Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Büyük şahsiyetler

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Hacı Bayram-ı Velî (1352-1429)

N'oldu bu gönlüm n'oldu bu gönlüm
Derd u gam ile doldu bu gönlüm
Yandi bu gönlüm yandi bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm

Yan ey gönül yan ey gönül yan
Yanmadan oldu derdine derman
Pervane gibi pervane gibi
Şem'ine yandı bu gönlüm

Gerçi ki yandı gerçi ki yandı
Rengine aşkın cümle boyandı
Kendinde buldu kendinde buldu
Matlubunu hoş buldu bu gönlüm

Bayram'ım imdi Bayram'ım imdi
Bayram ederler yar ile şimdi
Hamd u senalar hamd u senalar
Yar ile bayram kıldı bu gönlüm.

]


Tasavvuf sairimiz Haci Bayram Veli Ankara'da dogdu. Bir sure muderrislik yaptiktan sonra Tasavvuf ile ilgilenmeye basladi. Yunus Emre etkisinde yazdigi siirlerden pek azi gunumuze kalmistir.

Sufilere gore Kabe insan gonlu olup, Hac ziyaretlerimizi gerceklestirdigimiz Kabe zahiridir. Allah'a ibadetin bir parcasi insan kalbine saygi duymak olduguna gore, gercek Hac kalbin tavaf edilmesi olacaktir. Bu anlamda zahiri Kabe'den gercek Kabe olan insan gonlune gecisi Haci Bayram Veli , Makalat adli eserinde şu sekilde dile getirir:

"Mu'minin gonlu Kabe'ye benzer. Kabe'ye varan ayagi ile yurur ama gonul isteyen, yuzu uzre varsa gerek. Onun icindir ki asiklar yuzlerini yerlere surerler. Kabe'ye gidene kilavuz gerekir ve kilavuz Kur'an'dir. Gonle gidene ise bizzat Allah kilavuzluk eder. Kabe'de ihram giyerler. Hakki batindan ayirmak ihram giymeye benzer. Yoldan taslari temizlemek, hac sirasinda seytan taslamaya benzer. Kendi nefsinin bos ve gecici isteklerini tepelemek hacda kurban kesmeye benzer." (Makalat, 74-75)

Kaynak: turkiye.net
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
hz. RABİA

hz. RABİA

Beni Kendinle Meşgul Eyle!!!!!!!

Hazret-i Râbia, çok oruç tutardı. Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Sekizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi, o da yemeği alıp, yere koydu. Mum getirmeğe gitti, gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti. Mum söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı.
O da;
"Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemiyorum." diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı.
Bir ses duyuldu:
"Ey Râbia, istersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen, üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler, belâlar ile dünyâ bir arada bulunmaz."
Bu sözü işitince;
"Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma." diye duâ etti.
Bundan sonra dünyâ zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı;
"Bu benim son namazımdır." diye huşû ile kılar, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi gelip kendisini Allahü teâlâ ile meşgûliyetten alıkoyar korkusuyla;
"Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de, kimse senden alıkoymasın." diye duâ ederdi.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
GAVS-I SANİ HZRETLERİ Buyurmuş ki:

GAVS-I SANİ HZRETLERİ Buyurmuş ki:

Gavs-ı Sânî Hz.leri, kamil mürşidlerin nazarının etkisini şu misalle anlatmıştır:

“Sâdât-ı Kiram’ın nazarı kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa yumurtasını yapar, biraz geri çekilir, yumurtaya bir müddet nazar eder. Sonra onu kuma veya toprağa gömüp gider. Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya yeter ve belli bir müddet sonra yavru meydana gelir. Sâdât-ı Kiram’ın nazarı da kalbi olgunlaştırır. Allah dostlarının nazar ilahî bir nurdur. Bu nur kalbin ilacı olur. Allahu Teala kudsî bir hadiste dostlarına verdiği bu nur hakkında şöyle buyurmuştur:

“Ben kulumu sevdim mi onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Benden herhangi birşey isterse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himâye ederim.”66 İşte, Sâdât-ı Kiram bu yüce devlete ermiştir. Allahu Teala onlara bu yetkiyi vermiştir.”
alıntı:Arifler_Yolunun_Edepleri
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Rahmetli Sultan Muhammed Raşid (k.s) Hz.leri zamanında

Rahmetli Sultan Muhammed Raşid (k.s) Hz.leri zamanında

Rahmetli Sultan Muhammed Raşid (k.s) Hz.leri zamanında muhterem babam Seyyid Abdulbaki Hz.lerini üzüntülü gördüm. Kendisi o zaman halifeydi. Üzüntüsünün sebebini sordum, şöyle anlattı:

“Keşke Seyda’nın yanında senin oğlun kadar, Seyda’nın küçük torunları kadar olsaydım, onlar kadar kıymetim olsaydı. Ben dikkat ediyorum Seyda sizin çocuklarınız ile ne kadar ilgileniyor, onları seviyor; oysa benim yüzüme dahi bakmıyor!”

Ben babamın bu sözüne çok üzüldüm. Belki adapsızlıktı ama kendisine:

“Kurban, vallahi insan birisine kızınca, sevmeyince onun semtine dahi uğramak istemiyor, değil kendisini tavuğunu bile göresi gelmiyor. Vallahi Seyda’nın sana kızması mümkün değildir. Kendin de görüyorsun ki senin çocuklarınla, torunlarınla kendi evlatlarından daha fazla ilgileniyor. Eğer seni sevmeseydi mümkün değil böyle yapmazdı” dedim. O zaman muhterem babam şunları söyledi:

“Vallahi gözüm hiçbir şeyi görmüyor; benim imanım Seyda’ya teslimdir. Benim en büyük korkum Seyda’nın benden rahatsız olup incinmesidir. Yoksa ilgi, alaka beklediğimden değil.”

Mürid şunu iyi bilmelidir: Mürşidinin kendisine karşı göstermiş olduğu tavır müride ilaçtır. Mürşid, müridin manevi doktoru olması hasebiyle, onun tedavisini yapacak odur. Onun hangi hastalığına hangi ilacın lazım olduğunu en iyi o bilir ve ona uygun tedavi yapar. Mürid, mürşidi kendisine nasıl davranırsa davransın, nefsi için lazım olanın o olduğunu, hayrının onda bulunduğunu kesin olarak bilmelidir. Mürşid müridin keyfine göre davranırsa, nefsin hastalıkları nasıl tedavi olacaktır. Müridin mürşidinden ilgi, sevgi ve özel iltifat beklemesi bu yolda en büyük adapsızlıktır.
alıntı:Arifler_Yolunun_Edepleri
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
SEYYİD SIBGATULLAH ARVASİ (KS) den

SEYYİD SIBGATULLAH ARVASİ (KS) den

SEYYİD SIBGATULLAH ARVASİ (KS):

Sevdiği talebelerinden biri anlattı: "Hocamız bir gün murâkabe hâlinde otururken tebessüm ettiler. Bu hâli daha önce hiç görmediğimiz için merak ettik ve; "Tebessüm etmenizin hikmeti ne idi efendim?" diye suâl ettik. Buyurdular ki: "Bir talebemiz Botan Çayı'nda başını yıkamış, saçını tararken, tarak saçına takıldı. Canı acıyınca bizden yardım istedi. Onun için tebessüm ettim."


Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikâmet ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günâhtır. Muhabbet, ihlâslı amel ve gayret talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması mânevî felâket alâmetidir."


Evliyânın hallerini anlatmak ve dinlemek husûsunda buyurdu ki:

"Evliyânın menkıbelerini dinlemek, muhabbeti artırır, Eshâb-ı kirâmın menkıbeleri îmânı kuvvetlendirir, günahları mahveder."


Seyyid Tâhâ hazretleri kendisine yazdığı mektûbda; "Talebenin hocasına ihlâs ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sâhibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde noksanlık olup, hâl var ise Allah korusun istidractır. Şekâvet alâmetidir." diye yazdı. Bu mektûbdaki mânâ o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle başlamıştır.


Bir halîfesine şöyle buyurdu: "Halka önce işâretle muâmele et, bu fayda vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar bütün "Silsile-i aliyye" büyükleri ondan yüz çevirir."


"Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır."

kasriarifan.com
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Şeyh Abdülhalık-ıl Güjdevani (k.s.)

Şeyh Abdülhalık-ıl Güjdevani (k.s.)

"Ey oğul! Sana vasiyet ederim ki; bütün hâllerinde ilim, edep ve takvâ üzerinde olasın!..
Geçmişlerin eserlerini oku ve Ehl-i sünnet vel-cemaat yolundan git!
Fıkıh ve hadîs öğren ve câhil sofîlerden bucak bucak kaç!
Namazlarını, mutlaka cemaatle kıl! Kalbinde şöhrete meyil varsa imam ve müezzin olma!
Şöhretten gücünün yettiği kadar uzaklaş! Şöhrette âfet vardır.
Makamlarda da gözün olmasın; dâima kendini aşağılarda tut!
Tâkat getiremeyeceğin işe kefil olma!
Halkın seni alâkadâr etmeyen işlerine karışma!
Fâsık idarecilerle düşüp kalkma!
Her hususta dengeyi muhâfaza et!
Ölçüyü kaçırıp güzel ses dinlemeğe fazla kapılma ki, rûhu karartır ve sonunda nifak doğurur. Böyleyken güzel sesi de inkâr etme ki, onunla ezân ve Kur'ân, ruhları ihyâ eder. Az ye, az konuş, az uyu; ve gâfillerden arslandan kaçar gibi kaç!
Fitne zamanları yalnızlığı tercih et, menfaati icâbı fetvâ vererek dînin hafife alınmasına sebep olanlardan, mağrur zenginlerden ve câhillerden uzak dur!
Helâl ye, şüpheli işlerden sakın ve evlenmede takvâya dikkat et. Aksi hâlde dünyaya bağlanır ve o uğurda dînini zedelersin...
Çok gülme; hele kahkahayla gülmemeye dikkat et!
Çok gülmek kalbi öldürür. Fakat tebessümü de elden bırakma. Herkese şefkat gözüyle bak ve kimseyi hakîr görme!
Kendi dışını aşırı bezeyip süsleme ki, dış mamurluğu iç haraplığından gelir. Münâkaşa etme, kimseden bir şey isteme, müstağnî kal, kanaatle zengin ol, vakarını koru!
Sende emeği olanlara ve seni terbiye edenlere karşı vefâkâr ol, malınla ve canınla onlara hizmet et ve onların hâli ile hâllen!
Onları kınayan gâfiller felâh bulmaz. Dünyaya ve dünya ehli olan gâfillere meyletme!
Gönlün dâima mahzûn, bedenin kulluğa güçlü, gözün yaşlı ve kalbin rakik olmalı. İşin hâlis, duân ilticâ ve libâsın mütevâzî, yoldaşın Hak dostları, sermayen zahirî ve batınî din ilimleri, evin mescid ve yakının Allâh dostları olsun!..
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
imamı şafi (r.a)

imamı şafi (r.a)

MUHAMMED B. IDRÎS ES-SAFIÎ

(150-204 H.)

Safiî mezhebinin öncüsü ve müctehid imamlardan biri.

Hicrî 150/Miladî 767 yilinda Filistin'in Gazze sehrinde dogdu. Babasi Idris bir is için Gazze'ye gitmis, orada iken vefat etmisti. Dedelerinden biri olan Safiî Ibn es-Sâib'e nisbeten Safiî olarak bilinir. Soyu Abd-i Menâf'ta Hz. Peygamber'in soyuyla birlesir.

Henüz küçük yasta iken babasini kaybeder. Fakir bir sekilde yasayan annesi, oglunu alip Mekke'ye gitmege karar verir. Mekke'de, daha küçük yasta kendisini ilme veren Imam Safiî, yedi yasinda Kur'ân-i Kerim'i; on yasinda da Imam Mâlik'in el-Muvatta' adli hadis kitabini ezberlemis ve on bes yasina geldiginde, fetva verebilecek bir seviyeye ulasmisti.

Bundan sonra yirmi yila yakin bir süre çölde, Huzeyl kabilesi içinde yasayarak fasih Arapça'yi ve câhiliye siirlerini ögrendi. Hatta Asmaî, onun hakkinda; "Huzayl'in siirlerini Kureys'ten Muhammed b. Idris denen bir genç ile düzelttim" demistir. Böylece edip ve Arapçada söz sahibi olmustur.

Akabinde birçok alimden hadis okudu. Mekke valisinin bir tavsiye mektubu ile Medine'ye gitti. Burada Imam Mâlik'e el-Muvatta adli eserinin tamamini arzetti. Daha sonra tamamen fikha yönelerek Imam Mâlik'ten Hicaz fikhini ögrendi. Safiî'nin essiz kavrayis ve üstün zekâsini müsahededen Imam Mâlik, ona su anlamli tavsiyede bulundu: "Muhammed! Allah'tan kork, günahtan sakin; çünkü ben senin büyük bir sahsiyet olacagini ümid ediyorum. Gönlüne Allah'in koymus oldugu bu nuru günahla söndürme."

Medine'de Imam Mâlik'ten fikih ve hadis ilmi aldi. Süfyan b. Uyeyne'den, Fudayl b. Iyâz ve amcasi Muhammed b. Sâfi' ve digerlerinden hadis rivayet etti.

Imam Sâfiî, bu arada çalismak zorunda oldugu için bir süre Yemen'e gitti. Yemen kâdisi Mus'ab b. Abdillah el-Kuresî orada kendisine resmî bir is bulmustu. Bu arada, Halîfe Hârun er-Rasîd Hz. Ali taraftarlarinin bir harekâtindan korkuyordu. Yemen tarafindan yakalanip getirilen Siîler arasinda -Siî olmadigi halde- Sâfiî de Medîne'de Halîfe'nin huzuruna çikarildi. Suçsuzlugu anlasilinca Halife onu serbest biraktirdi ve maddî yardimda bulundu. Sonra H.183 ve 195'te Bagdat'a gitti. Orada Muhammed b. Hasan es-Seybânî'den Irak fakihlerinin kitaplarini okudu. Onunla fikir alis verisinde bulundu.

Imam Sâfiî bundan sonra H. i87'de Mekke'de ve i95'te Bagdat'ta Imam Ahmed b. Hanbel (Ö. 241/855) ile bulustu. Ondan Hanbelî fikhini ve usulünü, Kur'an'in nâsih ve mensuhunu ögrendi. Bagdad'ta onun eski mezhebinin esaslarini ihtiva eden "el-Hucce" adli eserini yazdi. Sonra H. 200'de görüslerinin en çok yayginlasacagi Misir'a gitti. 204/819'da Receb'in son cuma günü Misir'da vefat etti ve orada defnedildi (el-Hudarî, Tarihu't-Tesrîi'l-Islâmî, Kahire 1358/1939, s. 254 vd.; Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fikh, Kahire, t.y., s.12 vd.; ez-Zühaylî, el-Fikhu'l Islâmî ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 35, 36; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, 9, 78 vd).

Imam Sâfiî'nin "er-Risâle" adli eseri fikih usulünde ilk kaleme alinan usul kitabidir. Hanefilerde, usul müctehid imamlar devrinde yazili bir eser haline getirilmemis daha sonra fürûdan hareket edilerek usûl kaideleri belirlenmistir. Imam Sâfî, isin basinda er-Risâle'yi yazarak sonraki Sâfiî bilginlerini bu külfetten kurtarmistir. Imam Sâfii'nin "el-Ümm" adli eseri ise Misir'da mezhep görüslerini kapsayan bir fikih eseridir.

Onun ilmî ve edebî sahsiyeti yaninda, takvâsi, olgun karakteri ve güzel ahlâki da zikredilmesi gereken hususlardandir. Kendisine Siffin meselesi, sorulunca su anlamli cevabi vermisti: "Ömer b. Abdülazîz'e Siffîn'da ölenler sorulunca o; "Allah'in elimi bulasmaktan korudugu kanlardir" demisti. Simdi ben de dilimi bu kana bulastirmak istemiyorum."

Ögrencileri onun hakkinda, "Safiî Hz'leri bir âyeti tefsir etmeye baslayinca, sanki o âyetin indirilisini görmüs gibi büyük bir vukufla konusurdu" derler.

Imam Sâfiî, müstakil mutlak müctehid idi. Hicazlilar'in ve Iraklilarin fikhini kendinde toplamisti. Ahmed b. Hanbel onun için; "Allah'in kitabi ve Rasûlünün sünnetinde insanlarin en fakîhi idi"; "Eli hokka ve kalem tutup da, boynunda Sâfi'nin minneti olmayan kimse yoktur" demistir. Tasköprülüzâde, Miftahu's-Saâde'sinde onun için söyle der: "Ehli fikih usûl, hadîs, dil ve nahiv âlimleri, Imam Sâfiî'nin; emânet, adâlet ve zühdünde, vera, takvâ ve cömertliginde, güzel ahlâkinda, kiymetinin yüceliginde birlesmistir. Onu gerektigi sekilde anlatmak zordur" (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 26).

