Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Büyük şahsiyetler

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
İmam-ı Buhari

İmam-ı Buhari

İmam-ı Buhari
Kur’an-ı kerimden sonra en kıymetli kitab olan Sahih-i Buhari adıyla meşhur hadis kitabını yazan büyük hadis âlimidir. İsmi, Muhammed bin İsmail olup, künyesi Ebu Abdullah’tır. Hadis ilminde yüksek derecede olup, 300.000’den fazla hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezbere bilen bir âlim olduğu için "İmam", Buharalı olduğu için "Buhari" denilmiş, İmam-ı Buhari ismiyle meşhur olmuştur. 810 (H. 194) senesinde Buhara’da doğdu. 870 (H. 256) senesinde Semerkand’ın Hartenk kasabasında vefat etti.

Küçük yaşta babasını kaybeden Buhari, ilk tahsiline doğum yeri olan Buhara’da başladı. Duası makbul saliha bir hanım olan annesi, onun ve kardeşinin yetişmesi için gayret sarf etti. On yaşından itibaren hadis âlimlerinin derslerine devam etti. On beş yaşına girmeden 70.000 hadis-i şerifi ezberledi.

Hadis ilminde kısa sürede o derece ilerledi ki, hocaları ile karşılıklı ilmi münazaralarda bulunmaya başladı. Nitekim hocası Dâhili, bazı hadis rivayetlerindeki eksikliklerini onun yardımıyla tamamlamıştır. On altı yaşındayken Abdullah bin Mübarek ve Veki bin Cerrâh’ın kitaplarını ezberledi. Fıkıh ilminde, müctehidlerin bildirdiklerini öğrendi. Sonra annesi ve kardeşiyle birlikte hacca gitti. Hac farizasını ifa ettikten sonra annesi ve kardeşi Buhara’ya döndüler, İmam-ı Buhari ise, Mekke’de kalıp, hadis-i şerif toplamaya başladı. On sekiz yaşındayken Sahabe ve Tabiin fetvalarını topladı. Abdullah bin Zübeyr el-Hamidi’den Şafii fıkhını öğrendi. Bu arada Medine-i münevvereye gidip Resulullah efendimizin kabri şerifini ziyaret edip, geceleri kabri şerif başında Tarih-ul-Kebir kitabını yazdı. Mekke ve Medine’den başka, Bağdat, Basra, Kûfe, Mısır, Nişâbur, Belh, Merv, Askalan, Dımeşk, Hums, Rey ve Kayseriyye gibi ilim merkezlerini dolaşıp, hadis âlimleriyle görüşüp binden fazla âlimden hadis ve diğer ilimleri öğrenip nakletti.

Kuvvetli zekaya ve hafızaya sahip olan İmam-ı Buhari, işittiği hadis-i şerifi hemen ezberliyordu. Onunla hadis-i şerif dinleyenler yazdığı halde, o, yazma ihtiyacını duymuyordu. Muhammed bin Selam el-Bikendi, İbrâhim bin el-Eşâs, Ebu Âsım eş-Şeybani, Abdurrahman bin Muhammed bin Hammad, Hâlid bin Mahled, Ebu Nasr-il-Ferâdisi, Abdân bin Osmân el-Mervezi, Ali bin el-Medini, Ahmed bin Hanbel, Yahya bin Main, İshak bin Raheveyh, Süleyman bin Harb, Abdullah bin Zübeyr el-Hamidi gibi hocalar elinde yetişti.

İmam-ı Buhari hazretleri, ilim tahsilini bitirdikten sonra, Mısır’dan Maveraünnehr’e kadar tanınmış ilim merkezlerinde hadis ve çeşitli ilimler okuttu. Derslerinde binlerce talebe bulunurdu. Kendisinden 70.000’den fazla talebe hadis dinlemiştir. Bunlar arasında, Tirmizi, Nesai, Ebu Zür’a ve Ebu Bekr bin Huzeyme, İbni Ebi Davud, Muhammed bin Nasr-ul-Mervezi, Müslim bin Haccâc, İbni Ebiddünya gibi büyük ve tanınmış hadis âlimleri de vardı.

Binlerce talebe yetiştirdikten sonra Nişabur’a oradan da Buhara’ya döndü. Bir müddet Buhara’da kalıp, hadis ve ilim öğretmekle meşgul oldu. Bir rivayete göre Buhara valisi çocukları için özel ders verilmesini, buraya kimsenin girip, dersi dinlememesini istedi. Buhari cevabında; "Ben bir kısım kimseleri hadis dinlemekten men edip, birkaç kişiye hadis öğretmem" buyurdu. Bu durum valiyle arasının açılmasına sebep oldu. Buhara’dan ayrıldı. Allahü teâlâya, şikayet yoluyla valinin verdiği sıkıntıyı arz etti. Duası kabul olup, aradan bir ay geçmeden vali azledildi, zindana atıldı. Bu arada Semerkandlılar kendisini davet ettiler. Giderken yolda, Semerkandlılardan bir kısım insanların isteyip, bir kısmının istemediği haberini alınca, Hartenk köyünde kaldı. İşin iç yüzünü öğrenmek istemişti. İnsanların bu hâlinden kalbi daraldı ve canı sıkıldı. Teheccüd namazından sonra ellerini açıp; "Yâ Rabbi! Yeryüzü bu genişlikle bana dar oldu. Beni tarafına al!" diye dua etti. O ay, orada hastalandı ve 870 yılının Ramazan bayramı gecesi Semerkant’tan 72 km uzaklıkta olan Hartenk’de vefat etti. Kabri oradadır.

İmam-ı Buhari hazretleri, çok cömert olup, herkese iyilik ederdi. Fakirlere çok sadaka verir, talebelerinin ihtiyaçlarını bizzat karşılardı. Bayram günleri hariç bütün yılını oruçla geçirirdi. Haramlardan ve şüphelilerden daima kaçar, gıybetten çok korkardı. "İsterim ki Rabbime kavuştuğumda hiç gıybet etmemiş olayım ve böyle bir şey için kimse beni aramasın" buyururdu. Gecenin ilk saatlerinde biraz uyur, sonra kalkar ilim ve ibadetle meşgul olurdu. Kur’an-ı kerimi üç günde bir defa hatmederdi.

Hadis ilminin ve hadis âlimlerinin önderi olan İmam-ı Buhari hazretleri, yüz binlerce hadis-i şerifi ezberlemişti. Hadis-i şerifleri metinleri ve senetleriyle ezbere bilirdi. Hadis-i şeriflerin ravilerini çok inceler dinin emirlerine uymayan, edeplerini gözetmeyen, ahlakında bir kusur olanların rivayet ettiği hadis-i şerifleri almazdı. Hadis-i şerifin metnini ezberlediği gibi, o hadis-i şerifi rivayet eden kimselerin, künyelerini, doğum ve ölüm tarihlerini, ahlak ve yaşayışlarını, kimden rivayette bulunduklarını, o raviden başka kimlerin hadis-i şerif aldığını öğrenir ve ezberlerdi. Bir kimse hadis rivayetinde ve ravilerin senedinde hataya düşse, hemen İmam-ı Buhari hazretlerini bulup sorar ve doğrusunu öğrenirdi. Gittiği her yerde, etrafı hadis-i şerif almak ve öğrenmek isteyenlerle dolup taşardı. İmam-ı Buhari hazretlerinin hadis ilmindeki rumuzu "H" harfidir. Aynı zamanda tefsir ve kelam ilimlerinde de üstad olan İmam-ı Buhari hazretlerinin tefsire dair bildirdiği rivayetler tefsir âlimlerinin eserlerini süslemektedir. Kelam ilmine dair eserler de yazmıştır.

Eserleri
1) Câmi-us-Sahih:
En büyük ve en meşhur eseridir. Sahih-i Buhari ismiyle de tanınır. İslam âlimleri söz birliğiyle; "Kur’an-ı kerimden sonra en sahih kitap Sahih-i Buhari’dir" buyurmuşlardır. İmam-ı Buhari bu kitabı Mescid-i Haram’da yazdı. Her hadis-i şerifi kitabına yazmadan önce istihare yapmıştır. Gusledip, Kâbe’de makâmın gerisinde iki rekat namaz kılıp, koyduğu sağlam usûllere göre sahih olduğu kesin olarak belli olan hadis-i şerifleri yazmıştır. Bu kitabı müsveddeden temize çekme işini de Medine-i münevverede Peygamber efendimizin kabri şerifi ile minberi arasında bulunan Ravda-i Mutahherada yaptı. Bu eserini nasıl yazdığını kendisi şöyle anlatmıştır: "Câmi-us-Sahih kitabına her hadis-i şerifi koymadan önce gusledip, iki rekat namaz kılıp, istihare yaptım. Ondan sonra hadis-i şerifi kitaba koydum. Bunları yapmadan hiçbir hadisi yazmadım. Bu kitabı on altı yılda tamamladım."

Kütüb-ü Sitte adı verilen altı sahih hadis kitabının en başta geleni olan Sahih-i Buhari’nin, Ali el-Yünûni tarafından el yazmasıyla çoğaltılan metni muteber olmuştur. Bu nüshanın aslı Kâhire’de Akboğa Medresesi Kütüphanesindedir. Sahih-i Buhari’nin birçok şerhleri ve baskıları yapılmıştır. 1894’te Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından Mısır’da yaptırılan iki cilt baskısı pek nefis, ciltlenmiş, altın tuğra ve nukûş ile süslenmiştir. Bu baskı Bulak’ta Emiriyye Matbaasında yapıldı. Zeynüddin Ahmed Zebidi, mukarrer rivayetleri birleştirerek Buhari-i Şerif Tecrid-i Sarih ismiyle kısaltılmıştır.

2) Tarih-ul-Kebir
3) Tarih-ul-Evsat
4) Tarih-us-Sagir (Bu üç eser hadis ravilerinin hayatlarını ve hadis ilmindeki yerlerini ihtiva etmektedir)
5) Kitab-u Duafâ-is-Sağire (Zayıf ravilerin hallerinden bahseder)
6) Et-Tarih fi Marifeti Ruvât-ül-Hadis
7) Et-Tevârih-ul-Ensab
8) Kitab-ül-Kûnâ
9) El-Edeb-ül-Müfred (Ahlakla ilgili hadis-i şerifleri toplayan eserdir)
10) Ref’ul-Yedeyn fissalâti
11) Kitab-ül-Kırâati Half-el-İmam
12) Halk-ul-Ef’âl-il-İbâdi ver-Reddü alel-Cehmiyye
13) El-Akide yâhut Et-Tevhid (Kelam ilmiyle ilgilidir)
14) El-Câmi-ul-Kebir
15) Et-Tefsir-ül-Kebir
16) Kitab-ül-Mebsût
17) Esmâ-üs-Sahabe
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Ahmedi rufai hz. (k.s.a) ve talabeleri

Ahmedi rufai hz. (k.s.a) ve talabeleri

Ahmed Rufai Hazretleri, bir gün talebelerine:

- İçinizde kim bende bir ayıp görüyorsa bildirsin, dedi.

Müritlerinden biri:

- Efendim, sizde büyük bir ayıp var, diye cevap verdi.

Ayıbını talebesine soracak kadar kendini aşmış bu mütavazi insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, belki sadece ayıbından kurtulabilmek ümidiyle sordu:

- Söyle dedi, kardeşim, o ayıbım nedir?

Talebe gözleri dolu dolu:

- Bizim gibilerin size talebe olması, dedi.

Bu söz gönüllere çok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai Hazretleri de ağlıyordu. Bir ara sadece;

- Ben sizin hizmetçinizim, ben hepinizden aşağıyım diyebildi.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
sag elim menzilde

sag elim menzilde

Bundan yillar evvel Allah dostlarinin,evliyalarin fazla oldugu,her üc kisinin irsâdina bir Allah dostunun bulundugu zamanlar...
Evliyalik mertebesine gelmis,Allah ile naz makaminda konusan, iki kardes...
Hac zamani geldiginde kutsal beldelere hac vazifesini yapmak icin niyetlenirler.Ve vakit gelince Kabe'ye giderler.Hac görevlerini yerine getirdikten sonra Mekke'den Medine'ye Peygamber sehrine dogru yola cikarlar...Ikindi vakti gelirler ve karsilarinda Ravza-i Mutahhara...Efendimiz sallallahualeyhi vesellem ile naz makâmminda konunsmaya baslarlar...Aglayarak hickiriklara bogulurlar...Efendimize S.A.V. yalvaris yakaris.....
"Ya Rasulallah uzativer de elini öpelim,Senin o mübarek elini öpmeden buradan ayrilmayacagiz...Ne olur Ya Rasulallah..."zaman icinde zamanlarin yasandigi Pygamber sehrinde Efendimiz sallallahualeyhivesellemin kabr-i serifleri acilir ve o mübarek ellerini ziyaret ederler...
Bu olayi sohbette dinleyen Seyyidimizin yüreginde firtinalar kopar ve yüregin e ates düser.Hacca gitmeye niyetlenir...
Vee...
Hac zamani geldiginde gider mübarek beldelere...Hac vazifesini yerine getirir...Ama o ates hala yanip kavurmaktadir Seyyidimizi...
Ve Medine-Münevvere...O mübarek yer...Anlatmak ne mümkün...
Ravza-i Mutahhara'ya girer ve Efendimz S.A.V. ayak ucuna oturarak rabitaya koyulur...Aradan zaman gecmistir.......Etrafindaki sofiler derler ki;
"Biz onu nerdeyse öldü sanmistik."Rabita hala devam etmektedir.Bir süre sonra Seyyidimiz cirpinmaya baslar ve kendinden gecer...O sira kalp gözü acik olan Seyyidimizin yanindaki kisiler olaya vakif olurlar ve durumu söyle anlatirlar;...
"Seyyidimiz naz makaminda Efendimze S.A.V yalvarmaktadir....
Ne olur Ya Rasulallah bende o iki kardes gibi elinizi ziyaret etmek isterim.
Bir süre sonra Ravza(Kabr-i serifleri) ikiye ayrilir ve Efendimiz S.A.V. sol elini uzatir...Seyyidimiz "Ya Rasulallah sol elinizi Siz baska seyler icin kullanirsiniz,a lâyik görmediniz mi sag elinizi uzatin da sag elinizi öpeyim"der...
O anda Efendimiz (S.A.V.)in Kabr-i seriflerinden gelen sesle Seyyidimiz cirpinmaya baslamistir...
"BENIM SAG ELIM ADIYAMAN MENZILDEDIR BUYUR SOL ELIMI ÖP" der.
sadaka Rasulullah...
(S.A.V)

alıntı
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Sultan Hazretlerinin Hayati Ve Büyük şahsiyetleri

