Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Büyük şahsiyetler

ÇAPANOÐLU

New member
Katılım
8 Eki 2006
Mesajlar
803
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Bundan yillar evvel Allah dostlarinin,evliyalarin fazla oldugu,her üc kisinin irsâdina bir Allah dostunun bulundugu zamanlar...
Evliyalik mertebesine gelmis,Allah ile naz makaminda konusan, iki kardes...
Hac zamani geldiginde kutsal beldelere hac vazifesini yapmak icin niyetlenirler.Ve vakit gelince Kabe'ye giderler.Hac görevlerini yerine getirdikten sonra Mekke'den Medine'ye Peygamber sehrine dogru yola cikarlar...Ikindi vakti gelirler ve karsilarinda Ravza-i Mutahhara...Efendimiz sallallahualeyhi vesellem ile naz makâmminda konunsmaya baslarlar...Aglayarak hickiriklara bogulurlar...Efendimize S.A.V. yalvaris yakaris.....
"Ya Rasulallah uzativer de elini öpelim,Senin o mübarek elini öpmeden buradan ayrilmayacagiz...Ne olur Ya Rasulallah..."zaman icinde zamanlarin yasandigi Pygamber sehrinde Efendimiz sallallahualeyhivesellemin kabr-i serifleri acilir ve o mübarek ellerini ziyaret ederler...
Bu olayi sohbette dinleyen Seyyidimizin yüreginde firtinalar kopar ve yüregin e ates düser.Hacca gitmeye niyetlenir...
Vee...
Hac zamani geldiginde gider mübarek beldelere...Hac vazifesini yerine getirir...Ama o ates hala yanip kavurmaktadir Seyyidimizi...
Ve Medine-Münevvere...O mübarek yer...Anlatmak ne mümkün...
Ravza-i Mutahhara'ya girer ve Efendimz S.A.V. ayak ucuna oturarak rabitaya koyulur...Aradan zaman gecmistir.......Etrafindaki sofiler derler ki;
"Biz onu nerdeyse öldü sanmistik."Rabita hala devam etmektedir.Bir süre sonra Seyyidimiz cirpinmaya baslar ve kendinden gecer...O sira kalp gözü acik olan Seyyidimizin yanindaki kisiler olaya vakif olurlar ve durumu söyle anlatirlar;...
"Seyyidimiz naz makaminda Efendimze S.A.V yalvarmaktadir....
Ne olur Ya Rasulallah bende o iki kardes gibi elinizi ziyaret etmek isterim.
Bir süre sonra Ravza(Kabr-i serifleri) ikiye ayrilir ve Efendimiz S.A.V. sol elini uzatir...Seyyidimiz "Ya Rasulallah sol elinizi Siz baska seyler icin kullanirsiniz,a lâyik görmediniz mi sag elinizi uzatin da sag elinizi öpeyim"der...
O anda Efendimiz (S.A.V.)in Kabr-i seriflerinden gelen sesle Seyyidimiz cirpinmaya baslamistir...
"BENIM SAG ELIM ADIYAMAN MENZILDEDIR BUYUR SOL ELIMI ÖP" der.
sadaka Rasulullah...
(S.A.V)

alıntı



Sevgili Fetih kardeş
Senin daha ciddi ve daha akılcı yazılar kaleme alabileceğini defalarca kez söylemiş, son kez tekrar ettikten sonra, VEBALDE OLDUĞUNU hatırlatmak isterim..
Vahyi bilen bir insanın bu tip masallarla vaktini harcaması günahtır..
Vahyi bilen birinin Peygamberimize iftira etmesi affedilmeyecek bir hatadır..
Vahyi bilen birinin şunun-bunun "miş-mış" li entrikalarına aracılık etmesi mantıksızlıktır..
Vahyi bilen birinin olmayacak dualara amin demesi sadece komiktir..
Vahyi bilen birinin YALAN VE DÜZMECE şeyleri gerçek gibi kabul etmesi ve anlatması hem vebal ve hem de hakikata ihanettir..
Vahyi bilen birinin Vahyin sahibini değilde vahyin sahibinin yarattığı acizleri ilahlaştırması.......................................................?....