Sâfiî mezhebinin usûlü kitap, Sünnet, icma ve kiyasa dayanmaktadir.

Hanefî ve Mâlikîlerin kabul ettigi istihsanla ameli terketti ve "istihsani kullanan kendisi seriat koymustur" görüsünü ileri sürdü. Istihsani geçersiz kilmak ve tenkid etmek için "Ibtalü'l-Istihsân"isimli risâlesini kaleme almistir (bk. "Istihsan" mad.).

Imam Sâfiî, râvisi sikâ, zabt ve hadis muttasil olunca âhâd haberle amel etmenin gerekli oldugunu savunur. O, Imam Mâlik'in sart kostugu gibi, âhâd haberin amelle desteklenmesini, Irak ekolünün gerekli gördügü râvinin fakih ve ameli haber-i vâhide uygun olma gibi sartlari aramaz (Ebû Zehra, a.g.e., s.i2 vd.). O'nun haberi vâhidin delil olmasiyla ilgili, dayandigi çesitli deliller vardir. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in söyle buyurdugunu rivayet eder: "Benim sözümü dinleyip belleyerek ezberleyen ve oldugu gibi baskasina duyuran kimsenin Allah yüzünü agartsin. Bazan fikih hâmili, fakih olmayana nakleder, iceleri de kendisinden daha fakih olan kimseye nakleder..." (Ebû Dâvud, Ilm, i0; Tirmizî, Ilm, 7; Ibn Mâce, Mukaddime,i8). Bu hadisi aktardiktan sonra Imam Sâfiî görüsünü söyle açiklar: "Madem ki Hz. Peygamber, sözlerini dinleyip bellemege ve onlari baskalarina duyurmaga davet etmistir. Bunu yerine getiren kimse ister bir kisi olsun, ister cemaat olsun, O'nun davetine icabet etmis sayilir. Hz. Peygamber'den rivayet eden kimse bir kisi de olsa güvenilir ve âdil olmak sartiyla rivayeti makbuldür."

Diger yandan Imam Sâfiî istihsani ve Mâlikîlerin mesâlih-i mürsele delilini reddederken, kendisi bunlara benzer "istidlâl" adini verdigi bir aklî delil kullanir.

Sâfiîlerde, çesitli konularda fetvâ, Imam Sâfiî'nin yeni mezhebine göredir, Imam Safiî, eski mezhebini temsil eden el-Hucce'den dönmüs ve; "Onu benden rivayet edene hakkimi helâl etmiyorum" demistir. Ancak on yedi kadar meselede eskiye göre fetva verilmistir. Meselâ; eski görüsü, muarizi olmayan bir hadisle desteklenirse onunla fetva verilir. Onun söyle dedigi nakledilir: "Hadis sahih olunca, o benim görüsümdür. Benim böyle bir hadisle çelisen sözümü de duvara çarpin".

Imam Sâfiî Hicaz, Irak, Misir ve diger Islam beldelerinde çesitli talebeler yetistirmistir. Yeni mezhebini Sâfiî'den alan Misirli bes ögrencisi sunlardir:

i) Ebû Ya'kub Yûsuf b. Yahyâ el-Büveydî (Ö. H. 231). Halîfe Me'mun'un çikardigi "Halku'l-Kur'an" fitnesi yüzünden Bagdat'ta bir süre hapsedildi (bk. "Halku'l-Kur'an" mad.). Sâfiî, onu ders halkasina vekil olarak birakmistir. Sâfiî'nin sözlerinden derledigi ünlü bir özet eseri vardir.

2) Ebû Ibrahim Ismail b. Yahyâ el-Müzenî (Ö. H. 266): Sâfiî mezhebine göre yazilmis çesitli eserleri vardir. Mebsût adi verilen "el-Muhtasaru'l Kebîr" ve "el-Muhtasaru's-Sagîr" bunlardandir. Irak, Sam ve Horasan'dan pek çok ilim talibi ondan yararlanmistir.

3) Ebû Muhammed er-Rabî' b. Süleyman b. Abdilcebbâr el-Murâdî (Ö.H. 270): Imam Sâfiî'nin kitaplarinin ravisidir. Amr b. el-Âs Câmiinde (Fustat Câmii) müezzindi. Safiî'nin er-Risâle, el-Ümm ve diger kitaplari, el-Murâdî kanaliyla bize ulasmistir.

4) Harmele b. Yahya b. Harmele (Ö.H. 266): Imam Sâfiî'den er-Rabî'in rivayet etmedigi kitaplari nakletti. Kitabü's-Surût, Kitabü's-Sünen, Kitabü'n-Nikâh ve Kitâbü'l-Ibil ve'l-Ganem ve Sifatühâ ve Esnânühâ bunlar arasinda sayilabilir.

5) Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem (Ö.H. 268): Imam Mâlik'in de ögrencilerinden idi. Misirlilar onu diger fakihlerden üstün kabul ediyordu. Daha sonra Sâfiî'nin görüslerini birakarak Imam Mâlik'in ictihadlariyla amel etmeye basladi.

Sâfiî'nin mezhebi; Misir, Güney Arabistan, Dogu Afrika, Dogu Anadolu, Seylan, Endonezya, Cava, Filipinler, Malaya, Mâveraü'n-Nehir ve Horasan gibi yerlerde yayilmistir (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 37 vd.; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 78 vd.).

Imam Sâfiî Ictihad'da izledigi usûl:

Delillerden hüküm çikarma ve ictihad'ta izledigi usulü "Ihtilâfü'l-Hadis", "Cimâu'l-Ilm" ve "er-Risâle" isimli eserlerinin çesitli yerlerinde açiklamistir. Özetle söyle der: "Kitap ve ihtilafsiz mütevatir sünnetle hükmolunur. Bu hüküm için "görünüste ve gerçekte (zahir ve batinda) hak ile hükmettik" deriz. Üzerinde ittifak edilmeyen ve âhâd yoldan gelen sünnetle hükmolunur. Bunun için, "görünüste hak ile hükmettik", deriz. Fakat "gerçekte..." diyemeyiz. Çünkü hadisi rivayet eden yanilmis olabilir. Icma, daha sonra da kiyas ile hükmederiz. Bu, ondan da zayiftir, fakat zaruret bulundugu yerde kullanilir. Çünkü haber varken kiyasi kullanmak helal degildir. Nitekim teyemmüm de, seferde su bulunmayinca temizligi saglar, fakat su bulununca teyemmüm bozulur (es-Safiî, er-Risâle, s. 512, 599, 600).

Safiî, Kitap ve Sünnet'in te'vile muhtaç kisimlarini dogru tevil etmek için Arapçanin, yapilan te'vile müsait bulunmasini ve Kitap, Sünnet ve Icma kaynaklarinda, anlasilan manâyi takviye eden bir delilin bulunmasini sart kosar. Te'vilini de bu dogrultuda yapar. Sünnete göre hüküm vermesi için, mütevatir olmayan hadiste sika, dogru, ne dedigini ve hadisin anlamini degistirecek sözleri bilen; hadisin anlamini tam olarak bilmiyorsa, onu manâ yoluyla degil, asil lafizlariyla rivayet eden; rivayetini hifzetmis, kitabini muhafaza etmis, sika ravilere muhalefetten uzak ve hadisin ilk kaynagina kadar ayni sartlari tasiyan raviler tarafindan rivayet edilmis bulunmasi sartini arar.

Istihsani, mesnedsiz, keyfî hüküm olarak anladigi için reddeden Imam Safiî, rey ictihadini kiyastan ibaret kabul etmis, kiyasi da delâlet yoluyla ilahî beyan çesitlerinden biri saymistir. Hakkinda nass bulunan meselenin illeti ile nass bulunmayan meselenin illeti ayni olursa, yapilan kiyasta ihtilaf edilmez. Ancak, asil mesele ile nass bulunmayan fer'î meselenin illeti ayni olmayip benzer olursa, bu konuda yapilan kiyasta ihtilaf olur ve farkli hükümlere varilir.

Imam Safii'nin ictihad ve taklid konusundaki su sözleri kayda deger: "Delilsiz ve hüccetsiz olarak bilgi toplayan kimse gece karanliginda odun toplayana benzer; topladigi bir arkalik odunu yüklenirken bunun içinde kendisini sokacak bir yilanin bulundugunu bilmez."; "Sahih hadis bulununca benim mezhebim odur."; "Kiblenin hangi yönde oldugunu kestiren bir kimsenin bir baskasini taklid etmesi nasil uygun olmazsa, mükellefin dininde, çagdasi olan bir kimseyi taklit etmesi de öyle uygun degildir."e

Ictihadina örnek:

"Cuma günü yikanmak vaciptir" hâdisini rivayet ettikten sonra Safiî, söyle der: "Hadiste geçen "vacip" ifadesinin "baskasina caiz degil, ahlaken gerekli, temizlik ve pis kokunun giderilmesi için tercih edilmeli." gibi manâya ihtimali vardir. Kur'an, abdesti abdestsiz olanlara; guslü, cünüplere tahsis ettigi göz önüne alinirsa, bu son manâ en uygun olanidir. Safiî burada te'vil ve anlayis ictihadi yapmistir.

Imam Safiî, annenin çocugu emzirecegini, babanin da yiyecek ve giyecegini temin etmesinin, süt anne tutulursa bunun da emzirme ücretini ödemesinin gerektigini belirten el-Bakara 2/233. ayeti ile Hz. Peygamber'in (s.a.s) Hind'e, Ebu Süfyan'in malindan kendisi ve çocugu için yetecek kadar mali habersiz olarak alabilecegini ifade eden hadisini naklettikten sonra; babadan olmasi nedeniyle, çocugun emzirilme ve beslenme külfetinin babaya ait oldugu hükmünü çikarir. Daha sonra da bu hükümden hareketle kiyas yaparak evlâdin da babaya bakmasi gerektigi hükmüne varir.o

Ictihadla kiyasi ayni anlamda kullanan Imam Safiî, yalanci sahidlikle bir kimsenin esini üç talakla bosadigini iddia ederek hâkimin esleri ayirmasina sebep olanlarin yalanciliklari anlasilinca, magdura esinin mehri mislini vermeye mecbur kilinmasi ictihadinda oldugu gibi, maslahat-i mürsele delilini de kullanir.

Hikmetli sözleri ve siirlerini ihtiva eden bir Dîvân'in sahibi olan Imam Sâfiî, edebî yönüyle de essiz bir sahsiyet sayilir. Asagidaki dörtlük ona aittir.

Hafizamin bozuklugunu (hocam) Vekî'e sikayet ettim.

Bana günahlari terketmemi tavsiye etti.

Ve bana sunu bildirdi ki; ilim bir nurdur

Ve Allah'in bu nuru âsilere verilmez. "

M.E.A.

Kaynak: Sâmil Islam Ansiklopedisi, Cilt: 4
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
NECİP FAZIL'ın SULTAN'a BAĞLILIĞI BAKIN NASILMIŞ!

NECİP FAZIL'ın SULTAN'a BAĞLILIĞI BAKIN NASILMIŞ!

Sonsuzluk plânının irşad kutbu...
Ferdî - Muhammedî hakikat vârisi...
Tesbihin son tanesi...
Benim kurtarıcım, müjdecim, mürşidim, şeyhim, nurum, ruhum, canım, efendim, topyekûn hayatım...
Kelimeler dize gelsin!..

Onun için, dize gelmiş kelimelerle ayrı bir eser yazdım: «O ve Ben»...
Kapkaranlık dünyanın bütün kapıları kapanırken, Büyük Kapı’yı bekleme nöbeti kendisine gelen, büyük, büyük; kullara ve bağlılara mahsus bütün büyüklerin üstüste bindikçe yanında küçük kaldığı, büyük Allah dostu...

Kelimeler dize gelsin!..

Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim!
Vaktiyle: «keşke bu kadar zeki olmasaydın!» buyurduğun adamın beynini, zerre zerre kıskaca alıp atom gibi çatlattıkları bu hengâmede, eminim ki, her dem beraberimde, her ân baş ucumdasın...
Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin! Babamla anneme Allah'ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için bağlıysam, sana da, bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle perçinliyim... Düşünsünler farkı!..
Seni, Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hiç bir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah'ı zikrederken görüyorum.
Yirmidokuz yıl değil, ikibin dokuzyüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse, üzerinden zaman geçmiyecek velîlerdensin sen... Ruhun gibi kalbin de mahfuz... Kalıbın orada; fakat ruhaniyetin, Allah'ın izniyle her tarafta ve benim yanımda...

Benim güzel Efendim!
Baş ucumdasın, biliyorum; ama ben ne yapayım ki, dünya zindanı içinde, ayrıca beş hassemin zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum.
Hayatta biricik gayem, yaşarken ölümü delmek ve öteye geçmek gayesinin; o, anahtarını Kapı'yı açmak üzere senin elinden aldığım gayenin, henüz, «Anahtar hangi elle tutulur ve nereye yerleştirilir?» hakikatinden bile uzak bir müflisiyim. Hakikatte müflis, sadakatte müflis, gayrette müflis, her şeyde müflis... Bendeki, sadece, dağdan geçerken, tepesinde çadır kuran, şimşekleri arkadaşlarına anlatmaya yeltenici sümüklü bir mahalle çocuğu ağzı; o kadar...

Ama bu Kapı'ya beni köpek diye yazan, bu gemiye paspas diye alan sen, kabûl etmez misin ki, «O Kapı'nın köpeği» ve «O geminin paspası» olmak rütbesinin üstüne bu dünyada pâye yoktur?
Kendimi, fikirde, san'atta, şunda bunda, dünyanın en büyük adamı görmek, bilmek, göstermek, bildirmek isterdim; tek, O Kapı'nın köpeğine mahsus derece belirsin diye... Sana ve senden, bağlı olduğum O'na devretmek için...

Gûya seni yazdım; atom ve füze devrindeki, inkâr ve ihtilâç asrındaki mâverâ kılavuzunu anlatmaya savaştım, gûya...

Soluk bir kumaş üzerinde hâreli lekeler güneşi ne kadar gösterebilirse, bu kargacık, burgacıklar da seni o derecede anlatabilir.

Eğer bu arada, kendimden, nefsimden birçok şey kattımsa, yine hâreli lekelerin güneşe bağlı olmasından; ucunda sen varsın, diye. Bu ölçü dışında, nefsim için, kendi başına ele aldığım tek nokta bulunduğunu sanmıyorum.

Seni tanıyıncaya kadar hayatım, sana yaklaşmanın, uzaklıkta yaklaşmanın saadeti; seni tanıdıktan sonra da senden uzaklaşmanın, yakınlıkta uzaklaşmanın felâketi içinde, bütün teferruatiyle senin...

Hayatım sensin!..

Aç bana Kapı'yı, artık aç!.. Allah'tan izin iste ve ardına kadar aç!.. Ebediyen köpeğin olarak kendi köpekliğimden çıkayım ve insan olayım...

Allah izin verirse eğer, O Kapı'dan içeriye, topyekûn insanoğlunun; atom ve füze devrinde, inkâr ve ihtilâç asrında muhtaç olduğu fikir ve ruh hamulesini kervanlaştırıp geçireyim...

Bu, senin papucunu silmekten daha değersiz bir hizmettir kapıya...

Kapının içini hayâl ediyorum.

Hüzmeleri ebediyet boyunca mesafeleri ışıldatan projektörler altında, fil dişi kaldırımlardan sonsuz bir cadde... Şehrah... Bu şehraha açılan ve nisbet ölçülerinin her biriyle ayrı istikametlerden gelen nâmütenahi yol... Yollarda, ellerini yüksekliklere kaldırmış, yalınayak ve başı kabak, çığlık içinde bir insanlık... Ve tepede caddenin yokuş başında billûrdan pırıl pırıl kurtuluş beldesi... Ebedî safâ şehri...

Bunun da rüyasını görmüştüm:

İhtilâlden bir iki ay evvel, Ankara'da, boğazıma kadar kötülüğe batmış, yatağa girdiğim bir gece, rüyamda Efendi Hazretleri... Yüzü fevkalâde müteessir, başını sallıyor:

— Çok sıkılacaksın, çok sıkılacaksın!.. Sonunda...

Sonunda, adet bildirerek şu kadar servetim olacağını söylüyorlar...

İşte!..

Daha sonun sonuna gelmedik.

İmân edeceklerdir ki, bu yollara düşecekler...

Ve ölmeden öleceklerdir ki, şehraha girecekler...

Ve beldeye ulaşacaklar...

Ve beldenin merkezinde bir saray...

İçinde Allah'ın Sevgilisi ve etrafında... Has oda sırrının emanetçisi «Altun Silsile» kahramanları...


Benim Efendim!

Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, masal gibi bir rüya ikliminden topladığım karanlık ve karışık haberlerin, apaydınlık ve dümdüz gerçeğini bana sen verdin...

Şimdi bırakacak mısın beni, bir solucan gibi toprak üstünde sürünmeye...

