Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kavramlar Lugati(A kategorisi)

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABADİLE-İ SEB’A

ust-tezhip.gif

Abdullah isimli yedi âlim sahabe.

Abdullah ibni Ömer, Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Mesud, Abdullah ibni Ravaha, Abdullah ibni Selâm, Abdullah ibni Amr ibni’l-As, Abdullah İbni Ebî Evfâ
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABADİLE-İ SEB’A
ust-tezhip.gif

Abdullah isimli yedi âlim sahabe.

Abdullah ibni Ömer, Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Mesud, Abdullah ibni Ravaha, Abdullah ibni Selâm, Abdullah ibni Amr ibni’l-As, Abdullah İbni Ebî Evfâ
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABDAL

ust-tezhip.gif



Evliyadan, çok nuraniyet kazanan bir grup.


Maneviyat büyüklerinden bir kısmına, bedel kelimesinden türeyen abdal denir. “Üçler-yediler-kırklar” abdal taifesindendir. Bunlara bu ismin verilişi, değişik şekillerde açıklanmıştır:

• Peygamberler kâinatın denge unsuru idiler. Peygamberlik sona erince, Cenab-ı Hak, ümmetten bir kısmını onlara bedel kıldı. Yani, peygamberlerin bedeline arzın denge unsuru yaptı.

• Bunlar, kötü ahlak bedeline, tamamen iyi ahlâka sahip kimselerdir.

• Bunların her biri, Hz. Hızır’ın farklı yerlerde görülmesi gibi, kendine bedel olarak bir başka yerde görülebilir.


 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABD-İ KÜLLÎ

ust-tezhip.gif



Küllî ibadet yapan kul.

Her varlık, yaratılışına terettüp eden görevleri yerine getirmek suretiyle Allah’a ibadetini takdim eder. Fakat bu takdim, cüz’idir ve hususidir. Yani, sadece o ferde mahsustur. İnsan ise, Cenab-ı Hakk’a ibadet ederken, hem kendi ibadetini, hem de bütün kainatın ibadetini takdim edebilir. O zaman abd-i küllî mertebesini elde eder.

Mesela, Hz. Peygamber (a.s.m.) miracda bütün mahlukatın ibadetini Cenab-ı Hakk’a arzetmiştir. Her müminin namazı, onun bir nevi miracı olduğundan, her mümin namazda “iyyake nabudü” (yalnızca sana ibadet ederiz) veya “ettahiyyatu lillahi” derken derecesine göre aynı sırra mazhar olabilir. Böylece, onun ibadeti, cüz’iyetten çıkar, külliyet kesbeder.

Abd-i küllînin bir diğer mânâsı da şudur: İnsan kendisine ihsan edilen maddî ve manevî sermaye hükmünde olan kabiliyetlerini Allah’ın rızasına uygun kullanırsa, bunların her birini kendine has bir ibadete sevk etmiş ve böylece küllî bir ibadet yapmış olur.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ABESİYYUN

ust-tezhip.gif



Her şeyi bomboş ve manasız gören bir felsefî ekol.

Bu ekole göre, her şey tesadüfîdir; kâinatın ve insanın bir anlamı yoktur. Her şey bomboştur. Bunlar, kâinatın baştanbaşa hikmetlerle, gayelerle dolu olduğunu görmez ve sonuç olarak kendilerini de gayesiz bir varlık olarak görürler.

İnsan, önündeki kitabı kelime kelime, cümle cümle okuyup anladığı gibi âlem kitabını da sayfa sayfa, bölüm bölüm okuyabilir ve anlayabilir. Bu tarz bir tefekkür, insanı Cenab-ı Hakkın Hakim ismine ulaştırır. Hakîm, her şeyi hikmetli, yerli yerinde yapan demektir. İlahi tasarruflar abesiyetten münezzehtir. Devamlı gelişen ilim, eşyadaki hikmeti görmemize yardım eder. Eskiden ilim adamları âlemde bazı şeyleri abes veya “olmasa da olur” şeklinde değerlendirirlerken günümüzde daha insaflı yaklaşıp “Bu şeyin hikmetini henüz bulamadık” demektedirler.

