaktinde kendilerini terk edip gidişleri Arapları çok üzermiş. Hattâ adamlar üzüntülerinden dolayı kuşluk vakti kendilerini terk eden misafirlerini uğurlamaya bile çıkmazlarmış. İşte burada kuşluk vaktini de gündeme getirerek Rabbimiz buyurur ki: “Ey Peygamberim, Rab-bin sana ne darıldı, ne de seni terk etti. Ne kuşluk vakti seni terk etti, ne de gecede sana darılıp düşmanlık etti.”

Çünkü kuşluk vaktinde misafirler konuklarını terk edip giderlerken, gecede de kinler, öçler, düşmanlıklar yapılır. Gecenin özelliği de budur. Öyleyse Rabbin sana onu da yapmadı. Yani ne gecede seninle bir düşmanlık ilişkisine girdi, ne de gündüz seni terk etti. Yani Rabbin ne vahyi gönderirken, ne de keserken seni bırakmadı, seni terk etmedi. Öyleyse sen yoluna devam et Peygamberim. Düşmanlarının sözlerine aldırış etme. Seni ben görevlendirdim, onlar değil. Gecenin ve gündüzün Rabbi benim, onlar değil. Sen yürü. Sen yoluna devam et, Ben seninleyim! diyordu Rabbimiz.
 
Duha suresi ayet 4
“Kesinlikle bilesin ki âhir senin için ûlâdan daha hayırlı olacaktır.”

Tefsir kitapları burada senin için âhiret dünyadan daha hayırlı olacaktır, şeklinde bir anlamı tercih etmişlerse de, ben bu anlayışı biraz zayıf gördüğüm için böyle söyledim. Buradaki âhiret, bildiğimiz âhiret mânâsına gelebileceği gibi, aynı zamanda âhir, son anlamına da gelmektedir. Öyleyse bilesin ki ey Peygamberim son senin için daha hayırlı olacaktır demek daha münasip olacaktır. Çünkü o zaman bu son ifadesiyle hem dünya, hem de âhiret ikisi birden kastedilmiş olacaktır. “Ûlâ” birinci, ilk, önceki anlamınadır. Yâni hem dünya anlamına geldiği gibi hem de her konuda ilk anlamına gelecektir.

Öyleyse ey Peygamberim, biraz vahiy kesildi diye sakın üzülme. Unutmayasın ki sonralar senin için iyi olacaktır. Sonralar senin için ilklerden, yani öncelerden daha hayırlı olacaktır, diyor Rabbimiz.

Âhiret senin için ûlâdan daha iyidir. Âhiret, âhir, iki mânâya geliyor: Biri evvelin, öncenin mukabilidir, ötekisi de dünyanın mukabilidir. Önce bir şey vardı, bir durum vardı ya, işte âhir de ondan sonraki şey, ondan sonraki durumdur. Yani senin bir sonraki durumun, bir sonraki hayatın bir önceki durumundan, bir önceki halinden daha hayırlı olacaktır Peygamberim deniliyor. Bir de âhir, âhiret dünyadan sonraki hayattır, âhiret günüdür.

Öyleyse şöyle diyeceğiz:
Peygamberim, endişe etme! Senin için bir sonra gelecek saat, bir sonra gelecek gün, bir sonra gelecek ay, yıl, önden, öncekinden daha hayırlı olacaktır. Bir sonraki dönemin bir önceki döneminden daha hayırlı ve güzel olacaktır. Meselâ peygamber olmadan geçirdiğin hayatının ilk günlerine nazaran şimdi peygamber oluşun daha hayırlıdır.

Vahyin geldiği günlere nazaran bir anda kesilivermesi senin için daha hayırlıdır. Vahyin kesilmesine nazaran şu anda tekrar böyle başlayıvermesi senin hakkında daha hayırlıdır. Bu sûreden sonra diğer sûrelerin gelişi senin için daha hayırlı olacak. Medine’ye hicretin, orada cemaatı oluşturman, sonra Mekke’yi terk etmen, sonra Medine’de devlet kurman, sonra Mekke’yi fethetmen, sonra dâvânın galibiyetini görmen, tüm Arabistan yarımadasının Müslüman oluşu, tüm dünyaya İslâm’ın yayılışı ve nihâyet bütün bu güzelliklerden sonra vefatın, ondan sonra âhiret nîmeti, hep senin için hayırlı olacaktır. Zira bunların hepsi seni Makam-ı Mahmud’a ulaştıracak, Rabbinin rızasına götürecek, hayırlı sona götürecek hayırlı şeylerdir.

Yani senin için her gelecek bir öncekinden hayırlı olacaktır. “Ey Peygamberim âhiret senin için dünyadan daha iyidir, öyleyse hiç yaşama dünyada, hemen ölüver,” diyemeyiz. “Hiç durma dünyada” diyerek bu âyetin Rasûlullah’ı ölüme dâvet ettiğini söyleyemeyiz.

Peygamberim, her yarın senin hakkında bir önceki günden daha hayırlı ve güzel olacaktır. Her gelecek senin hakkında hayırlı olacaktır diyoruz. Eğer biz de onun yolunun yolcusu olabilirsek, biz de onun yaşadığı gibi bir hayat yaşayıp, onun sorumluluklarını üstlenebilirsek bilelim ki bizim de hayatımızın her sonrası öncesinden daha hayırlı olacaktır. Her gelecek bizim için de bir öncekinden hayırlı olacaktır. Tayinimiz çıksa da, hapse girsek de, mal kazansak ta kaybetsek de, çocuğumuz olsa da, ölse de, bu bir imtihandır, onu değerlendirirsek, başımıza gelenin, onunla imtihan olunduğumuz şuurunda olursak, o bizim için hayırlı olacaktır. Zira o bizi mutlu sona ulaştırmaktadır, cennete götürmektedir.

Düşünün, bir kadın mutfakta doğradığı soğanın acısıyla ağlasa bile onun için üzücü ve yorucu olmaz. Niye? Çünkü bu kadın doyuma gidiyor da ondan. Az sonra doyacak ve tüm çektiklerini unutacak. Veya meselâ fakir birisinin doyuma ulaşma adına, ehlinin, çoluk-çocuğunun rızkını kazanıp, karınlarını doyurup, akşam yüzlerini güldürme adına gündüz çalışarak yorulup terlemesi zor gelmez ona. Niye? Çünkü ehlini ve kendisini doyuma götürüyor da ondan.

Öyleyse Allah’ın Rasûlünü Makam-ı Mahmud’a ulaştıracak her şey onun için hayırlıdır. Sonunda onu cennete ve Rabbinin hoşnutluğuna götürecek başına gelen her şey onun hakkında hayırlıdır.
 
Duha suresi ayet 5
Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın.

Yani, Rabbinin vermesi gecikmiştir. Amma çok yakında Rabbin sana o kadar çok verecek ki sen memnun olacaksın. Bu vaad Rasulullah'ın hayatında bile gerçekleşmiştir. Arabistan'ın Güney sahilinden Kuzey'den Roma İmparatorluğunun Şam vilayetine ve Fars İmparatorluğunun Irak sınırına kadar; Doğu'da Fars körfezinden Batı'da Kızıldeniz'e kadar olan bütün bölgeler İslam'ın sultası altına girmiştir. Arab tarihinde bu topraklar ilk defa bir kanun ve zabıtaya tabi olmuştur. Hangi güç İslam'a karşı çıkmışsa parçalanmıştır. "La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah" sesi her yerde yankılanmıştır. Bu ülkede müşrikler ve Ehl-i Kitap kendi yalan davalarında sonuna kadar direnmişlerdi. O bölgedeki insanlar İslam'a boyun eğmekle kalmamışlar, aynı zamanda O'na gönülden de bağlanmışlardı. İtikad, ahlak ve amelde büyük bir inkılâb meydana gelmişti. Bütün insanlık tarihinde cehalete batmış bir kavmi 23 senede bu kadar değiştiren, Asya, Afrika ve Avrupa'nın büyük bir kısmında yayılan, hâkim olan, dünyanın her köşesinde varlığını hissettiren Rasulullah'ın bu hareketine benzer bir hareket görülmez. Bütün bunlar, Allah'ın Rasulü'ne bu dünyada verdiği nimetlerdir. Ahirette verilecek nimetleri tasavvur etmek bile mümkün değildir
 
Duha suresi ayet 6
Bir yetim iken, seni bulup da barındırmadı mı?

Yani, seni terketmek ve sana darılmak söz konusu değildir. Biz sana, yetim doğduğun günden beri lütufta bulunmaktayız. Rasulullah ana karnında altı aylık iken babası ölmüştü. Dünyaya yetim olarak gelmişti. Fakat Allah O'nu bir gün bile çaresiz bırakmamıştır. Altı yaşına kadar O'nu annesi büyütmüş, annesinin şefkatinden mahrum olduktan sonra, sekiz yaşına kadar dedesi Abdulmuttalib O'na bakmış ve istisnai bir sevgi beslemişti. Aynı zamanda Rasulullah ile gururlanır ve çevresine şöyle derdi. "Bu torunum birgün büyük bir adam olacaktır." Dedesinin ölümünden sonra, amcası Ebu Talib Rasulullah'ı kendi himayesine aldı. Ebu Talib de, gerçek bir babanın sevgisinden daha fazla bir sevgiyle yeğenini seviyordu. Hatta Nübüvvet'ten sonra bütün kavmi O'na düşman olmuştu. O zaman bile, on sene kadar göğsünü Rasulullah için siper etmişti.

Duha suresi ayet 7
Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip iletmedi mi?

