Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Dine Karşı Din-Ali Şeriati...

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
DİNE KARŞI DİN
80.jpg
Kitap Adı:Dine Karşı Din
Yazar:Dr.Ali ŞERİATİ
Yayınevi:Bilge Adam Yayınları
Çeviren:Ali AYDIN
Sayfa:96
Baskı:3.Baskı
Yıl:Mart 2006
Yer:Van
Boyut:13x21cm
ISBN:975-8692-07-0

BİRİNCİ BÖLÜM
İlan edildiği gibi konuşmamın bu akşamki ve yarın akşamki konusu, “dine karşı din”dir.

Şimdiye kadar dinin karşısında ‘küfr’ün bulunduğunu ve tarih boyunca savaşın din ile dinsizlik arasında gerçekleştiğini düşünen bizler için bu başlık ve ifadede bir müphemlik olması doğaldır. Dolayısıyla “dine karşı din” ifadesi tuhaf, şaşırtıcı ve kabul edilemez bir ifade olarak görülebilir. Oysa ben, son zamanlarda anladım ki -şimdiki kadar açık olmasa da, çok zamandır böyle bir şey hissediyordum- tarih boyunca din, din ile savaşım vermiş ve düşündüğümüz gibi hiçbir zaman din, dinsizlik ile savaşmamıştır.

Buradaki ‘tarih’ ifadesinden kastım, genel olarak kabul gören, medeniyetin ve yazının ortaya çıkışını değil; insan türünün yeryüzündeki toplumsal yaşamının başlamasını esas alan tarihtir. Zira yazının ortaya çıkışı 6 bin yıllık bir geçmişe sahipken, benim esas aldığım tarih, 30, 40 hatta 50 bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu süre, arkeolojik, tarihî, jeolojik ve mitolojik araştırmalara göre farklılıklar arz etmektedir. Söz konusu bilimler sayesinde, ilk insanların yaşadıkları toplumsal değişim süreçleri, onların yaşam biçimleri ve inançları hakkında az da olsa bilgimiz vardır. Efsaneler ve masallardan ibaret olan ilk zamanlarda olsun, tarihin ortaya çıkması ile birlikte daha kesin bilgilerin bulunduğu son zamanlarda olsun, bütün bu dönemlerde hiçbir istisna olmaksızın din, dine karşı çıkmıştır. Neden? Çünkü tarih, dinin mevcut olmadığı bir dönemden söz etmediği gibi, dinsiz bir toplumun varlığına dair bir bilgiye de yer vermemektedir. Hiçbir millette, hiçbir dönemde, toplumsal değişimlerin hiçbir aşamasında ve hiçbir yerde dinsiz bir insan olmamıştır.

Uygarlığın, düşüncenin ve felsefenin son dönemlerde belli bir noktaya gelmesi ile birlikte, Allah’ı ve yeniden dirilmeyi kabul etmeyen kimselerle zaman zaman karşılaşıyoruz. Ancak tarih boyunca bu kimseler, bir toplumsal tabaka, bir grup veya bir topluluk haline gelememişlerdir. Alexis Carrel’in söylediği gibi: “Tarihteki bütün toplumlarda, dinî bir yapı her zaman var olagelmiştir.” Tanrı, peygamber ve kutsal kitap gibi dinî unsurlar, bütün toplumların sadece maneviyatının değil, şehirlerinin maddî yapılanmasının da ruhu, özü ve merkezî noktası olmuştur.

Ortaçağ boyunca ve millattan önceden beri Doğu’da ve Batı’da bütün şehirler, ya kabile mensuplarının toplumsal konumlarına göre ya da herhangi bir toplumsal sınıf esas alınmadan şekillenmiştir. Hangi şehir türünde olursa olsun, Doğu’da ve Batı’da bütün medeniyetlerdeki şehirlerde ortak nokta, kendilerine bir kimlik kazandıran sembollerinden dolayı sembolik şehirler olmalarıdır. Büyük şehirlerin kimliği olan bu semboller, mabetlerdir; ancak bu gün bu yapı gözden kaçmaktadır. Mesela Tahran, sembolik bir şehir değildir; çünkü bu şehir, bir merkez, dinî olan ya da olmayan herhangi bir yapı etrafında teşekkül etmemiştir. Öyleyse bu şehrin bir merkezi ve bir kalbi yoktur. Oysa Meşhed’i bütünüyle gösteren bir kuşbakışı resmine bakıldığında, onun, sembolik bir şehir olduğu görülür. Zira orada bütün binalar, şehrin kalbi olan bir merkez, bir ışık etrafında toplanmıştır.