Sultan Hazretlerinin Hayati Ve Büyük şahsiyetleri

SEYYİD MUHAMMED RAŞİD HZ.'NİN HALİFESİ
MOLLA AHMED HZ.: "RESULÜ EKRAM'E TAM MUTABAAT EDERDİ"
(FEYİZ DERGİSİNDE YAYINLANDI)
Elehmdülillahi rabül Alemin essalatü vesselemü ala
hayrihi ve halkıhı Muhammedin ve alihi eshabihi ecmain.
Seyda (K.S.) çok büyük bir zatti. O herkes tarafından
Menzil mürşidi olarak bilinen alim bir zattı. alem onu öyle
tanıyordu. Lakin, filhakikat Seyda Hz.'nin (K.S.) yaptığı
ameller, hareket, sekanetlar Resulü Ekrem (S.A.V) Hazretlerinin
ahlakına benziyordu. Kur'an-ı Kerimin ibaresine benziyordu.
Tabii insan orda, onun yanında kalmadığı zaman tam hakkıyla onu
tanımıyor. Allah (C.C.) lütfu keremiyle, saadetın himmetiyle
biz orda, onun yanında çok kaldık. Küçükken hayatımız orda
geçti. Ben 1948 doğumluyum. allah'ın (C.C.) lütfu kremiyle
onunla ilk karşılasmamız 1957-58'de nasip oldu. Küçük yaşta
11-12 yaşında Gavsın (K.S.) dergahına gittim. O zaman
Sultanımız (K.S.) talebyedi. Medresede tasil görüyordu. Gavsın
dergahında o zaman 30-40 tane talebe vardı. Bu talabeler
işerisinde Seyda Hz. (K.S.) tej şahıs olarak gözüküyordu. O
kadar halim o kadar muttaki, o kadar sukünetliydi ki, çok
harikaydı. Yani insan diyordu ki bu insan değli melektir.
Seyda Hz.'nın (K.S.), Resulullah (S.A.V) Hz.'ne çok mutaabatı
vardı. Resulullah'a (S.A.V) 40 yaşındayken risalet gelmişti.
Sultanımız (K.S.) ona mutabaat yapmış, 40 yaşında halifelik
icazetini gavsımız (K.S.) ona vermiştir. Halifelik emri tabi
manevi bir emirdir. bu manevi emir, Cenab-ı Rebbül alemin
tarafindan, Resulü Ekrem'in ve Saadat-ı Kiram'ın mürşide
bildirmesiyle oluyor. Mürşidin haberi oluyor ve bazen o zatın,
o halife olan kişinin de haberi oluyor. yinye Saadat-ı kiram
yoluyla veya rüyayı sadıkla haberi oluyor. Sultanımız (K.S.)'a
halifelik emri geldiğinde, gavsımız (K.S.) Suriye'de vefat
etmiş mürşidinin yanı şey Ahmed-el Haznevi'nin (K.S.) yanına
götürmüş. Tabi Şahı Hazne (K.S.) o zaman hayatta değil, onun
oğlu Şeyh Alaaddin irşad yapıyordu, o zaman hayattaydı.
Gavsımız (K.S.) demiş ki: "Kurban Seyyid Muhammed Raşid'e
böyle emir vardir, Saadetların işasetleri vardır, Resulü
Ekrem'in (S.A.V) işareti vardır, helife olmak için, ben sizin
kapınızın dergahına getirdim. Şah-ı Hazne'nin dergahına
getirdim, onun merkadına getirmişim. Siz bu halifeligi tehliğ
edeceksiniz, icazeti vereceksiniz". Şeyh Alaaddin (K.S.) demiş
ki: "Seydam, (Gavsımız Şehy Seyyid Abdulhakım (K.S.) ona da
ders verdiği için Seyda demiştir) senin oğlun Şeyh Muhammed
Raşid (K.S.) öyle büyük bir evliya, öyle bir erkek, öyle bir
Allah dostu ki, burada böyle halifelik vermeği ben layık
görmüyorum. Ancak bunu Resulü Ekrem'in (S.A.V) yanına
görüreceksin, Ravzayı Mutahharanın yanında, orda manen de
REsulü Ekrem (S.A.V) ona tebliğ edecek, zahiri olarak da siz
orda vereceksiniz. Ancak öyle layık görüyorum". o zaman
Gavsımız (K.S.) onun emrini yerine getirmek için Cenab-ı Rebbül
alemin için, Resulü Ekrem (S.A.V) hatırı için daha fazla feyz,
daha fazla maneviyat vermek için onu aldı götürdü. Medine-i
Münevvere'de Resulullah (S.A.V)'ın, Ravzayı Mutahharanın
yanında halifelikk tebliğ etti. Bu halifelik almak tam Resulü
Ekrem'e (S.A.V) mutabaat olmuştur. 40 yaşındayken halifeklik
icazeti almıştı. Ondan sonra irşada başlamıştır. bilindiği gibi
Resulü Ekrem'e (S.A.V) 40 yaşındayken risalet gelmiş ve risalet
irşadına başlamıştır. İkincisi Sultanımız (k.s.), Resulü Ekrem'e
mutabaat yapmıştır. Hicreti, aynı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) hicreti,
Kasrik'ten Menzil' e hicret etti. Yine İslamiyet için, bu tarikatı yaymak
için, İslamiyeti yaymak için tam Türkiye'nin ortasındaki bütün müslümanlar
her tarftan gelsinler menfaat alsınlar diye o niyetle (niyeti Allah (c.c.) rızası
için yaptı) oraya gitti. Adıyaman Kahta ilçesi Menzil köyünü seçti ve orada
para ile köy aldı. Orada ev yaptılar. Tabi bazı şeylerde oldu. Akrabalar da
komşular da eziyet verdiler. Münkirler de eziyet verdi. Aynı Resulü Ekrem'e
(s.a.v.) mutabaat olarak nasıl akrabaları, müşrikler eziyet verdiği gibi. Resulullah
(s.a.v.) Cenab-ı Rabbül aleminin emriyle hicret etti. Menzil'in eski ismi de
Menzil'di... sonra Sultanımız (k.s.) Menzil ismini Buhara olarak değiştirdi. Resulü
Ekrem (s.a.v.) Mekke'yi Mükerreme'den hicret edip, Medine'ye gittiği zaman;
Medine'nin ismi Yesrib'di. Resulü Ekrem (s.a.v.) bu ismi Medine-i Münevvere
olarak değiştirdi. Sultanımızın (k.s.) Menzil ismini Buhara olarak değiştirmesi
Resulü Ekrem'e (s.a.v.) mutabaattı. Sultanımızın üçüncü mutabaatı Resulü
Ekrem'in (s.a.v.) 63 yıl yaşaması iledir. Sultanımız da O'nun gibi 63 yıl yaşadı.
Hatta Sultanımız vefatından bir gün evvel, Allah-u Alem, dayımız Seyyid Hacı
Nureddin'e sordu; "Resulü Ekrem'in (s.a.v.) yaşına girdim, tamam oldu. Ben
yaşımın Resulü Ekrem'in (s.a.v.) yaşını geçsin istemiyorum" dedi. O akşamın
ertsei günü, cuma günü, Sultanımız vefat etti.
Resulü Ekrem'e (s.a.v.) başka bir mutabaatı, Cenab-ı Rabbül alemin öyle
lütfu ihsan etmiş ki nasıl Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün aleme inen rahmetti. Cenab-ı
Rabbül alemin O'nun hakkında Kur'an-ı Kerim'de şöyle emretmiştir: Estauzubillah
"VEma erselnake illa rahmetellil alemin" sadece bizim alemimize değil. Ey benim
Habibim, seni bütün alemlere rahmet olarak gönderdim. Çok alem vardır. Binlerce
alem vardır. Alemi insan vardır, alemi kübra var, alemi hayvan var, çeşit çeşit
cemadat var, kafir bir alemdir, müslüman bir alemdir. Resulü Ekrem (s.a.v.) herkese
rahmetti. Herkes Resulü Ekrem'den (s.a.v.) menfaat almıştır. canlı cansız, müslüman
kafir herkes menfaat almıştır. Resulü Ekrem (s.a.v.) meşrebi amdır (umumidir).
Lakin başka peygamberler bir memlekete, bir kavme, bir köye gelmiş, bir şehre,
bir eve gelmiş, kendi nefsine peygamber olmuş. Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün aleme
Peygamber olmuştur. Şimdi mürşidde öyle. Çeşit çeşit, sayılamayacak kadar evliyalar,
mürşidler, alimler gelmişler, halife olmuşlar, irşad sahibi olmuşlar. Herkes kendi
çevresine göre, kendi evini, kendi köyünü, kendi memleketini irşad yapmışlar. Tabi
dereceleri Cenab-ı Rabbül aleminin yanında, kimse bilmiyor hangisi daha büyüktü.
Diyelim ki misal olarak Gavs Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (k.s.) büyük bir zat idi,
çok acayip keramet sahibiydi, çok takva idi. O nereliymiş, Hizanlı. Hizan Bitlis'e bağlıdır.
İkincisi Seydayi Tahi (Şeyh Abdurrahmanı Tahi) (k.s.) ariflerdendi, çok büyük bir zatdı,
o da oraya bağlıydı, yine Hizan'a, Gavs'a bağlıydı, Oda Bitlis'e. Üçüncüsü Şeyh Fetullah
Verkanisi (k.s.), o da çok büyük zat, o da oraya bağlıydı. Hazret (k.s.) da aynı öyle,
bu dört şahıs büyük zatlar büyük mürşidler. Bunlar bir memleketi tamam ve ihya etmişler,
çok geniş bir kasime hitap etmişlerdir.
Cenab-ı Rabbül alemin, hidayet yetkisisn bu zatlara o kadar çok vermiştir. Seyda
Hz.'ne (k.s.) gelince; Resulü Ekrem'in (s.a.v.) irşadı amdı (umumi), bizim Sultanımızın (k.s.) irşadı amdı (umumi). Kendi memleketi değil, kendi çevresi değil, kendi devleti değil, bütün dünyanın devletlerine onun irşadı amildi. Herkes ondan menfaat buldu. Şimdi sen kime sorarsan sor, ister askeriyeye, ister emniyete, ister sivile, ister kafire istersen müslümana sorduğun zaman Adıyaman'daki zatı herkes tanıyor, herkes işitmiş herkes tanıyor. Herkes ondan menfaat almıştır. Sultanımız irşadında da Resulü Ekrem'e (s.a.v.)
mutabaat yapmıştır. Resulü Ekrem'in (s.a.v.) ahlakı çok halim, Sultanımız da çok halimdi.
Resulü Ekrem (s.a.v.) çok çalışkandı, Sultanımız da çok çalışkandı. Hiç durmadan çalışıyordu. Tedrisat zamanı tedrisat yapıyordu, sohbet zamanı sohbet yapıyordu, irşad zamanı irşad yapıyordu, hatme zamanı hatme yapıyordu, okumak zamanı Kur'an-ı Kerim okuyordu. Ondan sonra ek işlerle uğraşıyordu, dergah işleriyle uğraşıyordu. Evi de temizliyordu. Resulü Ekrem (s.a.v.) nasıl ki kendi evini, kendi odasını süpürmüş, temizlemiş yatağını kaldırmış, Sultanımız da aynen öyle. Hiçbir zaman bu iş, kadın işidir,
bu iş çocuk işidir, işçinin işidir demiyor her işe koşuyordu. camiden çıktığı zaman, değirmen nasıl çalışıyor, fırın nasıl çalışıyor, hayvanların yemi nasıldır, hayvanlara işçiler nasıl bakıyorlar, harman nasıl oldu, buğday nasıl oldu, mercimek nasıl oldu, bütün bu işleri önce kendisi yaparak gösteriyor ve işlerin yapılmasını sağlıyordu. Sultanımızın (k.s.) gerek dünya işlerinde, gerek ahiret işlerinde niyeti sırf Allah (c.c.) rızası idi. Sofilere de böyle emretti. Dedi ki, "Ben akıl baliğ olduktan bugüne kadar ne iş yapmışsam dünya ve ahiret niyetim Allah (c.c.) rızası idi". Onun için bizim Sultanımız methetme bitmiyor. O çok harikaydı. Resulü Ekrem'e (s.a.v.) çok mutabaat yapmıştı, eli çok rahmetli, çok şefkatliydi.
Kimsesizlere, yetimlere çok düşkündü, çok seviyordu, çok yardımcı oluyordu. Bilhusus akrabalara, çok sahip çıkıyordu. Herkesin ihtiyacına göre veriyordu. Buğday zamanı, akrabaları, komşuları, fakirleri çağırıyordu, soruyordu, "senin ihtiyacın ne kadardır? Sana ne kadar buğday lazım?" Onlar diyorlardı "Kurban 20 teneke lazım". O diyordu "al sana 20 teneke götür." Senin ne kadar yiyeceğin var?" derdi. Bunlarla Resulullah'a (s.a.v.) mutabaat yapıyordu. Onun yanına alimler, şeyhler geliyorlardı. Onlara çok kıymet veriyordu. Onlara çok muhabbet yapıyordu. Onlara diyor ki; "Gayemiz Allah (c.c.) rızası için olsun. daima insan hizmet yapacak." Hatta böyle bir gün alimler, şeyhler geldiler, Seydamız (k.s.) dedi ki: " Resulü Ekrem (s.a.v.) şöyle sölemiş hadisi şerifte 'Küllüküm rain küllüküm mesulin' hepiniz çobansınız, hepiniz kendi sürünüzden mesulsünüz. Ümmeti Muhammed için çok çalışmak lazım. Her ne kadar hidayet veren Cenab-ı Rabbül Alemin ise de; herkes çalışmak mecburiyetinde. Çalışacak ki Resulü Ekrem (s.a.v.)'in huzurunda perişan olmasın. Gavsı Hizani (k.s.) zamanında bir sofi varmış ismi Ali. Ali devamlı bal çalarmış. Herkes demiş ki sen bu balı nereden getiriyorsun, elalemin malını niye yiyorsun, sen Allah'tan (c.c.) korkmuyor musun? O zaman Ali gitmiş, oturmuş, düşünmüş. Demiş ki bu millet haklıdır. Ben kendime bir petek, bir arı alacağım evime bırakacağım, herkes bilsin bizim peteğimiz, arımız vardır, ondan sonra bol bol bal çalarım ve soranlara diyeceğim ki, 'bak benim arım var, peteğim var'. Ondan sonra Ali gitmiş, kendine arı, petek almış gelmiş, evine bırakmış. Arıya demiş ki; 'Ey arı, vız vız senden, bal benden.' Seyda Hz. dedi ki 'hocalar, alimler size de vız vız lazımdır. Siz vız vız yapın Cenab-ı Rabbül alemin bal gönderecek. Bal nerede olacak, bal nereden gelecek siz düşünmeyin. Siz yeter ki vız vız yapın". Seydamıza (k.s.) birgün şöyle soruldu; "Kurban bazı alimler vardır, bazı şeyhler vardır birbirini sevmiyorlar, birbirine haset yapıyorlar, niye böyle oluyor?". Seyda Hz. dedi ki: "Ben de acaip karşılıyorum. Halbuki mürşidi kamil öyle olacak, hakiki alim öyle olacak ki, isteyecek ki böyle on tane yirmi tane mürşid olsun. Hz. Muhammed (s.a.v.) ümmetine hizmet yapsınlar. Ben diyorum ki iki mürşid bir yerde bir memlekette birbirini sevmediği zaman demek ki onların yaptığı iş hakikat değildir. Hakikat olsa birbirlerine çok yardımcı olacaklar. Birbirine çok muhabbetli olacaklar, birbirini çok sevecekler. Zaten bu islamiyetin adabıdır. Şayet bir alim Resulü Ekrem'in (s.a.v.) varisi ise, mürşidi kamil ise, daha daha birbirine yardımcı olacaklar ki, bu dine hizmet olsun diye."