Buradaki "dallin" kelimesi "dalalet" anlamındadır. Arapça'da bu kelime birkaç anlama gelir. Bir manası "sapıklıktır." İkinci manası, "yol bilmeyen kimse" ve yol ayrımında şaşkınlık içinde hangi tarafa döneceğini bilmeyen kimsedir. Diğer bir manası da "kaybolmuş kimse"dir. Mesela Arapça'da "suda kaybolmuş" denir. Çoğunlukla, çevresinde ağaç bulunmayan tek ağaca da "dalle" denmektedir. Bir şeyin kaybolması anlamında da "dalle" kullanılmaktadır. Mesela, müsait olmayan şartları dolayısıyla birşeyin kaybolmasıdır. Gaflet içinde bulunmayı anlatmak için de "dalel" kelimesi kullanılır.
Kur'an'da bu şekilde kullanıldığı vakidir: "Dedi ki, onların bilgisi Rabbimin yanında bir kitaptadır. Rabb'im şaşmaz ve unutmaz" (Taha 52) . Duha suresindeki ayette bu çeşitli anlamlardan birincisi geçerli değildir. Çünkü Rasulullah çocukluktan nübüvvete kadar hayatında hiçbir zaman putperestlik yapmamış, şirke inanmamıştır. Bu nedenle ayetteki "dall"e, akide ve amel bakımından sapıklık içinde bulunduğu anlamı verilemez. Fakat diğer anlamlar olabilir. Birincisi dışındaki bütün manalar burada geçerli olabilir. Rasulullah nübüvvetten önce de Allah'a inanıyor ve onun birliğini biliyordu. Rasulullah'ın hayatı masiyetlerden temizdi ve o, yüksek bir ahlâka sahipti. Ancak o, hak dinin usul ve amelleri hakkında bilgi sahibi değildi. Bununla ilgili olarak Kur'an'da şöyle buyurulmuştur. "İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen doğru yola götürüyorsun" (Şuara 52) Duha suresindeki ayet şu manadadır: Rasulullah cahili bir toplumda kaybolmuştu. Bu toplumda nübüvvetten önce, hidayet önderi ve rehber olarak varlığı açık değildi. Şu manada da olabilir: Rasulullah, cahiliyet çölünde yapayalnız bir ağaç gibiydi. Bu ağaç meyva verebilir. Hatta bir bağ meydana getirebilme özelliğine sahiptir. Ama nübüvvetten önce bu özellikler, fonksiyonunu icra edemiyorlardı. Şu manada da olabilir: Allah'ın Rasulullah'a verdiği kuvvetler cahiliye şartları altında ziyan olmaktaydı. "Dalalet!", "gaflet" manasında da olabilir. Yani Rasulullah, o hakikatlerden ve bilgilerden gafildi. Allah (c.c.) bunları ona nübüvvetten sonra bildirmişti.
 
Duha suresi ayet 8
Bir yoksul iken seni bulup da zengin etmedi mi?

Babası miras olarak Rasulullah'a bir dişi deve ve bir cariye bırakmıştı. Böylece Rasulullah'ın hayatı fakirlik içinde başlamış oldu. Fakat bir zaman sonra Kureyş'in en zengin kadını Hz. Hatice önce onu kendi ticaretine ortak etti. Daha sonra onunla evlendi. Sonra da bütün ticareti Rasulullah kontrol etmeye başladı. Böylece Rasulullah zenginleşti, ama bu zenginlik sadece hanımının malına dayanmıyordu. Ticaretinin genişlemesi ve ilerlemesi Rasulullah'ın yeteneği ve sarf ettiği emek ile gerçekleşti.

Duha suresi ayet 9.
O halde; yetime gelince, sakın kahretme!

"O halde yetime gelince, sakın kahretme!" Yani zulüm ederek una musallat olma, ona hakkını ver ve kendi yetimliğini hatırla!

Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. Her ikisinin (tasallut ve kahretmenin) aynı anlamda iki ayrı lafız oldukları da .söylenmiştir.

Mücahid'den "kahretme!" buyruğunun hakir görme anlamında olduğunu söylediği nakledilmiştir.

en-Nehai ve el-Eşheb el-Ukayli (kahretme anlamındaki lafzı) "keF" harfi ile: diye okumuşlardır, tbn Mesud'un Mushaf'ında da böyledir. Buna göre buyruğun ona zulmetmek ve malını almak sureti ile yetimin kahredil-mesinin yasaklanması anlamında olma ihtimali vardır. Özellikle yetimin sözkonusu edilmesi ise, yüce Allah'tan başka ona yardım edecek kimsenin olmayışıdır. Bundan dolayı ona zulmedenin cezası ağırlattırılmak suretiyle ona yapılan zulüm de ağır bir zulüm olarak değerlendirilmiştir.

Araplar (bu kelimenin okunuşunda okluğu gibi) bazan "kef" ile "kaf' harflerinin birini diğerinin yerine kullanabilirler.

en-Nehhas şöyle demiştir: Ancak bu yanlıştır. Bir kimseye karşı sertlik gösterilip, haşin ve kaba davranıldsğı vakil ancak; Ona sert ve haşin davrandı" denilir.

Müslim'in SaAsft'inde Muaviye b. el-Hakem es-Sülemi'nin rivayet ettiği hadiste namazda selam almak sureti ile konuşmasını anlatırken şunları söylemektedir: Anam babam ona feda olsun. Ne ondan önce, ne ondan sonra ondan daha güzel öğreten hiçbir öğretici görmedim. -Rasûlulah (sav)'ı kastetmektedir.- "Allah'a yemin ederini bana sert ve kaba söz söylemedi, beni dövmedi, bana sövmedi,..' diye hadisin geri kalan bölümlerini zikretmektedir. "Kahr"ın galib gelmek, "kehrin ise azarlamak anlamında olduğu da söylenmiştir,

Ayei-i kerime, yetime yumuşak davranmak, ona iyilik yapmak ve ona güzel davranmak gerektiğine delildir. O kadar ki, Katade; Sen yetime son derece merhametli bir baba gibi ol, demiştir. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre bir adam Peygamber (sav)'a kalbinin katılığından şikayet etti. Peygamber ona şöyle buyurdu: "Kalbinin yumuşamasını istiyor isen yetimin başını sıvazla, yoksula yemek yedir."

Sahih'de Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre Rasûlullah (sav) .şöyle buyurmuştur: "Ben ve ister kendisinin, ister bir başkasının yetimini koruyup gözetleyen; şu ikisi gibi olacağız" deyip, başparmak ile orta parmağını gösterdi.

İbn Ömer'den rivayet edilen hadise göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphesiz yetim ağladığı vakit onun ağlaması dolayısıyla Rahmanın arşı sarsılır. Yüce Allah, meleklerine: Ey meleklerim! Babasını toprağın altına aldığım bu yetimi kim ağlatıyor. Melekler: Rabbimiz Sen daha iyi biliyorsun derler. Yüce Allah meleklere şöyle der: "Ey meleklerim! Şahid olun ki kim onu susturur, onun gönlünü hoş ederse Ben de kıyamet gününde onu hoş-nud ve razı edeceğim."

Ebn Ömer bir yetim gördü mü başını sıvazlar, ona bir şeyler verirdi.

Enes'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Her kim bir yetimi (baktığı çocuklarına) katar da, onun nafakasını karşılar, onun ihtiyacını görüp gözetirse, kıyamet gününde bu cehennem ateşine karşı ona perde olur Kim bir yetimin başını .sıvazlarsa, herbir kılı karşılığında ona bir hasene yazılır."

Eksem b. Sayfî dedi ki: Zelil kişiler dörttür: Laf alıp götüren, yalan söyleyen, borçlu ve yetim.

Duha suresi ayet10
İsteyip-dileneni de azarlayıp-çıkışma.

"İsteyene gelince sakın azarlama!" Ona gürieyerek, ağır söz söyleme! O halde bu buyruk (bir şeyler isteyene) ağır ve kaba sözler söylemeyi yasaklamaktadır. Bunun yerine sen o dilenene kolayına gelen şeyleri karşılıksız ver ya da güzel bir şekilde onu geri çevir, sen de muhtaç olduğundan süzet. Bu açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır.

Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse dilenene bir şeyler vermemezlik etmesin. İsteyecek olursa ona bir şeyler versin. İsterse, o dilencinin elinde, iki altın bilezik olduğunu görmüş olsun."

İbrahim b. Edhem dedi ki:
Dilenciler ne iyi kimselerdir! Onlar bizim azıklarımızı âhirete taşıyorlar.

İbrahim en-Nehaî dedi ki:
Dilenci âhiret (için) ister. Sizden herhangi birinizin kapısına gelir ve: Siz yakınlarınıza bir şeyler gönderecek misiniz? diye sorar.

Peygamber (sav)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Dilenciyi ya kolayınıza gelen bir şeyi karşılıksız vererek yahut güzel bir söz söyleyerek geri çeviriniz. Çünkü insanlardan da, cinlerden de olmayan kimseler size gelir ve Allah'ın size ihsan ettiği şeyler hususunda nasıl tasarruf ettiğinize bakarlar."

Burada "İsteyen (dilenen)" ile kastedilenin, dine dair soru soran kimse olduğu da söylenmiştir. Yani böyle bir kimseyi kaba sözlerle ve katılıkla azarlama! Ona yumuşaklıkla ve uygun bir tarzda cevab ver. Bu açıklamayı Süfyan yapmıştır.

İbnu'l-Arabi dedi ki;
Dine dair soru soran kimseye bilen için cevap vermek farz-ı kifâyedir. Tıpkı iyilik yapılmasını isteyen kimseye bir şeyler vermek gibidir, onunla aynı şeydir. Ebu'd-Derdâ hadis ashabına bakar, onların altına ridasıru serer ve şöyle derdi: Rasûlullah (sav)'ı seven kimselere merhaba!

Ebû Harun el-Abdi'nin, Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiği hadiste Ebû Harun eî-Abdi şöyle demektedir: Bizler Ebu Said'in yanına gittiğimiz vakit şöyle derdi; Rasûlullah (sav)'ın vasiyetine merhaba! Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "İnsanlar size tabi olan kimselerdir. Yeryüzünün dört bir yanından dinin bilgisini öğrenmek (tefekkuh etmek) üzere size birçok kimseler gelecek*tir. Onlar size geldikleri vakit onlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz." Bir başka rivayetinde de: "Size doğu tarafından... adamlar gelecektir" şeklindedir...

"Yetim" ile "sall: isteyen" lafızlarının nasbedilmeleri, onlardan sonra gelen fiil sebebiyledir. Nasb edilen lafzın aslında "fe" (ile başlayan ifadelerden) sonra gelmesi gerekir.

İfadenin takdiri şöyledir: " Her ne olursa olsun sakın yetime kahretme ve sakın isteyeni de azarlama" şeklindedir.

Rivayet edildiğine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Rabbimden bir dilekte bulundum amma keşke dilemez olsaydım. Rabbim, sen İbrahim'i Halil edindin, Musa ile özel bir şekilde konuştun, Davud'un emrine dağlan vererek teşbihte bulundular, filana şunu verdin..." (dedim.) Aziz ve celil olan Rabbim de şöyle buyurdu: "Ben seni yetim bulup da barındırmadım mı? Ben seni şaşkın bulup da doğruya iletmedim mi? Ben seni fakir ve muhtaç bulup da ihtiyaçtan kurtarmadım mı? Ben senin için göğsünü açıp genişletmedim mi? Ben sana senden önce hiç kimseye vermediğim Bakara Sûresinin sonlarını vermedim mi? İbrahim'i dost edindiğim gibi seni de dost edinmedim mi? Ben: Evet hepsi böyledir. Rabbim dedim."

Duha suresi ayet 11
Rabbinin nimetini durmaksızın anlat.