“Şimdi çevir gözünü, bir kusur bulabilir misin? Sonra gözünü bir daha, bir daha çevir. Sonunda göz, yorgun, bitkin bir şekilde sana geri dönecektir.” (Mülk, 3-4) âyeti, önemli bir gerçeği bildirir. Buradaki göz, her ferdin gözü olabileceği gibi, insanlığın gözleri durumunda olan fenler de olabilir. Zira tek başına fert, âlemdeki hikmetlerin tümünü görebilecek durumda değildir. Hatta fert kendince bazı kusurlar da görebilir. Fakat ilmin ve fennin gözüyle bakınca, en küçük fertten en büyük galaksilere varıncaya kadar görülen muhteşem nizam, insanlığa her şeyde var olan hikmetleri gösterecektir.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ACBÜZZENEB



ust-tezhip.gif

Bir şeyin kuyruk dibi ve nihayeti.

İnsanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik diye ifade edilen acbüzzenebe dair hadis-i şeriflerden biri şöyledir.

“Bütün Âdem oğullarını toprak yiyecektir, kuyruk kemiği müstesna. Her Âdemoğlu bundan yaratılmıştır ve bundan terkib olunacaktır.” (İbnu Mace, Zühd, 32)

Bugün bilim adamları insanın her hücresinde bütün organlarının genetik programının bulunduğunu, hangi şey yaratılacaksa ona ait özelliklerin inkişafına izin verildiğini, diğer özelliklerin baskı altında tutulduğunu söylüyorlar. Her hücrede bütün özellikler yazılı olduğuna göre insanın kuyruk kemiğinden yaratılması uzak görülmemeli.

“…Bir bedende birbiri ile imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esasiye, Hz. İsrafil’in (a.s.) sûru ile Hâlik-ı Zülcelal’in emrine ‘Lebbeyk’ demeleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadisde ‘Acb-üz-zeneb’ tabir edilen ecza-i esasiye ve zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm beden-i insanîyi onların üstünde bina eder.” (Sözler)
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ACZ


ust-tezhip.gif



“Güçsüzlük.” “Güç yetirememek.”

İnsanın aczi ve fakrı sonsuzdur. Bu hal onu Allah’ın dergâhına iltica etmeye ve ancak ondan yardım dilemeye götürür. Bu yönüyle acz ve fakr İlâhî rahmete birer vesiledir.

Hastalık, musibet gibi durumlar insana aczini daha iyi hissettirir. Yoksa gerçekte mutlak bir acziyet içerisinde olan bu insan, kendini güç ve kudret sahibi zannedebilir, Karun ve Firavun gibi malikiyet davasında bulunur.

İnsan sonsuz aciz ve sonsuz fakirdir. Saçını yapmaktan acizdir, saça da ihtiyacı vardır, fakirdir. Göz yapmaktan acizdir, göze de muhtaçtır, fakirdir. Aynı şekilde el, ayak, mide, ciğer yapamadığı gibi, akıl, hayal, hafıza da yapamaz, bunların hepsinden acizdir ve yine bunların hepsine de muhtaçtır. Harici âleme çıktığımızda insan; havadan suya, aydan güneşe, dünyadan ahirete kadar her şeyi yapmaktan aciz ve yine bunların hepsine muhtaçtır.

İnsanın mutlak acizliğini hissetmesi, kendisini gururdan, iftihardan kurtarır. Bütün başarılarını Allah’ın bir inayeti olarak görür. Böylece, devamlı olarak sonsuz bir kudrete istinat etmenin lezzetini yaşar. “La havle velâ kuvvete illa billâh” diyerek, kendi havl ve kuvvetinden teberri eder, Allah’ın inayetine mazhar olur.

Acz-i mutlak: Bediüzzaman’ın mesleğinin dört esasından biri ‘acz-i mutlak tır. Acz-i mutlak, insanın Allah’a karşı tam bir acziyet içerisinde bulunmasını ifade eder. Yani, insan kendine kalsa hiçbir şey yapamaz. Fakat kudreti sonsuz olan Allah’a dayanarak, gücünün çok ötesinde işleri gerçekleştirir.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ACZ-İ MENDİ

ust-tezhip.gif



Nakşibendî tarikatının başlıca esasları şöyle ifade edilmiş:

“Der tarîk-ı Nakşibendi lâzım-amed çar-ı terk.
Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk.”