Bu şehirler, neden semboliktirler? Çünkü hiçbir medeniyet, millet ve şehir, dinî bir amaç olmadan vücuda gelmemiştir. Kum Tarihi, Yezd Tarihi, Belh’in Özellikleri, Buhara Tarihi ve Nişabur Tarihi gibi, şehirler hakkında yazılmış olan bütün kitaplar, dinî bir hikâye ile başlamaktadır. Çünkü insanlar, dinî ve manevî bir sebep ve faktör olmadan bu büyük şehirlerin meydana gelebileceğini düşünemiyorlar. Bu şehirlerde mutlaka, ya bir peygamber medfundur, ya dinî bir mucize gerçekleşmiştir veya dinî bir şahsiyetin türbesi bulunmaktadır. Kısacası her yerin dinî bir izahı vardır. Bu gösteriyor ki, sınıfsal toplumlar, kabile toplumları, Bizans gibi büyük imparatorluklar, Atina gibi şehir toplumları, Araplar gibi kabile toplumları, gelişmiş toplumlar ve geri kalmış toplumlar, kısacası her ne şekilde olursa olsun bütün kadim toplumlar, dinî bir temel üzerine kurulmuşlardır ve kadim insan, her dönemde dindar insan olmuştur. Bundan dolayı, bugün anladığımız gibi "küfr" kelimesi, doğaüstü bir kudrete, ahirete, gayba ve evrende bir veya birden çok tanrıya inanmamak anlamında değildir. Çünkü bütün insanlar, esaslara inanma konusunda müttefiktirler.

Bugün "küfr" kelimesine verdiğimiz ‘dinliliğin karşıtı olmak’ ve ‘dinsizlik’ anlamı, oldukça yeni bir anlamdır. İnsanın, tanrıya, aşkın kudrete ve öte dünyaya inanmaması olan bu anlam, son iki üç asırda Doğu'ya taşınmış olan Batı düşüncesinin bir ürünüdür. Oysa İslâm’da, kadim metinlerde, hiçbir tarih kitabında ve hiçbir dinde "küfr" kelimesi dinsizlik anlamında kullanılmamaktadır. Zira dinsizlik denilen durum hiçbir zaman var olmamıştır.

Küfür, kendi dışındaki dinleri, küfür hali olarak gören bir din olarak ortaya çıkmıştır. Öyleyse küfür, dinsizlik değil, dinli olmak demektir. Nitekim tarih boyunca Doğuda ya da Batıda, her nerede ve her ne şekilde olursa olsun bir peygamber zuhur ettiğinde veya dinî bir inkılâp gerçekleştiğinde şu durumlar söz konusu olmuştur:

1-Yeni din, mevcut bir dine karşı olarak ortaya çıkmıştır.
2-Yeni dine ilk karşı çıkan ve ona karşı mücadele başlatan, mevcut din olmuştur.

Burada, son derece önemli bir konu ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız. Bu konunun açıklığa kavuşturulması, aynı zamanda, günümüz aydınlarının din hakkındaki büyük bir yargısının bilimsel ve tarihî bir izahı olacaktır. Aydınların dine dair yargısı şudur: 'Din, uygarlığa, ilerlemeye, insana ve özgürlüğe karşıdır; ya da en azından bu konulara ilgisizdir'. Bu yargı, kin, düşmanlık ve suizandan kaynaklanan bir sövgü ve bir yanılsama değil; insan yaşamındaki tecrübe ve olgular üzerine bina edilmiş olan tarihsel ve toplumsal bir gerçektir.