"Nimet" kelimesi genel olarak kullanılmıştır. Bundan kasıt surenin nüzulüne kadar, Allah'ın Rasulullah'a nimet vermesidir. Bundan, Allah'ın vaadettiği gibi verdiği nimettirler. Ayrıca şöyle buyurmuştur: "Ey peygamber! Allah'ın verdiği nimetleri zikret ve açıkla" Nimetleri zikretmek ve onları açıklamanın çeşitli anlamları olabilir. Her nimet, mahiyeti itibariyle belli bir şekilde açıklanabilir. Topluca nimetleri açıklamanın bir şekli de, insanın lisan ile Allah'a şükretmesi, bunu ikrar ve itiraf ederek bütün bu nimetlerin kendisine ihsan sonucu Allah (c.c.) tarafından lütuf olarak verildiğini bilmesidir. Çünkü bunları sadece kendi çabalarıyla kazanmadığı açıktır. Nübüvvet nimetini açıklamak da şöyle olur:
Davet ve tebliği doğru olarak yerine getirmek. Kur'an'ın nimetini açıklamanın şekli şudur:
O'nu insanlar arasında yaymak ve talimatlarını insanlara anlatmak. Hidayet nimetini açıklamak şöyledir: Sapıklığa düşen mahluka doğru yolu göstermek. Ayrıca bu işi yaparken bütün zorluk ve zahmetlere sabırla tahammül etmektir. Yetimlikteki Allah'ın ihsanının açıklanması, yetimlere ihsanda bulunmaktadır. Yoksulken zenginleşme ihsanının açıklanması, Allah'ın muhtaç kullarına yardım etmektir. Hasılı bu, Allah'ın kendi ihsanını beyan ettikten sonra Rasulullah'a verdiği kapsamlı bir hidayettir.
 
Nas suresi ayet 1
“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım

Bilinen ve bilinmeyen bir takım zararlı şeylerin şerrinden Allahu Teâlâ'ya sığınmayı emretmektedir. Sûre, Mekkeli müşriklerin, İslam'ın mesajını boğup, yok etmek için, bütün güçleriyle Resulullah (s.a.s)'in başına üşüştükleri bir zamanda nâzil oldu. Müşrikler onu susturmak için kullandıkları zorbaca yöntemler yanında, sihir yoluna da başvurmaktan geri kalmıyorlardı. Allah Teâlâ, Resûlunü ve kendine inanan bütün insanları, bu tip kötü insanların ve onların yardımcı ve yol göstericileri olan şeytanların vereceği zararlardan ko-rumak için bu iki sûreyi gönderdi.

Bu sûrede ise, insanın kal-bine vesvese verenlerin şerrinden korunmak için bir sığınma söz ko-nusudur. Sûrenin ilk üç ayeti, kendisine sığınılması emredilen Allah Teâlâ'nın Rablik, Hükümdarlık ve İlâhlık sıfatlarını zikretmektedir. Bu, sığınılan Allah Teâlâ'nın dilediğini her türlü kötülükten koruyabilece-ğini ve izni olmadan kimsenin kimseye bir zarar vermesinin mümkün olmadığım vurgulamaktadır. Vesvesecinin şerrinden bu sıfatlara sığı-nıldığı gibi, diğer bütün kötülüklerden korunmak için yine bu sıfatlara iltica edilir:" De ki: Sığınırım bütün insanların Rabbine bütün insanla-rın hükümdarına, bütün insanların ilâhına" (1-3).

Peşinden, sığınılması gereken şer zikredilir: "İnsanlara kötü şeyler (vesvese) fısıldayan o sinci vesvesecinin şerrinden. O ki tekrar tekrar döner ve insanların göğüslerine (kötü şeyler) fısıldar" (4-5). İn-sanları saptırmak, başlarına kötü şeyler getirmek isteyenler, görün-mez varlıklar olan cinlerden olabildikleri gibi, insanların arasında dola-şan hemcinslerinden de olabilirler:" Bu vesveseci gerek cinden, gerek insandandır"

Bu şerden Allah'a sığınmanın anlamı, şerrin kalbe yerleşme-mesi için Allah'a dua etmek ve sığınma isteminde bulunmaktır. İkinci anlamı: Allah yolunda çalışanların aleyhinde halkın kalbine vesvese verene karşı daima Allah'a sığınmaktır. Hak davetçilerinin, Allah'a da-veti bırakarak, her bireyin davetçiler hakkındaki yanlış düşüncelerini düzeltemeyeceği ve ithamlara cevap veremeyeceği ve bunlar için va-kit ayıramayacağı bilindiğine göre, tek çare bütün bunlardan Allah'a sığınmaktır. Ayrıca muhaliflerin seviyesine inilerek, kendini savunmak için onlara cevap verilmesi de uygun değildir. Onun için Allah, hak da-vetçilerine yol gösterir ve şöyle buyurur: "Şerre karşı Allah'a sığınarak hiç bir şeye aldırmadan davete devam edin".

Burada vesvesecinin, şer fiilinin başlangıcı olduğu sonucu diş çıkmaktadır. Vesvese, gâfil ve zihni boşalan bir insan üzerinde önce etkili olur ve kalbinde kötülüğe istek meydana getirir. Bu kötü niyet da-ha sonra irade haline gelir ve vesvesenin de etkisiyle irade pekişir. Son adımda ise, şer amel ortaya çıkar. Vesvese verenin şerrinden Al-lah'a sığınmanın anlamı, Allah'ın henüz başlangıcında şerri yok etme-sini istemektir.

Bu kısa mukaddimeden sonra sûrenin âyetlerini tek tek tanı-maya başlayabiliriz inşallah. Bu sûrede de öncekinde olduğu gibi is-tiâze emrini görüyoruz. İstiâzenin ne olduğunu demeye çalışmıştık. Sığınan kuldur, sığınan zayıftır, sığınan güçsüzdür, Müsteaz da yani kendisine sığınılan da yalnız Allah'tır. Başkasına sığınma büyük günahtır. Lâkin burada dikkat ediyorsanız Allah’ın kelimeleri vasıtasıyla Allah sığınmamız emredilmektedir. Rasûlullah efendimizin bir duasından da öğreniyoruz ki Allah’ın Resûlü:

“Yaratıkların şerrinden Allah’ın tam olan kelimelerine sığınırım”
buyurmaktadır.


Evet Allah’ın kelimelerine sığınıyor Rasûlullah zira onlar mahluk değildir ve Allah’ın kelimelerine, ya da o kelimeler, o âyetler vasıtasıyla Allah’a sığınmak caizdir.

Rabbin nas'a, insanların Rabbine sığınırım de. Rabb; yeryüzünde yarattığı her canlıyı yaratan ve yarattıklarının hayat programını çizen, her varlığın kulluk programını belirleyen demektir. Rabb, kişiye yaptığını yaptıran, yapmayıp terk ettiğini terk ettiren demektir. Rabb, terbiye eden, düzenleyen, besleyen, büyüyen, sahip olan demektir.

Rabb, kişinin hayat programını belirleyen varlık demektir. İnsanın hayat programını belirleyen kimse onun Rabbidir. İnsan kimin arzularını gerçekleştiriyorsa, kimin dediği gibi yaşamaya çalışıyorsa onun Rabbi odur. Rabb, insanın hayatına hakim olan, hayatında etkili olan, yaptıklarını yaptıran, yapmadıklarını da yaptırmayan güçtür. Şöyle giyiniyor veya böyle giyinmemeye çalışıyoruz. Kim dedi bunu? Kimi razı etmek için böyle yapıyoruz?

Yani öyle, ya da böyle giyinirken bunun yaptırıcısı kimse, o konuda Rabbimiz odur. Moda mı? Toplum mu? Çevre mi? Âdetler mi? Töreler mi? Müdür mü? Âmir mi? Yönetmelikler mi? Yasalar mı? Yok-sa Allah mı? Kim dedi böyle giyinin diye? Kimdir bize bunu yaptıran? Kimse işte, kişinin Rabbi odur.

Birine küsüyoruz yaptırıcısı kim? Allah mı? Yoksa para mı? Menfaat mı? Birini seviyoruz. Kim dedi diye? Birileriyle beraber olmaya çalışıyoruz. Kimi memnun etmek için? Filan mektepte okuyoruz. Kim dedi bunu? Evimizi şöyle şöyle tefriş ediyoruz. Kim dedi diye? Şu şu meslekleri seçiyoruz kim dedi?

Evet yaptıklarımızın yaptırıcısı kimse bizim Rabbimiz odur. Öy-leyse geçen ay neler yaptınız ve kim yaptırdı bunları size? Veya dün neler yaptınız? Bugün neler yaptınız ve kim yaptırdı? Bunları düşünmek zorundayız.

İşte mü’minler bunu düşünen ve yaptıklarını Allah dedi diye yapan, Allah kitabında böyle istiyor diye yapan, Allah şu anda beni görüyor diye yapan ve yaptıklarının tümünü Allah'a lâyık olarak yapan kimselerdir.

Çünkü Allah bizim Rabbimizdir. Bizi yaratan, bizi büyütüp besleyen, bizi koruyup doyuran, bizim için yeryüzünde yasa belirleyen Rabbimiz Allah'tır. O’nun tarafından getirildiğimiz şu dünya hayatında neler yapacağımızı, neler yapmayacağımızı, O’na ait olan bu hayatımızı nasıl yaşayacağımızı belirleyen Allah'tır. Bizim günlük hayat programımızı tespit eden Allah'tır. Bizim boynumuzdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan ve çektiği yere gitmemiz gereken Rabbimiz O’dur. Gece hayatımızın nasıl olacağını, gündüz hayatımızın nasıl olacağını, aile hayatımızın nasıl olacağını, sabah kaçta kalkacağımızı, soframız-da nelerin bulunacağını, nelerin asla bulunmayacağını, neleri yiyip neleri yemeyeceğimizi, nerelerden kazanıp nerelerde harcayacağımızı, çocuklarımızı nasıl eğiteceğimizi, hanımlarımızla nasıl bir münasebet kuracağımızı, onları nasıl giydireceğimizi, kılık kıyafetimizin nasıl olacağını belirleyen Rabbimiz Allah’tır.

İşte Rabbimiz sûrenin birinci âyetinde kendisinin insanların yegane Rabbi olduğunu anlatarak kendisine sığınmamızı, kendisinin koruması altına girmemizi, kendisiyle yol bulmamızı ve tüm hayat programımızı kendisinden almamızı, kendisi için bir hayat yaşamamızı emrediyor.
 