Bilip de câhil, anlayıp da unutkan, görüp de kör, duyup da hissiz kalmanın felâketine düşmeyeyim!..


Sabah namazlarına kalkamamanın, yığılıp kalmanın, sızıp silinmenin acısiyle döğündüğüm bir gece, (1 Nisan 1961, Cumartesi, sabaha karşı) güneşin doğmasına tam 23 dakika kala, sol elime, tak, tak, tak, üç kere vurup beni dehşetler içinde yerimden fırlatan ve içinde tek telkin ve nefsimi aldatma hissi bulunması imkânsız bu harika karşısında aklımı çatlatan sen değil miydin?..

Bu tecelli karşısında büsbütün köpekleşmiş, son nefesime kadar Kapı'nın köpek kulübesinde ve o köpeğe mahsus liyakat şartları içinde kalacağıma söz veren benim!..


Çarklar işlemekten aşındı, vadeler dolmaktan çatladı. Akşam oluyor... Bir mızrak boyu kaldı, benim de hayat güneşimin batmasına...

Ne olursam, bu bir mızrak boyu zaman içinde olacağım...

Allah'tan af istiyorum. Allah'ın Sevgilisinden ve bütün Silsileden teker teker suçlarımın bağışlanmasını istiyorum.


Benim avuçlarımdan süzülen, işte o kaynaktan aldığım sudur; ve bu suyun eğer bulanık bir tarafı varsa nefsime, nurânî özü de O'na aittir.

Bugünün, yeşillikler ve pırıltılar içinde suyu arayan ceylân gençliği o pınara koşsun!..
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Antakya - Habib-i Neccar ve Yasin suresi

Antakya - Habib-i Neccar ve Yasin suresi

Antakya- Habib-i Neccar ve Yasin suresi:


Kaynaklarda Antakya diye geçen Hatay şehrimiz, eski bir tarihe sahiptir. M.Ö. 300’lü yıllarda 500 binin üzerinde nüfusu olan bu şehir, zamanında dünyanın üçüncü büyük şehri idi.

Antakya, İsa (A.S.) zamanında da bölgesinin en önemli merkezlerinden birisiydi. Şehirde yaşayan halk, doğru yoldan uzak bir hayat yaşıyordu. Rivayetlere göre İsa (A.S.), yanında bulunan yetişkin ilim ve gönül adamlarından ikisini irşad için Antakya’ya gönderdi.

İşte bu iki elçinin orada yaşadıkları olaylar, Kur’an’ın kalbi olan Yasin Suresi’nin ikinci sayfasında ibret için anlatılır. Bu olayın verdiği en önemli derslerden birisi, peygamber olmasalar da Allah’ın dinini tebliğ edip insanlardan hiçbir ücret istemeyen ilim ve gönül adamlarına uyulması gerektiğidir.

Allahu Tealâ, Antakya halkının başından geçenlerden ibret almamız için Rasulullah’a (A.S.) şöyle sesleniyor:

Şu şehir ahalisini onlara örnek ver!

Hani oraya (İsa A.S.’ın yanındaki ilim ve gönül adamlarından) elçiler gelmişlerdi. Biz o zaman onlara iki elçi göndermiştik de her ikisini de yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü ile onları desteklemiştik ve:

- “Biz size gönderilmiş elçileriz” demişlerdi. (Yasin/13-14)

Şehirde günlerce kalmışlar ve ellerinden geldiğince herkese Allah’ın dinini anlatmaya çalışmışlardı. Buna rağmen halk elçileri kabul etmedi ve onlara:

- “Siz, bizler gibi insansınız; başka bir şey değilsiniz. Hem Rahman da hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” dediler. Elçiler de (bu söze karşı) şöyle söylediler:

- “Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş kimseleriz. Bize düşen, ancak açıkça tebliğdir; başka bir şey değildir.” (Yasin/15-17)

Elçilerin bütün ikna gayretleri sonuç vermedi. Halk hırçınlaştıkça hırçınlaştı ve tehdit ederek elçilere:

- “Siz bize uğursuz geldiniz. Yemin olsun ki, eğer (bu işten) vazgeçmezseniz, sizi taşlarız ve çok acı verecek eziyetler yaparız.” dediler. (Yasin/18)

Kendilerine hücum etmeye hazır olan şehir halkının bu tehditi karşısında elçilerin cevabı şöyle oldu:

- “Uğursuzluğunuz sizinledir (kendinizden kaynaklanmaktadır). Size öğüt verildi diye mi (böyle söylüyorsunuz)? Doğrusu siz haddi aşmış bir toplumsunuz.” (Yasin/19)

Elçiler tam sözlerini bitirmişti ki;

Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi:

“- Ey hemşehrilerim! Bu elçilere uyun!” (Yasin/20)

Allah’ın methettiği bu adamın Habibu’n-Neccar adında bir kişi olduğu rivayet edilir. Hemşehrilerinin aşırıya gittiğini görünce onlara acıdı ve şefkatle yalvardı:

“- Uyun, sizden hiçbir ücret istemeyip hidayet üzere hayat sürenlere!” (Yasin/21)

Rabbimiz, bize Habibu’n-Neccar’ın dilinden çok önemli bir prensibi bildiriyor:

Kişinin Allah’ın dini için uyması gereken insanda iki önemli özellik araması gerekir: Birincisi, Allah’ın dinini tebliğ ettiği için dünyalık bir menfaat sağlamaması gerekir. İkincisi de, Allah’ın istediği şekilde hayatını sürdürmeye gayret eden, yani hidayet üzere yaşamaya çalışan bir kişi olması gerekir.

Ayetler kıyamete kadar geçerli olduğuna göre, Allahu Tealâ bu iki özelliğe sahip olan insanlara tarihte olduğu gibi günümüzde de uyulması gerektiğini ferman buyuruyor. Bu iki özelliğe sahip olmayan, yani Allah’ın dinini dünyevi çıkarlara alet eden veya hidayet ölçülerinin dışında bir hayat sürenlere ise uyulmaması gerekiyor. Bu Allah’ın isteğidir. Ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, makamı ve ünvanı ne olursa olsun, bu iki ölçüye uymayan kişilere kesinlikle itibar edilmemesi gerekir.

İşte Habibu’n-Neccar, hemşehrilerine bu iki ölçüye uyan bu elçilere uyulması gerektiğini bildiriyor ve sözlerine şöyle devam ediyor:

“- (Bana gelince,) neden beni yaratmış olan ve hepinizin dönüp varacağı Allah’a kulluk etmiyeyim?

(Neden) O’ndan başka ilâhlar edineyim? (Öyle yaparsam) Rahman bana bir zarar vermek isterse ne o ilâhların şefaatı zerre kadar fayda getirir, ne de (bizzat kendileri) beni koruyabilirler.

İşte o zaman ben, apaçık bir sapıklığa düşmüş olurum.

Ama bakın! Ben Rabbinize inanıyorum, sizler de bunu işitmiş olun!” (Yasin/22-25)

Allah aşığı Habibu’n-Neccar sözlerini bitirince hemşehrileri, üzerine çullanıp onu şehit ettiler. Mübarek naaşı yere serilince Allah tarafından ona şöyle denildi:

“- Gir cennete!” (Yasin/26)

O ise, hemşehrilerinin kendisini öldürmüş olduğuna aldırmaksızın büyük bir merhametle Allah’ın huzurunda şöyle söylüyordu:

“- Ah keşke halkım bir bilseydi! Bilseydi Rabbimin beni affettiğini ve ikram görenlerden eylediğini...” (Yasin/26-27) Fakat artık Antakyalılar bu temenniyi duyamazlardı.

Allah adamları hep böyledir: şahsi kinlerle kalplerini kirletmezler. Allahu Tealâ, burada bizde görmek isteği bir ahlâkı öğretiyor: Canınıza kasteden insanların bile kurtuluşunu isteyebilmek, onların Allah’ı tanımalarını sağlama uğruna canımızı bile feda edebilmek.

Daha sonra ne oldu? Allahu Tealâ, bundan sonra onların üzerlerine gökten ordular indirmediğini, indirmeye de gerek olmadığını anlatıyor. Sadece bir tek ses ile yerlerinde sönüp kaldıklarını haber veriyor ve bu konuyu şu ayetlerle bitiriyor:

“- Yazık şu insanlara ki, kendilerine hangi elçi geldiyse onu alaya aldılar.. Halbuki kendilerinden önce nice nesilleri yok ettiğimizi ve onların geri dönmediğini görmezler miydi? Ve (görmüyorlar mı sonunda) hep birlikte huzurumuzda toplanacaklarını?” (Yasin/28-32)

Bu ayetler, yaşayan bir model sıkıntısı çeken ve bu sebeple dinî bunalımlar yaşayan günümüz müslümanlarına kurtuluş kapısını gösteriyor.


Kemal Süleymanoğlu
Semerkand Dergisi"

********************


Anadolu'da yapılan ilk cami:

Antakya, Ubeydullah Bin Cerrah tarafından M.S 636 yılında fethedildiği dönemde Habib-i Neccar ve Hz. İsa'nın iki elçisinin bulunduğu yerde fethin sembolü olarak bir cami inşa edilmiş. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Anadolu'da yapılmış ilk cami bu. Caminin girişindeki türbede isimleri Yuhanna ve Pavlus olan iki elçiden Yahya ve Yunus hazretleri olarak söz ediliyor. Habib-i Neccar'ın sandukası da aynı camide. Müslümanlar bu türbeyi ziyaret edip dua ediyorlar. Antakya, Haçlı seferleri döneminde Antakya Prensliği olarak bir süre Hıristiyanların elinde kaldı. Haçlılar, Antakya'yı işgal ettikten sonra kentteki sivil Müslümanları kılıçtan geçirdiler. Memluk Sultanı Baybars daha sonra Antakya'yı Haçlılardan geri almış, Habib-i Neccar Camii'ni de yeniden yaptırmış.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Mevlanadan Tavsiyeler

Mevlanadan Tavsiyeler

Mevlana'dan Tavsiyeler

Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.

Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi sana pusu kurar. (1/84-85/1047-1048)

Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul. Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yoktur. (1/111/1385)

Söz söylemek için önce dinlemek gerekir. Söze, kulak verme yolundan gir.

Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Allah’ın sözüdür. (1/131/ 1627, 1629)

Sel akmağa başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa alemi perişan ve harap eder, her tarafı yıkar.

Fakat harap olmaktan niye gamlanayım? Harabenin altında padişah hazinesi var! (1/139/1743-1744)

Kimin namazında mihrab ve kıblesi Ayn (Allah’ın zatı, cemali) olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayn ve kusur bil. (1/141/1765)

(Hak) Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma!

Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni sırdaş eder. (1/146/1822-1823)

Dünyanın lütfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokma-dır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır!

Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda mey-dana çıkar. (1/148/1855-1856)

Nefis, çok övülmesi yüzünden firavunlaştı. Alçak gönüllü, hor, hakir ol; ululuk taslama!

Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol, çevgân olma!

Yoksa; senin bu letâfetin, bu güzelliğin kalmayınca o, seninle düşüp kalkanlar, senden usanırlar. (1/149/1867-1870)

“Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları almaya çalışın.” (1/155/ Hadis)

Sen mâdem ki zahiri önü, sonu düşünmektesin, ancak ve ancak bu gam ve neşe alemindesin. Ey hakikatte yok olan!. Yok olan; nerede ön, nerede son!

Yağmurlu gündür, gece çağına kadar yürü! Bu yağmur bildiğimiz yağmur değil, Rahmet yağmurlarından. (1/160/ 2010-2011)

Eğer, “cüzü külle muttasıl”dır, ayrılmaz dersen diken ye, gül isteme. Diken de gülden ayrılmaz.

“Cüzü külle” ancak bir yüzden bağlıdır. Yoksa Hakk’ın peygamberleri göndermesi abes olurdu. (1/226/2811-2812)

Sakın, endişelerden sakın! Fikir, aslan ve yaban eşeğidir; gönüller de ormanlıklar.

Perhizler, ilaçların başıdır. Çünkü kaşınma uyuzluğu artırır.

Perhiz, şüphe yok ki ilacın aslıdır. Düşüncelerden perhiz et de can kuvvetini gör! (1/234/2909-2911)

Akıllı, o kişidir ki, çekinilen belada dostların ölümünden ibret alır. (1/250/3114)

Kendinize gelin. Allah’ın gayreti, pusudan çıkmayı görsün: baş aşağı yerin dibine gidersiniz. (1/273/3417)

Vehmi, fikri, duyguyu, anlayışları sopa gibi çocuk atı bil!

Gönül ehlinin ilimleri, kendilerini taşır. Ten ehlinin ilimleriyse kendilerine yüktür.

Gönle uran, adamı gönül ehli yapan ilim, insana fayda verir. Yalnız tene tesir eden, insana mal olmayan ilim yükten ibarettir. (1/275/3445-3447)

Hakikati olmayan bir adı hiç gördün mü? Yahut ‘Kâf’ ve ‘Lâm’ harflerinden gül topladın mı?

Mâdem ki, ismi okudun; var müsemmayı da ara. Ayı gökte bil, derede değil!

Addan ve harften geçmek istersen hemencecik kendini tamamıyla kendinden arıt (yok ol!)

Demir gibi demirlikten çık, renksiz bir hale gel. Riyazatta tozsuz, passız bir ayna ol!

Kendini kendi vasıflarından arıt ki, asıl kendi saf, pak zatını göresin.

O vakit kitap, müzakereci ve üstat olmaksızın gönlün-de peygamberlerin ilimlerini görür bulursun. (1/276/3456-3462)

Din ehlini kin ehlinden ayırt et; Hak’la oturanı ara, onunla otur! (1/297/3719)

Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil. Sabret, doğrusunu Allah daha iyi bilir. (1/319/4004)

Aslanlar gibi avını kendin avla. Yabancının yaltaklan-masını da terk et, akrabanın yaltaklanmasını da!

Aşağılık kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o halden bil. Kimsesizlik, adam olmayan kişilerin işvesinden iyidir. (2/21/261-262)

Miski tene sürme, gönle sür. Misk nedir? Ululuk sahibi Allah’ın adı. (2/21/266)

Temiz şeyler temizlere aittir; pis şeyler de pislere.... kendine gel!

Kin yüzünden yol azıtanlara kin tutma. Çünkü onların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar.

Kinin aslı “cehennem”dir. Senin kinin o küllün cüzüdür, dinin de düşmanı. (2/22/272-274)

Kim seni haktan hakikatten soğutursa bil ki, şeytan o adamın içindedir. Derisinin altında gizlenmiştir.

Böyle bir adamın içine girip, böyle bir adamın sûretine bürünüp seni aldatamazsa hayaline girer de seni o hayaller kötülüğe sevk eder.

Seni gâh gezip eğlenme, gâh dükkan açıp alışveriş etme, gâh ilim öğrenme, gâh ev bark kurup çoluk çocuk sahibi olma hayallerine düşürür.

Kendine gel, hemen “Lâ Havle” de. Ama sade dille değil; candan gönülden! (2/49/639-642)

Âdem oğlu da iflası sabit oluncaya kadar bu dünya hapishanesinde kalır.

Rabbimiz de İblis’in müflisliğini Kur’an’la bize bildir-miş, her tarafa yaymıştır.

O; hilekar, müflis ve kötü sözlüdür. Onunla hiçbir sûretle ortak olma, oyuna girişme!

Alış-verişe girişirsen kâr edemezsin, çünkü o müflistir, ondan nasıl olur da bir şey elde edebilirsin? diye anlatmıştır. (2/50/653-656)

Ey çarelere başvuran, ölünün gözü nasıl cana bakarsa sen de gözünü lâmekan alemine çevir, aklını başına al.

Varlık alemi çarelerle doludur da Allah, bir pencere açmadıkça yine çare yok!

Bu cihan, cihetsiz lâmekan aleminden meydana gelmiş, bu cihana lâmekan aleminden bir mekan verilmiştir.

Allah’ı candan-gönülden seviyorsan varlıktan yokluğa dön.

Bu yokluk, gelir yeridir; ondan kaçınma. Bu varlık da çok olsun, az olsun, gider yeridir!

Hak sanatının tezgah evi, mâdem ki yokluktur. O hal-de tezgah evinin dışında ne varsa değersizdir. (2/53/685-690)

Padişahlıktan feragat edeni padişah bil. Onun nuru ayla güneş olmaksızın da parlar durur. (2/112/1469)

Kendini ücret tuzağına teslim et de sonra kendinden, kendiliğin olmaksızın bir şey çal.

Yaralıya, vücudundan temreni çıkarabilmek için afyon verir, uyuturlar.

Ölüm vaktinde de adama elem ve ıstırap verirler. O halde meşgulken canını alıverirler.

Şu halde anlıyorsun ya, gönlünü her hangi bir düşünceye verdin mi, gizlice senden bir şey alacaklardır.

Her ne düşünür, her ne elde edersen hırsız, emin olduğun yerden gelip çatmaktadır.