Yani, Nakşibendî tarikatında şu dört şeyin terki lazımdır: Dünyayı, ahireti, varlığı terk etmek ve bu terkleri de terk ile hatıra getirmemek.

Üstad Bediüzzaman, Mektubat adlı eserinde Nakşîlerin bu dört esasına mukabil şu dört esası nazara verir:

“Der tarîk-ı acz-mendi lâzım amed çâr çiz.
Fakr-ı mutlak acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz.”


Tarik yol demektir. Tarikat kelimesini ıstılah mânâsıyla alıp, Bedüzzaman’ın iman ve Kur’ana hizmet yolunu bir tarikat olarak düşünmek gerçeğe aykırı olur. Kendisinin burada verdiği mesaj şudur:

Benim gittiğim yolun esası, aczinin ve fakrının mutlak olduğunu bilmek, Allah’a güvenerek mutlak bir şevk ile çalışmak ve O’na sonsuz şükretmektir.

 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ADALET

ust-tezhip.gif


Hak ve hukuka uygunluk. Her hak sahibine hakkını vermek ve haksızları cezalandırmak. Hukuk önünde herkese eşit davranmak.

Adalet zulmün zıddıdır. Zulüm, başkasının mülkünde, onun izni olmaksızın, tasarruf etmek demektir.

Adaletin iki temel esası vardır. Birincisi, ihkak-ı hak, yâni her yaratığa, her hayat sahibine varlığı için gerekli her şeyin en güzel surette verilmesi. Bu şıkkın delilleri saymakla bitmez. Kendi vücudumuza bakalım:

Organlarımızın her biri olması gereken yerde ve şekildedir ve görevini en mükemmel şekilde yapar. Sayıları ne noksandır, ne de fazla. Göz yüze, parmak ele takılmış. İki kulağa karşılık bir ağzımız var. Ayaklarımız altta, başımız üstte yer almış. Bütün bunlar ihkak-ı hakkı gösterirler.

Adaletin diğer şıkkı ise zalimlerin cezalandırılmasıdır. Bu şık daha çok, kabirde, mahşerde ve cehennemde icra edilecektir. Bu yönüyle baktığımızda, haşirde insanların mahkemeden geçirilmesi, İlahi adaletin en muhteşem bir tablosu olacaktır. “O gün her nefis hayır ve şerden ne yapmışsa hazır bulacak.” ayetinin hükmüyle, herkes yaptığının karşılığını görecektir. “Zerre miskal hayır ve şer” bile zayi edilmeyecektir. (Al-i İmran, 30 ve Zilzal, 7-8)

Bazen eşitlikle adalet birbirine karıştırılır. Hukukta eşitlik adaletin bir gereğidir. Kanun önünde en zenginle en fakir, en güçlüyle en aciz arasında bir fark yoktur. Keza, İlahî emir ve yasaklara muhatap olmakta bütün insanlar büyük ölçüde eşittirler. Bazı emir ve yasaklar ise, şarta bağlıdır ve bu şartları taşıyan insanlara yöneliktir. Mesela, zengin olmayan bir Müslüman, zekât ve hac’la mükellef değildir. Ayakları olmayan bir Müslüman için, abdestin farzlarından biri eksiktir. Ama bu hâl onun abdestine de namazına da bir zarar vermez.

Şu varlık âlemindeki İlahi icraatlarda mutlak mânâda eşitlik aramak varlık aleminin yoklukta kalması demek olur. Canlılarla cansızların, insanlarla hayvanların eşit olmaları nasıl düşünülebilir?

Kâinatta mutlak eşitlik olsaydı ne yer kalırdı, ne de gök! Şimşek çakıyorsa, bulutların yüklerinin aynı olmadığındandır. Ruhumuzla bedenimizi düşünelim. Mutlak eşitlik olsaydı hangisi hangisine hükmedecekti? Organlarımızın hepsi el yahut tamamı kalp olsaydı hayatımızı sürdürebilir miydik? Örnekler çoğaltılabilir.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ADALET-İ İZAFİYE


ust-tezhip.gif


Küllün selâmeti için, cüz’ü feda eden adalet tarzı. Toplumun menfaati için ferdi feda eden adalet şekli.