Nas suresi ayet 2
“İnsanların Melikine”

İnsanların Melikine Mâlikine sığınırım de. Evet Allah Meliktir, insanların Meliki ve Mâlikidir Rabbimiz. İnsanı yoktan var eden Allah-tır. İnsanın sahibi ve Mâliki Allah’tır. Mülkü üzerinde tasarruf hakkı da sadece Allah’a aittir. Mülkü üzerinde söz söyleme hakkı Allah’a aittir. Zaten mülkün sahibi Allah’tır demek, o mülk üzerinde söz sahibi Allah’tır demektir.

Allah Melik ve Mâlik, bizler de O’nun mülkü olduğumuza göre mülkün Mâlik üzerinde hiçbir söz, itiraz hakkı olamaz. Çünkü O bizi yaratmasaydı şu anda olmayacaktık. Olmayan bir varlığın da elbette itiraz hakkı da olamaz. Bizler de O’nunuz, dünyamız da O’nundur, sa-hip olduğumuz her şey de O’nundur.

Melekler, cinler, insanlar hepsi O’nun kullarıdır. Hiçbir varlık onun ulûhiyetine ve rubûbiyetine ortaklık iddia edemez. Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka melikler, söz sahipleri varsa o zaman onların sınırlarına girdiğimiz zaman onlara kulluk yapalım. Değil mi? Farz edin ki bir yere girdik. Soralım, burası kimin diye? Veya gökyüzüne çıktığımız zaman burası kimin diyelim, varsa Allah’tan başka bir sahip ona kulluk yapalım. Yahut zamana beş dakikalığına söz geçirebilen birisi varsa ona da kulluk edelim. Meselâ güneşe beş dakikalığına sahip olabilen birisi varsa, o beş dakikalığına biz de ona kulluk edelim. Diyelim ki ey bu beş dakikayı bize veren tanrılar tanrısı! Kulluk sizin hakkınızdır! Ubûdiyet sizin hakkınızdır? diyelim. Var mı böyle yeryüzünde birileri? Yoksa, o zaman hiçbir kimseyi rubûbiyet makamına geçirmeye hakkımız yoktur.

Şu soruyu soralım kendi kendimize. Bu mülkün sahibi kimdir? Göklerdeki ecramı semaviye, melekler, ay, güneş, yıldızlar, gezegenler, galaksiler ve bilmediğimiz daha nice varlıklar kimindir? Yerdekiler, insanlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, taşlar, ağaçlar, evler villalar, köşkler, paralar, mallar, mülkler, altınlar, gümüşler kimindir?

Tabi bu soruyu önce kendimize soracağız, sonra da karşımızdakilere soracağız. Soracağız ama beklemeyeceğiz karşımızdakinin cevabını. Çünkü karşımızdaki yanılabilir yanlış anlayabilir. Onun cevabını beklemeden biz kendimiz diyeceğiz ki Allah’ındır. Her şey Allah’ındır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Madem bütün kâinat Allah’ın, o zaman siz kiminsiniz? Bütün kâinat O’nun mülküyse siz kimin mülküsünüz? Ya da tüm kâinat O’nun emrine boyun bükmüşken, tüm varlıklar O’na teslim olmuşken siz kime teslim oluyorsunuz? Bütün varlıklar Allah’a kulluk ederken siz kime kulluk ediyorsunuz? Yegâne hakim olarak Allah’ı mı tanıyorsunuz? Yoksa göklerde Allah’ın hâkimiyetini kabul edip de yerde kabul etmeyen müşriklerden misiniz?

Mekke müşrikleri böyleydi. Onlar göklerin hâkimiyetini Allah’a veriyorlardı ama O’nu yeryüzüne karıştırmamaya çalışıyorlardı. Onlar yerde Allah’ın yardımcıları olduğuna inanıyorlardı. Onlar yeryüzünde Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin tasarruf hakkının olmadığını bir türlü kabule yanaşmıyorlardı. Hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı karıştırmayıp, bazı bölümlerinde onu hakim, mâlik kabul ediyorlardı. Onun için bunlara müşrik denmiştir. Peki ya günümüzde her türlü hâkimiyet haklarını Allah’tan alıp kendi ellerinde toplamaya çalışanlara ne demek lâzım? Yani bunların adı nedir? Varın onu siz düşünün.

Yaratıldıkları günden beri gökler, göktekiler ve yerdekiler Rablerinin emrine teslimken, Rablerinin emrine boyun bükmüşken ey insanlar siz kime teslimsiniz? Siz kimi sahip ve mâlik biliyorsunuz? Sizin sahibiniz kim? Siz kimin arzularına boyun büküyorsunuz? Siz hayat programınızı kimden alıyorsunuz? Siz kime kulluk ediyorsunuz?

İnsanların Melikine, Mâlikine, insanların sahibine, insanların sevk ve idare edicisine, insanlar adına emreden, nehy eden, kanunlar koyan, organize eden, insanlara egemen olan, insanlara hükmetme makamında olan insanların hükümdarına sığınırım de.
 
Nas suresi ayet 3
“İnsanların İlâhına”

İnsanların İlâhıdır Allah. İlâh, kendisine kulluk edilen varlık demektir. İlâh, kişinin boynundaki ipin ucu elinde olan varlık demektir. İlâh, kişinin hatırını kazanmak için çırpındığı, arzularını gerçekleştirmek için can attığı, itirazsız ve gönül rahatlığıyla isteklerini yerine getirdiği varlık demektir.
İlâh, kişinin uğrunda fedayı can ve fedayı malda bulunduğu varlık demektir.
İlâh, kişinin uğrunda seve seve malını ve canını feda ettiği varlık demektir.
İlâh, kişinin hayat programını kendisi için hayat programı kabul ettiği varlık demektir. Kişinin boynundaki doğuştan getirdiği kulluk ipin ucunu eline verdiği varlık, kişinin İlâhıdır.

Tüm peygamberler insanlığı “La İlâhe illallah” temel esasına çağırmışlardır. Allahtan başka sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak hayata hakim olan İlâh yoktur. Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak, hayat programı program kabul edecek varlık yoktur esasına çağırmışlardır. Zaten tarih boyunca en büyük problem işte burada çık-mıştır. Tarih boyunca en büyük problem sadece Allah’a kulluk etmek, sadece Allah’ı dinlemek ve hayata hakim olarak sadece Allah’ı kabul etmek konusunda çıkmıştır. Değilse Allah’a da ibadet konusunda hiç problem çıkmamıştır.

Yani İlâhlardan bir İlâh olarak Allah’a da kulluğu herkes kabul etmiştir. Öteki İlâhlar yanında Allah’a da kulluğa kimse ses çıkarmamıştır. Yani göklerin ve yerin, göklerdekiler ve yerdekilerin yaratıcısı olarak, dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak, rızık verici, öldüren, yaratan, yaşatan bir İlâh olarak her kez onu kabul etmiştir. Ama inandığınız bu Allah kendisinden başka İlâh olmayandır, bu Allah hayata karışan ve kendisinden başka hayata karışıcı olmayandır. Ama bu Allah insanların kulluk programlarını belirleyendir ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır. Ama bu Allah boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi gerekendir. Yani bu Allah kendisinden başka Rabb, Melik, İlâh olmayandır dendiği zaman işte kavga burada başlamıştır. Göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul ettikleri bu Allah’ı insanlar hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye çalışmışlardır. İlâh olarak Allah’ı kabul edelim ama tek İlâh olarak asla kabul etmeyiz diyorlar. İlâhlardan birisi olarak onu da dinleyelim, İlâhlardan birisi olarak ona da kulluk yapalım ama tek İlâh olarak sadece ona kulluğa hayır diyorlar. Çünkü bizim hayatımıza karışacak başka İlâhlarımız da var. Hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka Rablerimiz de var.

Bizim Allah’tan başka hukuk, eğitim, şifa tanrılarımız, siyaset tanrılarımız da var. Tamam bu tanrılardan birisi olarak Allah’ı da dinleyelim ama öteki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız diyorlar. Aslında bu iddiaların altında Allah’tan, Allah’a kulluktan kurtulup kendi keyiflerince bildikleri gibi bir hayat yaşama arzuları yatmaktadır.

Bunlar Allah’a kulluktan kurtulup kendi kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine tapınmak istiyorlar. Keyiflerinin istediği gibi sorumsuz ve sınırsızca bir hayat yaşamak istiyorlar. Çünkü bakıyoruz bu adamlar Allah’tan başka kendilerinin İlâhları olduklarını iddia ettikleri kimseleri de kendileri seçiyorlar. Seçtiklerini istedikleri gibi yönlendirebileceklerini bildikleri için seçiyorlar. Seçtiklerine bizi şöyle şöyle idare ederseniz sizi seçeriz değilse sizi seçmeyiz diyebildikleri için seçiyorlar. Bizden şunları şunları istemeyeceksiniz! Bizi şu şu sorumluluklar altına almayacaksınız! Bizden namaz, zekât, tesettür gibi ağır sorumluluklar istemeyeceksiniz! İçki, kumar, fâiz, zina gibi bizim alışık olduğumuz şeyleri bizim için yasaklamayacaksınız! Bize lüks ve müreffeh bir hayat sağlayacaksınız!

Yani biz ne istersek nasıl bir hayata razıysak onu sağlayacaksınız! Eğer bizim istediğimiz kanunları çıkarır, bizim istediğimiz ha-yatı hazırlarsanız, Rabb olarak, İlâh olarak biz de sizleri seçeriz diyebildikleri için onları seçebiliyorlar. Tamam göklerde İlâh olan O’dur ama O Allah yeryüzüne karışmaz, diyorlar. Allah bizim hayatımıza karışmaz, diyorlar.

Halbuki göklerde İlâh olan da O’dur, yerde İlâh olan da O’dur. Göklerde sözü geçen de O’dur, yerde de. Göklerde egemen olan da O’dur yerde de. Göklerdekiler de O’na teslim, yerdekiler de. Göklerdekiler de O’nu dinler, yerdekiler de. Göklerde de, yerde de tapınılacak, ibadet edilecek, sözü dinlenecek, çektiği yere gidilecek, yasaları uygulanacak tek İlâh O’dur.

Nasıl da bozuk düşünüyorsunuz böyle? Nasıl da yanlış inanıyorsunuz? Nasıl da iftira ediyorsunuz Allah’a? Yani göklerin hâkimiyeti Allah’a ait de, yerdekilerin hâkimiyeti başkalarına mı ait? Göklere egemen olan Allah da, yerdekilere egemen başkaları mı var diyorsu-nuz? Tamam gökler O’nun olsun, yıldızlar, güneşler O’nun olsun, göklerde O’nun sözü geçsin, göklerde egemen O olsun, göklerde O’-nun sözü dinlensin ama yeryüzüne karışmasın bu Allah. Bizim hayatımıza karışmasın bu Allah mı demeye çalışıyorsunuz? Yeryüzüne egemen başka İlâhların, başka Rablerin varlığından mı söz ediyorsunuz? Göklerin Rabbi ayrı, yerdekilerin Rabbi ayrı mı demeye çalışıyorsunuz?