Peki, neden bu yargı doğru değildir? Çünkü din mensubu olarak bizler ve diğer insanlar, tarih boyunca pek çok sayıda ve şekilde ortaya çıkan dinlerin, özde iki dinden ibaret olduğunu ve bunların, birbirleriyle mücadele ve çatışma halinde bulunduklarını bilmiyoruz. Bu iki din, sadece birbirinden ayrı olmakla kalmamış; dediğim gibi, aynı zamanda, aralarında fikrî ve dinî mücadeleler ve savaşlar olmuştur. Fakat bu mücadeleler ve çatışmalar, bizim düşündüğümüz sebeplerden dolayı olmamıştır. Zira biz, dinle ilgili genel bir yargı edinir ve bu yargıya göre dinimize bir yer belirleriz. Hâlbuki bu, yanlış bir yöntemdir.

Aynı şekilde, son iki üç asırdaki, özellikle 19. asır Avrupa’sındaki din karşıtları da benzer bir yanlışa düşerek iki dini birbirinden ayıramamışlardır. Hâlbuki bu iki din, birbirine benzemediği gibi, temelde birbirine zıt ve muhalif olup tarih boyunca birbiriyle savaşmış, halen savaşıyor ve gelecekte de savaşacaklardır.

Din hakkındaki bu genel yargı, esasında iki dinden sadece biri için geçerli olup doğru ve tarihî gerçeklere de uygun bir yargıdır. Fakat din mensupları olarak bizler bilmediğimiz gibi, dine karşı olanlar da diğer dini bilmiyorlar. İki dinden biri için söz konusu olan bu yargı, geçerli ve doğru bir yargıdır; yanlış olan, bu yargının genelleştirilip diğer dine de teşmil edilmesidir. İşte esas yanılgı, bu noktadadır.

Söylediğim gibi bu iki din, o kadar birbirinden farklıdır ki, biri için geçerli olan bir özellik, diğeri için kesinlikle geçerli değildir.

Hepimizin bildiği bu kavramları, önceden zihinlerimizde var olan anlamlara göre değil, benim kullandığım genel anlamlara göre anlamlandırıp değerlendirmenizi rica ediyorum. İlk olarak, bahsi geçen iki dinin birbirine karıştırılmasına neden olan küfr, şirk ve putperestlik kavramları üzerinde durmak istiyorum. Zira çokça kullandığımız bu kavramlarda bir kapalılık söz konusudur.

KÜFR

Küfr, bir şeyin üstünü örtmek demektir. Nitekim Arapça’da, çiftçinin, ektiği tohumun üstünü toprakla örtmesi işlemine küfr denir. Aynı şekilde, insanın kalbinde var olan bir dinî hakikatin üstünü çeşitli sebeplerle, cehalet, garaz ve çıkarcılıktan bir örtü kaplar ki, bu hale küfr denir. Buna göre küfr, dinin yok edilmesi ve dinsizlik demek değil, o dinî hakikatin yerine başka bir dinin ikame edilmesi demektir.

ŞİRK

Şirk, tanrısızlık demek değildir; zira müşriklerin bizden daha çok tanrıları vardır. Müşrik, bir tanrıya inanmayan ve ona ibadet etmeyen kişi değildir. Bildiğimiz gibi İsa, Musa ve İbrahim peygamberlerin karşısında tanrısızlar değil, müşrikler vardı. Peki, müşrikler kimlerdir? Müşrikler, tanrıya inanmayanlar değil, birden çok tanrıya inanan ve tapan kimselerdir. Öyleyse onları, dinî inançları ve duyarlılıkları olmayan kimseler olarak nitelendirmek mümkün değildir. Zira onların bir değil, pek çok tanrıları vardır ve onlar, tapındıkları bu tanrılarının, kendilerinin ve evrenin yazgısı üzerinde etkili olduklarına inanırlar. Zaten biz Allah’a hangi gözle bakıyorsak onlar da tanrılarına o gözle bakarlar. Öyleyse müşrik, duygu bakımından dindar bir bireydir; fakat bağlandığı din yanlış bir dindir. Yanlış bir dine mensup olmak, dinsiz olmaktan farklı bir durumdur. Demek oluyor ki şirk bir dindir; hatta insanlığın tanıdığı en eski din şekillerinden biridir.