Adalet ikiye ayrılır: Adalet-i mahza ve adalet-i izafiye.

Mahz, sırf, halis, katıksız, tam gibi mânâlara gelir. Bu adalette, hiçbir kimsenin en küçük bir hakkının bile çiğnenmemesi esastır.

Adaletin diğer şubesi olan Adalet-i izafiye ise, katıksız, tam değildir. Bu tür adalette cemaatin menfaati için ferdin hukuku nazara alınmaz, ehven-i şer esas alınır. Bütün insanların zarara uğraması büyük ve küllî bir şer, bu zararın giderilmesi için bir insanın yahut küçük bir gurubun hakkının çiğnenmesi ise cüz’î bir şerdir. Küllî şerden kurtulmak için cüz’î şerri kabul etmek ise ehven-i şer ile amel etmek demektir ve adalet-i izafiyenin esasıdır.

Adalet-i mahzada ise bir şahıs kendi rızasıyla hakkından vazgeçmediği müddetçe, bütün insanların faydası için de olsa onun hakkı elinden alınamaz.

 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ADALET-İ MAHZA

ust-tezhip.gif


Tam ve mükemmel adalet. Bir ferdin hakkını, bütün insanlar için de olsa, feda etmeyen adalet.

Adalet-i mahza, tam ve katıksız adalet, mükemmel adalet, demektir. Kur’an’ın “Hiçbir günahkar başkasının günahını çekmez.” ayeti adalet-i mahzayı ifade eder. (En’am, 164; İsra, 15; Fatır, 18; Zümer, 7; Necm, 38) Yani, suçun şahsiliği esastır; birinin hatasından başkası sorumlu olamaz.

Hz. Osman’ın (ra.) şehit edilmesi olayında, katil bilinmiyordu. Medine’yi işgal eden bir grup Hz. Osman’ı şehit etmişti. Hz. Osman’dan sonra halife seçilen Hz. Ali (ra.), adalet-i mahzayı esas alarak katili tespit edip kısas cezasını uygulamak istiyordu. Şam valisi Ebu Süfyan ve taraftarları ise, adalet-i nisbiyeyi esas alarak şüpheli grubun toptan cezalandırılmaları fikrini savunuyorlardı. Her iki taraf da adaletin tecellisini istemekle beraber, aralarında yorum farklılığı söz konusuydu. Hz. Ali, “Kısas olmadan veya yeryüzüne fesat çıkarmadan kim bir cana kıyarsa, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir.” ayetini nazara veriyor (Maide, 32), muhalifleri ise, “Fitne ölümden beterdir, daha büyüktür.” (Bakara, 191) ayetinden yola çıkarak fitnenin önlenmesi için arada masum kanı akmasına fetva veriyorlardı.
İşte, bu iki farklı adalet telakkisinden Hz. Ali devrinde Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı meydana geldi.

Osmanlıda kardeş katline cevaz verilmesi olayı da adalet-i nisbiye ile ilgilidir. Fitne çıkıp devletin bekasına zarar verilmesi tehlikesine karşı, bazı alimler bu fetvayı vermişlerdir. Fakat, Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.”
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ADEM

ust-tezhip.gif



“Yokluk. Olmama. Bulunmama.”

Vücud, varlık demektir, zıddı ise ademdir, yokluktur.

Varlıklar, İlahî ilimden vücud sahasına çıkarılmışlardır. Bu noktadan baktığımızda, mutlak yokluk söz konusu değildir. Ancak haricî bir yokluk vardır. Mesela, ezbere bildiğimiz bir şiiri kağıda yazdığımızda, görünüşte bu şiir yokluktan varlığa çıkmıştır. Gerçekte ise, yaptığımız iş, ilmimizde var olan şiirin göze gösterilmesinden ibarettir.

İlahi ilimde mevcut olun varlıklar, kendilerine “Varlık sahasına çıkınız!” emri geldiğinde haricî vücut sahasına çıkarlar.

Varlıkların başlangıcı mutlak yokluk olmadığı gibi, sonları da mutlak yokluk değildir. Gerek insan ve gerek diğer varlıklar, ölümle gözden kaybolduklarında yine ilâhî ilimdeki varlıklarını korurlar. Göze görülen vücutları ortadan kalkar, başka vücut mertebelerinde varlıklarını sürdürürler.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “adem, idam, hiçlik, mahv, fena hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur. Ve kafirlerin dünyaları, ademle, firakla, hiçlikle, fanilikle doludur.”(Meyve Risalesi, 10. Mesele)
Varlık mutlak hayır, yokluk mutlak şerdir.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ADEM ÂLEMLERİ

ust-tezhip.gif

Yokluk alemleri; müspetlerin terk edilmesiyle ortaya çıkan menfî sonuçlar. Yokluk ve mahrumiyet gibi menfi sonuçlar.

“Vücud” varlık, “adem” ise yokluk mânâsına gelir. Aslında bu âlemde yokluk diye ayrı ve müstakil bir şey yoktur. Zaten öyle bir şey olsaydı, o da bir başka tür varlık olurdu. Varlığın terki, yokluğu netice verir.

Sıhhatin bozulmasına hastalık, doğru olmayana yalan, dürüstlüğün terkine sahtekârlık, imandan mahrum kalmaya küfür, tevhitten sapmaya şirk denilir.
Namaz kılmak vücudî bir fiildir, kılmamak ise ademî fiil. Namaz kılmamak diye müstakil bir iş yoktur; ama insan namaz kılma fiilini terk ettiğinde bu ademî fiil kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Doğru söylemek vücut âlemindendir, yalan söylemek ise ademî bir fiildir.

Görmek vücut âlemindendir, körlük ise adem. Birisini kör eden insan, adem âlemleri hesabına çalışmış demektir.

Bir insan tevhid hakikatini kabul etmekle ortaya müspet bir inanç koymuş olur. Ama şirk ademdir. Allah’ın şeriki olmadığından ona koşulan şirk de adem âleminden çıkamaz. Şu var ki, hakikati olmayan bu yanlış inanca birtakım kimseler sahip çıkabilirler. O müşriklerin vücudu vardır, ama “şirkin vücudu” yoktur.

 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ADEMÎ FİİL

ust-tezhip.gif

Sonu yokluğa, mahrumiyete, yıkıma varan işler. Bir şeyin vücuda gelmesine engel olan fiil.

Kur’an-ı Kerim’de “Sana gelen iyilikler Allah’tan, kötülükler ise nefsindendir” buyrulur (Nisa, 79). Sözgelimi, görmek güzel şeydir, görmemek ise kötü. Ve yine görmek vücudî bir fiildir, görmemek ise ademî fiil. Görme olayında insanın yaptığı sadece gözünü açmaktır. Gözündeki milyarlarca hücreyi görebilecek özellikte yaratan o olmadığı gibi, görülecek şeyleri, güneş gibi gösterici ışık kaynaklarını yaratan da kendisi değildir. Dolayısıyla “Ben görüyorum” diye gururlanmaya hakkı yoktur. Ona düşen görev, gördüğü için şükretmek, gözünü Rabbinin rızasına uygun yerlerde kullanmaktır.
Görmemekte ise bütün sorumluluk insanın kendine aittir. Görme için bütün şartlar hazırlanmışken o sadece gözünü kapamak suretiyle görme nimetinden mahrum kalır. Bu mahrumiyette bütün suç, gözünü kapayan şahsa aittir.

Cenab-ı Hakkın varlığı her şeyde müşahede edilirken kalp gözlerini kapatanlar bu ademî fiilleriyle iman ve marifet nurundan mahrum kalırlar.