Ya da yaratan ayrı ama yaratıkları idare eden ayrı mı demeye getiriyorsunuz? Bu ne kötü bir düşünüş! Bu ne çirkin bir iftira! Yaratan ayrı, idare eden ayrı olur mu? Yaratan yarattıklarını idare edemez mi? Yaratan, yarattıklarının hayat programını bilmez mi? Yaratan, yarattıklarını başıboş bırakır mı? Ya da yaratmayan İlâh olabilir mi? Kendisini bile yaratmaktan aciz varlıklar Rabb olur mu? Hiç aklınız yok mu sizin? diyor Rabbimiz.

Allah kendisinden başka İlâh olmayandır ve işte biz göklerde ve yerde tek İlâh olan Allah’a sığınıyoruz. Dikkat ediyorsanız sûrede Rabbimizin üç sıfatı peş peşe sıralanarak bu sıfatların sahibi olan Allah’a sığınmamız emrediliyor. Buradan şunları anlıyoruz:

1. Rabbimiz bu sıfatının üçünde de kendisini kullarına izafe etmiş. “Rabbin nas” (insanların Rabbi), “Melikin nas” (İnsanların Meliki), “İlâhi’n nas” (İnsanların İlâhı) buyurarak kendisini kullarına izafe etmiştir ki, bu insanlar için en büyük bir şereftir. Rabbimiz bu sıfatlarıyla tavsif buyurduğu zatını kullarına izafe ederek kullarına en büyük bir şeref kazandırmıştır.

2. Bir de aslında Rabbimiz tüm varlıkların, tüm kullarının Rab-bi, Meliki ve İlâhı iken sadece insanların zikrinden şunu anlıyoruz. Bu varlıklar içinde Rabbimizin bu sıfatları konusunda irade sahibi olmaları hasebiyle sadece insanlar istismarda bulunabilecekleri için Rabbi-miz bu üç sıfatına dikkat çekmiştir diyoruz. Zira Cenab-ı Hakk’ın öteki sıfatlarını istismar eden hemen hemen hiç çıkmamıştır. Yaratıcı, Kâdir oluşunu, rızık verici oluşunu hiç kimse reddetmezken, O’nun Rabb oluşunu, insan hayatına karışıcı oluşunu, hayat programı belirleyici, kanun koyucu oluşunu, Melik, mülkün sahibi, mülkü konusunda tasarruf yetkisine sahip oluşunu ve sadece kendisine kulluk yapılıp, sadece kendisi dinlenilecek, çektiği yere gidilecek tek İlâh oluşunu reddedenler hep olagelmiştir.

Yani bugüne kadar ben Allah’ım diyenler, ben yaratıcıyım diyenler, benim her şeye gücüm yeter diyenler hiç olmamış, ama ben Rabbim, ben kanun koyma yetkisine sahibim, egemenlik bendedir, ben mülkün sahibiyim, bu ülke benimdir, ben İlâhım, benim sözlerim dinlenmeli diyenler çok olmuştur. Her halde insanların istismarlarına müsait olduğu için Rabbimiz peş peşe bu üç sıfatını zikrederek özellikle bu sıfatların yegane sahibi olarak kendisine sığınmamızı istiyor bu sûresinde.

Rabb, Melik ve İlâh O’dur.
O’ndan başka Rabb, O’ndan başka Melik, O’ndan başka İlâh yoktur. Rabb makamında, Melik, ulûhiyet makamında hayatınızın kanunlarını düzenleme konusunda Rabbiniz O’dur. Ve bu Rabbiniz olan Allah kendisinden başka İlâh olmayandır. O her şeyin yaratıcısıdır. Varlığımızın sebebi O’dur. Hayatın kaynağı O’dur. Göklerin, yerin, gecenin, gündüzün, meyvelerin, sebzelerin sahibi O’dur. Malımızı, evimizi, ailemizi, çocuklarımızı, makamımızı, paramızı, pulumuzu, aklımızı, zekamızı, bilgimizi, havamızı, suyumuzu her şeyimizi yaratan O’dur. Allah yaratıcıdır, o halde O’na kulluk edin. Madem ki her şeyinizi yaratan O’dur, madem ki her şeyinizi veren O’-dur, o halde sadece O’nu dinleyin.

Allah her şeyin yaratıcısıdır ve kendisinden başka İlâh, Rabb, otorite, egemen, yetkili olmayandır. Çünkü İlâh olanın, Rabb olanın yaratıcı olması gerekir. Ondan başka yaratıcı da olmadığına göre Rabb sadece O’dur. Öyleyse sadece ona kulluk edin, sadece O’nu dinleyin. Sadece O’nun emirlerini dinleyin ve sadece O’nu razı etmeye çalışın. Rabb olarak, İlâh olarak O’na inandığınızı ortaya koymak üzere hayatınızı O’nun adına yaşayın. Yirmi dört saatinizi O’nun belirlediği yasalar istikâmetinde yaşayın.

Allah’tan başka toplum, moda, baba, ana, amir, müdür, âdetler, yönetmelikler gibi putları Allah makamına oturtup onların istedikleri bir hayatı yaşayıp Allah’a şirk koşmaya kalkışmayın. Yaşadığınız bu hayatın sonunda O’nun huzuruna gideceğinizi ve hayatınızın hesabını sonunda O’na ödeyeceğinizi asla unutmayın.

Eğer böyle Rabb, İlâh olarak Allah’a iman eder, Allah’ı böyle güçlü kuvvetli bilir ve sadece O’nu hesaba katar, O’nun istediği hayatı yaşarsanız, O’nun dışında her şeyin hatırını ayaklarınızın altına alabilirseniz o zaman bilesiniz ki O Allah sizin her şeyinize vekildir. Bilesiniz ki sizin arkanızda Allah vardır. Sizin önünüzde Allah vardır. Dayanacağınız güveneceğiniz Allah’tır. Sizi herkese karşı ve her şeye karşı koruyacak olan Allah’tır. Böyle bir Allah’a sığındığınız takdirde göklerde ve yerde sizi yenecek, size zarar verebilecek hiçbir varlık yoktur. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa hepsi de O’nun kuludur. Hepsinin üzerinde egemen olan O’dur. Hepsinin boyunlarındaki iplerin ucu elinde olan hepsine söz geçiren O’dur. Böyle bir Allah’a sığındığınız, dayanıp güvendiğiniz takdirde size yol gösterecek olan O’dur. Sizin tüm problemlerinizi çözümleyecek ve sizi her sahada sahili selamete çıkaracak olan O’dur. Tarih boyunca dostlarını tüm düşmanlarına karşı nasıl korumuş ve galip getirmişse, sizi de koruyacaktır. Bu konuda en küçük bir şüpheniz olmasın.

Öyleyse ey Allah’ın kulları gelin sadece O’na sığının! Sadece O’nun koruması altına girin! Sadece O’na ve O’nun hayat programına yönelin! Sadece Allah’ı dinleyin! Yalnızca Allah’a kulluk yapın! Sadece Allah’ın hayat programını uygulayın! Eğitiminizi Allah’ın istediği biçimde düzenleyin! Hukukunuzu Allah’ın istediği biçimde ayarlayın! Ticaretinizi Allah yasalarına göre belirleyin, evinizi, eşyanızı, kazanmanızı, harcamanızı, hayata bakışınızı, insanlarla olan ilişkilerinizi, gecenizi, gündüzünüzü Allah’ın istediği biçimde ayarlayın! Çünkü sizin için Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz İlâhınız yoktur. Allah’tan başka hayat programı kabul edilmeye lâyık Rabb ve İlâh yoktur.

Buraya kadar Rabbimiz kime sığınacağımızı anlattı. Bundan sonrada bakın kimden sığınacağımızı, kime karşı kendisine sığınma-mız gerektiğini anlatacak. Acaba bu Rabb, Melik ve İlâh olan Allah’a kimden sığınacağız? Kime karşı korunma dileceğiz?
 
Nas suresi ayet 4
“Sinsice kalplere vesvese ve kuşku verip duran vesvâs’ı hannâs’ın (vesvesecinin) şerrinden”

Rabbimiz kendisine sığınmamız gereken en büyük tehlikeyi, en büyük düşmanı bize haber veriyor. İnsanlığın baş düşmanı Vesvâs ve Hannâs olan şeytanın şerrinden insanların Rabbi, Meliki ve İlâhı olan Allah’a sığınırız.

Vesvâs, çok vesveseci, sürekli vesvese veren, tekrar tekrar vesvese veren anlamına şeytanın bir ismidir. Zira onun mesleği ve bütün işi vesvese ve iğvâdır.

Hannâs da onun isimlerinden birisidir. Hannâs kancık, kaypak, dönek anlamlarına geldiği gibi bir de Tekvir sûresinde bu kelime yıldızlar için de kullanılmaktadır.

“Gündüz sinip geceleri gözüken gezegenlere andol-sun;”
(Tekvir 15,16)

Gündüz saklanıp gece göründükleri için ya da buluta gömülüp görünmez olduktan sonra tekrar göründükleri için yıldızlara da hun-nes denmiştir.

İşte şeytan da sinip sinip ortaya çıktığı için, saklanıp saklanıp hücuma geçtiği için, bir gerileyip bir saldırıya geçtiği için, kaybolmuş gibi görünüp tekrar hücuma geçtiği için, geri çekilerek, büzülüp yok olarak, sinerek, saklanarak fırsatını bulunca saldırdığı için ona da hannâs denmiştir. Hannâs, geri dönen sonra saldıran mânâsına gelir. Tıpkı güneşi görünce kaybolup sonra yine yeniden ortaya çıkan yıldızlar gibi. Veya buluta girince kaybolup sonra tekrar açığa çıkan yıldızlar gibi.

Şeytan insanı kandırabilmek, saptırabilmek, onu kulluktan koparabilmek için tekrar tekrar gelir. Namazdan önce gelir kişinin nama-zına engel olmak ister, orada yenersiniz namazda bir daha gelerek namazınızı gafletle boşa çıkarmak ister. Kıyamda beceremezse, rükuda bir daha gelir. Rükuda atlatırsınız secdede bir daha gelir. Gitti zannedersiniz bir daha gelir. Sindirdik zannedersiniz, kovduk zannedersiniz tekrar gelir. Sürekli insanın gafil zamanını yakalamak ve onun işini bitirmek ister.