Sultanımız (k.s.) kendini hiç görmüyordu. Demiyordu ben şeyhim, ben alimim, ben mürşidim, bu kadar alim gelmiş benim dergahıma. Anamız bir gün sordu; "Kurban olayım Seydam ne yaptın, kıyamet koptu, bizim oturacak, yemek yiyecek, yatacak yerimiz kalmadı, her taraf misafir doldu, hiç bir yer kalmadı, ne dışarıda, ne içeride, bu nasıl olacak?". Seyda Hz. dedi ki "Hani ne olmuş, ne oldu". Annemiz dedi "Kurban daha ne olacak?". Seyda Hz. dedi ki "Bana ne, ben ne yapmışım, ben çağırmıyorum. Bunlar Gavs (k.s.) hatırı için, babamın markadının hatırı için geliyorlar, benim için gelmiyorlar. Kimse beni sevmiyor, benim için de değil, bende birşey yoktur." Kendinde hiçbir şey görmüyordu. Bazen analarımız diyorlardı. "Kurban olayım hoş cübbeler vardır, hoş taç vardır, sargı vardır, Sultanımız giysin, millet onu güzel görsün." Seyda Hz. diyor ki; "Şeyhlik sargıyla, cübbeyle olmuyor, elbiseyle olmuyor." Kendini hiç görmüyordu, kendini sofi olarak, alim olarak da görmüyordu, çok muazzamdı. Seydamızın (k.s.) ahlakı tam Resulü Ekrem (s.a.v.) ahlakı idi. Herkese cevap verirdi, binlerce millet soru sorar, herkese cevap verirdi. Hiç kimsenin kalbini kırmadı, aciz olmadı, herkese de kulak veriyordu, herkesin sözünü dinliyordu. Herkesin aklına ve anlayışına göre cevap veriyordu.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Burada Resulü Ekrem'e (s.a.v.) mutabaat yapıyordu. Devamlı evine, çoluk çocuğuna, ehline, akrabalarına, cemaatine vasiyette bulunuyordu: "Hiçbir zaman haktan ayrılmayın, takva olun, emri marufu yerine getirin, nehyi münkere de mani olsun". Derdi ki: "Eğer bir insanın bütün dünya malı olsa, emri marufa uygun olmazsa hiç kıymeti yok, illa emri maruf. Ne yapıyorsanız emri maruftan çıkmayacaksınız, münkerlerden de kaçacaksınız. Öyle olmazsa fayda olmaz. İnsan ne kadar büyük olsa ne kadar alim olsa, ne kadar mürşid olsa eğer emri marufa uygun olmazsa faydası yok." Hatta birgün Sultanımız (k.s.): "Bir insan gaybı bilse kıymeti yoktur. Haşa şeytan da gaybı biliyor. Bir insan havada uçsa, kerameti o kadar çok olsa, bütün memleketlerde gezse, yine kıymeti yoktur, illa şeriati garraya uygun olacak, illa emri marufa uygun olacak, kuş da havada uçuyor ama kıymeti yoktur. Hatta ki suda geziyor, yine hiç bir zarar görmüyor, onun da kıymeti yoktur. Balık gece gündüz sudadır, hiçbir zarar da olmuyor. İlla insan şeriatı garraya uygun olacak, hareketleri, hep halleri, takvaları tüm şeriatı garraya uygun olsa o zaman insan bilecek ki bu ehildir, layıkdır, bu hakkıyla evliyadır. Öyle olmasa keramet ile havada uçmayla, suda gezmekle bu Allah'ın dostudur veya bunun büyük kerameti vardır denilemez. En büyük keramet şeriati garraya uygun olmaktır."
Gavsımız (k.s.) çok büyük bir zattı, çok alimdi. Gavsımız (k.s.) Sultanımızı (k.s.) çok seviyordu, tabii baba olarak çok şefkatli, çok merhametliydi. Sultanımız (k.s.) evlat olarak onun karşısında hiç bir gün görmedik ki edebini bozmuş olsun. Gavs (k.s.) hayatında herşeyi Seydamıza (k.s.) bıraktı. Gavsımız (k.s.) darul fenadan darul beka olmadan dört sene evvel Seydamıza halifelik verdi. Sultanımız (k.s.) onun hayatında irşada başladı, herşeyi onun eline verdi, yani bir çok nadir mürşidlerin zamanında çok nadir olaylardan biridir bu. Bu harika bir şey. Bu sadece Sultanımıza (k.s.) mahsustu. Yani onun babası, mürşidi hayattaydı, aynı evde, aynı köyde, aynı dergahta irşadı onun eline verdi, dört yıl önce halifelik verdi,ona icazet verdi ve ona irşad emri verdi, irşad yaptı, teveccüh yaptı,alanen. Hatta bir gün Menzil'e geldiği zaman tabii Gavsımız (k.s.) hayattaydı ben onun yanında okuyordum. Ben zahiri ilmi Gavsımızın yanında okudum. 1957-58'de başladık, 1970'e kadar Gavs (k.s.) yanında kaldık, okuduk, tedrisat gördük. Menzil camisi bazı sofiler tarafından yapılıyordu bazı mühendisler, müteahhitler, inşaatçılar Gavsımıza (k.s.) dediler ki: "Kurban biz projeyi yapacağız, malzemeyi getireceğiz, camiyi biz yapacağız". Gavs (k.s.) "Peki" dedi. Kendilerine süre tanıdılar zaman bıraktılar. O süre içerisinde onlar gelmediler. Sultanımız (k.s.) geldi, ben de orada hazırdım, dedi ki "Kurban, Ankara'dan gelecekler gelmediler. Öyleyse camimizi biz yapalım, zaman geçti."
Sofiler camisiz idare etmiyorlar. Yani Menzil'e geldiklerinde cami yoktu, küçük bir mescid vardı. Dedi, peki başlayın! Başladılar. Bir kaç tane usta, 6-7 tane işçi çalışıyordu. Sultanımız (k.s.) onların başında, Allah-u alem temeli bir veya bir buçuk metre taş yapmışlardı. Baktım sonra müteahhitler geldiler, büyük iki araba da kereste ve demir doluydu. O inşaatçiler gelince "kurban niye bizi beklemediniz?" Seyyid Muhammed Raşid öyle istedi dediler. Neyse, gittiler ölçtüler. Dediler ki, bu proje olmadı, bu camiyi yıkacağız, tekrar kendimize göre yapacağız. Gavs (k.s.) "Siz bilirsiniz" dedi. Onlar gittiler. Temelin üzerinde iken Sultanımız (k.s.) "kurban siz ne emrediyorsunuz, şimdi bunlar kabul etmiyor. Bunlar diyor ki bu cami büyük olmuş. Bence bu cami Gavsa (k.s.) anca kafi gelir. Bu cami küçük olur" dedi. Gavs Hz. (k.s.) Muhammed Raşid'e (k.s.) "siz bilirsiniz. Siz kendi dediğinizi yapın." O da gitti. ( Allah (c.c.) rahmet etsin) Hacı Ömer diyorlar, Batmanlı Ömer Usta geldi. O da taşaronluk yapıyordu. Gavs Hz. 'ne dedi "kurban, bu inşaatçıların dediğini mi yapalım. Onlara siz bilirsiniz, dediniz. Bir de Seyyid Muhammed Raşid'e (k.s.), siz bilirsiniz dediniz. Bu inşaat nasıl olacak?". Gel sana söyleyeyim, dedi. "Türkiye değil bütün dünyanın mühendisleri müteahhitleri biraraya gelse Raşid gibi bilmiyor. Cenab-ı Rabbül alemin öyle bir kamil akıl vermiş, öyle bir bilgi vermiş ki, onun ki gibi kimse de yok. Onun dediği olacak. Evet bu cami anca bana kafi gelecek. Benim zamanım geçtikten sonra onun zamanında bu cami kafi gelmez, Muhammed Raşid isterse bu tarafta bahçe tarafını da ilave edebilir. İsterse güney tarafından ilave edebilir. İsterse doğu tarafından ilave edebilir." Gavs (k.s.) bunu söylediği zaman Sultanımız orada değildi. Tabii o cami Gavsa (k.s.) kafi geldi. Gavs'tan (k.s.) sonra Sultanımız (k.s.) Gavsımızın (k.s.) işaret ettiği gibi duymadığı halde doğu tarafından, güney tarafından, camiye ilave yaptı. Bu gördüğünüz cami Gavs'ın (k.s.) işaret ettiği gibi Seydamıza (k.s.) kafi gelmedi, tabii. Şimdiye kadar yine devam etmişler ilave etmeye, Şeyh Seyyid Abdulbaki (k.s.) zamanında da. Büyük keramet; odur ki Resulü Ekrem'in (s.a.v.) sünneti seniyyesine çok uygun hareket ediyordu. Hem evinde, hem dışarıda, hem misafirlere hem de işçilere karşı.
Seyda'nın (k.s.) sofilerine tabii büyük vazife düşüyor. Sofiler kendilerinin ahlaklarını çok hoş edecekler. Madem ki Sultanımızın (k.s.), mürşidimizin ahlakı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) ahlakı idi. Herşey; İslama uygundu. Demek ki onun elinden tutan, onun yanında biat eden, ahlakı onun gibi ahlaklı olacak. Resulü Ekrem (s.a.v.) diyor ki: "Müslümanlar ahlaka bakıyor". Bir müslümanın ahlakı uygun oldu mu, herşey uygun oluyor. Ahlak çok mühim, ahlak çok mühim, madem ki mürşidimizin, Sultanımız'ın (k.s.) ahlakı çok hoştu, İslamiyete göreydi, bizim ahlakımız da bütün sofilerin ahlakı da çok hoş olacak. Bu büyük bir vazifedir, çok güzel ahlaklı olmak için sünneti seniyeye uyacaklar. Yani hiçbir zaman hakaretli, zulümlü olmayacaklar, haramlara yanaşmayacaklar. Emri marufa uygun olacaklar. İşte mürşidi kamilin büyüklüğü o zaman belli oluyor. bu sofidir veya sofi değildir, ne zaman belli oluyor? Güzel ahlakta ve sünneti seniyyeye uyma da belli oluyor. Zaten bizim mürşidimizin, Sultanımızın (k.s.) daima vasiyeti öyleydi. Sofi odur ki ahlakı Resulü Ekrem'in (s.a.v.) ahlakına benzeyecek, ahlakı tam İslamiyete uygun olacak ve sadık olacak, ihlaslı olacak ve çalışkan olacak. Tertemiz olacak, hem zahiri hem manevi. Zahiri öyle temiz olacak ki hiç necis birşey olmayacak Haksız kazanca, günaha, harama yanaşmayacaklar. Bunlar zahirde olacak. Bir de içinden kalbi tertemiz olacak, haset, kibir, nefis, ucub içinde hiç bir şey bırakmayacak. Bu İslamiyet ahlakıdır. Bir insan, sofiliğe kast ederse buna mecbur olacaktır. Nasıl zahiri tertemiz olacak, bir de içi tertemiz olacak. Hatta kibir, ucub, riya, nefs diye hiç bir şey kalmayacak. Öyle olmazsa insanın maneviyatı artmıyor, yani zahiri olarak insan ibadetle Allah'a (c.c.), Allah'ın (c.c.) rızasına yetişmiyor. İnsan illa ahlaken tertemiz olacak. Nasıl Cenab-ı Rabbül Alemin Resulü Ekrem'e (s.a.v.) emretmiş; "Sen kendini tahir et, elbiseni de tahir et", ayetini bazı müfessirler Allah'ın (c.c.) lütfu keremiyle mürşidi kamilin yanında tövbe ettiği için, ahlakını sünneti seniyeye uygun hale getirmek için hem içini tertemiz edecektir hem de zahirini temiz edecektir. Yani, hasetten, kibirden. Ve öyle olacak ki kimseye muhtaç olmayacak, çalışkan olacak, cesaretli olacak ve ticarette, memuriyette her ne olursa olsun sadık olacak, ihlaslı olacak, zahir olarak da çalışacak, kalbinden de, manen Allah'tan (c.c.) rızkı isteyecek, bilecek ki bu iş Allah (c.c.) 'ın emridir. Allah (c.c.)'ın emriyle yapıyorum ve Cenab-ı Rabbül Alemin o sebeple bana helal rızk verecek. Razıkı mutlaka Allah'tır (c.c.).
Biz öyle istiyoruz ki, tabi mürşidimiz öyle emrediyordu. Bir insan Allah (c.c.)'ın lütfu keremiyle biat ettiği zaman ahlakını güzelleştirecek, düzgün olacak, sünneti seniyyeye uygun hareket edecek, kendi ailesiyle, çoluk çocuğuna iyi davranacak, onlara helal rızk kazanacak, helal yedirecek ve ilk olarak din adabını, din emri neyse onları anlatacak. Namaz nasıl kılınır, abdest, gusül nasıl alınır, ahlak nasıl olacak, Resulü Ekrem (s.a.v.) kimdir, nerede doğmuş, nerede vefat etmiş, sünneti seniyyeler nelerdir onları anlatacak. Ailesinden, evlatlarından hiç bir gayri meşru hareket olmaması için gayret sarfedecek ki, o zaman onun tövbesi kabul olmuş anlaşılacak. Onun mürşidi, onu kendine kabul etmiş ve defterine yazmış, kaydetmiş demektir. Eğer bir insan tövbe ettikten sonra aynı eski hareketleri yaparsa, o şahıs demek ki tövbeyi hakiki yapmamıştır. İnsan tövbe ettikten sonra, önceden tam sünneti seniyyeye uygunken tövbe ettikten sonra daha fazla dikkat ederse bu alamettir ki tövbesi kabul edilmiştir. Eğer önceden hiç bir yaşantısı yokken, düzelip yaşarsa tabii o daha iyidir. Fakat yok aynı eski adamsa, lazım ki bir daha tövbe edecektir, bir daha biat edecektir, mürşidine halini bildirecektir. Efendim, ben tövbe ettim, sekiz şartı yerine getirdim. Bana verdiğin adap talimatını yerine getiriyorum ama artık olmuyor, benim muhabbetim Allah'a (c.c.) çok fazla olmuyor, ne yapayım? O zaman mürşidi onun durumuna göre muamele yapacak. Hatta Seydamız (k s.) Gavs (k.s.)'tan sonra irşada başladığı zaman dedi ki; "Ey millet, eğer siz benim yanıma Allah (c.c.) rızası için geliyorsanız gelin, yoksa seyyid olduğum için, alim olduğum için, Gavs'ın (k.s.) oğlu olduğum için benim yanıma gelmeyin, eğer siz o niyetle gelirseniz ben kıyamet gününde Resulü Ekrem'in (s.a.v.) huzurunda sizden davacı olacağım. Niyetinizi Allah (c.c.) rızası için yapın, öyle gelin. Geldiğiniz zaman, tövbe ettikten sonra eğer ki bu dergahta menfaat görmediyseniz başka mürşide gidin. Belki Cenab-ı Rabbül Alemin size hidayeti burada vermemiştir. Eğer burada hidayetiniz olmadığı takdirde siz başka yere gitmezseniz yine kıyamet günü ben sizden davacı olacağım". Sultanımız (k.s.) insan, niyetini Allah (c.c.) rızası için yapmalı diyor. Bakın Resulü Ekrem (s.a.v.) "El hubbi lillah vel buğzu lillah" diyor yani muhabbeti de Allah (c.c.) rızası için, buğzu da Allah (c.c.) rızası için yapacaksın.
İnsan önceden ibadet yapıyor, beş vakit namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekat veriyor, hacca da gidiyorken, mürşidi kamilin yanına gittiği zaman amelleri de maneviyatı da artacaktır. Kslbinde gaflet bırakmayacak, malında haram varsa o haramı çıkartacak, hukuk varsa üzerinde bırakmayacak, küsmüşse barışacak, aldığı malı iade edecek, velhasıl sünneti seniyyeye uygun olacak. Sultanımız (k.s.) diyordu ki; bizim ibadetimiz bittikten sonra, zikirlerimiz, evradlarımız bittikten sonra biz ne yapacağız, ne yapmak gerekli denildiği zaman devamlı dilinizi damağınıza yapıştıracaksınız, Allah Allah diyeceksiniz, Allah (c.c.) zikri yapacaksınız, derdi. İnsan mürşidi kamile bağlandı mı, ehli tasavvuf oldu mu gece ibadeti yapacak, o zaman sünneti seniyyeye uygun olur. Gece ibadeti Resulü Ekrem'e (s.a.v.) vacibdi. Onun için ona mutabaat etmek için gece ibadeti yapacaksın, bu ekseriyetle böyleydi. Hatta Sultanımızın (k.s.) adetiydi, geceyi üçe ayırırdı. Bir kısmında, tövbe veriyordu, sohbet yapıyordu, bir kısmında yatıyordu, üçüncü bölümünde ibadete kalkıyordu. Devamlı Sultanımız ibadete kalkıyordu. Eğer insanın maneviyatı artarsa gece ibadetinden ayrı kalmaz, gece ibadeti yapar ve çok sadık olur, dilinde sadık olur, ibadetinde ihlas olur, yaptığı ibadeti böyle halis olunca Allah razı olur.