PUTPERESTLİK

Putperestlik, şirkin anlamdaşı değil, onun çeşitlerinden biridir. Şirk, insanın, tarih boyunca gördüğü genel bir din iken putperestlik, tarihin bir döneminde ortaya çıkmış olan şirk şekillerinden biridir. Putperestlik, bir heykele ya da eşyaya kutsallık atfedilmesi demektir. Putperestler, kutsadıkları heykel ve eşyanın, tanrının kendisi, tanrının bir benzeri veya insanla tanrı arasındaki bir aracı olduğuna inanırlar. Onlara göre bu tanrılar, yaşam ve evren üzerinde bir biçimde etki sahibidirler. Bütün türleri ile putperestlik, şirk çeşitlerinden biridir.

Kur’an’da putperestler eleştirilirken ya da onlardan söz edilirken, daha genel bir ifade kullanılmaktadır. Neden? Tâ ki, şimdi zihinlerimizde var olan düşünce vücuda gelmesin; İslâm’ın, her tür putperestliğe bir şekilde karşı çıktığını düşünmeyelim; geçmiş bütün tevhidî hareketlerin devamı olan İslâm’ın, bütün çeşitleri ile şirke hücum ettiğini ve ona temelden karşı olduğunu anlayalım diye. Oysa biz, şirk dininin, “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (Saffât, 95) ayetinde geçtiği gibi insanların, kendi elleri ile yonttukları heykellere tapınmak anlamına gelen putperestlikten ibaret olduğunu düşünüyoruz. Acaba biz insanlar, tarih boyunca sadece taşlardan ve ağaçlardan yaptığımız putlara mı tapındık? Hayır, şirk, görünen ve görünmeyen yüzlerce çeşidi ile insanlık tarihinde genel bir din olarak var olagelmiştir. Bu güne kadar insan toplulukları içinde görülmüş olan şirk çeşitlerinden biri de, Afrika ve Arabistan cahiliyesinde ortaya çıkan putperestliktir. “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?”[1] Ayeti ise, şirk dinindeki tapınma biçimini ifade eden genel bir ilke ve açıklamadır. Şirk dini, tarih boyunca tevhid dini ile birlikte, iki saf halinde adım adım ve omuz omuza var olagelmiştir. Şirk dini, Hz. İbrahim’in ve İslâm’ın zuhuru ile birlikte son bulmamış, bilakis yaşamaya devam etmiş ve hala da devam etmektedir.

ŞİRK DİNİNİN ÖZELLİKLERİ

[Bu, dinler tarihinin bir konusudur; fakat ben, İslâm’daki ve kültürümüzdeki kavramları kullanarak konuyu ele almaya çalışacağım.]

Bu iki saftan birinde, Allah’a ibadet vardır. Allah kâinatı yaratan, tedbir eden, bilgi ve irade sahibi olandır. Bu sıfatlar, bütün İbrahimî dinlerde vardır. O, Hâliktır, bütün kâinatı yaratmıştır; Müdebbirdir, kâinatın yönetimi ve varlığının sürmesi Ona bağlıdır; İrade sahibidir, varlığa hükmetme biçiminde özgürdür, dilediği gibi tasarrufta bulunur; bütün kâinatı murakabe altında tutabilecek sınırsız bilgiye ve görme özelliğine sahiptir. Bununla birlikte Allah, varlığın ve kâinatın gayesi olduğu gibi, âlemin istikametini de belirler. Bu sonsuz kudrete ibadet etmek, bütün insanları, evrendeki tek kudrete ibadet etmeye davet etmek, varlıktaki yegâne gücün bu olduğuna inanmak ve hayat boyunca bu kudrete dayanmak demektir. Zaten bütün İbrahimî dinlerdeki en büyük esas budur ve İbrahim’in (a.s) kendisi de bu esasa yaptığı çağrı ile tanınmıştır.