Veya şeytanın hannâs oluşunu bir de şöyle anlamaya çalışıyoruz. Farklı kılıklarda, farklı kimliklerde gelir insana. “Oğlum sakın ileri gitme! Sakın şunları şunları yaparak kendini tehlikeye atma! Bu soğukta derse gitme! Benim yanımda otur! Yoksa sana analık hakkımı helal etmem!” diyerek ananız kılığında gelir. Onu yenersiniz, öldürürsünüz, bu defa da baba olarak çıkar karşınıza üzerinizde baskılar kurarak sizin kulluğunuzu engellemeye çalışır.

“Yemeğini şöyle yemelisin! Sofranda şunları şunları bulundurmalısın! Şöyle giyinmelisin! Başörtünü şöyle bağlamalısın! Pantolonunun paçası, gömleğinin yakası şöyle olmalı! İki günde bir tıraş ol-malısın! Nişanlınla mutlaka şöyle şöyle görüşmelisin! Eğer evine gelen misafir dindarsa dinden, imandan; fâizciyse fâizden, tüccarsa ticaretten bahsetmelisin! Her gün eve şu saatte geleceksin! Çoluk çocuğunun başında olacaksın! İleri gitmeyeceksin! Allah adına da olsa, din adına da, hizmet adına da olsa kendini tehlikeye atacak işlere girmeyeceksin!” Şeytan size böyle gelir, onu da aşarsınız.

Bu defa toplum olarak çıkar karşınıza: “Aman ha! Şu şöyle ol-malı, bu böyle olmalı! Gömleğin yakası şöyle olmalı! Pencerenin perdesi böyle olmalı, tavandan tabana olmalı, içerden dışarıyı dikiz edebilecek biçimde olmalı! Mutfağın dizaynı, oturma odasının tefrişi şöyle olmalı! Şöyle kazanılmalı, böyle harcanmalı! Üç günlük ömre dokuz günlük rızık hazırlanmalı! Sekiz saat çalışılmalı! Şuralarda okunmalı! Şu şu bilgiler alınmalı! Şu şu okullar bitirilmeli! Şu şu noktalara gelinmeli! Topluma ters düşülmemeli! Toplumun eğilimi neyse ona sahip çıkılmalıdır! Yılda bir iki mevlüd okuttun mu artık senden iyisi yoktur vs. vs. diyerek şeytan karşınıza toplum olarak, toplum baskısı olarak çıkıp sizin kulluğunuzu bitirmek ister.

Onu da aşınca ev ihtiyacı olarak çıkıyor karşınıza. Şekil değiştirip tekrar tekrar çıkıyor karşımıza. Tıpkı büyük şeytan olarak öldürdük zannederken vusta olarak karşımıza çıktığı, onu da öldürdük der-ken küçük şeytan olarak karşımıza çıktığı gibi. Saklanıp saklanıp hücuma geçen, sinip sinip tekrar saldıran, tam öldürdük dediğiniz anda birdenbire karşınıza dikilen ve fırsat kollayan, gafil bir anımızı bekleyip duran, bizi hak yoldan saptırmak için tüm izinleri kaldırmış olan o hannâstan o dönek ve sinsi vesvese kaynağının şerrinden de Allah’a sığınmak zorundayız.
 
Nas suresi ayet 5
“Ki o insanların göğüslerine vesvese verir.”

Evet o sinsi şeytan insanın göğsüne vesvese verir.

Kulağa takılan küpenin kulakta hafif hareketinden doğan sese vesvese denir. Aslında küpenin kulağa yakınlığı sebebiyle çok hafif bile olsa çıkardığı sesin kulak tarafından duyulması algılanması gibi, şeytan da tıpkı küpenin kulağa yakınlığı gibi insana yakınlığından ötürü onun verdiğine de vesvese denmiştir. Şeytanın fis! hiş! gibi sesler çıkararak insanı haramlara, isyana çağırışına, kalbe ilka ettiği hayırsız duygulara vesvese denir.

Vesvese,
Kur’an'ın başka âyetlerinden de anladığımıza göre insanın içinden ve dışından kaynaklanan dinde sapıklığa, şehvete dâvet, masiyeti irtikaba dâvetin adıdır.

Şeytan, kişinin boş bulduğu kalbine oturur, her türü günahları akla getirir, düşündürür, hayal ettirir. İnsanları Allah’a itaatten, Allah’ı dinlemekten çıkarıp onları isyan, küfür, şirk, ateistlik, dinsizlik, dindarlara düşmanlık, Allah’a peygambere savaş açmak gibi yollara sevk etmek ister. İnsanlara bunları temenni ettirir, aklına getirir, dürtükler, günahlara, isyanlara ve şehvete sürükler, bu tür şeyleri onlara güzel gösterir. Kişiyi Allah’a isyan olan hangi konu varsa onlara meylettirir, sonunu düşündürmez, kalbini içini bu duygularla öyle bir sarar ki, bundan sonra artık o kişinin ilmi kalmaz, iradesi ve düşüncesi kalmaz her şeyi altüst olur. Bu iş yapılır mı yapılmaz mı? Haram mı helâl mi? Caiz mi değil mi? Adam düşünemez artık.

Haramlara bir yorum getirerek insanlar nazarında onları basitleştirir. Bunu bugün yapmayan kaldı mı? Bugün bunu yapmayanı göster de onun alnını karışlayalım gibi düşüncelerle insanları günahlara teşvik eder. Ya da büyük günahları küçük gösterir. Veya eğer insanı büyük günahlara razı edememişse küçük günahlara meylettirir. Böylece küçüklerini işlettirerek büyüklerine zemin hazırlar. Veya işlettiği günahların akabinde bu günahları işledikten sonra senin artık ne dünyada, ne de ukbada Allah katında yerin kalmamıştır diyerek mü’-minin rahmet-i ilâhiyeden ümit kesmesini sağlayarak temelli onu kulluktan çıkarmak ister.

İnsanı önce kulluktan, Allah’a itaatten çıkarıp küfrün, inkârın, şirkin, isyanların, haramların, günahların içine çekmek ister. Eğer bu konuda muvaffak olamamış, insanı küfre ve şirke düşürememişse, yani her şeye rağmen kişi yine de şeytanın vartalarına düşmeyerek Allah’a kullukta ısrarlı davranmışsa, bu sefer de o kişinin dinini, girdiği yolunu bozar. Yani karşısındakinin yolunu ne yapar yapar İslâm’dan saptırır. Yani o kişinin girdiği yolu, girdiği İslam’ı eğri büğrü yapmaya çalışır.

İslam’ını bozar adamın. Din yaşıyorum diye bidatleri karşısına çıkarır onun, ya da din diye insanların sunduğu, aslını bir türlü öğrenemediği bir yığın felsefenin içine çeker onu. Yani Allah’ın kitabına, peygamberin Sünnetine değil de insanların kitaplarına, insanların sözlerine sevk eder onu. Ya da yerdeki iki ayaklı şeytanlarla el ele vererek resmî bir din çıkarır onun karşısına. Hayata karışmayan, kılık-kıyafete karışmayan, kazanmasına harcamasına karışmayan, hukukuna, eğitimine karışmayan sadece vicdanlara hapsedilmiş resmî bir din çıkarır kişinin karşısına, böylece onu saptırır.

Yani Allah’a değil de başkalarına kulluk yaptırır. Allah’a değil de güneşlere, güneş gibi büyüklere secde etmelerini sağlar. Allah dururken büyüklerin önünde secde ettirir. Böyle güneş gibi piyasada yıldızı parlayan niceleri vardır ki, niceleri onlara secde etmektedirler, onlara secde etmek için çırpınmaktadırlar Allah korusun.

Yine şeytanın insana verebileceği vesveselerden birisi de insanı mubahlarla meşgul etmeye çalışır. Farzlardan uzaklaştırıp mubahların peşine takar. Mubahları dinin vazgeçilmez unsurlarıymış gibi göstererek onlar peşinde kişiyi koştururken farzlara zaman bıraktır-maz. Akvaryumun başında uzun uzun bekletiverir insanı. Veya ekranın başında namazları geçirtiverir. Veya bülbülün sesi de güzelmiş, bunu dinlemek de ibadettir dedirtiverir.

Yine şeytan bazen de insanı kendisine döndürür. Kişiyi kendisine döndürür ve zannettirir ki yeryüzünde sadece müslüman bir tek kendisidir. Varsa da, yoksa da dünyada müslüman kendisi vardır. Şeytanın vesveseleri sonucu kişi yeryüzünde kendisinden daha iyi müslümanın olmadığını, yaşadığı hayatın Allah'ın istediği hayatın ta kendisi olduğunu, bundan daha güzel bir müslümanlığın yaşanamayacağını iddia etmeye başlar.

İşte bu, Allah korusun değişmenin önünde en büyük engeldir. Ben iyiyim, biz iyiyiz düşüncesi değişmenin, iyiye doğru gitmenin, daha güzel müslümanlığa ulaşmanın önüne dikilmiş en büyük puttur. Veya bazen de kişinin müslümanlığının kendisiyle sınırlı kalmasını sağlamak adına, müslümanlığını dışa taşımasını, çevresini de müslü-manlaştırmasını, yani tebliğ ve talimde bulunmasını engellemek adına şeytan ona vesveselerde bulunur. Sen kendine bak yeter, el âlemden sana ne? Peygamber misin ki ümmet kayıracaksın? Senin gibi şerefli bir âlimin bu şerefsizlerin ayağına gitmesi senin şerefine leke getirir gibi vesveselerle müslümanın önünü kapatmak ve müslümanlığını kendi şahsıyla sınırlı bırakmak ister.

Eğer müslüman şeytanın bu vesveselerine karşı uyanık olur, onun vartalarına düşmez ve Allah’ın istediği biçimde davranmaya çalışırsa, Allah kullarına din duyurmaya, ilim halkalarında Allah kullarını eğiterek onları cennete kazandırmaya devam ederse bu defa da onun bu çalışmalarını engellemek için der ki ona, “yahu gerçekten çok çalıştın ve yoruldun. Aslında bir umreyi çoktan hak ettin. Hadi bir umreye git ve biraz da Rabbinle baş başa dinlen.” Böylece onu bir umreye sevk ederek sohbetini, ilim halkasını, ilmi çalışmalarını sekteye uğratmak, hem ona, hem de talebelerine soğukluk vermek ister.