Şeyh Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hz.'nin Halifelerinden ŞEYH AHMET EL VANİ HZ. İLE MÜLAKAT

Efendim, tasavvuftan gaye nedir?
ŞEYH AHMET EL VANİ HZ.: Tasavvufun gayesi beş şeydir:
1. (Takvallah) yani Allah'a (c.c.), açık olsun, gizli olsun takva olmak, muttaki olmak. Şeriatta istikamet üzere olmak ve hakiki manada Allah (c.c.) korkusunu kalbe yerleştirmek.
2. (İttiba-i Sünnet), yani kişinin her söz ve hareketinde sünnet-i seniyyeye tabi olması. Ahlakını Hz. Resulullah (s.a.v.) ın ahlakına benzetmesi.
3. (El irad), yani kişinin sabır ve tevekkül ehli olması, bütün mahlukattan kendini muhafaza etmesi.
4. (Er rıda), Allah'ın (c.c.) verdiğine rıza göstermek, kanaatkar olmak ve Allah'a (c.c.) tam teslim olmak.
5. (Er rücu), kişinin zararlı ve faydalı şeylerden vazgeçip, Allah'a (c.c.) dönmesi. Allah' a (c.c.) her halükarda çok şükretmesi, şakir olması...
Tasavvuf, nefsin ahvalini necis ya da tahir, iyi ya da kötü şeklinde, kendisiyle bildiği batıni bir ilimdir. Bu ilmin neticesi Allah'a (c.c.) varmaktır ve bu yönüyle en büyük ilimlerdendir. Bu ilim, Allah'ın (c.c.), Resulüne vahiy yoluyla indirdiği bir ilimdir. Tasavvuf, bütün din ve şeriatlerin ruhu olmuştur. Tasavvuf üç şeyden oluşur. 1.Şeriat, 2. Tarikat, 3. Hakikat.
Şeriat; Allah'ın (c.c.) Resulüne (s.a.v.) indirdiği ahkamdır. Tarikat, sünnet-i seniyyeye göre amel etmektir. Hakikat, kişinin nefsini ahlakı rezailden kurtarıp, rıza sıfatıyla donatmasıdır. Salih amellerin tesiri altına girmesi ve hayırlı işleri kendine kolaylaştırması, insan; bu şeriatı, tarikatı, hakikatı hakkıyla yaşayınca, adeta insan suretine bürünmüş melek gibidir. Ahiretin yolu, bu üç şeyi birleştirmekten geçer. Şeriatsiz hakikat olmaz, batıldır. Hakikatsiz şeriat ise faydasızdır. Şeriat, kişinin maksadına ulaşması için lazım olan bir vapura benzetilmiştir. Tarikat ise, içinde hakikat cevheri olan bir deryaya benzetilmiştir. Bu cevhere ulaşmak isteyen, şeriat gemisine binmek zorundadır.
Efendim, bazıları rabıtayı inkar ediyor. Bu konuda neler söylersiniz?
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
ŞEYH AHMET EL VANİ HZ. : Rabıta, Kur'an, Sünnet, ve İmamların kavliyle sabittir. Kur'an-ı Kerim'de "Sizi Allah'a yaklaştıracak vesileler arayın." (Maide 35). Buradaki vasıta (vesile) kelimesi umum ifade eder. En güzel vasıta, rabıta ile olur. Çünkü vasıta, ya Peygamber (s.a.v.) ya da O'nun varisleridir. Kur'an-ı Kerim'de yine, "De ki, eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, bağışlayan, esirgeyendir." (Al-i İmran 31). Bazı alimler Rabıtaya, Allah'ın (c.c.), "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve Sadıklarla beraber olun." (Tevbe 119) buyruğunu delil göstermişler. Sadatlardan Şeyh Abdullah El Ahrari (k.s.); "Sadıklarla beraber olmak ya manen ya da zahiri olur. Zahiren birliktelik sohbet, manen birliktelik ise rabıta ile olur." şeklinde tefsir etmiştir. Sünnette ise, Buhari'nin rivayet ettiği, -seyyidimiz Hz. Ebubekir'in; "Ya Resulullah, her yerde hatta helada bile, senin ruhaniyetin benden ayrılmıyor. Bundan haya ediyorum" diyerek durumunu şikayet etmesi- işte bu ruhaniyet, rabıtadır.
İmamların kavline gelince; İmam-ı Şarani Arifibillah, "Nefahat" adlı eserinde, müridlerin kalbinin fethi için gerekli olan 20 adaptan bahseder. Bunların dördüncüsünde de, "zikre başlarken kalbiyle, şeyhin himmetinden istimdat beklemek, şeyhinden medet istemek; gerçekte Resulullah'tan (s.a.v.) istimdad dilenmektir. Çünkü mürşid, onunla Peygamber (s.a.v.) arasında bir vasıtadır." der. Yedinci adapta ise, her iki gözün arasında, şeyhin suretini tasavvur etmektir der. Bu da rabıtadır.
Rabıta, Allah'a yaklaşmakta başlı başına bir yoldur. Kalbi, fenafillah olan şeyhe bağlamaktır. Faydası ise, huzurunda şeyhinden aldığı feyzi, gıyabında da almaktır.
Efendim, Muhammed Raşid (k.s.) Hz.lerinin ahlakı, hizmeti, irşadı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
ŞEYH AHMET EL VANİ HZ. : Sultanımız Esseyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hz. nin ahlakı, Hz. Resulullah'ın (s.a.v.) ahlakına tıpatıp benziyordu. O'nun ahlakı, Kur'an ahlakıydı. Yaptığı her hareketi, duruşu, yürüyüşü her şeyi sünnete uygundu. Mübareğin (k.s.), sıfatları sadık, doğru, cesaretli ve hem zahiri hem de manevi yönden ileri görüşlüydü. Tatmin ehliydi, çok kanaatkar, çok cömert, misafirperver idi, çok hizmetkar idi. Hem kendinin hem ailesinin ve misafirlerinin hizmetini kendi görürdü. Çok zakirdi, devamlı zikrederdi. Lüzumsuz konuşmuyordu, çok adildi. Kendisi hiç adaletten ayrılmadığı gibi, başkasının da adaletten ayrılmasını istemiyordu. Ben küçükken, talebeyken, O'na yardımcı olmak için, beraber bir köye gittik. Çıktığımız zaman beni çağırdı. "- Gel talebe, pazarlığımızı burada yapalım, üç saatlik yolumuz var, bir de hayvanımız var. İkimiz birlikte binersek hayvana zulüm olur. Bineğe sırayla binelim. Bunu da kura ile belirleyelim" dedi. Kura bana çıkınca illa, " -Sen önce bineceksin" dedi. Ben; "- Kurban, hakkımı sana hibe ediyorum" dedim. O, bir müddet bindikten sonra indi ve "-Gel, sıra senindir" dedi. Üç kez böyle değiştik. Bu da O'nun, çok adaletli oluşuna delalet etmektedir. Yolda yemeğe beni de davet ediyor, yarısını bana veriyordu. Halbuki ben O'na hizmet etmek için yanında bulunuyordum.
Efendim, Muhammed Raşid Hz.'den hilafet almanızdan, yani o hatıranızdan bahseder misiniz?
ŞEYH AHMET EL VANİ HZ. : Hilafet, Allah'tan (c.c.) gelen bir lütuftur. Allah (c.c.), Mürşid ve Halife arasında bir sırdır. Bunu açıklamak doğru değildir.
Muhammed Raşid (k.s.) Hz. en çok hangi konular üzerinde dururdu ve ne gibi nasihatlerde bulunurdu?
ŞEYH AHMET EL VANİ HZ. : Sünnete uymayı, güzel ahlakı ve salih ameli tavsiye ederdi.
Bir mesajınız var mı?
ŞEYH AHMET EL VANİ HZ. : Akide ilmini okusunlar. Fıkhi meseleleri okuyup öğrensinler.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Bişri Hafi...

Bişri Hafi...

Genç yaşta içkiye müptela olmuştu. Bir gün, yolda sarhoş bir halde giderken, üstünde Besmele yazılı bir kağıt buldu. İçi sızlayıp yerden aldı. Öptü, çamurlarını silip, temizledikten sonra, güzel kokular sürüp, evinde duvara astı.
Gece âlim bir zat bir rüya gördü. Rüyada, ''Git, Bişr'e söyle! (O bizim ismimizi temizledi Biz de onun kalbini temizleriz. O bizim ismimizi büyük tutup yükseğe astı, Biz de onun ismini büyük yapıp, yüksek kullarımın arasına katarız. O bizim ismimize güzel kokular sürdü, Biz de onun şahsını hidayetini kıyamete kadar müslümanlar için güzel kokular saçan yıldız yaptık.) denildi. Bu rüya, üç defa tekrar etti.
Rüya gören zat, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Bişr, gelen zâta dedi ki:
- Benimle sizin ne işiniz olabilir? Benden ne istiyorsunuz?
- Senin için önemli bir haberim var.
- Kimden bahsedeceksin?
- Allahü teâlâdan …
Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
- Hâlim malum. Bana şiddetli azap mı yapacak?
O zat, rüyayı anlattı. Bişr arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
- Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremeyeceksiniz.
O zatın yanında hemen tevbe etti.
Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, başka zaman da hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeye hayâ ederim'' derdi. Ayakkabı giymediği için kendisine ''Hafi'' [yalınayak] denilmiştir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Medine'nin Tozu

Medine'nin Tozu

Sultan Abdulaziz hastadır... Yatağında yarı baygın, sararmış bir yüzle yatar haldedir...Fakat duyarlığı bilindiği için Medine'den yazılmış bir dilekçe o haline rağmen padişaha getirilir...Padişah yaveri dilekçeyi okuyup, cevabını isteyecektir. Fakat Sultan Aziz dilekçenin Medine'den gönderildiğini duyunca yaverin okumasına mani olur ve :
-"Beni ayağa kaldırınız" der, "ALLAH'ın Elçisi'nin (sav) şehrinden gönderilen bir dilekçeyi yatarak dinleyemem" koltuklarına girilerek ayağa kaldırılır... Dilekçeyi hasta ve bitkin haline rağmen hazırolda dinler...Emreden...Gereği yapılır...
Padişah aslında, bütün ömrü boyunca Medine'den gelen her postayı açmadan önce taze abdest tazelemiş ve:
-"Bunlarda Peygamber şehrinin tozu var" deyip, öpüp kokladıktan, alnına götürdükten sonra okumuştur.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Şah-ı Hazne

Şah-ı Hazne

Ahmed El Haznevi K.S.A (Şah-ı Hazne) zamanında Seyyid'lerin münkiri ve düşmanı olan bir eşkiya varmış.Oldukça zalim olan ve Seyyidlere eziyet eden bu eşkiyaya çözüm bulunamıyor ve Seyyid ler sıkıntı çekiyorlarmış.Durum Şah-ı Hazne'ye iletilir ve çözüm istenir.Şah-ı Hazne;

-"Falanca dağdaki eşkiyaya söyleyin bu eşkiyayı ortadan kaldırırsa biz onun imanına kefil olacağız" buyurmuş. Anında diğer eşkiyaya haber uçurulur ve cevabı sorulur.Eşkiya;

-"Bunu Şah-ı Hazne emretdiyse başımla beraber" der.

Bir müddet sonra münkir olan eşkiyanın öldürüldüğü haberi gelir.Seyyidler ise nefes almışlardır.Kısa bir süre sonra diğer eşkiyanın da ölüm haberi gelir.Ancak bir problem vardır.Eşkiya öldükten sonra suratı simsiyah olmuştur, bu durum Sadat'a iletilir.Hemen yola çıkan Sadat eşkiyanın öldüğü evin önüne gelir ve evin merdivenlerini çıkarken duraklar.Kısa bir rabıta yaptıktan sonra içeri girer ve eşkiyaya hitaben;

-"Ey falanca oğlu kişi ayağa kalk" buyurur.Emir gelip de kalkmamak olur mu? Ayağa kalkan eşkiya ile Şah-ı hazne arasında geçenler pek bilinmemekle birlikte eşkiya tekrar yattığı yere uzandığında yüzü bembeyaz ve nur içindedir.Sadat'ı arkasındaki sofiler aralarında şöyle konuşurlar;

-"Şah-ı Hazne ne yaptıysa merdivende yaptı, eşkiyanın imanına kefil olmuştu ve onu kurtardı"

Değerli sofi kardeşlerim, bu Sadat-ı Nakşibendi için ölü veya diri farketmiyor.Yeterki bir insana bir kere kefil olsun.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
HÂTEMİ ES'ÂM r.aleyh

HÂTEMİ ES'ÂM r.aleyh

HÂTEMİ ES'ÂM
Horasan V.: 237

Mezheb imamları ile görüşüp, onlara mânevi mevzularda fikir vererek faydalı olan, milâdi 851'in mâneviyat büyüklerinden biri de Hâtem-i Es'âm Hazretleri'dir.
Hâtemi Es'âm, şu anda bir kısmı İran'ın bir şehri olan Horasan'da (Meşhed) doğmuş, ikinci asrın sonu ile üçüncü asrın başlarında mevcut olan zahiri ilimlerden nasibini aldıktan sonra kendini tasavvufa yâni mâneviyata vermiştir. Medrese ilminden ziyade tasavvuf ilmine alâka duyan Hâtem, hemen herkesin takdirini mucib bir hayat yaşamış, az yemiş, az uyumuş, az konuşmuş, ama konuştuğu zaman da tam konuşmuş: altın değerinde sözler söyleyerek yerini buldurmuştur.
Nitekim, hacca giderken Bağdad'da mezheb sahibi Ahmed bin Hanbel'e de uğramıştır. Halkın tehacüm ve aşırı alâkasından müşteki olan Ahmed bin Hanbel, Hâtem'den bu alâkayı nasıl kesip de çalışma imkânı bulacağını sormuş. Hâtem'in halkın aşırı alâkasından kurtulma tedbirleri fevkalâde ibretlidir. Aynen nakledeceğimiz tavsiyelerinde bakın ne demiştir:
"Ya İmam, ben halkın baskısından kurtulmak için üç prensip benimsedim, sen de bu prensipleri benimsersen faydalı olabilir."
Ahmed bin Hanbel sormuş: "Nedir o üç prensibin?"
Hâtem şöyle sıralamış:
"1-Halka kendi malından vereceksin, ama halkın malından almayacaksın.
2-Halkın sana geçmiş olan hakkını muhakkak vereceksin, ama senin halka geçmiş olan hakkından fazla söz etmeyeceksin.
3-Halktan rahatsızlık görmeye razı olacaksın, ama halka rahatsızlık vermeye razı olmayacaksın."
Ahmed bin Hanbel, bu ölçüleri dinleyince; "Ey Hâtem! Bunlar kolay şeyler mi?" diye sorar. Hâtem de şu karşılığı verir:
"Tatbik edersen, halkın baskısından kurtulursun, etmezsen tehacüm devam eder."
İkinci hicret asrının sonlarından üçüncü asrın ortalarına doğru Bağdad ve civarını kaplamış olan İslâmi faaliyet, ilmi münakaşa ve münazaralarla bir hayli hareketli geçmekteydi. Hâtem de bu münakaşalara girer, müzakerelerden geri kalmazdı.
Gariptir ki, Hâtem'de münakaşa ve münazara sonunda hiçbir üzüntü ve sıkıntı işareti görülmezdi. Münakaşayı kaybetse de, yine neş'eli görünürdü, Bunun sebebini sordular. Şöyle izah etti:
"Ben kaybettiğim hiç bir münazaradan üzüntülü çıkmam, sebebi de benimsediğim ölçülerimdir."
"Nedir ölçünüz, anlatır mısınız"
"Ölçüm şudur:
Rakibimin dediği çıkarsa ben bilmediğim birşeyi öğrenmiş olacağımdan sevinirim. Zira ilmime bir bilgi daha ilâve olmuş, kazanmışımdır.
Şayet, rakibimin değil de benim dediğim çıkarsa zaten mes'ele yoktur. Aşırı sevinmeme de gerek kalmamıştır. çünkü yeni birşey öğrenmedim, sadece bildiğim şeyin doğruluğu bir daha kuvvet kazandı. Hepsi o kadar. Bunun için münakaşalardan üzüntülü sıyrılmam. Her iki hâl de benim için hayırlıdır."
Siz ne dersiniz, Hâtem'in bu ölçülerine.
* Halktan birşey almayacaksınız, ama onlara birşeyler vereceksiniz!
* Halkı rahatsız etmeyeceksiniz, ama onların verdiği rahatsızlığa sabredeceksiniz!
* Halkın hakkını almışsanız hemen ödeyeceksiniz. Ama onlara hakkınız geçmişse hemen almaya koşmayacaksınız!
Ayrıca:
Girdiğiniz münakaşalarda sizin dediğiniz çıkarsa fazla sevinmeyeceksiniz. Çünkü birşey kazanmamışsınız, ilminize bir ilâve gelmemiş. Rakibinizin dediği çıkarsa ona da üzülmeyip sevineceksiniz. Zira siz yeni birşey öğrenmişsiniz, ilminize ilâveler olmuş.
İsterseniz siz de: içinize dönün, nefsinize sorun. Hâtem'in bu sözüne nefsiniz de alâka duyup. tasdik ediyor mu? Yoksa itiraz mı var? Varsa, siz onunla mücadele etme fikrinde misiniz?
Mânevi hizmetler veren mü'minler bu ölçülere değer vermeli, benimseyerek hareket etmeli, değil mi?
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Fethin görünmez mimarı Akşemseddin Hazretleri

Fethin görünmez mimarı Akşemseddin Hazretleri

Akşemseddin; Hazret-i Ebûbekir’in evladından, Şihâbüddin Sühreverdi’nin torunudur. Babası Şeyh Hamza (Kurtboğan adıyla meşhurdur) âlim biridir ve oğlunu mükemmel yetiştirir. Mübarek, dudak uçuklatacak kadar zekidir. Hızlı ilerler ve genç yaşta müderris olur. Osmancık medreselerinde talebe okutur. Evet yörede hatırı sayılır bir âlimdir, ancak işin hâkikatına varmak ister. Bunun tek yolu vardır “ledün ilminde mütehassıs bir velinin” huzurunda diz çökmek.

Arar, sorar, istihareye yatar. Zihninde iki isim berraklaşır. Bunlardan bir tanesi Hâlep’te ki Zeynüddin Hafi Hazretleridir. Diğeri Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli. Akşemseddin yakından başlar. Önce Ankara’ya gider. Ancak Hacı Bayram Hazretlerini kapı kapı teberrû toplarken görür ve yıkılır. Nedenini, niçinini sormaz bile, oracıktan döner, yürür Hâlep’e. Ancak yolda gördüğü rüyalarda, nasibinin Hacı Bayram elinden olduğu işaret edilir. Hatta zincirlerle çekilir ki, uyandığında izi vardır boynunda. Şaşkınlık ve pişmanlık içinde Ankara’ya döner. Yüce veliyi orak tırpan çalışırken bulur. Mübârek garibin birine yardım eder ki kan ter içindedir. Akşemseddin bin pişmandır, boyun büker... Ve kavuşur affa.

Hacı Bayram Hazretleri bu mütevazı talebesini çok sever, O'na hususi bir ihtimam gösterir. Akşemseddin ayrıca iyi bir hekimdir de. Pastör’den asırlar evvel hastalığa sebep olan mikropları ve karantinanın mantığını anlatır. Hatta o yıllarda “seretan” adıyla bilinen kanseri teşhis eder.

İstanbul’un kuşatıldığı günlerde Fatih Anadolu’daki âlimleri ordugâha davet eder. Hepsi mükemmel insanlardır, ancak Akşemseddin’le aralarında anlatılmaz bir muhabbet başlar. Nedendir bilinmez bu akça pakça veliyi görünce içi rahatlar. Tabiri caizse kanı kaynar.

İstanbul gibi bir şehri almak kolay değildir. Dev surlar, haçlı yardımları, derin hendekler, aşılmaz zincirler, Rum ateşi denen bela ve güçlü düşman. Bunlar bilinen şeylerdir ve Fatih herbirine tedbir düşünür.

YEMEĞİ İÇMEYİ UNUTUR
Ancak, bazı komutanlar (ki bir çoğu baba emanetidir) zafere inanmazlar. Açıktan açığa “Bu devletin askerine, akçesine yazık değil mi canım?” derler, “Maceranın sırası mı şimdi?”

Genç sultanı Bizansla boğuşmak değil, yanındakilerle uğraşmak yorar. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dağıtır. Kendini fena yıpratır. Geceler boyu ağlar ki yastığı hiç kurumaz. Muhasara başlayalı 50 gün geçer, lâkin gözle görülür bir ilerleme yoktur . Rumlar yıkılan surları anında yapar, o acaib ateşleri ile zemini değil, suyu bile yakarlar. Fidan gibi yiğitler ardarda düşerler toprağa. Sultan Mehmed kalabalıklar içinde yalnızdır. Hatta zaman zaman kuşatmayı kaldırmayı düşünür.

Akşemseddin hazretleri onun zihninden geçenleri okur. “Sakın ha!” der, “Asla vazgeçme!” Zira o, müjdeyi Hızır Aleyhisselam’dan alır. Zaferden zerre kadar şüphesi yoktur. Şehir düşünce, Fatih derin bir nefes alır, büyük güç ve itibar kazanır. Genç sultanın şimdi tek arzusu vardır. Mihmandârı Resulullah Hâlid bin Zeyd’in kutlu kabrini bulmak.

Akşemseddin Hazretleri kuşatmanın sürdüğü sıralarda türbenin bulunduğu noktaya bir nur indiğini görür. Fatih’i o mahalle götürür. Kısa bir murakabenin ardından iki çınar dalını toprağa diker ve kendinden emin bir ifadeyle. “Büyük sahabe bunların arasında yatıyor!” der. Ancak etraftan “ne malum?” diyenler olur. Hatta birileri padişaha akıl öğretirler. “Bu dalları başka bir yere diktir bakalım” derler, “ihtiyar molla farkedebilecek mi?” Fatih denileni yapar, hatta ilk işaret edilen yer kaybolmasın diye mührünü gömdürür. Ama Akşemseddin dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdiği noktaya yönelir. Hatta bir ara durur “Sultanımızın mührü” der, “Ne arıyor orada?”

Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartışılacak, şüpheye mahal bırakmaz. “Kazın!” buyururlar. Toprağın bir kulaç altından yeşil somaki bir taş çıkar. Üstünde kûfi harflerle “Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazılıdır. Kalabalık bir hoş olur. Derhal türbe ve mescid hazırlıklarına girişirler.

KAÇIŞ
Günler geçer, Fatih, Akşemseddin Hazretleri’ne sıkça gelip gitmeye başlar. Öyle ki devlet işleri oyuncak gelir gözüne. Sarayı, otağı bırakıp döşeği tekkeye sermeye niyetlenir. Nitekim bir gün “N’olur” der, “Beni de dervişleriniz arasına alın”.

Akşemseddin, hani Fatih’e baba muamelesi yapan o gül yüzlü muallim birden ciddileşir, celalli bir edayla “Hayır!” der, “Osmanoğullarının dervişe değil, sultana ihtiyacı var!”
Ama Sultan Mehmed’i iyi tanır. Yine gelecek, hem bu kez ısrar edecektir. Buna fırsat vermez. Pılısını pırtısını toplamadan uzaklaşır İstanbul’dan. O yıllarda kuş uçmaz, kervan geçmez bir kuytu olan Taraklı’ya çekilir, sonra Göynük civarlarına yerleşir, kendi halinde talebe yetiştirir. Ama duaları Fatih’le birliktedir.

Göçemedin gitti yani...
Akşemseddin Hazretleri birgün oğlunu (4 yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanımına döner. “Biliyor musun?” der, “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanımı omuz silker. “Amaaan efendi” der, “sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek “İyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir. Talebelerine “okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Müridleri eve koşarlar “Başınız sağolsun.” derler, “Efendi göçtü!”

Kaynak:Menzil.Net
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
On Iki Imam

On Iki Imam

ON İKİ İMAM

Bilindiği üzere Resûlûllah'ın vefatı üzerine yerine ilk halife olarak Hazret-i Ebû Bekir seçilmiştir. Arkasından Hazreti Ömer, onun arkasından Hazreti Osman, dördüncü olarak da Hazreti Ali hilâf'et makamını deruhte ederek Müslümanların dünyevî, uhrevî hizmetlerini yürütmüşlerdir.
Bundan sonraki senelerde ise Emevi ve Abbasî halifeleri iş başına gelmiş, hilâfet işi bunlarla devam edegelmiştir.
Ehli sünnetin doğru ve sahih bulduğu ilk halife seçimini, sonradan birtakım şiîler meşrû bulmamış, kendi zanlarına göre halifeliğin Hazret-i Ali'nin, ondan sonra da onun oğulları Hasan-Hüseyin ve daha geriye doğru gelen torunlarının hakkı olduğunda ısrar etmişlerdir.
Şiîler, halifeliğin kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri Fâtıma Vâlidemizin oğulları, torunları, torunlarının da torunları olan bu zâtların on ikincisinde ise duraklamışlardır. On ikinci zâtın vefatının nasıl olduğunun bilinmemesi üzerine "şimdi kayboldu, zamanı gelince ortaya çıkacak, Müslümanların başına geçip bütün dünyayı İslâm ile idare edecek" şeklinde bir iddia ortaya atan şiîler, Muhammed adına bir de Mehdî lâkabı takmış, Muhammed Mehdi diye ilân etmişlerdir.
Biz, şiîlerin Hazreti Ali'den sonra hilâfetin kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri (aslında her bakımdan mübârek ve muazzez olan bu yüce fazilet timsali seyyidlerin böyle bir iddiada bulunmadıkları bilinegelen bir hakikat olduğundan) bu muazzez zâtların sadece hayatlarından kısaca bilgi vereceğiz.
1- On iki mübârek ve muhterem imamdan ilki: Hazreti Ali (r.a.): Hicretten önce doğmuş, altmış üç yaşında şehid edilerek Necef'te toprağa verilmiştir.
2-Hazreti Hasan: Hicrî 3'te doğmuş. 50'de Medine'de vefat etmiştir. On üç evlâdı olmuştur.
3-Hazreti Hüseyin: Hicri 4'te doğmuş, 61'de Kerbelâ'da şehid olmuştur. Dokuz evlâdı olmuştur.
4-Ali Zeynelâbidin: 38'de doğmuş. 94'de Medine'de vefat etmiştir. On dört evlâdı olmuştur.
5-Muhammed Bâkır: 57'de doğmuş, 117'de Medine'de vefat etmiştir. Altı evlâdı olmuştur.
6-Cafer-i Sadık: 80'de doğmuş, 141'de Medine'de vefat etmiştir. Yedi evlâdı olmuştur.
7-Musa Kâzım: 128'de doğmuş, 183'de Bağdad'da vefat etmiştir. Otuz yedi evlâdı olmuştur.
8-Ali Rıza: 148'de doğmuş, 203'te Horasan'da vefat etmiştir. Otuz yedi evlâdı olmuştur.
9-Muhammed Taki: 195'te doğmuş, 230'da Bağdad'da vefat etmiştir.
10-Ali Hâdi: 214'te doğmuş. 254'te Samarra'da vefat etmiştir. Dört evlâdı olmuştur.
11-Hasan Halis: 232'de doğmuş, 260'da Samarra'da vefat etmiştir. Bir evlâdı olmuştur.
12-Muhammed (Mehdi): 255'te doğmuştur. Ancak nerede, hangi tarihte, nasıl vefat ettiği bilinememektedir. Bu hususta bilgi yoktur.
Bilgi yokluğundandır ki, ölçüsüz iddialar ortaya atan şiîler, onun ölmeyip saklandığını, zamanı gelince yeryüzüne çıkıp insanları idare edeceğini, bu sebeble "Mehdi-yi Muntazar" beklenen Mehdi olduğunu yaymışlardır. Bu iddialar sebebiyle Muhammed ismine kendiliklerinden bir de 'Mehdi' sıfatı eklemiş, Muhammed Mehdî diye söylenir olmuştur.
Ancak, Ehli Sünnet itikadınca, âhirzamanda beklenen meşhur Mehdî'nin bu zât olduğu yolunda bir delil yoktur. Hele ölmeyip saklandığı, zamanı gelince ortaya çıkacağı iddiası ise, ne akılla, ne de nakille kabili telif bir rivayet değildir.
Bugün İran'daki şiîlerin çoğunluğu Gaib İmam dedikleri bu muhterem zâtı beklemekte. Ayetullahların, onun sözcüsü ve aynı zamanda da vekili olduğunu zannetmekteler.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
şuayb Bin Harb

şuayb Bin Harb

ŞUAYB BİN HARB
Mekke V.: 199

Aslen Horasanlı olan Şuayb bin Harb, ilim tahsili için geldiği Medine'de uzun müddet kalarak ilminin inkişafını te'min etmiş, meşhur muhaddis Ahmed bin Hanbel, Süfyân-ı Sevri ve Züheyir gibi âlimlerden hadîs zabtettiği için kendisine Hadis âlimi denmiştir.
Bununla beraber Şuayb bin Harb'de, ders okutma himmetinden ziyade tebliğ hizmeti dikkati çekmekte; hem de bu tebliğ vazifesini mizacına uygun şekilde. Türkçe'mizdeki ifadesiyle "gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemeyen" insan olarak yaptığı anlaşılmaktadır.
Nitekim bir gün Mekke sokaklarında yürürken büyük bir kalabalığın kendisine doğru geldiğini görünce sorar:
-Bu ne kalabalık? Kim geliyor Mekke'ye
-Hârun Reşîd geliyor, kalabalık Onun adamlarıdır. Şuayb hemen hazırlanır, kimsenin birşey söyleyemediği Hârun Reşid'e düşündüklerini söyleme fırsatı yakaladığını düşünerek Halifeye seslenir:
"Ey Hârun! Senin icraatından hem hayvanlar, hem de insanlar müştekidir, haberin olsun!"
Sözünün gerisini getirmeden yakalayıp Halifenin huzuruna getirirler. Elinde kamçısıyla oynayan Hârun Reşîd:
-Söyle bakalım, bana neden "Ey Hârun" diyerek ismimle çağırdın?
-Neden isminle çağırmayayım? Allah bile sevdiği kulu Resûlüne ismiyle hitap ediyor. "yâ Muhammed" diyor da, sana ne olmuş ki, bundan ayrı hitap tarzı istiyorsun? Kaldı ki, sevmediği kuluna da unvanıyla hitap etmiş, "Ebû Leheb" diye zikretmiştir kitabında.
Halife, Şuayb bin Harb'in sözündeki sertliğe mukabil mertliğini de düşünür, onu serbest bırakır. Ama Şuayb mizacının icabını yapmaktan yine vazgeçmeyip devâm eder.
Nitekim mert ve sert mizaçlı Şuayb'ı evlendirmek için bazı yakınları dünür giderler. Beraberlerinde Şuayb'ın kendisini de götürürler.
"Sadece bizim tercihimizle "evet" deyip de sonra başımızı ağrıtma. Sen de hazır bulun, gerekeni sen de söyle ve dinle" derler.
Şuayb söz arasında bir münasebetini bulunca kendini şöyle tanıtır:
"Ben mizacı sert, huyu kötü bir adamım. Yanlış tanımayasınız." der.
Şuayb'ın evleneceği hanım da, ondan geri kalmaz, o da kendisini şöyle takdim eder:
"Ben de çenesi düşük, huyu kötü bir kadınım. Siz de beni başka türlü beklemeyesiniz!"
Şuayb bu cevaptan çok memnun olur. Şu karşılığı verir:
"Ben sizi söylediğiniz şekilde kabul ediyorum. Şayet dediğiniz gibi iseniz, kendinizi medhetmediniz, doğruyu söylediniz. Doğruyu söyleyense bırakılmaz: Söylediğiniz gibi değil de iyi huylu, yumuşak sözlü biriyseniz zaten aranan kimsesiniz. Yâni ben her iki hâlde de kârlıyım. Evet, diyorum..."
Mert ve sert sözlü Şuayb, günlerce aç, susuz kalır, yine de şüpheli şeylere yaklaşmazdı. Hattâ meşhur veli Seriyyü's-Sakatî der ki:
"Ben midesine haram şöyle dursun, şüpheli lokma girmemiş dört büyük zât bilirim. Şuayb bin Harb, bu dört büyükten biridir."
Kur'ân-ı Kerim'le birlikte rivâyet edilen bütün hadîsleri de ezberlemiş olan Şuayb, iktisab ettiği ilmiyle amel de edip, haram şöyle dursun, şüphelilerden bile kaçınmakta birinciler arasında yer alışından olacak ki, rüyasında Resûlüllah'ı görür. Sağında Ebû Bekir, solunda Ömer bulunan Hazret-i Resûlüllah ona şöyle der:
"Yol açın. Allah'ın kitabını, Resûlünün hadîslerini ezberlemiş olan müttaki Şuayb'a!.."
Gerçekten de bütün hayatı boyunca takvâ üzere yaşayan Şuayb, nihayet Mekke'de 199'da vefat eder (M. 814).
Allah şefaatına nâil eylesin.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Kûfe Kadisi Hafs Bin Giyas

Kûfe Kadisi Hafs Bin Giyas

KÛFE KADISI HAFS BİN GIYAS
Kûfe

Hafs bin Gıyas, ikinci asrın ortalarında Bağdat, Kûfe gibi ilim merkezlerinde kadılık yapmış, mes'uliyet sahibi bir din âlimidir. İmam-ı A'zam gibi büyük müctehidlerin bulunduğu yerlerde hukuk hâkimliği yapıp, isabetli hükümler vermek herhalde kolay ilmi hizmetlerden olmasa gerektir.
Ancak, Hafs gibi mânevi mes'uliyetini müdrik din büyüklerinde her şeyden önce Allah korkusu esas olduğundan en evvel bu mânevî endişe ağır basmış, hayatları boyunca hep bu mânevi mes'uliyet hissiyle kılı kırk yaran bir titizlik içinde bulunmuşlardır. Nitekim Bağdad'ın Şarkıyya kasabasında kadılık yaptığı sırada Hârun Reşid'in yakını aleyhine verdiği karar bir hayli çekişmeli geçmiş, doğruluğuna inandığı kararını değiştirmemiş, ama hizmet gördüğü yeri değiştirerek Kûfe'ye gelmiş, burada tam on sene Müslümanların yine kadılık işlerini tedvir edip mes'elelerini halletmiştir.
Kadılık, yâni hâkimlik mesleğinin mes'uliyetini bütünüyle idrak ettiğinden olacak ki, kendisine bu mesleği soran birine: "İki elini iki gözüne sokup dışarı çıkar, fakat hakkını edâ edemeyeceğin kadılık mesleğine sakın yaklaşma!" demiştir.
Aslında bu mesleğe kendisi de baştan taraftâr olmamış. hatta Hârun Reşid'in mecbur tuttuğu üç âlimden biri olarak buna mecbur kalmıştır. Vefayâtü'l-Âyân'da bu mevzuda şöyle denmektedir:
"Büyük âlimlerden üç zât Hârun Reşid'in huzuruna getirilip kadılık teklifi yapıldı. Bunlardan Abdullah bin İdris, yaşlı bir ihtiyar taklidi yaparak kendisi oturduğu yerden kalkamaz halde gösterdi. Hârun Reşîd:
"Bunda hayır yoktur; bırakın bunu." dedi.
Öteki ise, elini gözlerinin üzerine koyarak görmekte zaafa düştüğünü, bir senedir alil hâlde kaldığını söyledi, affını diledi. Sıra Hafs'a gelince, O da şöyle dedi:
"Vallahi yâ Emire'1-Mü'minin! Geçim sıkıntısı içinde olmasaydım ben de bir mazeret bulur, bu mes'uliyetli işe razı olmazdım. Ancak çoluk çocuk geçimi ile borç fazlalığı boynumu bükmektedir!"
Hafs'ın aynı mes'uliyet hissini oğluna da verebildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Hafs hastalandığında oğlu başında ağlamaya başlamıştı. Yatağından gözlerini açan baba, oğlunun döktüğü göz yaşını görünce sebebini sormuş. o da: "Baba, diğer meşguliyetler ne ise de, şu işi üzerine almana bir türlü razı olmamıştım" diyerek kadılık mes'uliyetini düşünerek ağladığını söylemişti. O zaman yatağından doğrulan baba şöyle demişti:
"Oğlum, vicdanen müsterihim. Hâkimlik hizmetim boyunca ne bir tek kuruş haram yedim, ne de iki kişi arasında taraf tuttum."
Hafs, burada duraklamış, sonra da duvârda asılı duran cübbesine işaret ederek:
"Zihnimi kurcalayan bir mes'ele kaldı, onu dâ halletmeliyim" diyerek cübbenin cebinden on beş günlük maaş çıkarttırmış, sonra da şunu tembih etmişti:
"Vasiyet ediyorum sana, ben on beş gündür hasta yatıyorum. Halbuki bu kadar günün maaşını almış haldeyim. Sen bu miktar parayı al, Kûfe valisine götür. teslim eyle. Yapmadığım hizmetin parasını almış olarak İlâhi huzura gitmiş olmayayım" der ve tertemiz Hakk'ın huzuruna göçer.
Bundan dolayı derler ki: "Hâkimlik mesleği Hafs bin Gıyas'la sona ermiştir."
Büyük muhaddis ve fakih Yahya bin Mâin de der ki: "Bağdat ve Kûfe'de kendisinden üç bin hadis dinledim. Hiçbirini kitaba bakarak söylemedi; hepsini de doğru olarak ezberden anlattı."
Birisi büyük âlim Vaki'a gelir de mes'ele sorarsa şöyle derdi:
"Hafs varken bize sual sorulur mu?"
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Fatih Sultan Mehmet Han'in Vasiyeti

Fatih Sultan Mehmet Han'in Vasiyeti

Yedinci Osmanlı padişahı ve İstanbul'un fatihi...Eşsiz bir komutan,büyük bir idareci...Şair ve alim padişah Fatih Sultan Mehmet'in tıp ve çevre koruması ile ilgili vasiyeti şöyle;" Ben ki İstanbul Fatihi abd_ i aciz Fatih sultan Mehmet,bizzatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul'un Taşlık mevkünde kain ve malumu'l _ hudut olan 136 bap dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahihi eylerim.

Şöyle ki;Bu gayri menkülatımdan elde olunacak nemalarla İstanbul'un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim.Bunlar ki,ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezerler.Su sokaklara tükürenlerin,tükürükleri üzerine bu tozu dökerler ki yevmiye 20'şer akçe alsınlar;ayrıca on cerrah,on tabib ve 3 de yara sarıcı tayin ve nasp eyledim.Bunlan ki,ayın belli günlerinde İstanbul'a çıkalar bilaistisna her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar;var ise şifası,ya da mümkün ise şifayab olalar.Değilse kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin Darülaceze'ye kaldırılarak orda salah buldurulalar.

Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imarethanede şehit ya da şühedanın harimleri ve Medine_i İstanbul fukarası yemek yiyeler.Ancak yemek yemeye veya almaya bizzatihi kendileri gelmeyüp yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.
Genç Gelişim Dergisi'nden alıntılanmıştır.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî

Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî

“Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî” hazretleri,
Çocuk iken görüldü onun kerâmetleri.
.
“Ramazan”ın ilkiydi dünyaya geldiği gün,
O gün akşama kadar süt emmedi gündüzün.
.
Ramazanı şerifin sonuna kadar hatta,
Otuz gün hiç emmeyip “Oruç tuttu” âdeta.

.
İkinci sene dahi, geldiğinde “Ramazan”,
“Oruç tuttu” yine o, otuz gün muntazaman.
.
Bulutlu olduğundan havanın ilk gün hâli,
Göremedi insanlar gök yüzünde hilâli.
.
Ramazanın geldiği kat’i bilinmeyince,
Onun vâlidesinden sordular gidip önce.
.
O eğer emmediyse annesinin sütünü,
Belli olacaktı ki, “Ramazan”dır o günü.

.
O gün emmediğini anlayınca sorarak,
“Ramazan” olduğunu bildiler tam olarak.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Imam-i A'zam Ebû Hanîfe

Imam-i A'zam Ebû Hanîfe

İMAM-I A'ZAM EBÛ HANÎFE
Küfe 80/Bağdad 150

İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri, Emevi halîfelerinden Abdülmelik bin Mervan zamanında. Kûfe'de Hicri 80 senesinde (M. 699) dünyaya geldi. Yani sahâbeye yetişti.
Nitekim Hazret-i İmam'ın babası Sâbit, bir bayram günü, sahâbenin ilklerinden olan İmam-ı Ali'ye (r.a.) fâlüzec yemeği ikram etmiş; bu vesile ile de İmam-ı Ali'nin (r.a.) duasına mazhar olmuştur.
Hazreti Sâbit bunu anlatırken: "Ben, Hazret-i İmam'ın duası sayesinde nimetlere mazhar oldum..." der.
En büyük imam, mânasına gelen "İmam-ı A'zam" tabiri, her ne kadar isim yerine kullanılmakta ise de, aslında Hazret-i İmam'ın ismi "Numan", baba ismi de Sâbit'tir.
Numan, kan ve ruh manâlarına da geldiğinden Hazreti İmam'a fıkhın ruhu ve canı da denilmektedir.
Ebû Hanife künyesine gelince, bu tabir çeşitli mânaları hatırlatmaktadır. Hanif, hakka taraftar ve talip olan demektir. Ayrıca, divit ve kalem mânalarına da gelmektedir.
Buna göre, Ebû Hanife; hakka talip ve âşık olan. bu hakkı kalemle tesbite çalışan zat demektir...
Hazret-i İmam, bir Arap memleketi olan Kûfe'de doğmuş olmasına rağmen, babası Sâbit'in Fars asıllı oluşu sebebiyle aslen ve neseben Farslı sayılmıştır.
Buhârî ve Müslim'deki bir hadis de bunu te'yid etmektedir:
İmam-ı Süyûti, İmam-ı A'zam'ın geleceğini müj'deleyen şu hadisi delil olarak zikreder: "İlim Süreyya'da asılı bulunsaydı bile, Fars neslinden bir adam mutlaka ona ulaşıp sahip olurdu..."
Bu hadis. Ebû Hanife hazretlerinin büyük bir ilim aşkına ve öğrenme merakına sahip olduğunu göstermekte ve yüksek bir ilmi pâyeye ulaşacağına işaret etmektedir.
Nitekim birinci asrın sonlarında İmam-ı A'zam'a yaklaşabilecek bir başka Farslı âlim görülmemiştir.
Demek ki Resûlüllah'ın işaret buyurduğu Farslı âlim, Ebû Hanife hazretlerinin kendisidir.
Ebû Hanîfe'nin hayatını yazan Seyyid Afifi der ki: "Hazreti Numan; şer'i ilimlerde, edebiyat ve hikmette geçilmesi mümkün olmayan bir iman ve aşılması kabil olmayan bir denizdir...."
Ebû Hanife'nin vefat ettiği sene içinde dünyaya gelen İmamı Şâfiî de, bu sözü şöyle te'yidde bulunur: "Bütün insanlar fıkıhta Ebû Hanîfe'nin talebesidirler."
Bu mevzuda meşhur başkadı Ebû Yusufun sözü de şöyledir: "Hadîs ilminin izahını Ebû Hanîfe'den daha güzel yapan birini görmedim..."
Sâbit oğlu Numan'ı böylesine eşsiz bir âlim haline getiren bir rüya hâdisesi vardır. Onu dilerseniz kendisinden dinleyelim:
"Ben gece-gündüz mescidde ilme çalışıyor, arkadaşlarımla ilmi müzakerelerde bulunuyordum. Bir gece kendimi Resûlüllah'ın kabrini açıp, mübarek, kemiklerinin parçalarını bir araya getirir şekilde gördüm. Bundan ürktüm ve okumaya ara verdim. Ancak, bu rüyanın mânâsını da meşhur rüya müfessiri İbn-i Sîrîn'den sormadan edemedim. İşte bu sualden sonradır ki daha büyük bir şevk ve aşkla okumaya başladım."
Bunu dinleyen Yahya bin Nasr der ki:
"Yâ İmam, İbn-i Sîrîn o rüyanızı nasıl tefsir etmişti?"
"Geçmişe ait bir mes'ele. Onu şimdi sormayın, artık..."
Yahya Bin Nasr ısrar eder:
"Rüyanızın nasıl tefsir edildiğini mutlaka öğrenmek istiyorum."
İmam kısaca şöyle cevap verir:
"Resûlüllah'ın kabrini açmak, üzeri örtülü kalan ilmi açmak, kemiklerini bir araya getirmek de, sünnetini bir araya getirmektir, dedi. Benim ilmi faaliyetim buna işaretmiş...
İşte bunun için Hazret-i İmam'a derler ki:
"Ûzeri kapalı ilmi açan, dağınık sünnetleri bir araya getirip insanlara toplu halde sunan ilk âlimdir."
İmam-ı A'zam hazretleri, üzeri kapalı ilmi belli bahis ve fasıllara ayırıp herkesin anlayacağı şekilde tasnif eden ilk müctehiddir. Bu yeniliği ve eşsizliğidir ki, kendisini anlamayanlarca çekilememiş, dedikodu konusu yapılmıştır. Hz. İmam'ın bu dedikoduculara karşı dikkati çeken bir susma ve onlarla meşgul olmama hali vardır: Kendisine gelen her dedikoduya tekrarladığı sözü şöyleydi:
"Allah, arkamdan kötü konuşanları affetsin, iyi konuşanları da rahmetine mazhar kılsın!.."
O yine dersine döner; söylentilerle uğraşmayı, fuzuli iş sayardı. Zaten Hazret-i İmam'ın susması çoktu, tefekkürü dâimi idi. Faydalı bir bahis varsa konuşur. yoksa düşünmeyi tercih ederdi.
Meşguliyeti sadece ilim değildi. İlmine eş derecede ibadeti, buna eş derecede de takvâsı vardı. Mescidde namazla sabahladığını görenlere. "Bu Ebû Hanife'nin Rabbı'na ilticasıdır, sakın medih konusu yapmayın" diye tenbihte bulunurdu.
Takvası had safhadaydı.
Bir defasında hırsızların Küfe'de bir koyun çaldıklarını işitmiş. sonra koyunun ne kadar yaşayacağını sormuş, o müddet içinde Kûfe'de kasaptan et alıp da yememiştir. Çalınan koyunun etine rastlarım, diye...
Bütün hayatı, bu takva üzere devam etmiştir.
Diğer imamların sahip olamadıkları bazı özellikleri de vardı:
1-Herşeyden önce. sahâbeden bir cemaata erişmişti. Muhaddisler O'nun dört büyük sahâbi: Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebi Evfâ, Sehl bin Said ile Ebû't-Tufeyl'e eriştiğinde müttefiktirler. Sonraki imamların bunları görme imkânı olmamıştır.
2-Hadiste, zamanların en hayırlısı, Resûlüllah'a en yakın zaman olduğu bildirildiğinden. Resûlüllah'a diğerlerinden daha yakın bir zamanda içtihad etmiştir.
3-Zamanında Tâbiîn'in şeyhleri çoktu. Bir kayıtta "dört bin" Tâbiîn şeyhinden ilim aldığı bildirilmiştir ki, kendisinden sonra gelenlerin hiçbiri bu kadar çok Tâbiîn'e erişememiştir.
4-Ayrıca, kendisi ilmi vasıta-i maişet yapmadığı gibi bu duruma hiç girmek zorunda da kalmamıştır. bilâkis, sahip olduğu maddi imkanlarını ilmin yayılmasına sarfetmiş, mahrumiyetten okuma imkanı bulamayan talebelere destek olmuş, muhtaç olan ulemâya yardım etmiştir.
Tarihlerin kaydına göre, teşriki mesâi ettiği ilim ehline, evine aldığı gıda maddesinin aynını almazsa rahat edemezdi. Evine götürdüğünün aynını medresesine de götürür, talebelerine de aynını yedirir, ancak böyle rahat ederdi. Bu imkânı da ticaretten elde ederdi.
5-Mes'elelere akıl gözüyle iyi bakar, mantığa uyacak izahları birinciliği kazanırdı. Mü'min feraseti, onda bütünüyle tecelli etmişti.
Bir gün Küfe'de mescid önünden geçen bir adam gördü. Meçhul adamı şöyle tarif etti:
"Bu adam yabancı biridir. Çantasında da yağlı bir azık vardır. Büyük ihtimalle kendisi de çocuk öğretmenidir..."
Merak edenler adamı çevirip sordular. Aynı çıkınca, imama gelip nereden bildiğini sual ettiler.
Şöyle anlattı: "Azık çantasına sinekler üşüşüyordu. Ondan şüphelendim, Yolda hem yürüyor, hem de çevresine tecessüsle bakıyordu. Yabancı olduğunu bundan anladım. Çocuğa rastlayınca gözü takılıyor, tebessüm ediyordu. Kendisinde çocukla meşguliyet yerleşmişti."
Ebû Hanife'nin bu aklî dirayetini büyük âlimler şöyle te'yidde bulunurlar.
İmamı Şâfii: "Kadınlar. Ebû Hanife'den daha akıllısını doğuramazlar."
Halife Hârun Reşid: "Ebû Hanife, baş gözüyle göremediğini, akıl gözüyle görüyordu."
İbn-i Mübârek: "Ebû Hanife'den daha akıllısını görmedim."
Ebû Yûsuf: "Rastladığım insanların içinde. Ebû Hanîfe'den daha akıllı ve cömert biri var, diyen kimse görmedim."
O'nun bu derece aklî feraset ve mantıki dirayetindendir ki, bazıları zaman zaman şaşırtıcı sualler sorarlar. vereceği cevabı beklerlerdi.
Bir gün bir adam, Hazret-i İmam'ın meclisinde şöyle muammâlı bir sual sormuştu:
"Cenneti istemeyen, Cehennemden korkmayan, ölü eti yiyen, rûkûsuz, secdesiz namaz kılan, görmediği yere şahidlik eden, fitneyi seven, hakkı istemeyen adama ne dersiniz? Bu adam Müslüman mı, kâfir mi?"
İmam susmuş. çevresindekilerin cevabını beklemişti. Dinleyenler:
Bunlar, kâfirin sıfatı... dediler. Tebessüm eden İmam:
Hayır, bu kimse, mü'minin ta kendisidir, dedikten sonra, şöyle izah yaptı: Adam, Cenneti istemez, çünkü Cennetin sahibinin rızasını kazanmak ister. Cehennemden korkmaz, çünkü Cehennemin sahibinden korkar. Ölü eti yer, çünkü balık eti yemektedir. rükûsuz, secdesiz namaz kılar. Çünkü cenaze namazı kılmaktadır. Görmediğine şahidlik eder. Çünkü Yaradanını görmemiştir. Fitneyi sever, zira âyette, "Malınız ve evlâdınız fitnedir" buyurulmaktadır. O da malını, evlâdını sever. Hakkı istemez, çünkü ölüm haktır, ama istenmez.
Bu tevilleri dinleyenler, tebessüm ettiler ve:
Bizim kâfir dediğimiz aslında kâmil Müslüman çıktı. Ebû Hanife'ye hiçbir yerde lâf yoktur, demek zorunda kaldılar. Ebû Hanife hazretleri, ilmi tedvin ediyor, aynı mevzuya ait delilleri bir araya toplayarak bahisler, fasıllar tertip edip, mes'eleleri kayıt ve zabt altına alıyordu. Böyle bir çalışma yeniydi. Olmayan şeyi ihdas etmek gibi bir görünüş arzediyordu. Bu yüzden aleyhinde konuşanlar çıkıyor, hattâ bazıları O'nu zındıklıkla bile itham ediyorlardı.
Ebû Hanife'de ise şaşılacak derecede bir sabır ve mukavemet hissi görülüyordu. Heyecanlanmaz, telâşâ hiç kapılmazdı.
Bir gün bir adam dilini fazlaca uzattı. Geriden geriye:
-Ey zındık, ey zındık, diye lâf atmaya devam etti.
Ebû Hanife sadece:
-Allah bu adamı affetsin, alâkam olmayan şeyle itham ediyor beni, demekle iktifa etti. Bunu işiten adam şaşırdı. İnsafa gelip özür diledi:
-Beni helâl et, ben hatâ ettim, dedi. İmam'ın cevabı şöyle oldu:
-Cahillerin hepsini de helâl ediyorum. Ama âlimlerinki öyle değil...
Kendisine dediler ki:
-Sizin hakkınızda çok şeyler konuşuyorlar. Siz onlar hakkında hiçbir şey konuşmuyorsunuz?
Böyle diyenlere şu âyeti okuyarak cevap verdi:
"Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir."
Ebû Hanife'nin ilmî hizmetlerini yanlış anlayanlar yahut da siyasi temayülünü ters yorumlayanlar, aleyhinde kampanya sürdürüyordu. Bu aleyhtarlıklardan' ibretli misâller görüyoruz, tarih sayfalarında. Birini, İsâm bin Yûsuf şöyle anlatıyor:
"Mescidin bir köşesinde ayağa kalkan bir adam, Ebû Hanife'nin aleyhinde söylenmeye başladı. Fakat Ebû Hanîfe hiç onunla meşgul olmadı, çıkıp evine doğru yürüdü. Adam da onu takip etti. Ne adam söylenmesini bıraktı, ne de Ebû Hanife geriye dönüp de ona cevap verdi. Böylece kapıya kadar gittiler. Burada Ebû Hanife, adama döndü ve şöyle dedi:
Burası benim evim, eğer daha söyleyecek şeyin varsa bekleyeyim, söyle. içinde seni rahatsız eden bir şey kalmasın. Şayet söyleyecek birşeyin kalmamışsa müsaade buyur da evime gireyim artık...
Bunun üzerine adamın dili tutuldu. Söyleyecek bir söz bulamadı, sû-i zandan da vazgeçti."
Ebû Hanife ticaretle meşgul olurdu. Maddi ihtiyaçlarını din ilmi ile değil, ayrı bir meslek olan alışverişle temin ederdi. hattâ dini, maddi menfaatından o kadar uzak tutardı ki, satış esnasında dini bir mes'elenin ticarete âlet edildiğini hissederse o satışı hemen iptal eder. dini ticaretine âlet etmekten Allah'a sığınırdı.
Bir defasında bir kadın. Hazret-i İmam'ın dükkânından pamuklu kumaş istemiş. tezgâhtar da kumaşı indirirken kadının duyacağı şekilde "Allahümme salli alâ Muhammedin" demişti. Bunu duyan İmam. tezgâhtarın işine son vermiş ve:
"Kumaş satarken Resûlüllah'ın mukaddes ismini söyleyip ticaretine âlet eder duruma düşmekten Allah'a sığınırım" demişti.
Vefatından sonra hayatta kalan tek oğlu Hammad, çocukken gittiği Kur'an hocasından ilk sûreyi ezberlediğinde, bunun sevincini gönlünün ta derinliğinde duyan Hazret-i İmam. oğluna "beşyüz dirhem" vererek hocasına vermesini tenbihlemiştir. Hocasının: "Ben ne hizmet yaptım ki, bu kadar çok para yollamış? diyerek parayı geri çevirmesi üzerine Hazreti İmanı, şöyle cevap göndermiştir: "Muhterem hocanız bunu alsın. Bu kadarla iktifa edişim, daha çoğuna sahip olamayışımdandır. Eğer daha fazla bulunsaydı onu da verirdim. Kur'an'ın şânına lâyık olan bu değil daha fazlasıdır. Bu parayı çok bulmak. öğretilen sûreyi bundan küçük görmektir..."
Yolda giderken karşıdan gelen bir adamın öteki tarafa geçtiğini görünce sordu:
-Neden o tarafa geçtin, beni görünce? Adam utanarak cevap verdi:
-Size olan borcumu hâlâ ödeyemedim de. karşı karşıya gelmekten utandığım için bu tarafa geçtim.
-Ebû Hanife üzüldü ve şöyle karşılık verdi:
Ben o borcunu şu andan itibaren vermiş kabul ettim. Beni görünce üzülme. Beni her gördüğünde seni rahatsız ettiğim için de, beni helâl et...
Bir müddet fetva vermekten menedilen İmam'a, oğlu Hammad bir sual sormuş, cevap alamayınca da. "Sanki halife bize mi bakıyor?" demiş, İmam buna karşı:
"Oğlum, ben söz verdim, yalan söyleyemem" diye cevap vermiştir.
EBÛ HANÎFE'DEN İLMÎ MİSALLER
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Hicrî 681'de vefat etmiş olan büyük müellif İbn-i Hallikan'ın sekiz ciltlik Vefeyâtını inceliyorum.
Tâbiîn'in de hayatını anlatan bu değerli eserde, İslâm büyüklerinin şahıslarında, İslâm'ın güzelliğini nasıl gösterdiklerini ibret ve hayretle okumaktayım. Ve bir daha anlamaktayım ki, Bediüzzaman Hazretleri'nin şu meâldeki sözleri, yerden göğe kadar haklıdır ve doğrudur:
"Eğer bizler İslâm'ın güzelliğini nefsimizde bizzat göstersek, sair dinlerin mensupları ve çevremizdeki mütehayyirler, bölük bölük İslâm'a girecek, Müslümanlığa yakınlık duyacaklardır."
Demek ki bizler bugün çevremizdeki müteredditlerin İslâm'a dikkatlerini çekemiyor. Müslümanlık hakkındaki yanlış düşüncelerini düzeltemiyorsak, bu bir ölçüde şahsımızda İslâm'ın güzelliğini gösteremeyişimizden, kavlimizle fiilimizin birbirini tutmayışındandır.
İslâm büyüklerinin kavliyle fiili birbirini tuttuğundandır ki, zamanlarında geniş sahalara müessir olmuş, çevrelerindeki mütereddit ve mütehayyirlere İslâm'ı sevdirip benimsetmişlerdir.
Sözü daha fazla uzatmadan Vefeyâtın İmam-ı A'zam Hazretleri'nden bahseden kısmından birkaç misal arzedeceğim sizlere. Beşinci ciltte şunları okumaktayız:
"Ebû Hanîfe'nin Kûfe'de eskici bir komşusu vardı. Bu adam gündüz akşama kadar bir köşede ayakkabı tamir eder, akşam evine gelince de çilingir sofrasını kurup, içmeye başlardı. Üstelik içki sofrasında birtakım şiirler de söyler, bitişikteki komşusu Ebû Hanife'yi rahatsız ederdi. Bir ara bu adamın sesi sedası kesildi. Bunu merak eden Ebû Hanife sordu:
-Bizim eskici komşunun sesi sedası kesildi, bir kaç gündür işitemiyorum, nerede kaldı acaba?
Dediler ki:
-Bir iftiraya uğradı. Kûfe valisi onu hapse attırdı. Şimdi içerde yatıyor.
Ebû Hanîfe komşusuna ilgisiz kaldığından dolayı kendini suçladı. Sabah namazını kıldıktan sonra atını eyerletti, binip doğruca Kûfe valisinin konağına gitti. Kendisini hürmetle karşıladılar. Emrinin ne olduğunu sordular.
Ebû Hanife:
-Eskici komşumun bir yanlışlık sonucu olarak hapsedildiğini öğrendim. Onu çıkarmak için geldim; durumunun tahkikini istirham ediyorum. dedi.
Kısa bir araştırmadan sonra adamın suçsuzluğu meydana çıktı ve Ebû Hanife hapishane dışında komşusunu atıyla bekledi. Adam çıkınca atının terkisine bindirdi, birlikte evin kapısına kadar geldiler. Ebû Hanife ayrılırken şöyle konuştu:
-Aziz komşum, kusura bakma, duruma geç muttalî olduğumdan komşuluk hakkını geç ifa ettim. affını istirham ediyorum.
Eskici, mahcup oldu, sonra da şöyle söyledi:
-Beni fevkalâde mahcubiyete attınız. Bundan sonra Allah'a söz veriyorum ki, bir daha içki içmeyeceğim ve senin gibi bir muhterem komşuyu rahatsız etmeyeceğim.
Ve eskici bir daha içki içmemiş, Hazret-i İmam'ı rahatsız etmemiştir.
Sarhoş bir adamın kurtuluşu, içkiyi ve süflî hayatı terk edişi Ebû Hanîfe'de gördüğü İslâm'ın komşuluk münasebeti, hazımlı sabrı ile olmuştur. Ebû Hanife'nin bu sabrı ve ilgisi olmasa, o netice alınamayacaktı.
Ebû Hanîfe'nin örnek ahlâkından bir misal daha verelim isterseniz:
Bakın İslâm, O'nun şahsında nasıl berrak ve saf bir şekilde tecellî ediyor; düşmanları bile Hazret-i İmam'ın gıybet ve dekikodusundan nasıl âzâde kalıyorlar.
Büyük Mutasavvıf İbn-i Mübârek ile, Süfyân-ı Sevrî karşı karşıya oturmuş, sohbet etmekteler: Bir ara İbn-i Mübârek şöyle bir sual sordu:
-Ya Sevrî, Ebû Hanife, Halife Mansur'dan bunca eziyet gördü; zulme maruz kaldı. Falan ve filân kimseler de O'nun hakkında lâyık olmadığı iddialar. ihdas ettiler. Fakat Ebû Hanîfe bu düşmanlarının bir defa olsun gıybetini yapmadı, aleyhlerinde konuşmadı. Acaba onu düşmanlarının aleyhinde konuşmaktan men'eden nedir?
Sevrî'nin cevabı şu olur:
-Ben Ebû Hanife'yi çok iyi tanırım. O, sevabına aleyhine konuştuğu kimseleri musallat edecek Müslümanlardan değildir. Ne sevap kazanmışsa hepsi de yanında kalır, kimseye onları kaptırmaz. Bunca zamandır yakınında bulunuyorum, tek cümlelik olsun gıybet ettiğini işitmedim.
Bundan anlaşılıyor ki, gıybetini yaptığımız kimseler, huzuru İlâhi'de yakamıza sarılarak: "Aleyhimize konuşmak suretiyle hakkımızı aldınız. Sevabınızı vermek suretiyle de hakkımızı iade ediniz" diyeceklerdir. Hazret-i İmam bu yüzden düşmanlarının bile aleyhinde konuşmamıştır.
İmam-ı A'zam Hazretleri bütün duygu ve lâtifeleriyle ümid ve korku içinde. âdeta baştan aşağı İslâmi vecd ve haşyetle doluyordu.
Bir yatsı namazında İmam, "Zilzâl" sûresini okumuş. o da namazdan sonra kendinden geçerek sürenin mânâsı etrafında tefekküre dalmıştı. O'nu kendi haline bırakan müezzin gidip sabah namazına geri gelince hâlen vecdinin devam ettiğini ve:
"Ey hayrın da şerrin de zerresini zayi etmeyen!. Kulun Ebû Hanife'nin şer mesabesindeki hallerini affeyle!.." diye ağladığını gördü.
Nihayet müezzin yağı tükenmekte olan kandile yağ koyarken Ebû Hanife vecd halinden sıyrılıp kendine geldi, müezzine hitaben: "Kandili mi söndüreceksin?" diye sordu. Müezzin de:
-Efendim. sabah namazı oldu, ezan okumaya geldim, yatsı değildir, cevabını verdi.
Bundan sonra sabah namazını da cemaatla kılan Ebû Hanife oturup dersine devam etti ve müezzine de şöyle bir ricada bulundu:
-Benim birtakım hallerim vardır ki bir kısmına sen muttali oluyorsun, istirham ediyorum, kimselere açma bunları, olur mu?
Hicri 80 tarihinde Kûfe'de doğan Hazret-i İmam, 150 tarihinde Bağdad'da Halife Mansur'un zindanında vefat ederken de aynı ruh hâletini muhafaza ediyordu. Kimseden müşteki olmaz, kimsenin gıybetini yapmaz. nefsinde İslâm'ın sabrını, çalışkanlık ve ihlâsını bütünüyle temsil eder. çevresine de bu haliyle güzel örnek olurdu.