TEVHİD

‘Tevhide davet’ olarak tarihe geçen bu çağrının şöyle evrensel bir yönü de vardır: İnsanlar, hayvanlar ve cansızlardan oluşan bütün varlığın, tek bir gücün eseri olduğuna; varlıkta tasarruf yetkisinin sadece bu güce ait bulunduğuna; onun dışında hiçbir etki sahibinin mevcut olmadığına ve her şeyin, herkesin, her rengin, her türün ve her özün tek yaratıcının yapımı olduğuna inanmak olan ‘ilahî birlik’in mantıkî sonucu, insanların birliğidir. Başka bir değişle, tevhidin anlamı şudur: Varlığın tümü, bir tek gücün elindeki bir imparatorluk gibidir. Bütün insanların türedikleri kaynak birdir, insanlar aynı irade ile hidayete erer, aynı hedefe yönelir ve aynı tanrıya sahiptirler. Bütün güçler, işaretler ve değerler, Onun karşısında yok olur. Tevhide inanan biri olarak kâinata baktığımda O’nu bir beden gibi, canlı bir bütün olarak görüyorum. Bu beden, aynı ruh, aynı kudret ve aynı tedbir tarafından yönetildiği için bir bütündür. İnsanlığa baktığımda da, insanların, aynı türden ve aynı değerde olduklarını görüyorum; zira onlar da aynı elden ve aynı tezgâhtan çıkmışlardır. Söz konusu iki dinden (şirk ve tevhid) biri olan tevhid dini, tek tanrıya ibadet etme ve bütün varlığın ve insanlığın tarih içindeki bütün yazgısının, tek kudretin eseri olduğuna inanma temeli üzerine oturmaktadır. Daha önce de söylediğim gibi, tanrının birliği, evrenin birliğini, evrenin birliği ise insanın birliğini gerektirmektedir.

Diğer yandan, tevhid inancı insana mahsus bir inançtır. Bir güce ibadet ve kutsal bir varlığa (Durkhe im’in ifadesi ile) ya da gayba (Kur’an’ın ifadesi ile) inan ma duygusu, insanda fıtrî olarak mevcuttur. Bu fıtrat, baş tan beri insanla birlikte var olagelmiştir. İnanma ve ibadet duygusunun, insan fıtratında bulunduğunun göstergesi, bu duygunun devamlı olması ve her zaman ve her yerde yaygın bir şekilde mevcut olmasıdır. Tarihe baktığımızda, tümüyle ibadetten uzak yaşayan hiçbir millet yoktur. Yine, yeryüzünü gözden geçirdiğimizde görürüz ki ibadet, her yerde vardır. İşte bu durum, ibadetin fıtrî bir olgu olduğunun delilidir.

İnsan fıtratındaki tapınma arzusu, Tevhid dini ve evrende hâkim olan kudretin tanınması vesilesiyle bütün beşeriyetin, halkların, sosyal sınıfların, ailelerin ve fertlerin birliğine dönüşür ve bunun neticesinde de hukuk birliğinin, değer ve onur birliğinin ortaya çıkmasına sebep olur.

Diğer tarafta ise söz konusu dinî duygu, şirk şeklinde tarih sahnesine çıkar. Şirk, her dönemde farklı bir şekilde ortaya çıkar ve tevhid dininin karşısına büyük, dirençli ve saldırgan bir güç ortaya çıkarır.

Burada, her Tevhid dininin karşısına çıkan bütün güçleri tek tek açıklama imkânı yoksa da, en azından büyük peygamberlerin yaşam hikâyelerine şöyle bir göz atabiliriz. Bu durumda da, şirk dinini inceleme imkânını elde etmiş oluruz. Mesela, Musa (a.s) bağlamında Tevrat’a, Tevrat’a dair kitaplara, Yahudi kültürüne, hatta Kur-an’a ve hadislere baktığımızda görürüz ki, Musa’ya (a.s) karşı ilk isyan bayrağı açan ve herkesten önce ona saldıran Sâmirî[2] ve Bel’am-i Bâ’ur[3] olmuştur.