Veya bazen Allah adına koşturan, Allah kullarına din anlatarak onların daha iyi müslüman olmaları sağlamaya çalışan hasbi müs-lümanların bu çalışmalarını bitirebilmek için, onları oyalayabilmek için onların üzerine ordular gönderir. Cinlerden ve insanlardan kimilerini o müslüman hakkında tahrik ederek, kışkırtarak onun üzerine saldırtır. Halkı onun aleyhinde kışkırtarak o mücahit müslümanın üzerine saldırtır. Onun aleyhinde bağırıp çağırmalarını sağlar. O mücahid müs-lüman kul kendisinin aleyhinde bağırıp çağıran bu ordularla karşı karşıya gelince de şeytan ona şöyle akıl vermeye başlar: “Bak bu adamlar senin aleyhinde konuşuyorlar, hadi sen de cevap ver onlara! Sen de karşılık ver onlara! Değilse eğer suskun kalırsan haksızlığına hük-medecekler, ya da sana korkak diyecekler” diyerek alçak şeytan onu da onlarla uğraşmaya teşvik eder ve böylece hedef saptırır.

Yani o müslüman onlara cevap vereceğim derken, onlarla oyalanacağım derken müslüman esas hedefini kaybeder, esas çalış-malarını unutur. Zaten şeytanın derdi de budur. İstiyor ki o müslüma-nın hayırla çalışmaları bitsin, hayırlı planları sekteye uğrasın.

Demek ki şeytanlar bazen hak yolunun yolcusu olan dâvetçi müslümanlar hakkında diğer müslümanların kalplerine vesveseler vererek onları onlara dümen yapmaya ve böylece dâvetin onlara ulaşmasına engel olmaya çalışan insan ve cin vesvâslarından sürekli Allah’a sığınacağız. Gerçekten bizler Allah için Kitap ve Sünnet mesajını Allah kullarına ulaştırma kavgası verirken birileri insanlara bizim hakkımızda bir takım vesveseler vererek onlarla bizim aramıza perdeler germeye çalışıyorlarsa, bizim insanlara sunduğumuz mesajın etkisini kırmaya çalışıyorsa, bizim bunu düzeltmemiz gerçekten çok zordur ve zaman alacaktır. Bizim o zihinleri idlâl edilmiş insanların her birerine giderek hakkımızda oluşturulmuş yanlış düşüncelerini, kanaatlerini düzeltmeye çalışmamız çok zaman alacaktır. Bu iş bizim çok zamanımızı alacak ve bizim tebliğimizi engelleyecektir. Yapacağımız hayırlı ve bereketli çalışmaları sekteye uğratacaktır.

Onun için bizim hakkımızda vesveselerle insanları idlâl etmeye çalışan bildiğimiz ve bilmediğimiz vesvâslardan Allah’a sığınacak ve korunmuş olacağız. Rabbimiz işte bu sûrelerinde bize bu konuda yol gösteriyor. “Ey kullarım siz yolunuza devam edin, bana sığının, onları bana bırakın ve işinize bakın. Çünkü onların Rabbi, onların Meliki ve İlâhı benim. Onların tümünün boyunlarındaki ipler benim elimdedir. Onların sahibi benim ve benim iznim olmadan onların size karşı yapabilecekleri hiçbir şeyleri yoktur” diyor.

Şeytanın sadırda vesvese vermesi meşguliyet mânâsına gelmektedir. Namazda bile vesvese vererek insanı meşgul edip unutmaya sevk eder. Ezanda kaçarsın kamette gelir, kamette kurtulursun na-mazda gelir bulur seni. Farzda kaçarsın, sünnetle gelir yakalar. Ves-vese vererek unutturmaya çalışır sana. Hatta kaç rekat kıldığını bile hatırlayamaz insan.

Onun için şeytanın bu tür vesveselerinden kurtulabilmek için meşguliyetlerimizi azaltmaya çalışacağız. Bakışta, kelâmda, taamda ve insanlarla ihtilatta fazlalıktan sakınacağız. Bakışın çoğundan sakınacağız. Eşyayı azaltacağız. Öyle değil mi? Yumuyorsun gözünü Allah’ı düşünmek için karşında pek çok şey duruyor. Elbette namazda da devam edecektir bunlar. Meselâ çok yiyorsa kişi namazda hep onu hatırlayacaktır. Hattâ sofrada yemek hazırsa namazdan önce yemeği yiyip sonra da namaza durma emri zannediyorum onu düşünmekten kurtulmak için verilmişti. Namazdan önce çok konuşulmuşsa elbette namazda onlar hatıra gelecektir. Veya meyhanede ömür geçiren bir adam namaz da kılsa elbette o hayatı düşünecektir namazında. Bizim toplum şu anda sanki meyhane. Adam bilgisayar düşünecek namazda, matematik çözecek namazda, borç ödeyecek namazda, mal satacak, İngilizce öğrenecek, telefona cevap verecek, çekleri düzenleyecek namazda. Bunların hepsini birden yapmak zorundadır namazda.

İşte vesvese budur ve bu tür vesveselerin pek çoğu kendimizden kaynaklanır. Yaşadığımız hayatın bozukluğundan kaynaklanır. Malın çokluğu, paranın çokluğu, dükkânın çokluğu, işin çokluğu, düşüncenin çokluğu, eşyanın çokluğu, konuşmanın ve meşgalenin çokluğu vesvese kaynağıdır. Meselâ adamın bir anahtarı olsa onu dü-şünür, ama 40 anahtarı varsa kırkını da düşünecektir adam namazda. Bir dükkânı olan bir dükkânlık düşünecek, on dükkânı olan da elbette on dükkânlık düşünecektir. Yangın mı çıktı? Hırsız mı girdi? Sel mi bastı? İflas mı götürdü? Elbette on dükkânı olan bunun onunu da düşünmek zorundadır namazda.

Adamın bir günlük endişesi varsa dünya adına o kadar düşünecek, kırk günlük endişesi varsa o da o kadar düşünecek kırk yıllık endişesi olan da o kadar düşünecektir. Yani kişinin kafasındaki he-defi neyse o kadar düşünecektir. Vesvese budur işte. Unutmayalım ki o zaman biz kendi kendimize şeytanlık yapmaya, şeytanın görevini üstlenerek kendi kendimizi mahvetmeye yönelmişiz demektir Allah korusun.

Rasûlullah efendimizin bir hadisinden öğreniyoruz ki kalpte iki delik varmış birinde devamlı şeytan, öbüründe de melek oturur fısıldarmış. Tabi şeytan boş bulduğu kalbe oturarak orada vesvese vermeye çalışmaktadır. Eğer kişinin kalbi boş değilse, şeytana yer bırakmayacak biçimde Allah’la, Allah’ın Kitabı ve Resûlünün Sünnetiyle meşgul ise elbette şeytanın o kalpte etkili olması mümkün olmayacaktır.

Yâni biz kendimiz şeytana dâvetiye çıkarmayacağız. Şeytana kapı açmayacağız. Bakın Rasûlullah efendimiz bir hadislerinde şöyle buyuruyor:

“Sizden biriniz hanımıyla kavga ettiğiniz zaman sakın boşamadan, boşanmadan söz etmeyin. Çünkü o anda sizi dinleyen şeytanlar sizden bunu duyunca ümide kapılırlar.”

Yani karı-koca aranızda kavga ettiğiniz zaman sakın iki taraf ta boşanmadan söz etmesin. Çünkü çevrenizde sürekli sizi takip eden, sürekli sizin bir gafletinizi yakalayıp sizi Allah’a kulluktan koparmak isteyen şeytanlar bunu duyunca ümide kapılıp sizin üzerinize daha çok çullanırlar. “Bizim telkinlerimiz bu karı-koca üzerinde etkili olmaya başladı. Burada bize ekmek var. Aman biraz daha üzerlerine gidersek bu işi başaracağız” diye ümide kapılıp daha çok üzerinize gelirler. Onun için onlara karşı zaaflarınızı açıp onlara dâvetiye çıkar-mayın buyuruyor Rasûlullah efendimiz.

Yine tuvalet yaptıktan sonra acaba üzerime bir sıçrantı filan oldu mu ki? Diye sürekli şeytanlardan vesveselere maruz kalanlar için Rasûlullah efendimiz tuvalet yaptıktan sonra avucunuza bir miktar su alıp serpiverin ki nereye ne değmiş bilemez olup böylece şeytanların vesveselerinden kendinizi kurtarmış olursunuz buyurmaktadır.

Tabi şu anda piyasada bütün bu hadisleri bilmeyen, şeytanı ve onun verebileceği vesveseleri tanımayan yığınlarla insan farkında olmadan şeytanlara kapı açıp, onlara dâvetiye çıkarmaktadırlar. Meselâ nasıl? Meselâ adam konuşmaya başlıyor: Efendim, galiba benim nasibim bağlanmış. Galiba benim rızkım bağlanmış. Hiç bir şey ala-mıyorum. Hiç bir şey satamıyorum. Hiç bir müşteri gelmiyor.

Veya bir başkası şöyle diyor: Galiba benim nasibim bağlanmış. Beni hiç isteyen kalmadı. Tüm dünürcülerim kesildi. Bütün bunlar bilelim ki şeytanlara dâvetiye çıkarmaktır. Bunu duyan şeytanlar birbirlerini çağırırlar. Gelin, gelin burada bir enayi var. Burada bizi bir şey zanneden, bizi güçlü zanneden bir müşteri var. Biraz daha üzerine gidelim, çünkü bizim telkinlerimiz, bizim vesveselerimiz sonuç ver-meye başladı diye birbirlerini çağırıp onun vücudunu istilaya başlarlar. Öyleyse onlara karşı hep böyle inançlı, Allah’a güvenen, onlardan korkmayan bir tavır takınmalıyız ki bizden ümit kesip çekip gitsinler.

Zaten onlar karşısında biz hep ayakta dimdik olursak bize yapabilecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Hani insan vücudu dengede iken, vücudun ısısı, dengesi yerinde iken onun vücuduna bir mikrop girer. O mikrobun bünyeye girdiğini gören kanımızın içindeki akyuvarlar, antikorlar yani İslam askerleri hemen harekete geçip yarı yolda o mikrobun işini bitirirler. Ama öyle değil de eğer vücudun ısısı, dengesi bo-zulmuşsa, meselâ çok uykusuz kaldığı için, çok korktuğu için, çok aç ve susuz kalığı için, ya da doğum yapıp çok kansız kaldığı için vücudun direnci azalmışsa vücuda giren bir mikrop nasıl etkili olabiliyorsa aynen bunun gibi Allah’la diyalogu kopmuş, Allah’ın desteğini kaybetmiş, Allah’a kulluğu bozulmuş, bunun tabii sonucu olarak ta şeytanlara karşı direnci azalmış bir kişiye şeytanlar etkili olabilecektir.