EBÛ HANİFE'NİN ZEKÂSI

Bağdad şehrini inşa eden Halife Mansur, hilâfet makamını Şam'dan alıp Bağdad'a nakletmişti. İlim ehli zâtları da çeşitli beldelerden toplayarak Bağdad'a getirtmiş, Bağdat'ın büyük bir ilim merkezi olmasını te'min etmişti.
Mansur, ayrıca sarayında çeşitli ilim meclisleri de kurdurmuştu. Kendisi ilme meraklı biriydi. İlmi müzakereleri dinlemekten büyük zevk alırdı.
Kûfe'de bulunan İmam-ı A'zam Hazretleri'ni de Bağdad'a getiren Mansur, topladığı ilim meclislerinde onun da bulunmasını te'min etmişti.
Ne var ki, Ebû Hanife'nin hiçbir devlet makamında gözü olmadığı halde, Halife'nin yakınlarından olan Rebi, bundan rahatsızlanmış, ne yapıp edip, Ebû Hanife'yi Halife'nin gözünden düşürmeyi kafasına koymuştu.
Bir gün içlerinde Ebû Hanife'nin de bulunduğu bir ilim sohbetinde, âlimler çeşitli mevzularda konuşmaya başlamıştı. Rebi bunu fırsat bilerek Halife'ye döner. Güyâ ilmi bir yanlışı sohbet mevzuu yaparak der ki:
-Ya Emire'l-Mü'minin... Ebû Hanife, ceddinize muhalefet ediyor. Büyük dedeniz Abdullah bin Abbas, yeminden sonra istisna yapılmasının câiz olduğunu, hem de bir istisna'nın müddetinin iki güne kadar uzayabileceğini söyledi. Ebû Hanife ise, buna karşı geliyor. Ceddinizin bu görüşünün câiz olmayacağını iddia ediyor. İstisna yemine bitişik olursa câiz olur, diyor. İki gün müddeti meşru saymıyor...
Mes'eleyi dinleyen Mansur, Ebû Hanîfe'ye dönerek: "Öyle mi, yâ Ebû Hanîfe?" diye sorar. "Sen ceddim Abdullah bin Abbas'a yeminden sonra istisnanın cevazı konusunda muhalefet mi ediyorsun?"
Ebû Hanîfe'de acelecilik yok, cevabını, düşünerek hazırlıyor. Ama Rebi, cevabın gecikmesinden memnun. Hazret-i İmam'ı müşkül durumda bıraktığını sanmakta çünkü. Çok geçmeden Ebû hanîfe cevabını verir:
-Yâ Emire'l-Mü'minin! Dostunuz Rebi, askerlerinizin size itaat etmek için yaptıkları yeminlerini bozabileceklerini söylemek istiyor. İtaat etmeyip isyanda bulunabileceklerini ima ediyor...
Halife heyecanlanarak hemen söze atılır:
-Bu nasıl olur?
-Şayet iddia ettiği gibi bir yeminde iki gün müddetle istisna yapmak câizse, bu olur. Huzurunuzda size itaat edeceklerine dair yemin eden askerleriniz, evlerine dönünce yeminlerinde istisna yaparak diyebilirler ki:
"Biz yeminimizi, yaptığımız güne hasrettik. O günün dışındaki günleri de istisna ettik. Sadece yemin ettiğimiz gün Halife'ye itaat edeceğiz. Onun gerisindeki günleri istisna ediyoruz, itaat etmeyeceğiz." İki gün içinde bunu derlerse bu bir istisnadır. İki gün müddetle istisna câiz olduğuna göre, askerleriniz de bunu yapmış olurlar. İsyana engel kalmaz:
Neticenin böylesine tehlikeli bir duruma kaydığını gören Mansur döner. yakını saydığı Rebi'e bakar. Rengi uçan, kanı kaçan Rebî, ne diyeceğini şaşırır, yutkunmaya başlar.
Mes'elenin bir rekabetten doğduğunu anlamakta gecikmeyen zeki Halife, tebessüm ederek konuşur:
-Rebi! Kendine gel, bu Ebû Hanife'dir...
Toplantı biter. Meclis dağılır. Ebû Hanife'nin arkasından erişen Rebi:
-Ne yaptın ey Ebâ Hanife, boynuma yağlı ip geçirtecektin az kalsın!.: Ebû Hanife'nin cevabı da şöyle olur:
-Aynı şeyi sen bana yapmak istedin, ama ben ikimizi de kurtardım.
Alimlerin böylesine endişe duymalarının sebebi, Mansur'un öfkesine mağlup bir zât oluşuydu. Kızdı mı yapmayacağı iş olmazdı. Nitekim bir kızgınlık sonucudur ki, Ebû Hanife'yi en sonunda zindana attırmış ve orada kırbaçlattırarak vefatına sebeb olmuştur:

***
Mansur'un meclisinde Ebû Hanife'yi çekemeyenlerden birisi de yine Halife'nin yakını Ebü'l-Abbas Tûsi idi. Tûsi de. Rebi gibi bir fırsatını bulup Mansur'u Ebû Hanîfe'nin aleyhine çevirmek istiyordu. Nitekim bir ilim meclisinde, önceden hazırladığı şu suali sordu:
-Yâ Ebâ Hanife, ne dersiniz bu işe? Emîrü'l-Mü'minin cellâdını çağırıyor, falanın boynunu vuracaksın, diyor. Buna selâhiyeti var mı?
İmam-ı A'zam, "var" dese hakka aykırı... Kadı'dan fetva olmadan Halife de olsa hiç kimse yapamaz bunu... "Yok" dese, Mansur'un hiçbir şeyi dinlemeyen öfkesini biliyor. İki taraf da son derece tehlikeli.
Zaten suali soran da içinden "işte şimdi senin işin tamam ey Ebâ Hanife" diyerek suali sormuştur.
Hazret-i İmam bu defa da mukabil bir sual sorar:
Emirü'l-Mü'minin, cellâdına verdiği emrinde hak üzere midir, yoksa bâtıl üzere mi?
-Hâşâ! Emirü'l-Mü'minin, hiç bâtıl emir verir mi, elbette hak üzeredir.
Ebû Hanife cevabı yapıştırır:
-Öyle ise hak üzere verilen bir emrin icrasında selâhiyet sormaya gerek var mı? Niçin soruyorsun?
Ebû Hanife bu cevabı verdikten sonra, yanındakinin kulağına eğilir:
-Tûsi beni çukura düşürmek istedi, ben ise onu kuyuya attım, der.
Rebi ile Tûsinin Ebû Hanîfe karşısındaki bu tutumlarını görünce, insanlarda rekabet hissinin ve haset duygusunun nelere sebebiyet vereceğini daha iyi anlama imkânı buluyoruz.
Allah cümlemizi haşet ve çekememezlik hissinden muhafaza buyursun. Âmin...
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
SEYYİD ABDÜLHAKİM HÜSEYNÎ (k.s)[1 HAZİRAN (1972) Ahirete irt

SEYYİD ABDÜLHAKİM HÜSEYNÎ (k.s)[1 HAZİRAN (1972) Ahirete irt

10 Zilhicce 1322 (15 Şubat 1905) Perşembe günü Bitlis’in Baykan ilçesi Kermat köyünde dünyaya geldi. Babası ve dedeleri Bilvânis köyünden olduğundan Gavs-ı Bilvânisî diye tanınmıştır.

Babasının adı Muhammed, dedesininki Seyyid Maruf idi. Peygamberimiz’in torunudur.Hz. Hüseyin’in (r.a) soyundan geldiği için el-Hüseynî denmiştir, ilk evliliğinden kendisine S. Muhammed, S. Muhammed Raşid ve S. Zeynelâbidin, ikinci evliliğinden, S. Abdülbâkî, S. Muhyiddin, S. Ahmet, S. Abdülhalim ve Seyyid Enver isimli oğulları olmuştur. Gavs-ı Bilvânisî hazretleri, zamanın mürşid-i kâmili olan veli zatlardandı. Zamanının gavsı idi. Büyük velî Ahmed el-Haznevî hazretleri’nden insanları irşad etme izni aldı.

Bunun üzerine Adıyaman’ın Kâhta ilçesi Menzil köyünde ömrünün sonuna kadar irşad hizmeti ile meşguul oldu. Çok kıymetli mürşidlerin yetişmesine vesile oldu. Sultan hazretleri diye tanınan Seyyid Muhammed Raşid hazretlerini bu zat yetiştirmiştir. Hayatının son günlerinde Gavs-ı Bilvânisî hazretlerine bağırsak kanseri teşhisi konuldu, İstanbul ve Ankara’da tedavi gördü. Ameliyatından üç gün sonra 1972 yılında bugün vefat etti.
Allah şefaatine bizleri da nail eylesin...
 
Üst Alt