SÂMİRÎ

Musa (a.s), yıllarca süren sıkıntı ve mücadelelerden sonra kavmine, bir olan Allah’ı tanıttı ve kavmini, hurafecilik, putperestlik ve buzağıya tapma gibi o dönemin şirk biçimlerinden temizledi. Ancak Sâmirî, insanları yeniden buzağıya tapar hale getirmek için, Musa’nın, (a.s) kavminden uzakta kısa bir süre geçirmesini fırsat bilerek bir buzağı heykeli yaptı. Hâlbuki insanların tapınmaları için buzağı heykeli yapan bu kişi, tanrıtanımaz ve dinsiz değildi; bilakis, dine inanan hatta insanları dine davet eden biriydi.

BEL’AM-İ BÂ’ÛR

Bel’am-i Bâ’ûr, materyalist bir filozof ya da bir natüralist miydi? Hayır, o dönemin en büyük din adamlarından biriydi ve insanlar dinî konularda ona danışırlardı. Ancak o, Musa’ya (a.s) karşı çıktı ve kendisine olan dinî bağlılıktan dolayı insanlar üzerinde daha etkili olup hak dine tarihteki en büyük zararlardan birini verdi.

[1] Saffât, 95.

[2] Sâmirî: Sâmirî’nin mahiyeti hakkında tefsirlerde farklı görüşler yer almaktadır. Bazı müfessirlere göre Sâmirî kelimesi, Hz. Musa zamanındaki Benî İsrail’den bir kişinin adıdır. Ancak Sâmirî, sıradan bir kişi değildi; çevresinde bazı insanlar vardı ve onlar kendisine itaat ediyorlardı. (eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, trs.) İbn Abbas’tan yapılan bir rivayete göre Sâmirî’nin gerçek adı Musa olup ineğe tapan bir kavimdendi ve içinde kavminin ibadet sevgisi olduğu halde müslüman olduğunu söylüyordu. Diğer bir rivayette ise Sâmirî’nin Sâmira denilen bir yerden olduğu söylenmektedir. (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1401.)
Hıristiyan misyonerler ve Oryantalistler, Sâmirî kelimesinin, bir kişinin adı olarak Kur’an’da yer aldığı varsayımından hareketle Hz. Muhammed’in (s) bu ve benzeri konularda kulaktan dolma bilgilere sahip olduğunu, dolayısıyla da Kur’an’ın vahiy ürünü olamayacağını ileri sürerler. Zira onların kaynaklarına göre Sâmirî bir kişinin değil, bir kitlenin adıdır. İşte çağdaş müfessirlerden Mevdudî bu hususa dikkat çektikten sonra onlara şu şekilde cevap vermektedir: Sâmirî kelimesinin sonundaki ‘ye’ harfi Sâmirî’nin, o kişinin asıl adı olmadığını göstermektedir. Çünkü Arapça’da bu harf, kişinin memleketi, kavmi ve akrabalarıyla olan ilgisini göstermek için kullanılır. Ayrıca baştaki ‘el’ belirlilik takısından da Sâmirî’nin, aynı kabile veya memlekete mensup birçok kişiden sadece biri olduğu anlaşılmaktadır. (Mevdudî, Ebû Ala, Tefhîmu’l-Kur’an, III, s. 235.)

[3] Bel’am-i Ba’ûr: Hz. Musa zamanında yaşayan ve irtidad eden bir din adamı. “Onlara o herifin kıssasını da anlat ki, ona ayetlerimizi vermiştik, ama o, onlardan sıyrılıp çıktı, derken onu, şeytan arkası- na taktı da yolunu şaşırmışlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu ayetlerle yüceltirdik, fakat o, yere alçaklığa saplandı ve hevasının peşine düştü. Artık onun hali, o köpeğin haline benzer ki, üzerine varsan da dilini uzatır solur, bıraksan da solur! İşte böyledir ayetlerimizi inkâr eden o kimselerin durumu; kıssayı kendilerine naklet, belki biraz düşünürler.” (A’raf, 175–176) ayetlerinin tefsirinde sadedinde ismi, çeşitli tefsir ve tarih kitaplarında geçmektedir. Bel’am-i Ba’ûr, dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah’ın dinini tahrif eden, kâfir yöneticilere yaranmak maksadıyla Allah’ın hükümlerini çiğneyen ve asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmektedir. (Şamil İslâm Ansiklopedisi, Bel’am maddesi, cilt 1.)





...
 
Üst Alt