Bediüzzaman, “Ademî bir şey madum bir şeye illet olur” der ve bir gemi kaptanının görevini yapmamakla geminin batmasına sebep olabileceği örneğini verir. Burada görev yapmamak ademî bir fiildir, bu ademî fiil geminin batmasına, madum olmasına sebep olmuştur.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net

ADEM-İ KABUL


ust-tezhip.gif



Kabul etmemek, gerçeklere göz kapamak. İman hakikatlerine karşı lakayt kalmak Gerçekleri, fikir yormaksızın inkâr etmek.

Bazı kişiler düşünmeden yaşamayı, kendilerini ve kâinatı unutmayı, günlerini gün edip başka her şeyi gereksiz bulmayı hayatlarının değişmez prensibi kabul etmişlerdir. Bu nefsanî hayat düzeni, onların iman hakikatleri üzerinde düşünmelerine, kafa yormalarına engel olur ve hidayetlerine perde çeker. İşte böyle kişilerin inançsızlığı adem-i kabul olarak isimlendiriliyor.

İnkârın bu şekli kolaydır ve çoğunlukla da inkârcılar bu yolda giderler.

Bir başka grup da var ki, onlar, iman hakikatlerini kabul etmemekle kalmaz, inkâr eder, onlara karşı çıkarlar; aksini ispat etmeye zorlanır ve insanları kendi batıl çizgilerine çekmek için gayret gösterirler. İşte İslâm’ın azılı düşmanları bu gruptaki insanlardır. Bunların inançsızlığı ise kabul-ü adem ile ifade edilir; yani, yanlış bir yolu kabul etme, bâtılı dava etme, inançsızlığa inanma. Bu yolda gidenlerde düşünmemek değil, hatalı düşünmek ve kalbe sapık bir inancı yerleştirmek söz konusudur. Risale-i Nur’da bu kısım için, “bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır” denilir.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ADEM-İ TAHAYYÜZ

ust-tezhip.gif



Mekânda bulunmamak. Mekândan münezzeh olmak. Kayıtsızlık. Bir şeye bağlı olmayış.

Mekân maddî olduğu gibi onda yer tutan her şey de maddîdir. Bu gerçeğin mahlûkat âleminde de nice örnekleri vardır. Nuranî varlıklar için bir mekânda bulunmak söz konusu değildir. Mesela, bir ağacın tesbihini temsil etmekle görevli olan meleklerin o ağaçla ilgileri, ağacın dallarına konan kuşlar gibi değildir. O nuranî varlıklar, ağaçta mekân tutmazlar, ancak o ağacın, tesbihlerini temsil ederler.

Ruh da beden içinde belli bir mekânda değildir. Organların mekânları vardır ama ruh için bir mekân düşünülemez.

Bir ismi Nur ve bütün isimleri nuranî olan ve bütün mekânları yaratan Cenab-ı Hakk elbette mekândan münezzehtir.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
ADEM-İ TECEZZİ


ust-tezhip.gif


Bölünmemek, parçalara ayrılmamak

Mekân ve bölünme kelimeleri ancak madde için söz konusudur.

İnsanın bedeni parçalanabilir, ama ruhu bölünmez ve parçalanmaz. Nurdan yaratılmış olan melekler âlemi için de bölünme ve parçalanma söz konusu değildir.

İman da nur sınıfına girer; o da tecezzi kabul etmez, yani parçalara ayrılmaz.
Okuduğumuz surelerin sevapları da öyledir. Binlerce insana bağışladığımız bir Fatiha, her birinin ruhuna, bölünmeden intikal eder.

Allah’ın bir ismi Nur’dur, bütün isim ve sıfatları da nuranîdir.
“Şu umum envâr ve bütün nuraniyat O’nun envâr-ı kudsiye-i esmâsının bir kesif zılâli...” (Sözler)

Bütün nurlar, ilâhî isimlerin nurlarına göre kesif bir zılal, yani koyu ve katı bir gölge gibi kalır.

Allah’ın birer mahluku olan bütün nuranî varlıklarda geçerli bulunan adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzi, yani bir mekânda bulunmama ve bölünüp parçalanmama gerçeği, O’nun bütün isimleri ve sıfatları için de geçerlidir. Bundandır ki, bu isim ve sıfatların mahlukatta tecelli etmeleri, onların bölünmeleri mânâsına gelmez.
 
Üst Alt