İnşallah bu tip saçmalıklar bir daha FETİH ten sadır olmaz ve inşallah ben de kendimi ve yüreğimi böyle acı acı dağlamam..
Şu an üzüntüden başımın ağrıdığını ve nabzımın yükseldiğini söylemek isterim..

Ne olur, şu vahyin dışındaki batıl inançları atıver artık, ahrette sorgulacağın vahyi, kurtuluşun tem menbai vahyi anlat sadece.. ama sadece.. ne olur..
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Hakîkî âşık

Hakîkî âşık

“Celâdet ve adaletin timsâli Yavuz Sultan Selim (rahmetullahi aleyh), Mısır Seferi’nden sonra fethettiği beldede adâlet ve otoriteyi tesis için, bir süre kalmak ister. Bunun için hazırlıklar yapılır ve padişahın otağ-ı hümâyunu kurulur. Sultanın çadırını temizlemekle vazifeli kadınlardan biri, akşamları çadıra dönen Yavuz’u o gün ilk defa yakından görür ve o andan sonra onun sevgisiyle yanmaya başlar. Zamanla bu sevgi, bir sevdâ olur Mısırlı kadının yüreğinde. O, düştüğü derdin çaresizliğini bilir; fakat bununla birlikte çâre aramaktan geri durmaz.

Bir cuma günü Koca Yavuz çadırdan çıktıktan sonra bir tanıdığına yazdırdığı kâğıdı, sultanın yastığının yanına iliştiriverir. Kâğıtta; ‘Derdi olan neylesin?’ yazmaktadır. Sultan, gece istirahatına çekildiğinde yastığının yanında bulduğu kâğıtta yazılı bu ümitsiz cümleye, bir karşılık yazıp yastığının altına bırakır. Kadıncağız sabah, ‘Acaba sultan cevap yazdı mı?’ heyecanıyla -belki de biraz ümitle- yastığın altına bakar ve kâğıdının arkasına bir şeyler yazılmış olduğunu görür. Sırdaşına okuttuğu bu notta, ‘Derdi olan söylesin!’ yazmaktadır. Kadıncağız en azından derdini anlatabileceği düşüncesiyle biraz da olsa sevinir, ümitlenir bu cümleyle. Fakat padişahın celâdeti onu korkutmaktadır. ‘Şîrlerin pençe-i kahrında lerzân olduğu’ Koca Yavuz’a böyle bir şey söylemek kolay mıdır?!.. Bu defa kadın, ‘Korkuyorsa neylesin?’ yazılı bir kâğıt bırakır sultanın yastığının altına ve ertesi günü sabırsızlıkla bekler. Ertesi sabah yine yastığın altına heyecanla bakar; sultanın kaleminden çıkan, ‘Hiç korkmasın, söylesin!’ yazısını görünce kadının ümidi biraz daha artmıştır. Hiç olmazsa kendini yakıp kavuran derdini söyleyecek, kabul görmese de, derdinden bir nebze olsun kurtulacaktır. Kadıncağız bütün cesaretini toplayıp akşam sultanın gelme vaktinde çadırın girişinde bekler. Birazdan Koca Yavuz, bütün haşmetiyle görünür; hâlinden, duruşundan kadının kendisine bir şeyler söylemek istediğini fark eder: ‘Söyle!’ der kadına. Edeble el-pençe duran kadın titremeye başlar ve dizlerinin bağı çözülür. Padişah gür sesiyle ikinci defa ‘Söyle!’ deyince, kadın, heyecanından sadece; ‘Efendim!’ der ve gerisini getiremez; Koca Sultan’ın celâdetinden duyduğu heyecanla yere yığılır ve ruhunu oracıkta Rabb’ine teslim eder. Herkesi bir telâş ve heyecan sarsa da, gözler Koca Yavuz’dadır. Meseleyi günlerdir hisseden Yavuz’un bu tablo karşısında yüreği yanar, gözleri dolar ve şöyle der: ‘Hakîkî âşık odur ki, sevdiği uğruna kalbi dursun!’”
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Köle Mübarek’in mübarek oğlu Abdullah bin Mübarek

Köle Mübarek’in mübarek oğlu Abdullah bin Mübarek

Henüz Moğol fitnesinin kopmadığı yıllar... Asya’ya yön veren efsane şehir Merv mücevher gibi parlar.
Muhteşem beldenin sevilen Kâdısı, kızının büyüdüğünü ancak dünürcüler kapıya dayanınca anlar. Şu işe bakın, daha dün ardısıra koşuşturan, ip atlayan, seksek oynayan çocuğa talipler çıkar. Ancak kâdı efendinin acelesi yoktur, ince eler, sık dokur, biricik kızını vereceği adamda çok şey arar.

Kadı Efendinin “Mübârek” adlı bir kölesi vardır, bu garip yıllardır bağına-bahçesine bakar. Bir yaz günü hani salkımların sepetlere sığmadığı bir yaz günü Kâdı Efendi misafirlerini bağında ağırlar. Kebablar yenilir, kahveler içilir, sıra meyve ikramına gelir. Köle Mübarek, tanesi en iri olan salkımları seçer, yıkar paklar, önlerine koyar. Koyar da sanki bu güzel ziyafetin üstüne limon sıkar, ağzına atanın yüzü buruşur, üzümler ekşi mi ekşi çıkar. Hani bir salkımcık olsun tatlısını bulsa...

Nereden bileyim?
Kadı efendi dayanamaz, sepeti koluna geçirdiği gibi bağa dalar. Bir yandan üzüm keser, bir yandan kölesini azarlar, “beceriksizliğin bu kadarına da pes yani” der, “ömrün burada geçsin, sen üzümün ekşisini tatlısından ayırama. Şu kehribar gibi sararmış, kızıl benekli salkımlar dururken, yeşilleri niye getirirsin anlat bana.”

- Onların taneleri daha iriydi ama.
- Sen yeşil tanelerin eksi olabileceğini öğrenemedin mi hâlâ?
Mübarek ellerini iki yana açar “nereden öğrenebilirdim ki” diye fısıldar.
- Canım nereden öğreneceksin elbette tadarak. / -Benim olmayan üzümleri mi ? - Şimdi, sen hiç üzüm yemiyor musun yani? / -Öyle bir izin verdiniz mi?
Düşünün bir bağ elinden geçsin ağzına tek tane atma... Kadı tutulur kalır, kölesinin temiz bir genç olduğunu biliyordur ama bu kadarına o da şaşar. Misafirlerini uğurladıktan sonra Mübarek’i bir kenara çeker “sana bir şey soracağım” der, “duymuşsundur benim bir kızım var ve talipleri bunaltmaya başladılar. Üzerime üzerime geliyor, eşiğimi aşındırıyorlar. Aralarında subaylar var, emirler var, tüccarlar var... Kimi sandık sandık mücevher vaadediyor, kimi tapu üstüne tapu koyuyor. Sanki damat adayları resmi geçide çıktılar, asiller, zenginler, yakışıklılar... Sahi yerimde olsan nasıl bir seçim yapardın?

- Efendim siz de bilirsiniz ya, Yahûdîler mala, Hıristiyanlar güzelliğe, Câhiliyye devri Arabları ise soya sopa bakarlar. Asr-ı saadet yıllarında ise sadece ihlas ve takva ararlar. Ama zamânımızda makama mevkiye çok itibar ediyorlar. / -Peki sana bir soru daha. / -Buyrun? / -Oğlum Mübarek, kızımı alır mısın söyle bana? / -İyi de kızınız benim gibi değersiz bir köleye varmak ister mi acaba? / -Soracağız elbet, onun rızasını almadan olmaz.

Alır da... Olur da... Kâdı efendi hayırlı işi geciktirmez, onlara şirin bir ev açar. Ancak Mübarek, hanımından günlerce uzak durur, sağda, solda oyalanır, bağda bahçede yatar. Sebebini soran kızcağıza “baban koca şehrin kadısı” der, “ihtimal ki parasına şüpheli bir şey karışmıştır. Hiç değilse kırk gün helal lokma yiyelim, evladımız salihlerden ola.”
İşte büyük veli “Abdullah bin Mübarek” bu temiz izdivaçtan doğar.

Atının burnundaki toz
Abdullah bin Mübarek, Merv âlimlerinin elinde yetişir. Hocaları bakarlar ne verilirse alıyor, “buralarda zayi olma” der, onu Bağdâd’a, Basra’ya yollarlar.
Genç talip Hammâd, Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, İmam-ı Mâlik ve İmam-ı Azam gibi zirvelerin dizi dibinde oturur, hallere sırlara kavuşur. Dile kolay tam 4 bin kişiden hadîs-i şerîf toplar.

Yıllar sonra Merv’e gelir ama daha oturup nefeslenemeden geri döner. Niye mi? Zira heybesinden bir arkadaşının kalemi çıkar. Aylar sürecek yolu göze alır, emaneti bir an evvel sahibine verebilmek için taaa Şam’a koşar.

Abdullah bin Mübarek az yer, az içer, az uyur, az konuşur. Vaktini saniye zayi etmez her anını ilme ve ibadete harcamaya bakar. Mübarek “yalnızlık çekmiyor musunuz” diyenlere güler geçer, öyle ya Server-i Kâinat ve Eshâbıyla (radıyallahü anhüm) berâber olan yalnızlık mı duyar? Eshâb-ı kirâma öylesine aşıktır ki sonra gelenleri, “Resûlullah’ın yanında gidenlerin atlarının burnuna giren toz”la bile kıyaslamaz.

Nerde cihad varsa
Abdullah bin Mübarek, Her ne kadar ticaret ile uğraşsa da, medresede müderris, câmide vâiz, harpte er olmaya bakar. Kalemi de kılıcı gibi müessirdir, cihâda dâir mükemmel eserler yazar.

Bir ara Abbâsî halifelerinin emrinde Bizans’a karşı yapılan harplere katılır. İslam ordusu Tarsus civarında ordugâh kurunca gece ateş yakıp gençleri etrafına toplar. Onlara Asr-ı saadet yıllarını, Bedr’i, Uhud’u öyle bir anlatır ki mücahidler şehadet arzusu ile yanıp tutuşmaya başlarlar.

İki ordu karşılıklı mevzi alırken Romalılar arasından zırhlara bürünmüş bir insan azmanı çıkar. “Benimle dövüşecek var mı” diyerek çalım satar. Bir genç fırlayıp kılıcını sıyırır ama bu dev karşısında tutunamaz. Ardından biri daha çıkar, lâkin o da bir şey yapamaz. Üçüncü mücahid de şehîd olunca Rumlar sevinçten kudurur, çılgınca çığlıklar atarlar. İşte tam o sırada yüzünü gözünü örtmüş biri meydana çıkar. Boylu poslu da değildir ama kafirlerin kalbine korku salar.

Tek hamlede şovalyeyi de zırhını da ikiye biçer, o nasıl darbeyse atı bile çökeyazar. Karşına bir başkasını çıkarırlar onun da akıbeti farklı olmaz. Sonra bir daha, bir daha... Müslümanların neşesi yerine gelir, tekbirler yeri göğü sarar. Zaferin ayak sesleri duyulmaya başlar...
Sahi kimdir bu esrarengiz muharip? Abdullah’ı bilen bilir, gönül gözü açık olanlar “hey Mübarek hey” diye mırıldanırlar...
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Zamana Galip Gelen

Zamana Galip Gelen

ustad03.jpg


Hizan'da ısrarlı bir güneş
zaman kıvranıyor yörüngesinde
dal uçlarından şualar sızıyor
gece direnemiyor güneşe
veciz gülüş kırıp atıyor kelepçeleri
tebessüm kelepçelere galip

yüzünde her sürgünden bir iz
ne gam küheylan yenilmez geceye
söz kuşları başında dulda
ezgisi sözlerinde gizli bu şarklı
Yusuf diyarında bir gül
gül zindanlara galip

ağaç dallarına söz yürüyor
kuşlar ki kanatlarında müjdeler taşır
sesine şelaleler iliştirilmiş bedi!
zaman ulaşamıyor nefesine
Eyyub kokuyor ellerin
sabır zamana galip


cahid efgan / kilis
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Ii. Abdülhamid Ve Filistin

Ii. Abdülhamid Ve Filistin

II. Abdülhamid ve Filistin


Sultan Abdülhamid hatıratında şu sözlere yer verir: "Eğer Filistin'de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini [üstünlüğünü] muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz." Evet ölüm kararı... Sultan ne kadar net görmüş bugünleri, değil mi?

23/07/2006

Yüce Ecdadımız, Yahudilerle olan münasebetlerinde, Kur'anın şu düstur ve ikazını gözden uzak tutmamıştır.

"Andolsun ki, Yahudilerle Müşrikleri, mü'minlere düşmanlık bakımından insanların en şiddetlisi bulacaksın.” [1].

Osmanlı Devleti başta olmak üzere bütün müslüman Türkler'in ezer düşmanları, daima lehimize olan ve iftihar vesilesi kabul edilmesi gereken tarihî hakikatlari ters çevirerek aleyhimize kullanmışlar ve tarihi maalesef tahrif etmişlerdir. Osmanlı Devleti'nin Filistin'le olan alâkaları da bunlardan biridir. Osmanlı Devleti'nin Filistin topraklarında uyguladığı, hukukî ve siyasî nizamı bilmeyenler, Arap dünyasının üzerine çökmüş olan bütün felâketlerin Osmanlı hakimiyetinin kötü bir yadigârı olduğunu savunmaktadırlar. Halbuki vak'a tam tersidir. Kuvvetle Filistin topraklarına yerleşmenin imkânsızlığını gören Yahudiler, Osmanlı'ya karşı para silâhını kullanırlarsa da, Padişah'tan aldıkları cevap bu silâhın da teptiğini göstermektedir:

"Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil Osmanlı milletine aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlardır. Ne ile aldıysak onunla geri veririz[2].

Osmanlı Devleti, Yahudiler'in bu topraklara yerleşme arzusuna karşı çok önemli hukukî tedbirler almıştır. Biz bunları kısaca zikredecek ve özellikle Il. Abdülhamid'in bir iradesi üzerinde duracağız.

Birincisi: Osmanlı Devleti Yahudiler'in bu topraklara sığınmaması için evvelâ Filistin topraklarının hukukî statüsünü 18 Recep 1287/ 1871 tarihli İrade-i Seniyye ile bu araziyi belirleyip mîrî yani devlet arazisi haline getirmiştir[3]. Ancak % 20'si yine mülk arazi şeklinde devam ettiği için Yahudiler bu. kısımdan koparabildiklerine yerleşebiliyorlardı. İkinci Abdülhamid tahta geçer geçmez 25 Rebiülâhir 1308/1883 tarihli iradesini neşretti: Bu hukukî düzenleme ile Filistin Arazisi hakkındaki muhtemel kanunî boşlukları doldurarak Yahudiler'e mülk satışını dolaylı olarak engellemiş bulunuyordu[4]. Bir taraftan da hazine-i hâssadaki şahsî mal varlığıyla Filistin'de mümkün olduğu kadar çok toprak satın alarak bu kapıyı kapamaya gayret gösteriyordu[5].

İkincisi: Alınan tedbirlere rağmen Filistin arazisine olan Yahudi akını tam önlenemeyince II. Abdülhamid Sadaret'in ve Meclis-i Mahsûs'un basiretsiz ve ileriyi göremeyen rapor ve mazbatalarına rağmen Yahudi meselesini önemli ölçüde çözecek bir İrâde-i Seniyye neşretmiştir. Bu "İrâde-i Seniyye”yi aynen nakledecek ve kısa bir tahlilini yapacağız.

İçlerinde Ahmed Cevdet Paşa'nın da bulunduğu Sadrazam Muhammed Sâlih Kâmil paşa başkanlığındaki Meclis-i Mahsus, Filistin topraklarındaki Safed kazasına turist olarak gelen 400 ve Hayfa'ya gelen 40 Yahudi'nin Osmanlı tâbiiyyetine alınması yolundaki mazbatalannı 20 Zilhicce l308/l4,Temmuz 1307/1891 tarihinde Sadaret'e arz ederler[6]. Sadaret de bu mazbatayı aynı tarihli ve Kâmil Paşa imzalı bir Tezkere ile Padişah'a takdim eder[7]. padişah Abdülhamid ise fevkalâde bir ba*siret ve ileri görüşlülükle konuyu şu iradesiyle vuzuha kavuşturur:

Kudüs’te Arap mahallesine giren ve şimdi hemen hemen kapalı bulunan meşhur kapıda hâlâ Osmanlı devrinden kalma ay yıldız görülüyor.


“Yıldız Sarayı Hümâyûnu Baş Kitâbet Dairesi,

Beyrut Vilâyeti dahilinde Safed Kasabasında bulunan ve Hayfa'ya 440 (Dört yüz kırk) ecnebî Musevinin istidâları vechile Tâbi'iyyet-i Devlet-i Aliyye'ye kabulleri istîzânın hâvi resîde-i dest-i ta'zim olan 20 Zilhicce 1308 tarihli tezkere-i Sâmiye-i sadâret-penâhileri manzur-i alî oldu. Musevîlerin Kudüs civa*rında içtima' ve iskân etmeleri, ileride orada bir Musevî hükümetin teşekkülünü intâc edebileceği müâbesesiyle kat'â câ'iz olmaktan başka; zaten Memâlik-i Şâhâne arâzi-i hâliyeden ma'*dûd olmadığına ve medenî Avrupalıların memleketlerinden tardetdikleri eşhâsın Memalik-i Şahâneye kabulüne bir sebep olmayıp, hususuyla ortada bir Ermeni Fesâdı mevcûd iken bu suret aslâ câiz olmayacağına nazaran ne merkûmenin ne de sair Musevilerin kabûl olunmayarak Amerika'da iskân etmek üzere geri gönderilmeleri zımnında ba'demâ ayrı ayrı ma'ruzâta hâcet kalmayacak sûrette Meclis-i Vükelâca umumî bir karâr ittihâzıyla bâ-mazbata "arz ve istizân-ı keyfiyyet olunması muktezâ-ı irâde-i Seniyye-i Cenâb-ı Hilâfet-penâhî'den bulunmuş ve bi*naenaleyh Tezkere-i Sâmiye-i Vekâlet-penâhîleri takımıyla iâde edilmiş olduğundan ol bâbda emir ve fermân Hazret-i Men Lehü'l emrindir.

21 Zilhicce 1308 (15 Temmuz 1307 (1891))

Ser-kâtib-i Hazret-i Şehriyârî Süreyyâ"[8].


Fermanın Orijinali


Bu tarihî belgede, Filistin topraklarına yerleşmek isteyen Yahudiler'e şu gerçeklerle karşı çıkıldığı anlaşılmaktadır:

a) Yahudiler'in Kudüs başta olmak üzere Filistin topraklarına toplanmaları ve orada yerleşmek istemeleri, bir Yahudi Devleti kurma amacını gütmektedir. Buna engel olmak kesinlikle şarttır. Zaman, Osmanlı Devletini ve onun basiretli Padişahını haklı çıkarmıştır.

b) Osmanlı toprakları her isteyenin yerleşebileceği boş topraklar değildir. Ya özel mülkiyet konusudur ya vakıf arazidir ya da devlet arazisidir. 1278 tarihli irade bu noktadan önem taşımaktadır.

c) Kendilerini bütün âleme medenî milletler olarak ilân eden Avrupa'lıların memleketlerinden kovdukları Yahudiler'i Osmanlı ülkesine almanın haklı bir gerekçesi ve mânâsı yoktur. Hiçbir hukuk kaidesi ve insanlık da bunu gerektirmez.

d) Osmanlı ülkesinde asırlar boyu gözetlenen Ermeniler Devletin başına belâ olmuştur. Ortada bir Ermeni fesadı varken, bir de Yahudiler'i kabul etmek devletin geleceği açısından tehlikelidir. Gerçekten l. Dünya Savaşı ve onu takip eden tarihlerde Yahudiler, en az Ermeniler kadar fesada sebep olmuşlar ve Ulu Hakan Abdülhamid'i bu sözünde haklı çıkarmışlardır.

Bütün bu sebeplerle artık hiç bir Musevî Osmanlı vatandaşlığına alınmayacak ve Yahudiler'in Osmanlı ülkesine yerleşmelerine asla müsaade edilmeyecektir.

Üçüncüsü: II. Abdülhamit bununla da yetinmeyerek başta Filistin toprakları olmak üzere bütün Osmanlı Devleti topraklarında Yahudiler'e toprak ve mülk satışını yasaklamıştır.

Dördüncüsü: İttihat ve Terakki hükümeti tarafından çok zor anlaşılan II. Abdülhamid'in haklı siyaseti kısmen devam ettirilerek, 29 Şevval 1332/7 Eylül 1330 tarihinde (1911 Tari*hinde) "teb'a-i ecnebiyye"nin Arazi Kanunu'nun hakk-ı karâr ve ihya'-ı mevâtı (ölü toprakların ihyası)na ait 78. ve 103. mad*deleri hükümlerinden yararlanamamalarına dair "Şûrâ-yı Dev*let Kararı" yayınlanmıştır. Böylece Yahudiler'in bu yolla da olsa Filistin topraklarına sığınmaları engellenmek istenmiştir[9].

Özetle, Filistin'i devlet garantisi ile koruyan Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakki ile zayıflayınca, Filistin davası da zayıflamış ve Osmanlı Devleti yıkılınca o dava da yıkılmıştır. Yahudiler de maalesef çirkin emellerine kavuştular. İslâm âleminin kendilerini birbirine bağlayan manevî bağları yeniden canlandırıp bir araya gelmeleri ve gerçek tarihi öğrenmeleriyle meseleler hâl yoluna girer kanaatindeyiz.


[1] Kur’an, Mâ*ide Sûresi: 82. Ayet
[2] Öke, Mim Kemal, Il. Abdülhamit, Siyonistler ve Filistin Meselesi, İstanbul, 1981, s. 76 vd.
[3] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade-Meclis-i Vâlâ, N 20714/1-4.
[4] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, a.g.e., No, 33356.
[5] Öke, a.g.e., s. 141-143.
[6] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, a.g.e., N. 5276.
[7] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, a.g.e., N. 5276.
[8] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, a.g.e., N. 5276.
[9] Karakoç, Serkiz, Tahşiyeli Kavanin, 1/270-271.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Eli Boş

Eli Boş

Büyük Iskender bir gün vezirlerini toplamis ve onlara :

-Ben öldügümde cenaze merasimimi söyledigim gibi yapin demis !
Ülkemin dörtbir yanindan tebaamdan olan insanlari çagirin
!
Cenazemin önünden askerlerim yürüsünler silahlariyla,
Cenazemin sagindan alimler yürüsünler kitaplariyla,
Cenazemin solundan zenginler yürüsünler mallariyla,
Cenazemin arkasindan ise fakirler ve garipler yürüsünler
gözyasi ve dualariyla !..
Sag elime bir Altin küre verin, sol elimi ise bos birakin taa ki
Mezara dek, demis !

Vezirler Büyük Iskender'in bu söyledikleri karsisinda sasirmislar
ve "Bunu bilse bilse Büyük Iskender'in hocasi Diyogen bilebilir"
demisler ve Diyogen'e sormaya karar vermisler!..

Vezirleri dinleyen Diyogen demis ,

- " Iskender'in Ne kadar büyük oldugunu bir kez daha anladim" demis ve
ilave etmis :
- Iskender sunu anlatmak istemis . :
Cenazenin önünden yürüyen askerler ölümüne silahlariyla dahi engel olamadilar,
Cenazenin sagidan yürüyen alimler ölümüne kitaplariyla dahi engel olamadilar
Cenazenin solundan yürüyen zenginler ölümüne mallariyla dahi engel olamadilar ve
Cenazenin arkasindan yürüyen fakirler ve garipler ölümüne gözyasi ve
dualariyla dahi engel olamadilar!..
Sag elindeki altin küre ise bu dünyada sahip olabilecegi her seye sahip
oldugunu, Sol elinin bos olmasi ise bu dünyadan ELI BOS geldim ELI BOS
gidiyorum!... dedigini gösteriyor...
 
Üst Alt