Binaenaleyh, en iyi işe koyul da, hırsız senden hiç olmazsa en bayağı bir şeyi, en aşağı bir şeyi alıp götürebilsin.

Tacirin yükü suya düşerse ondan daha iyi bir kumaşa el atar.

Senin de, mâdem ki suya bir şeyin düşecek, mahvolacak, en aşağı şeyi terk et de daha iyisini bul! (2/115/1502-1509)

‘Hiss’e ait gözüne toprak serp. His gözü akla da düşmandır, dine de.

Hak Teâlâ, duygu gözüne “kör” dedi, “putperest” dedi, “bizim zıddımız” dedi. Çünkü o, köpüğü gördü de denizi görmedi. Bu demi gördü de yarını görmedi.

Bugünün sahibi de O’dur, yarının sahibi de. Her ana sahip olan, önünde durup durur da o, hazineden bir pul bile görmez.

Bir zerre bile o güneşten haber verir ve güneş: o zerreye kul, köle kesilir.

Birlik denizinin elçisi olan katraya, yedi deniz esir olur. (2/123/1607-1612)

Gönül istemeden ağza gelen latif sözler, külhandaki yeşilliğe benzer, dostlar.

Uzaktan bak, geç. Yavrum, onlar yemeye, kokmaya gelmez.

Vefasızlara gitme. Onlar; iyi dinle, ‘yıkık köprü’ dür.

Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır, ayağı da kırılır.

Asker, nerede bir bozgunluğa uğrarsa, iki-üç karı tabiatlı adamın yüzünden uğrar.

O, erkek gibi silahlanıp savaş safına girer. Diğerleri de “İşte tam dost”, diye ona güvenirler.

Fakat savaş zahmetlerini gördü mü yüz çevirir. Onun kaçışı senin manevi kuvvetini de kırar. (2/218/2840-2846)

(O adam ki) İbadet-i kışırdan ibaret, içi yok. Cevizler çok ama içleri boş!

İbadetlerin netice vermesi için zevk gerek. Tohumun ağaç olması için iç gerek!

İçsiz tohum, fidan olur mu? Cansız sûret de hayalden başka bir şey değil. (2/261/3395-3397)

Ticarette kamil değilsen yalnız başına dükkan açma, yoğrulup kemale gelinceye dek birisinin hükmü altına gir!

“Susun, dinleyin!” emrini işit, sükut et. Mâdem ki Hak dili olamadın, kulak kesil.

Söylersen bile sual tarzında söz söyle. Padişahlar padi-şahıyla edepli konuş!
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir. Şehvetinin yerleşip kuvvetlenmesi de ‘itiyat’ yüzündendir.

Kötü huy, adet edindiğinden dolayı sağlamlaşır, yerleşir, seni ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın.

Toprak yemeye alışırsan, kim seni bundan menetmeye kalkışırsa onu düşman sayarsın.

Puta tapanlar, bu tapmayı huy edindiklerinden men edenlere düşman olmuşlardır. (2/265-266/3455-3462)

Bakır, altın olmadıkça bakırlığını: gönül padişah olmadıkça müflisliğini bilmez.

Bakır gibi sen de iksire hizmet et. Gönül, dildarın cevrini çek.

Dildar kimdir? İyice bil. Dildar, ehl-i dildir. Çünkü ehl-i dil olan, gece ve gündüz gibi cihandan kaçıp durmakta, alemde eğleşmemektedir.

Allah kulunun ayıbını az söyle, padişahı hırsızlıkla az kına. (2/267/3475-3477)

Addan geç, sıfatına bak da sıfatlar, seni zata ulaştırsın.

Halkın ihtilafı addan meydana gelir. Fakat manaya ulaşınca rahatlaşırlar. (2/283/3679-3680)

Her an, canının bir cüzü ölüm halindedir, her an can verme zamanındadır. Can verme anında imanını gör, gözet!

Ömrün, altın kesesine benzer, geceyle gündüz de para sayan adamdır.

Bilmeden, anlamadan sayar-durur, nihayet kese boşa-lır, ay tutulur.

Dağdan alsan da yerine koymasan dağ bile yerinde kalmaz, yok olur, gider.

Şu halde her an yerine karşılık koy ki “Secde et de yaklaş.” âyetinin maksadı neyse bulasın. (3/11/123-127)

Akıllı kişi, sakın şeytanın hilesinden! Yoksulların, muhtaçların seslerini içeriye duy da hilebaz kişinin sesi, kulağını tutup çekmesin!

Yoksullar, tamahkar ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül sahibini onlar içinde ara!

Denizin dibinde inciler, taşlarla karışık halde bulunur. Övülecek şeyler; kusurlar, ayıplar arasında bulunur. (3/69/864-866)

Ey nazik adam, ileri giden son gelenlerden ol. Taze ve turfanda meyve, ağaca nazaran daha ileridedir, derecesi daha üstündür.

Gerçi meyve ağaçtan sonra vücuda gelir, fakat hakikatte evvel odur, çünkü ağaçtan maksat odur. (3/91/ 1128-1129)

Kötüye yorma, vehimlenme; insanı hiçbir hastalığı yokken hasta eder.

Kabul edilmesi farz olan peygamber hadisidir bu : “Hasta değilken kendinizi hasta gösterirseniz gerçekten hastalanırsınız.” (3/128/1579-1580)

Anlatılanı anlamaya, söyleneni dinlemeye liyakatin yoksa, söz söyleyenin söyleme kabiliyeti seni görür, anlar, yatar, uyur!

Arayan, ‘aradığını bulsun’ diye yerde ne biterse ihtiyaç sahibi için biter. (3/262/3207-3208)

Nerede dert varsa deva-şifa oraya gider, nerede yoksulluk varsa nimet oraya varır.

Müşkül neredeyse cevap ordadır, gemi neredeyse su ordadır.

Suyu az ara, susuzluğu elde et de sular yukarıdan da coşsun, aşağıdan da fışkırsın!

Boğazcağızı nazik yavrucak doğmasaydı onu besleyecek süt nasıl olur da memeden akardı? (3/262/3210-3213)

Cevherleri gizli olan can ekinleri içinde kevser suyuyla dolu rahmet bulutları var. Susuz kal, susa da “Onları Rab’leri sular” lûtfu hitabı gelsin. (3/262/3219)

“İbret almayı, uyanmayı Allah’tan dile; kitaptan, sözden, harften, duraktan değil!” (3/267/3271)

Allah, “Kaybettiğiniz şeylere eseflenmeyin, hatta kurt gelse de keçinizi yese bile.” buyurdu.

O bela, daha büyük belaları defetmek, o ziyan daha şiddetli ziyanları menetmek içindir. (3/266/3264-3265)

Ey insan, cisim ve mal ziyanı, cana faydadır, canı vebalden kurtarır.

Sende riyazatla, canla, başla müşteri ol. “Tenini riya-zata verdin mi canını kurtardın.” demektir. (3/277/3396-3397)

Sen istemezsin, sebep olamazsın ama burnun kanar, bir hayli de kan akar derken ateşin geçer, kurtulursun.

Her meyvenin içi, kabuğundan yeğdir, iyidir. Teni de kabuk; sevgiliyi iç bil!

İnsan, pek latif bir içe maliktir. İnsansan bir an olsun onu ara! (3/279/3416-3418)

Ölümü, bir ‘Yusuf’ gören, canını feda eder; kurt olarak görense yolunu sapıtır!

Oğul, herkesin ölümü, kendi rengindendir. Düşmana düşmandır, dosta dost!

Ayna Türk’e nazaran güzel bir renktedir. Zenci’ ye nazaran o da zencidir. (3/280-281/3438-3440)

Ey can, aklını başına devşir. Ölümden korkup kaçarsın ya, doğrucası sen, kendinden korkmaktasın.

Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün: canın bir ağaca benzer.... ölüm yaprağıdır.

İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir; kötüyse de. Hoş, nahoş... gönlüne gelen her şey, senden, senin varlığın-dan gelir. (3/281/3441-3443)

Kızgınlığın, cehennem ateşinin tohumudur. Kendine gel de şu cehennemini söndür, çünkü o bir tuzaktır. (3/284/ 3480)

Düşmanlığa kalkışacaksan düşmanlık edebileceğin birisiyle çarpış (savaş) ki onu esir edebilmek mümkün olsun. (3/295/3625)

Babam, Allah’ın rahmetini şöyle bil: O rahmet vehme bile sığmaz, yalnız eseri görünür! (3/296/3634)

Bir şeyin hem nefyedilmesi caizdir, hem ispat edilmesi. Çünkü zahiri görünüş aykırıdır. Nispet de iki türlü olabilir.

Allah’ın “O taşları attığın zaman yok mu? Onları sen atmadın ki... Allah attı.” demesinde hem nefiy vardır, hem ispat: ve ikisi de yerindedir.

Onları sen attın, çünkü taşlar senin elindeydi, fakat sen atmadın, çünkü o atış gücünü Allah ızhar etti.

İnsanoğlunun kuvvetinin bir haddi-hududu vardır. Bir avuç toz-toprak nasıl olur da bir orduyu bozar, kırıp geçirir?

Avuç senin avucundur ama atış bizden. Bu iki nispetin nefyi de yerindedir, ispatı da. (3/298-299/3658-3662)

Gönül, sana da vefa etmez, seni de terk edip gider. O senden vazgeçmeden sen ondan vazgeçmeye çalış! (3/302/3699)

Alemde bütün anlayışlar, durup dinlenmezler... meydanda koşup gelme zamanıdır; oturup zevkle içkiye dalma zamanı değil ! (3/304/3723)

Gam ye de, gam artıranların, seni derde sokanların ekmeğini yeme çünkü akıllı adam gam yer, çocuksa şeker !

Neşe şekeri, gam bahçesinin meyvesidir. Bu ferah yaradır; o gam, merhem.

Gam gördün mü aşkla kucakla.... Şam’a Rübve tepe-sinden bak !

Akıllı adam, şarabı üzümde görür.... âşık varı yokta bulur. (Hakim-i Gaznevi’den, 3/306/3751-3754)

Oğul, her şüphe yakine susamıştır. Şüphe arttıkça yakine ulaşmak için daha ziyade çırpınır, kol-kanat açar, uçmaya çalışır.

İlim mertebesine ulaştı mı, kanadı ayak kesilir, gayrı uçmaya ihtiyacı kalmaz.

Çünkü bilgisi yakin kokusunu almaya başlamıştır. Bu sınanmış yolda ilim, yakından aşağıdır, şüphe yukarı.

Bil ki, ilim yakini arar. Yakin de apaçık görüşü... Tekâsür Süresi’nde “Kellâ lev ta’lemüne” den sonrasını oku da bunu ara, bul, anla !

Ey bilgi sahibi! Bilgi insanı görüşe götürür. Dünyadakiler yakin sahibi olsalardı cehennemi gözleriyle görürlerdi.

Görüş, şüphe yok ki, yakinden doğar; nitekim hayal de zandan doğmaktadır.

O sürede bu anlatılmıştır, “İlm-e’l Yakin” olur, bak da gör” (3/336-337/4118-4125)
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Allah’ın rahmeti, kahrından ileridir, kahrından fazladır ve ezelidir. Bu yüzden de bir kimseyi belalara uğratması, rahmetindendir.

“Varlık sermayesi elde edilsin” diye rahmeti kahrından ileridir, üstündür.

Etle deri lezzetsiz meydana gelmez fakat onlar meydana gelmedikçe sevgilinin aşkı, onları nasıl eritebilir?

İşte bu takdir neticesi olarak sen de kahırlara uğrarsan eseflenme... bu kahırlar yüzünden elindeki sermayeyi sevgiliye bağışlarsın.

Sonra bunun özrü olarak tekrar lûtfeder, “yıkanıp, arındın, dereden atladın, artık o mihnetler, cefalar geçti” der. (3/340-341/4166-4170)

... Ezeli gaye, senin teslim olmandır. Ey müslüman, teslim olmayı araman, dilemen gerek! (3/341/4177)

Kötü ve hayırsız adam, lengersiz gemidir; ne demir atmıştır, ne bir yere bağlıdır; deli rüzgarlardan kurtulamaz ki.

“Akıllıya huzur ve emniyet veren akıl lengeridir”... akıllılardan bir lenger dilen!

İnsan, o cömertlik denizinin inci hazinesinden akıl, fikir kazanırsa,

Bunların yardımıyla gönlü marifetler elde eder, gönül-lükten çıkar, yücelir... gözleri de nurlanır.

Çünkü nur, gönülden doğar da bu göze vurur. Gönül olmasa gözün hiçbir şey göremez.

Gönül ,akıl nurlarıyla nurlanırsa o nurlardan göze de bir pay verir.

Bil ki gökten inen mübarek su, gönüllere gelen vahiydir, dillere gelen doğru sözlülüktür.

Biz de tay gibi ırmaktan su içelim de bizi kınayan vesveseciye bakmayalım, aldırış etmeyelim.

Peygamberlerin izini izliyorsan yola düş, halkın bütün kınamalarını hava say!

Yol aşan, menzil alan yol eleri ne vakit köpeklerin havlamasına kulak astılar? (3/353/4311-4320)

... bil ki kin, sapıklığın, kafirliğin temelidir! (4/10/111)

Kötülükte bulundun mu kork, emin olma, çünkü yaptığın kötülük bir tohumdur, Allah, onu mutlaka bitirir! (1/14/165)

Dünyadan geçen kişilerde yok olmamışlar, fakat Allah sıfatlarına bürünmüşlerdir.

Onların sıfatları, Hak sıfatlarına karşı, güneşin karşısındaki yıldızlara dönmüştür.

A inatçı! Kur’an’dan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır.”

Haklarında “Huzurumuzdadır.” denenler yok olamaz-lar, iyi dikkat et de ruhların bekasını iyice anlayasın!

Beka’dan mahcup olan ruh azaptadır, Hakk’a vasıl olan ruhsa beka aleminde hicaplardan kurtulmuş bir haldedir.

İşte bu hayvani duygu kandilinden ne murat edilmişse, bu kandilin gerçeği neyse sana söyledim... kendine gel de sakın bu hayvani duyguyla ruh arasında bir birlik tasavvur etme!

Çabuk, ruhunu, yolcuların kutlu ruhlarına ulaştır! (4/36-37/442-448)

Aklın varsa başka bir akılla dost ol, görüş danış!

İki akılla birçok belalardan kurtulur, ayağını göklerin ta yücesine korsun! (4/104/1263-1264)

Şu halde bu alemin direği gafletten ibarettir... devlet nedir? Dev (yani koş) kelimesiyle, let (yani dayak) kelime-sinden meydana gelme bir kelime!

Önce koş... koş da sonunda dayak ye! Bu yıkık yerde devlet sahibine eşekçesine ölümden başka hiçbir şey yok!

Sen bir işe el atar, o işe iyice sarılırsın... o işteki ayıp ve noksan o anda sana örtülüdür.

Allah, senden o işin ayıbını örttüğünden canla başla o işe girişebilirsin.

Hararetle sahip olduğun fikrinde ayıbı senden gizlidir.

Sana o fikirdeki ayıp ve kusur belli olsaydı ondan kaçardın... canın “bu fikirle aramda keşke-mağriple maşrık arası kadar uzaklık olsaydı” der!

Nihayet ondan usanır, pişman olursun ya... bu hal, evvel olsaydı hiç ona koşar mıydın?

Şu halde “ona girişelim, kaza ve kadere uygun olarak o işi görelim”, diye önce ondaki ayıbı, kusuru bizden gizlemiştir. Kaza ve kader hükmünü izhar edince göz açılır; pişmanlık gelir, çatar!

Bu pişmanlık da ayrı bir kaza ve kaderdir... bu pişmanlığı bırak da Allah’a tap!

Pişman olmayı kendine adet edinirsen boyuna pişman olur-durur, nihayet bu pişmanlığa da daha ziyade pişman olursun!

Ömrünün yarısı perişanlıkta geçer, öbür yarısı da pişmanlıkta heder olur gider.

Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de daha iyi bir hal, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara! (4/109-110/1330-1342)

Delinin elinden silahı al da adalet ve sulh, senden razı olsun!

Fakat elinde silahı olur, aklı da bulunmazsa bağla elini... yoksa yüzlerce zarar yapar. (4/117/1434-1435)

Aklı, zekayı sat da hayranlığı satın al ... akıl ve zeka,; zandır, hayranlıksa bakış görüş!

Aklı, Mustafa (a.s.)’nın önünde kurban et... “Hasbiyallah” de, yani “Allah’ım bana yeter”! (4/115/1407-1408)

Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha layık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder!

Bir bucağa git, mektubu aç, oku!. bak bakalım, içindeki sözler, padişahlara layık olan sözler mi?

Layık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz!

Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını apaçık görürdü!

Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir, bu çocuk işi değil!

Hepimiz, fihriste kani olmuş, kalmışız... çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız!

Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır.

Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Allah doğruyu daha iyi bilir!

Mektubun fihristi, dille ikrar etmeye benzer... halbuki sen gönül mektubunun metnini sına!

Bak bakalım, ikrarınla muvafık mı? Buna bak da işin, münafıkların işine dönmesin! (4/128-129/1564-1573)

Gümüş bedenli güzellerin vücudu seni avladıysa ihti-yarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen bedene bak! (4/131/1600)

Zekidir, ince şeyleri bilir... bilir ama değil mi ki kıblesi dünyadır, onu ölü bil sen! (4/135/1656)

Akıl, iki akıldır: Birincisi kazanılan akıldır... sen onu mektepte çocuk nasıl öğrenirse öyle öğrenirsin.

Kitaptan, üstattan, düşünceden, anıştan, manalardan, güzel ve dokunulmadık bilgilerden.

Aklın artar, başkalarından daha fazla akıllı olursun, fakat bu ezberlemekle de ağırlaşır, sıkılırsın!

Geze dolaşa adeta bir ezberleme levhası kesilirsin... Halbuki bunlardan geçen levh-i mahfuz olur!

Öbür akıl, Hak vergisidir... onun kaynağı candadır.

Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne bakar, ne kesilir, ne de sararır!

Kaynağı, yolu bağlı ise ne gam! Çünkü o anbean ev içinden coşup durmaktadır! (4/159/1960-1966)

... Gönlüne kin yüzünden çirkin sûretler gelmesin! (4/160/1980)

... Olmayacak söze, kim söylerse söylesin, inanma! (4/182/2251)

... Geçmiş, gitmiş şeye gam yeme... fırsatı fevt ettin mi acıklanma artık! (4/182/2253)

Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır.

“Aptallık ve bilgisizlik” yama kabul etmez... ey öğütçü, ona hikmet tohumunu pek saçma! (4/183/2264-2265)

Hızır, gemiyi: kötü kişilerin ellerinden kurtarabilmek için, deldi, kırdı.

Mâdem ki kırık gemi kurtuluyor, sen de kırıl! Emniyet yoksulluktandır, yürü yoksul ol! (4/222/2756-2757)

Hakiki olmayan padişahlığı ne el bil, ne yen!

Çalma-çırpma padişahlık; cansız, gönülsüz ve gözsüzdür.

Sana padişahlığı halk verdiyse borç alır gibi yine senden alır!

İğreti padişahlığı Allah’a ver de Allah sana herkesin kabul edeceği bir padişahlık versin! (4/223/2775-2778)

... Her oyunun faydasını, ondan sonrakinde gör! (4/232/2889)

Kulak ver, “Çok ağlayın.” dedi. Ağlayın da yaratıcı Rabbinin ‘ihsan sütü’ aksın.

Dünyanın direği bulutun ağlamasıdır, güneşin yakması. Sen bu iki ipe iyi sarıl. (5/15/165-167)

Akıllardaki bu aykırılık, bil ki mertebe bakımından yerden göğe kadardır.

Akıl vardır, güneş gibi. Akıl vardır, zühre yıldızından da aşağıdır, yıldız akmasında da.

Akıl vardır, bir sarhoş mumu gibi; akıl vardır, bir ateş kıvılcımı gibi.

O güneş gibi aklın önünden bulutlar kalktı mı Hak nurunu gören akıllar faydalanırlar.

Akl-ı cüz-i aklın adını kötüye çıkarmıştır. Dünya muradı insanı muradsız bir hale getirmiştir.

O, bir avdan avcının güzelliğini görmüştür. Bu, avcılığa düşmüş, bu yüzden bir avın derdine uğramıştır.

O, hizmetle hizmet edilme nazına erişmiştir; bu kendisine hizmet edilmeyi dilemiş, yüce yolundan geri dönmüştür.

O, Firavunlukla suya tutsak olmuş, İsrailoğlu, tutsaklık yüzünden yüzlerce Suhrab kuvvetini elde etmiştir.

Bu aykırı bir oyundur, yaman bir ferzin-benttir. Hileye az başvur, devlet ve baht işidir, bu.

Hayal ve hileyi az doku. Çünkü gani Hak hileciye az yol gösterir. Hile edeceksen iyi hizmet etme yolunda hile et de bir ümmet içinde peygamberlik elde edesin.

Hile et de kendi bedeninden ayrıl, hilenden kurtul, tek kal!

Hile et de en aşağı bir kul ol. Aşağılıkla yürü de efendi kesil.

Ey koca kurt, hile ve hizmetle efendilik elde etmeyi umma.

Fakat pervane gibi ateşe atıl, o ateşi kesene doldurup ağzını büzme, her şeyden kurtul!

Gücü, kuvveti bırak, ağlamaya giriş. A yoksul, ağlayı-şa acınır.

Susuz ve aciz kişinin ağlayışı manevidir, doğrudur. Soğuk soğuk ağlayışsa, o azgının yalanından ibarettir.

Yusuf’un kardeşlerinin ağlamaları hileden ibarettir. Çünkü içleri hissetle, illetle doludur. (5/41-42/459-476)
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Duymuşsundur ya, “saltanat kısırdır” derler. Padişahlık davasında olan korkusundan akrabalığı filan hep keser, hepsinden vazgeçer.

Çünkü saltanat kısırdır, onun oğlu yoktur. Ateş gibi kimseyle dostluğu olamaz.

Kimi bulursa yakar, yırtar. Kimseyi bulamazsa kendi kendisini yer.

‘Hiç ol’ da onun dişinden kurtul. O katı yürekliden merhameti az um!

‘Hiç’ oldun mu o katı yürekliden korkma. Her sabah ‘mutlak yokluk’ tan ders al.

Ululuk, ululuk ıssı, Allah’ın elbisesidir. Kim onu giyme-ye kalkışırsa vebale girer.

Taç onundur, kemer bizim. Vay haddini aşana!

Bu tavusluk kanadı, sana bir sınamadır. Buna kapıldın mı Hakk’a ortak olmaya, onun gibi noksan sıfatlardan ari olduğunu davaya kalkışırsın. (5/47/528-535)

Bir çok naz vardır ki, suç olur; kulu, padişahın gözünden düşürür.

Nazlanmak, şekerden tatlıdır ama az çiğne, yüzlerce tehlikesi vardır.

Niyaz yolu emin bir yoldur. Nazı bırak da o yola düş!

Nice nazlananlar vardır ki kol-kanat çırpar ama nihayet o hal, adama vebal olur.

Nazın güzelliği seni bir an yüceltse bile onun gizli korkusu, seni eritir, mahveder.

Bu yalvarışa gelince: Seni zayıflatır. Zayıflatır ama parlak ayın on dördü gibi baş köşeye geçirir.

Ölüden diriyi çekip çıkarınca ölen, doğru yolu bulur.

Diriden ölüyü çıkarınca da diri nefis, ölüm tarafında yönelir, ölüm tarafına dönüp dolaşır.

Öl ki, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan diri Allah, ölüden diri meydana getirsin. Allah, bu ölü bedenden bir diri meydana getirsin.

Kış olursan baharın gelişini, gece kesilirsen gündüzün oluşunu görürsün. (5/48/543-553)

Bedende Nefs-i Mutmainne’nin yüzünü düşünce tırnakları yaralar.

Kötü düşünceyi zehirli tırnak bil. Bu tırnak, derinleştikçe can yüzünü tırmalar.

Müşkül düğümleri açmak ister; fakat bu, adeta altın bir kaba aptes bozmaya benzer.

Ey işin sonuna varan, düğümü çözülmüş say. Bu düğüm, boş keseye vurulmuş kuvvetli ve çözülmez bir düğümdür.

Düğümleri açmakla uğraşa uğraşa kocadın, başka bir kaç düğümü de çözülmüş sayıver!

Asıl boğazımızdaki çözülmez düğüm şudur: Sen kendini bil, bakalım, aşağılık bir adam mısın, yoksa bahtı yaver bir adam mı?

Adamsan bu müşkülü çöz. İnsan nefsine sahipsen nefesini bu yolda sarf et.

Ayan ve arazı bildin tut, ne çıkar? Asıl, kendi haddini bil ki bundan kaçıp kurtulmaya imkan yok.

Kendi haddini bilince de artık bu hadden kaç da ey toprak eleyen, hadsiz aleme ulaş.

Ömrün mahmul ve mevzu derdiyle geçti. Gözün açılmadı, hayatın duyduğun şeylerle geçip gitti.

Neticesiz ve tesirsiz her delil boş çıktı. Sen kendi neticene bak!

Filozof, davasında delilleri çoğaltıp durur. Halbuki kalbi temiz Allah kulu, onun aksine delillere bakmaz bile.

Delilden ve hicaptan kaçar, delalet edilenin peşine düşer, başını yakasının içine çeker.

Filozofa göre duman, ateşe delildir ama bizce dumansız olarak ateşe atılmak daha hoştur.

Hele yakınlıktan, sevgiden meydana gelen şu ateş yok mu? O bize dumandan daha yakındır.

Hasılı cana arız olan hayallere kapılıp dumana koşmak ve bu yüzden candan olmak, pek kötü bir iştir, pek bahtsızlıktır! (5/49-50/557-573)

Kanadını yolma, onun sevgisini gönlünden sök, çıkar. Çünkü savaşmak için düşmanın bulunması şarttır.

Düşman olmadıkça savaş imkanı yoktur. Şehvetin olmazsa ondan kaçınma emrine uyman mümkün değildir.

Meylin olmazsa sabrın manası yok. Düşman yoksa ordu sahibi olmana ne hacet?

Kendine gel de kendini hadım etme, papaz olma. Çünkü çekinmek ve temiz durmak, şehvetin zıddıdır.

Heva ve heves olmadıkça ‘Heva ve hevesten çekinin’ denmesi mümkün değildir. Ölülere gazilik taslanmaz ya!

“Yoksullara verin, onları doyurun” denmiştir, şu halde kazan. Çünkü elinde eskiden kazandığın bir şey olmadıkça harcedemezsin ki.

Gerçi o mutlak olarak “Yoksulları doyurun” demiştir, ama sen “Kazanın da sonra yoksulları doyurun” diye oku!

Yine böyle, o padişah “Sabredin” buyurdu. Bir istek olmalı ki ondan yüz çeviresin.

“Yiyin” emri, şehvet için bir tuzaktır, ondan sonra gelen “israf etmeyin” emriyse temizliktir.

Şehvet olmazsa ondan kaçınmaya imkan olabilir mi?

Sabretme ezasına uğramadıkça karşılığında bir müka-fat ve hayır elde edemezsin.

Ne hoştur, o şart ve ne sevinçli şeydir, o mükafat. O gönüller açan, canlara can katan mükafat! (5/50-51/574-585)

Nice hüner ve sanatlar vardır ki ham kişiyi helak eder. Çünkü o, taneye koşar, bu yüzden de tuzağı görmez.

İhtiyarına sahip olmak, “Sakının” emrine uyan ve kendisine sahip olan adam için iyidir.

Kendini koruyamıyor, kötülüklerden çekinemiyorsan sakın, o aleti uzaklaştırır, ihtiyarı bırak. (5/56/648-650)

Cansız değilsen gönül sahibini ara. Padişaha zıt değilsen gönülle aynı cinsten olmaya bak. (5/75/902)

Zamanede sana üç yoldaş vardır; biri vefakardır, ikisi gaddar.

Biri dostlarındır, öbürü malın mülkün, üçüncüyse iyi işlerdir ve bu vefalıdır.

Mal, seninle beraber gelmez, evden dışarı bile çıkmaz. Dost gelir, gelir ama mezar başına kadar.

Ölüm gününde dost, sana hal diliyle der ki; “Sana buraya kadar yoldaşım, bundan öteye gidemem. Mezarının başında bir zamancağız dururum.”

Fakat yaptığın işler vefakardır; onlara sarıl ki onlar; mezarın içine kadar seninle gelirler. (5/87/1046-1050)

Şu halde kibir elbisesini bedeninden çıkar. Bir şey belleyip öğrenme hususunda aşağılık bir elbiseye bürün.

Bilgi sahibi olmanın yolu sözledir. Sanat öğrenmenin yolu işle.

Yokluk istiyorsan o, konuşup görüşmeyle kaimdir. Bu hususta ne dilin işe yarar, ne elin.

Can, yokluk bilgisini bir candan beller. Bu bilgi, ne defterden bellenir, ne dilden! (5/88/1061-1064)

Ruh bağışlayan güzelden ruhunu esirgeme. O, seni kıratın üstüne bindirir.

Taçlar veren o başı yüce erden başını çekme. O, gönlünün ayağındaki yüzlerce düğümü çözer.

Fakat kime söyleyeyim? Bütün köy içinde nerde bir diri? Âbıhayatın bulunduğu tarafa koşan kim?

Sen, bir horluk, görür görmez aşktan kaçmadasın. Bir addan başka aşktan ne biliyorsun ki?

Aşkın yüzlerce nazı, edası ululuğu var. Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir?

Aşk vefakar olduğu için vefakar olanı satın alır. Vefasız adama bakmaz bile.

İnsan bir ağaca benzer, ahdi de ağacın köküne. Kökün iyileşmesine, sağlamlaşmasına çalışmak gerek.

Bozuk düzen ahit, çürümüş köktür, kökü çürümüş ağaç meyve vermez.

Ağacın dalları, yaprakları yeşil bile olsa kök çürümüş, kokmuşsa faydası yok.

Fakat kökü sağlam da yeşil yaprakları yoksa nihayet günün birinde yüzlerce yaprak, el salar.

İlminle gururlanma da ahdini bütünlemeye bak. Çünkü bilgi kabuğa benzer, ahitse onun içindir. (5/96-97/1160-1170)

Kim benlikten kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.

Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır. Çünkü bütün nakışları aksettirir. (5/218/2665-2666)

Tut ki bütün doğuyu, batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mâdem ki bu saltanat, kalmayacak, sen onu bir şimşek farzet; çaktı, söndü.

Gönül, ebedi olmayan mülkü, bir rüya bil!

Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki?

Bil ki bu alemde de bir emniyet bucağı vardır. Yalnız münafığın sözünü az duy; çünkü o söz, zaten söz değildir. (5/319/3926-3929)

Şu halde bil ki çektiğin zahmet, yaptığın bir suçun sonucudur. Sana inen bu tokat bir şehvetin sebebidir.

İbret almaz, o suçu bilmezsen bile hiç olmazsa derhal ağlamaya, sızlamaya koyul, yarlıganma dile!

Secde et, yüzlerce defa “Ya Rabbi” de, ‘bu gam, yaptı-ğım suçun karşılığıdır, ancak!

Ey Rabbim, sen zulümden, sitemden temizsin. Nasıl olur da suçsuz olarak insana bir ders, bir gam verirsin.

Ben suçu belli beyan bilmiyorum, fakat bu derde sebep de mutlaka bir suçtur.

Sebebi örttüğün gibi o suçu da ört.” (5/324/3988-3993)

Bu zamanda zıddı nefyetmeden başka anlatış çaresi yok. Bu alemde bir an bile yok ki bir tuzak olmasın.

Ey akıllı, fikirli er, sevgiliyi perdesiz görmek istiyorsan ölümü seç, o perdeyi yırt.

Fakat, ölür, mezara gidersin hani, o ölümü değil. Seni değiştiren, nura götüren ölümü seç. (6/62/737-739)

Bu dünya pazarında sermaye altındır; orada da aşk ve ıslak iki göz.

Kim eli boş pazara giderse ömrü geçer, tamamıyla ham ve eli boş olarak geri döner.

Kardeş neredeydin? Hiçbir yerde! Ne pişirdin? Hiçbir şey!

Müşteri ol da elim oynasın, gebe olan madenimden la’l doğsun.

Fakat, müşteri, gevşek ve soğuk bile olsa yine sen onu çağır. Çünkü böyle emredilmiştir

Doğan kuşunu uçur, ruh güvercinini tut. Davet yolunda Nuh’un yolunda yürü.

Allah için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, reddetmesiyle ne işin var senin? (6/70/839-845)

O göç zamanının “Hadi, kalk kalk!” sesi geldi mi bütün dedikodular yok olur, gider,

Sükut alemi gelir, çatar. Bari sen o gelmeden sus. Vay o kişiye ki ölümle ünsiyeti yoktur!

Gönlünü bir iki günceğiz cilala da o aynayı kendine defter edin. (6/105/1285-1287)

... Fikrin donmuşsa, düşünemiyorsan yürü, zikret.

Zikir, fikri titretir, harekete getirir. Zikri bu dönmüş fikre güneş yap.

İşin aslı cezbedir. Fakat kardeş, işten kalıp cezbeyi bekleme.

Çünkü işi bırakmak, nazlanmaya benzer. Canıyla oynayan hiç nazlanabilir mi?

Oğul, ne kabul edilmeyi düşün, ne reddedilmeyi. Sen daima emri, nehyi gör, gözet!

Derken cezbe kuşu, birdenbire çerden çöpten yapılmış yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür.

Gözler perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan dışa bakar, içi görür.

Zerrede ebedi varlık güneşini görür. Katrada bütün denizi. (6/119/1475-1482)

Kardeş, elini duadan ayırma. Kabul edilmiş, edilmemiş, bununla ne işin var senin?

Ekmek bile bu gözyaşına mani olursa elini ekmekten yumak gerek.

Kendine çekidüzen ver, çevikleş, yan yakıl da ekme-ğini gözyaşlarınla pişir! (6/186/2344-2346)

Bu atalar sözü, alemde söylenir durur: Şeytanın canı azapta gerek.

Çünkü bilgisiz kişi, hocadan utanır, kalkar, gidip yeni bir dükkan açar.

Ustana danışmadan açtığın o dükkan, bil ki kokmuş bir dükkandır, akreplerle, yılanlarla doludur a sûretten ibaret adam!

Çabuk yık bu dükkanı da yeşilliğe, gül fidanlarının, içilecek suların bulunduğu yere dön! (6/187/2363-2366)

Belayı def etmenin çaresi, sitem etmek değildir. Buna çare ihsandır, aftır, keremdir.

Peygamber, “Sadaka, belayı def eder.” dedi. Ey yiğit, hastalığı sadakayla tedavi et. (6/204-205/2590-2591)

Düşünceleri, gökyüzünün yıldızları say. Fakat bunlar, başka bir gökyüzünde dönmedeler.

Kutluluk gördün mü şükret, ihsanda bulun. Kötülük gördün mü sadaka ver, yarlıganma dile, çark vur!

Ayın nurlarıyla ruhu parlat. Çünkü tutulma yerine geldi, zararlar gördü can simsiyah oldu.

Onu hayalden, vehimden, zandan kurtarır. Yine kuyudan çıkar, cefa ipinden halâs et.

Bu sûretle de bir gönül, senin güzel gönül alışınla kanatlansın, uçsun, şu balçıktan kurtulsun!(6/220-221/ 2784/2789)

Su kabı, ey akıllı adam, sakanın elindedir. Öyle olmasa kendi kendine nasıl dolar, boşalır?

Sen de her an dolmada, boşalmadasın. Bil ki, onun sanat elindesin.

Gözündeki bağ, kalktı mı sanatın, sanatkârın elinde halden hale girmekte olduğunu anlarsın.

Gözün varsa kendi gözünle bir bak. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir ahmağın gözüyle bakma.

Kulağın varsa kendi kulağınla dinle, duy. Neden sersemlerin kulağına kapılıyorsun?

Taklide uymaksızın bakmayı âdet edin, kendi aklını koru, onu düşün sen.(6/264/3339-3344)

Lezzet, dışardan gelmez, içten gelir, bunu böyle bil. Köşkleri, kaleleri aramayı ahmaklık say.

Birisi mescid bucağında sarhoş ve neşelidir. Öbürü, bağda bahçede suratını asar, muradına erişmez, bir zevk bulamaz.

Köşk bir şey değildir. Bedenini yık. Define, yıkık yerdedir, a benim beyim!

Görmüyor musun bunu? Şarap meclisinde sarhoş yıkılınca zevk alıyor.

Ev, sûretlerle dolu amma yık onu. Yık da defineyi bul, sonra yine yap.

Tasvir ve hayal nakışlarıyla dolu bir ev şu resimlerde vuslat definesinin üstüne çekilmiş perdeye benzer. Şu gönülde sûretler coşup duruyor ya. Onların hepsi, definenin ışığı, altınların parlayışı. Su arı-durudur, fakat üstünü köpük kaplamış. Köpük, suya bir şey vurmasına mani oluyor. Değerli can da latiftir, coşkundur. Fakat insanın bedeni onun üstüne çekilmiş bir perdedir. Halkın dilinde söylenen atalar sözünü duysana: Bize bizden gelir, her ne gelirse! Bu köpeğe tapan susuzlar da köpük yüzünden arı-duru sudan uzaklaşmışlardır. (6/271/3420-3430) Ne temiz mimar ki, gayb âleminde sözle, afsunla kaleler yapar. Sözü, sır köşkünün kapısının sesi bil. Bu ses, kapının açılmasından mı geliyor, kapanmasından mı? Buna dikkat et. Kapı sesi duyulur, kapı görünmez. Bu sesi görürsünüz, kapıyı görmezsiniz. Hikmet çengi, hoş bir ses verdi mi dikkat et. Bakalım, cennet kapılarından hangisi açıldı?

Hazreti Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.)
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
şah-i Nakşibend (k.s)

şah-i Nakşibend (k.s)

Nur-ı Muhammedi

Şah-ı Nakşibend (k.s) sonu olmayan arifler okyanusuydu.Manevi alemlerin köpük köpük coştuğu engin deryasıydı.Denizler,ırmaklar,nehirler,çağlayanların feyizler yağdıran bahr-i ummanıydı.

Onunla yeryüzündeki karalar rahmete ulaştı.Maneviyat aleminin güzelliklerine kavuştu.Kararmış gönüller,gece karanlığına onun parlayan yıldızıyla ulaştı.Onun başına taç edilen veliliğin yüceliğiyle buluştu.

O;alemlerin sultanı Muhammed Mustafa Efendimiz'in (sav) gülüydü,kokusuydu,nefesiydi,aşığıydı,göz bebeğiydi,torunuydu,biriciğiydi.
Nurlu soyu,H.z Hüseyin aracılığıyla H.z Ali'ye ve H.z Fatıma validemize (r.anhüm), oradan da Muhammed Mustafa Efendimiz'e (sav) uzanıyordu.O, doğumuyla insanların başına konan bir inci gibiydi.Neydi o günler!...

Allah'ın rahmet deryasının coştuğu gönüller!...

Şah-ı Nakşibend (ks) Muharrem 717'de (Mart 1317) 'de Kasrıarifan'da doğdu.Burası Buhara'ya yaklaşık olarak 6 km. uzaklıkta bir köydü.Kasriarifan, "Veliler sarayı" anlamına geliyordu.


SEMMASİ DERGAHI'NDAN TÜM DÜNYAYA


Şah-ı Nakşibend (k.s) ariflerin,velilerin imamıydı.Resullerin bulunduğu yolun dostuydu.Daha doğarken üzerinde veli olduğunun işaretleri vardı.


Hace Muhammed Semmasi Hazretleri, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin doğumundan önce sık sık Kasrıarifan'a gelir ve halka sohbet ederdi.Bu köye yaptığı ziyaretler sonucunda ariflerin,velilerin şanına yaraşır (arifane) sohbet meclisleri oluştu.Bu yüzden Şah-ı Nakşıbend hazretlerinin doğduğu köy ,onun doğumundan önce Kasrıarifan diye tanındı.

İşte bu ziyaretlerin yapıldığı günlerden biriydi.Şah-ı Nakşibend hazretlerinin babası o günleri şöyle anlattı:.....

ALTIN SİLSİLE_ Necmeddin B. Muhammed Nakşibendi

'Oğlum Bahaeddin'in doğumundan üç gün sonraydı.Hace Baba Semmasi Hazretleri ,aralarında Seyyid Emir Külal Hazretlerinin de bulunduğu bir gurup dervişiyle Kasrıarifan'a teşrif etti.Ona sonsuz bir sevgi ve muhabbet duyuyordum.Köyümüzde onun sevenleri çoktu.Aklıma, yeni dünyaya gelen çocuğumu alıp Hace Baba Semmasi Hazretlerinin yanına gitmek geldi.Büyük bir hürmetle onun yanına gittim.Hace Baba Semmasi Hazretleri, ' Bu da benim evladım...Onu manevi evlatlığa kabul ettim.Kaç zamandır buralara geldiğimde size, bu köyden güzel bir koku aldığımı söylüyordum.Yeni doğan bu çocuğun gelişiyle , o güzel koku daha da arttı.
Bu çocuğun,insanları irşad edecek bir rehber olmasını Allah'tan ümit ediyorum' dedi.'

Şah-ı Nakşibend hazretleri de ilk günlerini şöyle anlattı:


''Henüz on sekiz yaşlarındaydım.Babam beni evlendirmeyi arzu ediyordu.Bu sebeble konuyu, Hace Muhammed Baba Semmasi hazretlerine sormak için yanına gönderdi.Böylece ,Hace Muhammed Semmasi hazretleriyle buluşma şerefine nail oldum.

Akşam namazı vaktine kadar onun sohbetinde bulundum.Sohbetinin bereketiyle, kendimi tam bir huzur ve sükunet içinde hissediyordum.Gecenin ilerleyen vakitleriydi.Kalktım abdest aldım.Mescide gittim.Burası Hace Semmasi hazretlerinin sohbet ettiği yerdi.İki rek'at namaz kıldım.Secdeye kapandım ve,


''Ey Rabbim,bana belaya tahammül etme kuvveti ver!Bana muhabbet mihnetine katlanmayı ihsan eyle!' diye rabbime çok yalvardım.


Ertesi gün sabah namazından hemen sonraydı.Hace Semmasi hazretleri bana şöyle dedi:

''Evladım !Dua ederken, ''Ey rabbim !Senin rızana uygun olanı bu zayıf kuluna bahşeyle diye ilave etmelisin.Çünkü Allah Teala'nın kulu için razı olduğu şey , o kula asla bela olmaz.Allah Teala , sevdiği bir kuluna bela gönderse bile o sevgili kuluna, bu belaya tahammül etme güç ve kudreti ihsan eder.Ancak kul,kendi iradesiyle bela isterse bu doğru olmaz.Mürid böyle bir istekte bulunarak ,edep kurallarının dışına çıkmamalıdır.

Bir gün içimde karşı konulmaz derecede Seyyid Emir Külal hazretlerini görme arzusu oldu.Dayanamadım,dergaha gittim.Seyyid Emir Külal hazretleri dervişleriyle birlikte oturuyordu.Mübarek bakışlarıyla beni süzdü.Oradakilere, beni hemen dergahtan uzaklaştırmalarını emretti.

O anda nefsim neredeyse baş kaldırıp isyan edecek gibi oldu.

Nefsim, dizginleri neredeyse ele almak üzereydi ki, tam o sırada Allah Teala'nın yardımı bana yar oldu.Kendi kendime şöyle düşündüm:



''Şu an mürşidim, benim bu kapıda ne kadar sadık olduğumu ölçmek istiyor.Bu, nefsimin terbiye edilmesi için gerekiyor.O kovsa da ben, onun dergahından ayrılamam.Çünkü baş koymam gereken kapı burası.''


Bu niyetle Seyyid Emir Külal hazretlerinin kapısının eşiğine yattım ve,



''Bana her ne olursa olsun yine de kendimi bu eşikten kaldrmayacağım'' dedim.



Ama hava son derece soğuktu ve yavaş yavaş kar serpiştiriyordu.

Sabah namazı vakti de iyice yaklaşmıştı.Seyyid Emir Külal hazretleri ise evinden çıkmak üzereydi.Eşikten geçtiğini hatırlıyorum.O an ayağını başıma bastı ve,


''Kim o ?' diye seslendi.


Dergahta bulunan birkaç derviş de oraya gelmişti.Üzerime yağan karları temizlediler.Beni çıkarttılar.Seyyid Emir Külal hazretleri bana şöyle dedi:


''Evladım ! Bu saadet libası, artık sana layıktır.''


Daha sonra mübarek elleriyle ayağımdaki dikenleri çıkardı.Yaralarımı temizledi.Bana muhabbet nazarlarını yöneltti.

Yine bir defasında Seyyid Emir Külal hazretleri Nesef"te idi.
Ben ise Buhara"da...Mürşidimi ğörmeyi çok istiyordum.Ona kavuşma
arzusuyla Buhara"dan Nesef"e doğru yola çıktım. Seyyid Emir Külal
hazretlerinin dergahına vardım.Seyyid Emir Külal hazretleri beni görünce
şöyle dedi:


"Evladım!Tam zamanında geldin.Biz de fırını hazırlamış odun toplayacak
birini arıyorduk."


Onun bu isteğine çok sevindim.Hemen odun toplamaya gittim.
Bir müddet sonra sırtıma odunları ve dikenli çalı çırpıları yüklemiş
olarak geri döndüm.Beni bu halde görünce Seyyid Emir Külal H.z"leri
şu şiiri okudu.


Yüceliklerinin güzel yüzü
Neşe ve mutlulukla gülüyor.
Sırtımdaki dikenlerin
Acısında bile odunlar
İpek yumuşaklığında geliyor.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Behlül-i Dânâ Hazretleri

Behlül-i Dânâ Hazretleri

BEHLÜL-İ DÂNÂ HAZRETLERİ

VE MENKIBELERİ


Meczûb. Hak âşığı. Çok tanınmış evliyâdan biri. Asıl ismi Vüheyb bin Ömer Sayrâfî'dir. Behlûl-i Dânâ adıyla şöhret buldu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Kûfeli olduğu hâlde ömrünün çoğunu Bağdât'ta geçirdi. Hârûn Reşîd'in kardeşi olduğuna dâir rivâyetler varsa da aslı yoktur. Hârûn Reşîd'e nasîhat verirdi. Herkese ders olacak hikmetli sözleri çok meşhûrdur. 805 (H.190) senesi Bağdât'ta vefât etti. Dicle kenarında Şunûziyye kabristanlığına defnedildi.



Behlül-i Dânâ, zamânın büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Eymen bin Nâbil, Amr bin Dînâr ve Âsım bin Ebi'n-Necîd'den hadîs-i şerîf öğrendi. İbretli mânâlı sözler söyledi. Menkıbeleri dilden dile aktarıldı.

Behlül-i Dânâ, duâsı makbul bir zâttı. Aşağıdaki şiir onundur:

Hırsı bırak da, yorulma;

Geçimde tamaha kapılma...

Niçin malı cem edersin;

Kime topladın bilemezsin!

Rızık vaktiyle ayrıldı;

Sû-i zan faydasız kaldı...

Her hırs sâhibi fakirdir;

Her kanaatkârsa zengin

Behlül-i Dânâ bir gün Bağdât sokaklarından birinde giderken, oynayan çocuklar gördü. Çocuklardan biri ise bir köşeye çekilmiş onlara bakıyor ve ağlıyordu. Behlül-i Dânâ o çocuğun yanına gitti ve; "Ey çocuk niçin ağlıyorsun? Gel sana bir şeyler alayım da sen de arkadaşlarınla oyna." dedi ve çocuğun başını okşadı. Çocuk bakışlarını Behlül'e çevirdi ve; "Ey aklı az adam! Biz oyun için yaratılmadık." dedi. Behlül bu söze şaştı ve çocuğa; "Ey oğlum! Peki niçin yaratıldık." diye sordu. Çocuk; "Allahü teâlâyı bilmek ve O'na ibâdet etmek için." dedi. Behlül hazretleri; "Peki bunun öyle olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Çocuk, Mü'minûn sûresinin 115. âyet-i kerîmesini okuyuverdi. Meâlen; "Sizi ancak boşuna yarattığımı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz ?" Hazret-i Behlül tekrar; "Ey çocuk. Sen hakîmâne konuştun. Bana biraz daha nasîhat et." dedi ve ağlamaya başladı. Kendinden geçmişti. Kendine geldiğinde çocuğa; "Ey oğlum! Senin günâhın yok. Sen bir çocuksun. Nasıl oluyor da böyle düşünebiliyorsun?" diye sordu. Çocuk da; "Ey Behlül! Babamı ateş yakarken gördüm. İri odunları küçük çırpılarla tutuşturuyordu. Ben de Cehennem'in yanan küçük odunlarından olacağımdan korkuyorum." dedi. Bu sözler üzerine Behlül-i Dânâ hazretleri tekrar ağladı. Kendinden geçti. Kendine geldiğinde çocuğu yanında göremedi. Oradakilere bu çocuğun kim olduğunu sordu. Onlar; "Tanımadın mı?" dediler. Behlül; "Hayır." deyince, onlar; "Bu, hazret-i Hüseyin evlâdından seyyid bir çocuktur." dediler. Behlül de; "Ancak böyle bir ağacın meyvesi bu kadar olgun olabilirdi." deyip oradan ayrıldı.

Bir gün Behlül-i Dânâ'ya; "Basra'daki Hak âşıklarını sayar mısın?" dediler. O; "Bunlar sayıya sığmaz. İsterseniz öyle olmayanları söyleyeyim. Zîrâ bunlar birkaç tânedir." diye cevap verdi. Soranlar özür dileyip oradan ayrıldılar

Bir gün Behlül'ü kabristanda gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş toprakla oynuyordu. Kendisine; "Ey Behlül ne yapıyorsun?" diye sordular. Onlara gâyet sâkin olarak; "Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan insanlarla oturup sohbet ediyorum. Bunlar sağ olanlardan daha emin." diye cevap verdi.

Bir gün devrin halîfesi Hârûn Reşîd ile karşılaştı. Halîfe; "Seni gördüğüme çok sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi. Hazret-i Behlül güldü ve; "Benim böyle bir arzum yoktu." cevâbını verdi. Buna rağmen Hârûn Reşîd kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasîhatı istiyorsun? Şu sarayına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?" dedi. Adâleti ile meşhûr olan Hârûn Reşîd onun nasîhatlarından çok istifâde ettiğini bildirdi.

ÖLÜM BİR NASÎHATTİR

Hârun Reşid devrinde, yaşayan velî bir zât,
Aslen Kûfeliyse de, Bağdat'ta sürdü hayat.

Hârûn Reşîd bu zâtı, kıymetli tutuyordu,
Nasîhatları ile, ferahlık duyuyordu.

Bir gün onu görünce, dedi ki: "Beni dinle,
Görüşmek istiyordum, çok zamandır seninle."

O, oralı olmayıp, etmedi hiç iltifât,
Dedi: "Öyle bir arzu, olmadı bende fakat."

Kızmadı Hârûn Reşîd, cevâbına Behlül'ün,
Dedi: "Biraz nasîhat, etsene bana bu gün."

Buyurdu: "Ey hükümdâr, ne diyeyim ben sana,
Bir şu sarayına bak, bir de şu kabristana.

Bundan ibret almayan, başka neden alır ki,
Ölümden daha büyük, nasihatçı var mı ki?

Ey emîrel müminin, nolacak senin hâlin?
Huzûr-u ilâhîye, çıkarsın sen de yârın.

İşlediğin her işten, soracaklar sana hep,
Onlara verilecek, cevâbın var mı acep?

O gün çıkar meydana, çok perişan olduğun,
Başka ne nasîhati, istiyorsun ey Hârun?"

Bir zaman Bağdât'ta fiyatlar çok yükselmişti. Hayat pahalılığı çekilmez bir hâl aldı. Muhammed bin İsmâil bin Ebî Fudayl gelerek; "Ey Behlül! Müslümanların ve bütün insanların hattâ hayvanların rahatlaması için Allahü teâlâya duâ etmez misin?" dedi. O şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben bu işe karışmam. Eğer bir buğday tânesi bir dinar olsa, bize emrettiği gibi Allahü teâlâya ibâdet etsek, O bize vâdettiği gibi rızkımızı verir." Sonra ellerini birbirine vurarak; "Ey dünyâyı ve süslerini toplayan, gözleri uykudan lezzet almayan kimse, nefsinle uğraşıp âhirete bir tedârik yapmadın, kıyâmet gününde Allahü teâlâya ne cevap vereceksin?" dedi.

Abdullah bin Mihran anlatıyor: Hârûn Reşîd hacca gitti. Dönüşünde bir müddet Kûfe'de istirahat etti. Sonra yola çıkacağı zaman herkes kendisini yolcu etmek için sokağa döküldü. Behlül de çıkmıştı. Çocuklar onunla oynayıp eğleniyorlardı. Tam o sırada Hârûn'un develer üzerinde muhteşem kâfilesi gözüktü. Çocuklar da Behlül'ü bırakıp onun seyrine koyuldular. Tam Hârûn'un geldiği sırada Behlül yüksek sesle:

"Ey Hârûn!" diye seslendi. Hârûn, perdeyi kaldırarak: "Buyur Behlül, ne istiyorsun?" dedi. Behlül:

"Ey Müminlerin Emîri! Eymen bin Nâil, Kudame bin Abdülâmir'den bize şöyle haber verdi ve dedi ki: "Ben Resûl-i ekremi Arafat'tan dönüşte görmüştüm. Kızıl bir deveye binmişti. Yanında kimse dövülmediği gibi, kimse de kovulmazdı. "Yol verin, yol verin!" diyen münâdileri de yoktu. Sen de bu usûle riâyet eyle. Bilmiş ol ki; tevâzu ile yolculuk etmen, kibir ile seyâhatinden hayırlıdır."

Behlül Dânâ yine; "Bağdât ve etrafını nûrlandırıp aydınlatacak hediyeler götürüyor musun?" dedi. Halîfe; "Bu hediyeler nasıl olur?" deyince, Behlül hazretleri; "İnsanlara Allahü teâlânın sevgisini, O'ndan korkmayı, onlara örnek olacak şekilde hâl ve hareketler, onlar hakkında temiz ve güzel düşüncelere sâhib olmak en güzel hediyedir." dedi. Bunu dinleyen Hârûn Reşîd ağlayarak; Ey Behlül, biraz daha anlat!" dedi. Behlül:

"Memleketinin bir köşesinde bir mazlum zulme uğrasa, sen memleketin diğer köşesinde bile olsan, Allahü teâlâ bunun hesâbını senden soracak. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki iyiler Naîm Cenneti'ndedir. Kötüler ise Cehennem'dedir." buyurdu (İnfitar sûresi: 13-14). Âhirette, Cennet veya Cehennem dışında gidilecek üçüncü bir yer yoktur. O hâlde hazırlığını buna göre yap." dedi. Halîfe; "Amellerimiz hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Behlül hazretleri; "Allahü teâlâdan korkarak ve emrettiğine uygun olarak yapılan amel makbuldür." buyurdu. Halîfe; "Peygamber efendimizle, akrabâlık olarak yakınlığımız hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Behlül; "Peygamber efendimize akrabâlıktan ziyâde, bildirdiği hükümlere bağlılıkta yakın olmak daha mühimdir." dedi. Halîfe; "Peygamber efendimizin şefâatine kavuşabilecek miyiz?" deyince de, Behlül; "Onu Allahü teâlâ bilir." buyurdu. Halîfe; Nasıl yaşayalım?" diye sordu. Behlül; "Allah'tan kork. Her hâlinde Muhammed aleyhisselâmın sünnetine tâbi ol. Bu durumda en kârlı yolu seçmiş olursun." dedi. Halîfe; "Çok güzel söylüyorsun, şu hediyemi kabûl et." dedi. Behlül hazretleri de; "Onu kimden aldınsa ona ver. Dünyâdaki sâhipleri yakana yapışmadan önce, verenin yoluna harca. Bunu burada yap. Âhirete kalırsa onlara bir şey bulup veremezsin, râzı edemezsin." diye cevap verdi. Parayı almayınca, Hârûn Reşîd; "Para borcun varsa onu ödeyelim." dedi. Behlül:

"Kûfe'de birçok ilim sâhipleri vardır. Borç ile borcun ödenmeyeceğinde ittifak etmişlerdir." dedi. Hârûn Reşîd:

"Bâri ihtiyâcını temin edelim." deyince, Behlül hazretleri; "Allahü teâlâ senin Rabbin olduğu gibi, benim de Rabbim'dir. Seni hatırlayıp beni unutması muhâldir." buyurdu. Hârûn Reşîd, bu sözleri işitince ağladı.

Bir gün halka doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd'e gidip; "Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır." gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın isteğini bildirdi. Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk etti. Birkaç koyun alıp kesti, bacaklarından mahallenin köşe başlarına astı. Bunu gören halk gülerek; "Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zâten." diyorlardı. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokuyor, bundan da bütün mahalle zarar görüyordu. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip, durumu anlattılar. Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda: "Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim." diye cevap verdi.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN

Behlül Dânâ şehirde, dolaşıp ara sıra,
Nasîhat ediyordu, bir kısım insanlara.

Ve eğer görür ise, bâzı yanlış işleri,
Derhal îkâz ederdi, gidip o kişileri.

Bu durumdan rahatsız olan bâzı kişi de,
Şikâyet eylediler, onu Hârûn Reşîd'e.

Dediler ki: "Behlül'e, söyleyin de ey sultan,
Yaptığımız işlere, karışmasın her zaman.

Bizim günahımızla, ne derdi var ki onun,
Hem kendi bacağından, asılmaz mı her koyun?"

Çağırdı Hârûn Reşîd, Behlül'ü sarayına,
Halkın şikâyetini, söyledi aynen ona.

O, terk etti sarayı, hiç bir cevap vermeden,
Ve bir kaç koyun alıp, onları kesti hemen.

Her sokağın başına, o kesik koyunları,
Kendi bacaklarından, asıverdi onları.

İnsanlar bunu görüp, dediler: "Ne olacak,
Delinin yapacağı, nihâyet budur ancak."

Lâkin günler geçtikçe, o etler kokuyordu,
Bundan bütün mahalle, rahatsız oluyordu.

Artık durulmaz oldu, bu kokudan nihâyet,
Halk gidip halîfeye, eylediler şikâyet.

Dediler: "Ey halîfe, Behlül'e söyleyiniz,
Astığı koyunlardan, bîzar olduk hepimiz."

Hârûn Reşîd, Behlül'ü çağırıp sordu hemen,
O ise şöyle dedi, halîfeye cevâben:

"Kendi bacaklarından, astım ben her koyunu,
Ne için şikâyete, geldiler size bunu?

Demek ki bu şekilde, asılsa da her koyun,
Kokunca, her insana, zararı varmış onun.

Anlatmak istedim ki, onlara ben bu halle,
"Bir kötünün şerrini, çeker bütün mahalle."


Hasan bin Sehl anlatır: Bir gün çocuklar, hazret-i Behlül'e taş atmağa başladılar. Taşın birisi vücûdunu kanatınca, "Ey çocuklar! Ben, Allahü teâlâya tevekkül ettim. O elbette bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmak insana rahatlık verir. İnsanlara ezâ ve cefâ yapanlar hiç merhametli olur mu?" dedi. Ben dayanamadım. "Ey Behlül, çocuklar sana taşla vuruyorlar, sen onlara merhamet ediyorsun. Bu nasıl iştir?" dedim. O da, "Sus!.. Allahü teâlâ, benim üzüntü ve acımı, onların da sevincinin çokluğunu elbet biliyor. Bâzımızı, bâzımıza bağışlaması umulur." buyurdu.


Adamın birisi namaz kılmaz, diğer ibâdetleri yapmaz ama her gece yatarken; "Yâ Rabbî! Bana Cennet'ini ver!" diye duâ ederdi. Bir gece aynı şekilde yattı. Geç vakitte, damdan bir tıkırtı geldiğini hissederek uyandı. Hemen çıkıp; "Kimsin, orada ne arıyorsun?" dedi. Damda bulunan Behlül Dânâ idi ve; "Devem kayboldu da onu arıyorum." dedi. Ev sâhibi, "Kaybolan deve damda olması mümkün mü? Bu akılsızlık değil midir?" deyince, Behlül-i Dânâ; "Senin, hiç ibâdet etmemen ve sonra da Allahü teâlâdan Cennet'i istemen daha akılsızlık değil midir?" buyurdu. Ev sâhibi O zaman, Behlül-i Dânâ'nın kendisine nasihat vermek için böyle yaptığını anladı. Hatâsını anlayıp, tövbe etti ve ibâdetlerini aksatmadan yapmaya başladı.


Bir gün Behlül-i Dânâ'nın evine hırsız girmiş, evde ne bulduysa götürmüştü. Doğruca kalkıp kabristânlığa gitti ve kapısına oturdu. Bunun farkına varanlar başına toplanıp; "Niçin hırsızın peşinden gitmedin de buraya geldin?" dediler. Onlara; "Yolunu şaşırmış o adamcağızı burada bekliyorum." diye cevap verdi. Bu söze oradakiler kahkaha ile güldüler ve; "Hay Allah iyiliğini versin, o adamın burada işi ne?" dediler. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Siz hiç merak etmeyin o mutlakâ bu kapıya gelecek. Ecel onu buraya getirecektir." buyurdu. Bu sözler üzerine herkes derin düşüncelere daldı


Behlül bir gün Hârûn Reşîd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu gören askerler onu kamçı ile dövmeye başladılar. Askerler vurdukça o; "Vah Hârûn Reşîd. Vah Hârûn Reşîd!" diyordu. O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı. Askerleri uzaklaştırdıktan sonra; "Ey Behlül! Bu ne hâl?" diye sordu. Behlül; "Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşündüm." Hârûn Reşîd; "Peki ne yapmam lâzım?" dedi. Behlül; "Mâdem ki bu yükün altına girdin. Zulme meyletme. Adâlet üzere ol. Böylece tahtında otur." buyurdu


Behlül Dânâ hazretlerinin halîfe Hârûn Reşîd'e bir nasîhati de şöyle oldu. Bir gün halîfeye; "Ey Hârûn Reşîd! Yer içinde, yer üzerinde ve göklerde çok olan nedir?" diye sordu. Hârûn Reşîd; "Bunu bilmeyecek ne var? Yer içinde ölüler, yer üzerinde hayvanlar ve bitkiler, gökte ise meleklerdir." dedi. Behlül; "Değil." buyurdu. Halîfe; "Nedir?" deyince, Behlül-i Dânâ; "Ey Halîfe! Yer içinde çok olan ölülerin pişmanlıkları, yer üzerinde insanların hırs ve tamahı, gökte ise âdil hükümdarların sevaplarıdır." buyurdu. Bu sözler üzerine Hârûn Reşîd ağlamaya başladı.

Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül ile görüşmek, hikmetli sözlerini duymak istedi. Bu şekilde adamlarını gönderip Behlül'ü getirmelerini söyledi. Gidenler Behlül'ü boş bir mezar içinde uyur buldular. Uyandırdıklarında; "Siz ne yaptınız. Beni pâdişâhlık makâmından indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım." dedi. Görevliler gidip bu sözleri halîfeye bildirdiler. Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi, huzûruna geldiğinde; "Ey Behlül! Bu ne iş. Sen hangi pâdişâhlıktan indirildin?" dedi. O, bu soru üzerine; "Ey Halîfe! Rüyâmda kendimi hükümdâr olmuş gördüm. Tahtımda oturuyordum. Hizmetçilerim vardı. Saltanat ve ihtişam içinde idim. Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve tahtımdan oldum." Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve; "Ey Behlül! Rüyâdaki pâdişâhlığa îtibâr olur mu?" dedi. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Ey müminlerin emîri! Benim hükümdarlığım ile seninki arasında ne fark var. Ben gözlerimi açınca hayat buldum. Sen gözlerini kapayacak olsan ebediyyen emirlikten düşecek saltanatından olacaksın ve nedâmet, pişmanlık günün başlayacak. O halde hangimizin hükümdârlığına îtibâr yoktur siz söyleyin." dedi. Bunun üzerine Hârûn Reşîd söyleyecek söz bulamadı


Behlül-i Danâ hazretleri bir gün Bağdât sokaklarından birinde giderken, iki kişinin kıyasıya kavga ettiklerini gördü. Biri diğerine ağza alınmayacak şeyler söylüyordu. Behlül-i Dânâ onun yanına yaklaşıp; "Sen bize gel ne söylersen söyle lâkin bizden bir tek kelime karşılık alamazsın." dedi. Öfkeden deliye dönmüş adam birden durdu ve; "Ey Behlül; Beni o mağlûb edemedi. Lâkin sen mağlûb ettin." dedi. Böylece kavgacılar dövüşü bırakarak hatâlarını anladılar.


Bir gün halîfe Hârûn Reşîd Behlül-i Dânâ'ya kıymetli bir hırka hediye etmek istedi: "Ey Behlül! Şu paha biçilmez hırkayı giy. Benim sana hediyemdir." dedi. Behlül-i Dânâ hazretleri geri çekilip; "Ben ancak pamuklu hırka giyebilirim. Pederimin bana nasîhat ve vasiyeti şu idi: "Oğlum! Toprak üstünde yat. Lâkin bir döşek kazanmak için kimsenin önünde eğilip, el etek öpme, pamuk hırka ile de yetin

Birisi Behlül-i Dânâ'ya gidip; "Ey Behlül! Oğlum vefât etti. Kabir taşına ne yazayım." dedi. Behlül hazretleri buna gülüp; "Dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi. Ey yolcu, bil ki şu toprak, günahlardan başka her şeyi örtmektedir, yaz." dedi


Behlül Dana bir bayram günü Harun Reşit’in güzel elbiselerle halkının bayramını tebrik ettiğini görünce şöyle diyor:



“Leyse’l-idu limen lebise’l- cedidu/ Beli’l-idu limen emine’l –veidu”



Bayram güzel ve yeni elbiseler giymek değildir. Gerçek bayram Cehenem’den emin olmaktır.

Behlül-i Dânâ hazretleri şu beytleri sık sık okurdu:

"Bayram, yeni elbiseler giyenler için değildir.

Ancak ilâhî azâptan emin olanlar içindir.

Bayram bineklere binenler için de değildir.

Ancak hatâ ve isyânı bırakanlar içindir."


Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet ederken; "Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış." dedi.


Bunun üzerine hazret-i Behlül; "Müsâde ederseniz bir danışayım." dedi. Halîfe; "Kime danışacaksın, kimsen yok ki?" diye cevap verdi. Behlül de; "Ben danışacağım yeri biliyorum." dedi ve oradan ayrıldı. Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince, halîfe Hârûn Reşîd ona; "Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı." dedi.

Behlül; "Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil." dedi. Halîfe heybetle; "Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın, haberim oldu." dedi. Behlül de; "Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve;

Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma." dediler. Bu sözlerdeki ince mânâları anlayan Hârûn Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere daldı.


Harun Reşit’in annesi Behlül Dana hazretlerine gelerek Harun’a biraz nasihat et de adaletten ayrılmasın. Yoksa ahirette işi çok zor olacak diyor:



Behlül Dana hazretleri bir Harun Reşit’e, “Uygun görürseniz biraz dolaşalım diyor ve Onu mezarlığa götürüyor. Tek tek mezarları göstererek “Bak şu filanca idi, şu kadar malı vardı, şu kadar yıl yaşadı ve öldü. Şurada yatan da filanca idi, zamanının hükümdarı idi, şu kadar askeri, şu kadar da hazinesinde malı vardı. Şurada yatan kadın da zamanının en güzeli idi. Herkes ona sahip olmak için can atıyordu. Sonunda biri ile evlendi,şu kadar çocuğu oldu ve şu kadar yıl yaşadı. Bu ve benzeri yer gösterme ve değerlendirmenin ardından eve dönüyorlar. Harun Reşit’in annesi, bu günlerde hiç Behlül’le sohbet ettin mi, sana neler anlattı? diye soruyor. H.Reşit’in annesi tekrar Behlül Dana hazretlerine gelerek, “Oğluma ne zaman nasihat edeceksin?” diye soruyor. O da ben Ona nasihat ettim. Birlikte mezarlığa gittik. Ona bazı geçmiş kimseleri hatırlattım. “Ölüm en büyük nasihattir. Eğer bunu anlamadıysa diğer söyleyeceklerimin de bir faydası olmaz” diyor.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül Dana hazretleri daima Harun Rediş'in yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Bir gün Behlül Dana hazretleri, üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu:

- Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun?

- Cehennemden geliyorum ey hükümdar.

- Ne işin vardı cehennemde?

- Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.

- Peki, getirdin mi bari?

- Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler.


Behlül Dana hazretleri birgün Harun Reşid'den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini) verdi. Behlül Dana hazretleri hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncı ya sordu: "Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk çocuğunla ağzının tadı var mı?" Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey yoktu. Behlül Dana hazretleri birşey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, "Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?" dedi.

Behlül açıkladı:

- Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.

Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül Dana hazretlerine tembih etti:

- Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.

Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra Behlül Dana hazretleri 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi. Harun Reşid şaşırdı:

- Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin..

- Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Ölümün Güzelliği

Ölümün Güzelliği

Dervişlerin Halleri

Bilinmelidir ki, evliyanın can çekişme anındaki halleri değişiktir.
Bazısının üzerinde heybet hali, bazılarında ise ümid hali galip olur. Bazılarına ise o halde öyle şeyler gösterilir ki, bu hareketsizlik ve
güzel bir güven içinde olmalarını gerektirir.

Korktuğundan Emin
Enes Bin Malik (ra)’dan rivayet olunur ki:
“Hz. Peygamber (aleyhisselatu vesselam) ölüm döşeğinde olan
bir gencin yanına girdi ve ona:
‘Kendini nasıl hissediyorsun? Diye sordu.
Genç cevaben:
‘Ben (ın affın)ı umarım ve günahlarımdan korkarım’ dedi.
Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki:
‘Bu vakitte mü’min bir kulun kalbinde bağışlanma umudu ve günah korkusu birleşince, mutlaka Allahu Teala o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğundan emin kılar.” (Tirmizi, Cenâiz, 11; İbn Mace, Zühd, 31)

“Amel Defterim Dürülmekte…”
Ebu el-Ceriri’nin şöyle dediği hikaye olunur:
“Can çekişme halinde iken Cüneydi Bağdadi’nin (ks) yanındaydım.
O gün Nevruz’a rastlayan Cuma günüydü. Cüneyd, Kur’an okumakla
ve meşgul idi ve hatmini bitirmeye çalışıyordu. Ben:
- Ey Cüneyd bu halde dahi Kur’an mı okuyorsun? dedim.
- Kur’an okumaya benden daha layık (çok ihtiyacı olan) kim vardır? İ
şte ömrümün sayfası ve amel defterim dürülmekte, dedi.

Cemalini Ummak…
Ebu Herevi’nin şöyle dediği hikaye olunur. Ebu Bekir eş-Şibli vefat
ettiği zaman yanındaydım. Sabaha kadar şu iki beyiti okurdu:
Yüzünün nuruyla evimiz aydınlık, orada lamba ihtiyaç değildir.
İnsanlar deliller getirdikleri zaman, bizim delilimiz cemalini ummak olacak.

Hesaba Çekilmek
Bişr-i Hafi (ks) can çekişirken dediler ki ona:
- Ey Bişr, sanki hayatı istiyor gibisin.
Buyurdu ki:
- Allah’ın huzuruna varmak şiddetli oluyor.
Bişr-i Hafi Hazretlerinin sözünden anlıyoruz ki, o ölüme; kudret ve azametiyle, Ehad ve Melik Olan Allah-u Zülcelal’in huzuruna çıkarak, hesaba çekilmek olarak bakıyordu.

Efendimin Huzuruna Varıyorum
Derler ki, Hz. Hasan (ra), can çekişme anında ağladı.
Ağlama sebebini sordular. Buyurdu ki:
“Görmediğim efendimin huzuruna varıyorum.”


“Yarın Dostlarıma Kavuşacağım”
Bilal-i Habeşi (ra) can çekişmeye başlayınca, hanımı ağlayıp:
“Vah vah! Ne kadar hüzünlüyüm” dedi. Hz. Bilal dedi ki:
“Yer hüzün yeri değil, belki sevinçliyim, yarın dostum Hz.Muhammed (s.a.v)
ve ashabına kavuşacağım.”

“Benim İçin Sen Varsın!...”
Sufilerden birinin vefatı yaklaşınca hizmetçilerine:
“Ey Genç! Ellerimi Bağla, ve yüzümü toprağa bulaştır” dedi.
Ve sonra, “ölüm yaklaştı bir günahtan istisnam yok, özür dileyecek
bir özrüm yok, bekleyecek gücüm yok. Benim için sen varsın,
benim için sen varsın!...” diye yakararak, bir çığlıkla can verdi.
Hatiften bir ses işitildi. Şöyle diyordu:
“Kul efendisine alçak gönüllülük gösterdi.Mevlası da onu kabul etti.”

Aşk Ateşi
Can çekişme halindeki bir sofiye, ’ın Zikrini telkin ettiler dedi ki:
“Bunu bana nasıl söylersiniz. Ben Allah-u Teala’nın aşk ateşi ile yanmaktayım.”

Bir Beyitle Gelen Ölüm
Ebu Hatim Sicistaninin, Ebu Nasır Serrac’tan şunu rivayet ettiğini işitmiştim. Ebu Hüseyin Nuri’nin ölüm sebebi şu beyiti duymasıdır:
Seni seve seve, öyle bir menzile eriştim ki,
Akıllar bu menzile vardıklarında hayrete düşmüşlerdir.

Nuri bu beyiti duyunca, kendinden geçti ve sahrada şaşkın bir halde dolaşmaya başladı. Dolaşırken bir kamışlığa uğradı. Üst tarafı kesildiği için, kamışların keskin yanları ayağını parçaladı. Ve sabaha kadar ayağından kan aktı. Sabah olunca, sarhoş gibi kendinden geçmiş olarak aşkı ilahiden dolayı yere düşerek vefat etti.

“Niçin Gülmeyimki?”
Derler ki: Abdullah b. Mübarek vefatı sırasında gözlerini açıp güldü ve “Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için çalışsınlar.” Ayetini okudu.
(Saffat, 61)
Derler ki: Mekhul b. Ebu Müslim sabah akşam hüzünlü idi.
Ölüm hastalığında ziyaretine gelen ziyaretçiler güldüğünü görünce sebebini sordular. Dedi ki:
“Niçin gülmeyim ki, sakındığım şeyin ayrılığı yaklaştı, umduğuma ve arzuladığıma ulaşmam yakın oldu.”

Ölmek İçin Yer Var mı?
Sufilerden biri anlatıyor: “Mimşad Dineveri’nin yanındaydım.
Fakir bir derviş gelip selam verdi. Selamına karşılık verdiler. Derviş:
“Burada insanın ruhunu teslim edebileceği temiz bir yer var mıdır?”
diye sordu. Bir yer gösterdiler. Orada çeşme vardı. Derviş o
çeşmeden abdestini yenileyip, Allah’ın dilediği kadar namaz kıldı.
Sonra Gösterdikleri yere vardı ve edeple uzandı. Baktık ki
ruhunu teslim etmişti.

Kelime-i Şehadet
Fakirlerden (sufi) biri anlatıyor:
“Yahya İstahri vefat edeceği zaman etrafında oturuyorduk,
içimizden biri, “Eşhedu en lâ ilâhe illallah de” dedi. Şeyh yattığı
yerden kalkıp oturdu, birimizin elinden tuttu ve ona,
“Eşhedu en lâ ilâhe illallah de” diyerek kelime-i şehadet getirtti.
Sonra bir başkasının da elinden tutup aynı şeyi söyletti. Bu şekilde
orada bulunan herkese önce kendisi tekrar edip sonra onlara tekrar ettirerek ruhunu canana teslim etti…”

Şerrinden Emin Olunmayan Dünya
Salihlerden birine:
“Ölümü arzular mısın?” diye soruldu. Buyurdu ki,
“Şerrinden emin olunmayan ile kalmaktan, hayır umulanın huzuruna varmak daha hayırlıdır.”

“Yarın Öleceğim”
Ebu Yakup Nehrecuri anlatıyor:
“Mekke’de fakirin biri bir dinar getirip,
‘Ben yarın öleceğim, bu dinarın yarısı ile yıka ve kefenle,
yarısı ile de kabrimi hazırla’ dedi.

İçimden ‘bu gencin aklından sorunu var galiba, Hicaz fakirliğinin üzüntüsü ile iç sıkıntısından böyle söyler dedim.’ Sonra dinarı alıp sakladım. Ertesi gün, gelip tavaf yapmaya başladı. Ardından bir köşeye çekildi ve yere uzandı. Kendi kendime, “ölmeye gidiyor herhalde” dedim. Yanına vardım, kımıldattım, öldüğünü gördüm. Sonra vasiyeti üzere defnettim.”

Ölüm
Ebu’l Hasan Müzeyyin anlatıyor:
“Can çekişirken Ebu Yakup Nehrecuri’ye
“La ilahe illallah de’ dedim.Tebessüm ederek,
‘Beni mi istiyorsun? Ölümün zevkini tatmayan, ölümü ve hayatı
yaratan Zat’ın izzetine yemin ederim ki, şimdi benimle O’nun
arasında izzet hicabından başka bir şey yoktur.’ Dedi ve o anda öldü.” Müzeyyin bu olayı hatırladığı her defasında ağlar ve sakalını tutup,
“Benim gibi faydasız biri nasıl olur da ’ın evliyasına kelime-i şehadet telkin eder” derdi.

“Beni Uğraştırmayın…”
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi’den duydum. Ebu Bekir Razi’nin
şunu anlattığını işitmiş. Zünnun Mısri’ye can çekişirken,
“Bize nasihat et” dediler. O da,
“Beni uğraştırmayın, ben O’nun lütfunun güzellikleri karşısında
şaşkınlık içindeyim” dedi...

Ebu Osman Hiri demiş ki:
“Ebu Hafsa ölmek üzere iken, ‘Bize ne öğüt verirsin dediler.
Dedi ki; ‘Konuşmaya gücüm yok. Sonra kendisinde bir miktar güç müşehade edip halini görünce ona
“Söyle de senden rivayet edeyim” dedim. O da,
“İşlenen günahlara bütün kalbinizle kırgın olunuz” dedi…

DERVİŞ ENES AHMEDOĞLU
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Abddurrahman-i Taği (h.z)

Abddurrahman-i Taği (h.z)

Abdurrahman-i Taği (h.z) şöyle buyurdu;

Canab-ı Hak (C.C) kullarına ne kadar yakınsa kul da Allaha o kadar uzaktır. Çünkü yüce Rabbimiz bütün azametine ,haşmetine ,büyüklüğüne rağmen her saat kulun katılaşmış kalbine nazar eder.

O kul kalbini nefsinin karargahı yapmasına rağmen ,Allah kulun kalbine inmek ister. Kul o sıra köpeğinin yarasındaki kurtçukları düşünmek gibi basit bir meseleyle meşguliyetinden Allah-ı kalbine kabul etmez. Düşüncesini Allah-dan ayırarak bir süre o basit meşguliyeti ile oyalanır.

Köpek düşüncesinden vaz geçtiğinde Allah-u Teala kuluna gelir. Kulun düşüncesini yaratıcısı üzerinde yoğunlaştırmasını ister. Fakat, kul bu serfer uyuz oğlağıyle zihnini meşgul ederek Rabbine engel olur.

O düşünceden kurtulduğunda Allah-u Teala yine kulun kalb evine gelir.Fakat asi kul;

Hayvanlarımın pisliğini düşüneyim diyerek Rabbinin evi olan kalbini çöplüğe çevirir

Bakınız bu insana desenizki tövbe et,Allah (C.C) yönel.O der ki "Ben Rabbimi tanıyorum! Ona kulluk görevimi yapıyorum"

Halbuki yalan söylüyor. Masiva hayatını, Rabbisine tercih ediyor. Böylece insanlara "Sen islamın yolunu
,ancak büyüklerin elinden tövbe etmekle bulabilirsin" desen,reddedip kızar. Oysa Peygamberler (a.s) ve veliler bile Rablerini tanımaktan aciz olduklarını bildirip şöyle demişlerdir; "Seni bilinmesi gerektiği gibi bilemedik, sana layık olduğun gibi ibadet edemedik. Allahım! bizi sana yönelmeye muvaffak eyle. Ey merhametlilerin en merhametlisi!"

İŞARETLER.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
46
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
UBEYDULLAH-I AHRAR(hz.)

UBEYDULLAH-I AHRAR(hz.)

KÖPEK YAVRUSU

Bir defasında,Ubeydullah-ı Ahrar Hazretlerinin huzuruna Horasan' dan fasık biri gelmişti.Bu kimse şarap içen,haram işleyen, sapık itikadlı biriydi.O zamana kadar hiç gelmemişti.Gelip oturur oturmaz,Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri onu azarlayıp,huzurundan kovdu.Bu sırada orada bulunan talebesi Mir Abdülevvel'in kalbinde;"Uzaktan garip bir adam,ihlas ve niyazla gelmiş,acaba onu neden hoşnut etmedi?"düşüncesi geçti.

Ubeydullah-ı Ahrar hz.,hemen bu talebesinin kalbinden geçen düşünceyi anlayıp;"Bu kimseyi köpek yavrusu süretinde gördüm ve bu sebeple kovdum.Köpek yavrusuna bundan iyi muamele yapılmaz."buyurdu.Bunun üzerine talebesi Abdulevvel,gelen adamın halini araştırıp,öğrendi.Adam fasık,haramlara dalmış,içki içen,haramlara aldırmayan birisiymiş.O zaman hocasının o kimseyi,günahlara dalmasından dolayı köpek süretinde gördüğünü ve kovmasının hikmetini anladı.

-....Ubeydullah Ahrar Hz.leri şöyle buyurdular:
Mürid odur ki;müridlik ateşinin tesiriyle,onun için nefsani yoldan gelen her ne varsa..hepsi yana.
.Kendisine ait olan nefsani isteklerden yana hiç bir şey kalmaya
Kalp gözü ile,pirin aynasından yarin cemalini görmeye çalışa..
Yüzünü bütünyönlerden çevirip tek yönü pirin cemali ola..
Kulluk halinde ve hür halinde aklına azad olup kurtulmak gelmeye..
Başını pirin eşiğinden başka yere koymaya..
Hemen her neyi varsa,çıka;Kendi saadetini pirin kabulunde,şekavetini dahi,pirin reddinde bilmelidir..

Bütün bunlardan sonra;yokluk yazısın vücud alnına yazmalı,pirden başkasının varlığına dalıp yabancı varlıgına şuurdan halaas olmalıdır.

SARAYINDA GÜZEL OLAN NEYLER,
BAĞ BOSTAN LALEZARDAN GEÇER....


.....................................Nefahat-ül Üns Molla Cami


...Hace Muhammed Kasım, Hace Ubeydullah Ahrar 'ın sağlam kaynaklara dayanarak şöyle dediğini anlattı:

-Ömrüm boyunca,bir kere gaflete düştüm;şöyle oldu
-On yaşında idim;hocaya gidiyordum.Taşkent yolları çok çamurdu;paşmağım çamura düştü,onu alırken gaflete düştüm.

O zaman şöyle inanıyordum:
Bütün büyükler,tam manası ile huzur ve zikir halindedirler;sonradan anladım ki,bu devlet,bin de bir kişiye de müyesser olmazmış....
.....
...Nefahat-ül üns Molla Cami
 
Üst Alt