Yine Rasûlullah efendimizin bir başka hadisinden öğreniyoruz ki şeytan bir adamın vücudunun herhangi bir yerine girer ve rahatsızlık vermeye başlar. Ta ki adam bir doktora, bir hocaya, veya bir tekkeye, türbeye gidince hemen oradan çıkar ve ağrı vermekten vazgeçer. Maksadı o adam beni hoca kurtardı, doktor kurtardı, beni falan türbe veya falan tekke kurtardı diyerek şirke düşmesini ister hain. Oraya gidene kadar adamın o uzvunda ağrı ve sancı veren hain tam orada çıkıverir ve adamı beni kurtaran falandır diyerek şirke düşürmek ister. Bunu Rasûlullah hadislerinde aynen böyle anlatır.

Yine biliyoruz ki şeytan hayır yollarına oturur ve bunlardan insanları meneder. İnfak etmek isteyen insanın karşısına aç kalma, fakir düşme korkusuyla çıkarak ona bu tür vesveseler vererek infaktan alıkoymaya çalışır. Cihada ve hicret yolunda mü’minlere vesveseler vererek onları durdurmaya çalışır. Mü’minleri namazdan alıkoymaya çalışır.

Hatta Rasûlullah efendimizin bir hadislerinden öğreniyoruz ki şeytan uykuda insana üç düğüm vurur. Bunlar zikir, abdest ve namazla çözülür. Mü’min sabahleyin namaz vaktinde kalkıp bismillah diyerek Allah’ı zikredince birinci düğüm çözülür, namaz için abdest alınca ikinci düğüm çözülür, Allahu ekber diyerek namaza durduğu zaman da üçüncü düğüm çözülür. Eğer namaz vaktinde kalkmayarak bu düğümleri çözmezse kişi artık şeytan onun kulağına işer de onun üzerine ağırlık çöküverir diyor Allah’ın Resûlü. Evet işte şeytanın engellemeleridir bunlar.

Bir de Rasûlullah efendimizin bu beyanından anlaşılıyor ki ab-destsiz zikir, Kur’an okumak caizdir. Abdestsiz Kur'an okunabileceğine delildir bu. Çünkü burada zikir abdestten önce gelmiş. Kişi sabaha kadar uyanmamışsa şeytan kulağına işer. Uyanıp zikir, abdest ve na-mazı yapmamışsa tabii. Öyleyse şeytanın bu vesveselerine, bu iğva-larına kapılmamak için Rabbimizin istediği biçimde O’nun bizden istediği kullukların tamamını icra etmeye çalışacağız, üşengeçlik göstermeyeceğiz inşallah.

Yine kul günah işler, Allah affeder, Allah onun ayıplarını örter de şeytan açığa çıkarır ve insanı rezil eder. Böylece onun haya damarını çatlatıp artık günahları aleni işleyecek duruma getirmek ister.

Şeytandan gelebilecek tüm dürtülere karşı, tüm vesveselere ve fısıltılara karşı insanların Rabbi, insanların Meliki ve insanların İlâhı olan Allah’a sığınacağız. Allah’ın koruması altına gireceğiz. Allah’ın gösterdiği yola girerek, Allah’ın gönderdiği Kitap ve Sünnet istikâmetinde bir hayat yaşayarak, Allah’ın belirlediği sınırların içine girerek kendimizi koruma altına alacağız. Allah’ın gösterdiği usullerle şeytanlardan korunmasını bileceğiz. Allah’ı tanıyacağız, Allah’ın kitabını tanıyacağız, Allah’ın yasalarını tanıyacağız, şeytanı tanıyacağız, şeytanın hilelerini tanıyacağız ve ondan korunma imkânı elde etmiş olacağız.

Şeytanı tanımak bu kitapla mümkündür, İslâm’ı tanımak ta bu kitapla mümkündür. Kitabı tanırız, böylece şeytanı tanırız. Şeytanı tanırız şeytan yolundan uzaklaşırız, İslâm’ı tanırız İslâm yoluna gireriz. Allah’ı tanırız, Allah yoluna gireriz ve tüm şeytanlardan Allah’a sığınırız. Rabbimiz buyurur ki bakın:

Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O her şeyi işitir ve bilir.”
(Fussilet 36
 
Nas suresi ayet 6.
“Gerek cinlerden, gerekse insanlardan (olan her hannâs’tan Allah’a sığınırım de).”

Demek ki vesvese sadece şeytandan gelmiyor, bu misyonu üstlenen sadece şeytan değildir; bir de iki ayaklı şeytanlardan söz ediyor Rabbimiz. Bu ve bunun gibi âyetlerden anlıyoruz ki şeytan sade-ce cinlerden değil, insanlardan da olabilmektedir. Şeytanlık neydi? Allah’a kafa tutmak, Allah’a karşı gelmek, secde etmemek, Allah’a kulluktan çıkmak ve secdesizliğine diğer varlıkları da çağırmak. Adem’i ve onun çocukları olan insanları Allah’a kulluktan koparmak ve kendisinin gideceği ebedî azap mahalline onları da beraberinde götürmek.

İşte şeytan budur, şeytanlık da budur. Allah kullarının dinlerini ve yollarını karıştırarak, dini karma karışık bir hale getirerek Allah kullarının yolunu şaşırtmak. İnsanlara küfrü, şirki, isyanı, itaatsizliği, secdesizliği empoze etmek. İşte yeryüzünde şeytanın bu görevini üstlenen, şeytan fonksiyonu, şeytan rolü oynayan bir kısım iki ayaklı insanlar da şeytandır. Bunlar da insanların şeytanlarıdırlar. Bunların ataları İblis değildir, bunların babaları Adem’dir ama bunlar insanlıktan çıkıp İblisin çocukları, İblisin kulları ve aveneleri olmuşlardır.

Şeytanların lideri ve reisi olan İblis, Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki cinlerdendir. Evet o cinlerdendir ama onun emrine giren, onun direktifleriyle çalışan, yeryüzünde onun rolünü ve misyonunu üstlenen, Allah kullarının din eğitimlerini yasaklayan, insanların dinleriyle tanışmalarını engelleyen, dinin önüne barikatlar koyan, dindarlara zulmeden, böylece insanların dine girmelerini engelleyen, dini karıştırmaya çalışan, Allah kullarını Allah’a kulluktan ve secdeden uzaklaştırmak için çırpınan iki ayaklı şeytanlar da vardır. Bu iki ayaklı insan şeytanlarının yeryüzünde bütün dertleri, peygamberleri ve mü'-minleri Allah’tan uzaklaştırmak, Allah’ın kitabından uzaklaştırmak, Allah’a kulluktan çıkarmak ve sırat-ı müstakimden uzaklaştırmaktır.

Gerek cin şeytanları ve gerekse bunların rollerini üstlenen iki ayaklı insan şeytanları Allah’ın kullarını Allah’a kulluktan koparabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. İnsanların önlerine farklı dinler ve yollar çıkarırlar. Daha önce de ifade ettiğim gibi din budur diye insanların önüne resmî dinler çıkarırlar. İnsanların önüne farklı İlâhlar çıkarırlar. Allah’ı farklı tanıtırlar. Hayata karışmayan, insanlara kulluk programı göndermeyen, vahiy göndermeyen, insanları keyifleriyle baş başa bırakan, onlardan hiçbir sorumluluk istemeyen, yeryüzü tanrılarına ses çıkarmayan, egemenlik haklarını onlara devreden uyuşuk bir Allah tanıtırlar. İnsanların karşısına farklı kulluk anlayışları çıkarırlar. Farklı secde makamları çıkarırlar.

Çünkü cin ve insan şeytanları kesinlikle bilirler ki insanlar mutlaka secde edeceklerdir. İnsanlar yaratılış gereği birilerine kulluk yapmaya, birilerine secde etmeye müsait yaratılmışlardır. Tapacaktır onlar bir şeylere. Bunu çok iyi bilen şeytanlar insanların önüne secde edecek mekanizmalar çıkarırlar. Futbolculara, sanatçılara, yıldızlara, artistlere, siyasîlere, güneşlere, büyüklere, büyük bilinenlere, tâğut-lara, tâğutların yasalarına, mallara, makamlara secde ettirirler. Onların tüm dertleri insanlar Allah’a secde etmesinler de kime ve neye secde ederlerse etsinler fark etmez. İnsanların önüne öyle programlar çıkarırlar ki bu programlar içinde insanların Allah’a gitmeleri kesinlikle mümkün değildir. Cin ve insan şeytanlarının düzenledikleri hayat programı insanların Allah’a gitmelerini baştan bitirmektedir.

Gerek iki ayaklı insan şeytanlarının gerekse onların akıl hocaları olan İblis’in şerrinden Allah’a sığınacağız. Hiçbir zaman bunlardan da korkmayacağız. Biz bunlardan Allah’a, Allah’ın yasalarına, Allah’ın gösterdiği hayata, Allah’ın istediği kulluğa sığındığımız, Allah yolunda olduğumuz sürece bunların bize karşı yapabilecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Bakın Rabbimiz Nisâ sûresinde bunların zerre kadar bir güçlerinin olmadığını, hilelerinin ve tuzaklarının çok basit olduğunu anlatıyor.

“Şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi pek zayıftır.”
(Nisâ 76)

Evet şeytanın hilesi çok zayıftır diyor Rabbimiz. Şeytan bizzat kendisi de itiraf ediyor bunu:

“İblis: “Senin kudretine andolsun ki, onlardan, sana içten bağlı ihlaslı kulların müstesna, hepsini azdıracağım” dedi.”
(Sâd 82,83)

Hayatını Allah için yaşamaya çalışan, Allah’a sığınan, Allah’ın koruması altına giren, Allah’ın dinine sımsıkı sarılan ve Allah’ın yasalarına sımsıkı bağlı olan ihlaslı müminlere şeytan ve dostlarının yapabilecekleri hiç bir şey yoktur.

Öyleyse sürekli istiâzeye devam edeceğiz, sürekli şeytanlardan Allah’a sığınmaya devam edeceğiz. Ama bunu sadece dille değil bizzat hayatımızla da ortaya koyacağız.
Rabbimizin bu sûreleriyle bize yol gösterdiği gibi Felâk, Nas ve Âyet el-Kürsi'ye devam edeceğiz. Okuduk bitti değil.
Zira namazda başında okuduğumuz halde yine geliyor. O halde okumaya devam edeceğiz.
Bakara suresini okumaya devam edeceğiz. Bakara suresinin sonundaki iki âyeti sürekli okuyacak ve hatırımızda canlı tutacağız.
Allah’ın zikrini çoğaltacağız.
Abdest ve namaza devam edeceğiz.
Günahlardan uzak duracak ve şeytanlara kapı açmayacağız inşallah.
Allah yardımcımız olsun.
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks