Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Yeni Anayasa Tartışmalarına Taraf Olmak

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

azizdolu

New member
Katılım
15 Haz 2007
Mesajlar
63
Tepkime puanı
56
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Antalya-Serik
Web sitesi
azizdolu.blogcu.com
Yeni Anayasa Tartışmalarına Taraf Olmak

Türkiye hayli zamandır anayasa değişikliği ile yatıp anayasa değişikliği ile kalkmaktadır. Meselenin can sıkıcı noktası ise anayasa ile ilgili tartışmaların bilimsel veriler ışığında değil de tamamen siyasî lakırdılarla sürdürülmesi hatta sokak ağzı ile lâkayt bir seviyeye daha doğrusu seviyesizliğe düşürülmesidir. Bu süreçte yapılan tartışmaların yanında, yönünde; önünde, ardında gezinip duran zevata ve zehir gibi dimağlarına teğet geçerek biz meselenin bir başka boyutuna parmak basmak istiyoruz. Bu boyut da millî egemenlik bahsidir. Dahası meselenin en can alıcı noktası da -bize göre- bu bahistir.

Cumhuriyet döneminin ilk anayasası 1921’de kabul edilen anayasadır. Bu anayasa, olağanüstü şartların hüküm sürdüğü bir zamanda ve mekânda kaleme alınmıştır. Sonradan birçok kişi 1921 anayasasını eksik yahut yetersiz bulmuştur. Lâkin o dönemin şartlarında 1921 anayasasının bilimsel ve çağdaş (modern) olması da beklenemezdi. Buna rağmen 1921 anayasası millî hâkimiyeti esas almıştır. Millî mücadele ile ilgili kararlar bile millî meclis çatısı altında alınıp, yürürlüğe konulmuştur ki Mustafa Kemal’in, o zor şartlarda ‘tek adam’ olarak hareket etmeyip de meclis çalışmalarını esas alan bir anlayışı tercih etmesindeki derin sezişi, kavrayışı ve anlayışı idrâk edemeyenlerin demokrasiden bîhaber (habersiz) oldukları ortadadır. Dahası demokrasinin gelişmesine de engel teşkil eden bu lâkırdıları milletini çok sevdiğini iddia edenlerin, Atatürkçüyüm diyenlerin terennüm etmeleri ise bir ibret vesikası olarak siyasî tarihimizde yerini alacaktır elbette.

1876, 1908 ve 1921 anayasalarını bir tarafa koyacak olursak, -bize göre- Türkiye’nin ilk gerçek anayasası 1924’te kabul edilen anayasadır. Bu anayasa da tamamen millî hâkimiyeti esas alan bir çalışmanın ürünüdür. Millet, doğrudan seçerek adına Büyük Millet Meclisi denen oluşuma dâhil ettiği vekiller aracılığı ile egemenlik hakkını kullanmaktadır. Hâliyle ülke yönetiminde tek hâkim güç TBMM’dir. Bu anayasanın eksik yanına gelince, misâl ‘tek parti’ uygulaması demokratik temâyüllere uymayan bir garabet durumdur ki Atatürk de bu durumdan rahatsız olmuş ve çok partili düzene (systeam) geçilmesi için girişimlerde bulunmuştur. Atatürk’ün erken ölümü ile birlikte başlayan süreçte ise ülkemizdeki tek parti uygulamasının bir nevi dikta yönetimine (regime=rejim) dönüştüğü; ‘açık oy, gizli sayım’ gibi eşine az rastlanır sivriliklere başvurulduğu; milletin zekâsının, verasetinin, sağduyusunun baskı altına alınmaya çalışıldığı; bir yerde milletin seçme-seçilme hakkıyla alay edildiği durumlara da şahit olunmuştur. Neyse, konumuz anayasa olduğu için meselenin o taraflarını teğet geçiyoruz canlar.

1961 Anayasası millete ‘özgürlükler anayasası’ olarak yutturulmasına rağmen millet egemenliğini apaçık gasp eden bir darbe anayasası olarak demokrasi tarihimizdeki yerini almıştır. Bu anayasa ile mahkeme, kurul, konsey vs. yapılar icat edilerek millet egemenliği bürokratik vesayet altına alınmaya çalışılmıştır. Anayasanın içeriğine baktığımızda 1950 seçimlerini bir nevi yol kazası olarak algılayan ve bir daha tekrar etmesi hâlinde hazırlıklı olmayı amaçlayan -adına bürokrat dediğimiz- derebeylerinin köşe başlarını tutma kaygısı güttükleri görülür. Zira seçilmişlerin yetkilerinin kısıtlanmasına, atanmışların vesayetine imkân sağlanmasına yönelik bir dizi düzenlemeye gidilmiştir. Üstelik ne gariptir ki bu uygulamalar ‘yavuz hırsız ev sahibini bastırır’ misâli millete özgürlük olarak yutturulmuştur. Milletin vekilini, başvekilini bile asmaktan çekinmeyenler millet egemenliğini çiğnemekten mi gocunacaktır. Zaten onlar da gocunmamışlardır.

1960’larda başlayıp, Eylül 1980’e kadar süren ve ülkede sağ-sol; alevi-sünni vb. ayrışmaları ortaya çıkarmaya hedefleyen anarşi ve terör olayları milletin hafızasında hâlâ canlılığını korumaktadır. Darbe sabahında, köküne kibrit suyu dökülmüşçesine olayların kesilivermesi; okyanus ötesinde oturan birilerinin darbe haberini alınca ‘bizim çocuklar başardı’ demesi; o çocukların bir zaman sonra ‘şartların olgunlaşmasını bekledik’ gafı… diye giden tuhaflıkları bir tarafa bırakıp asıl konumuza dönecek olursak bu anayasa ile de askeri vesayet dönemi başlamıştır. Misâl birer eğitim ve bilim yuvası olması gereken evrenkentler (univercity), Evren Paşanın havarilerince ‘acemi oğlanlar ocağına dönüştürülmüş; Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) vasıtasıyla Ankara’dan idare edilir hâle getirilmiştir. Darbe sonrası dönemde Türkiye hayli gerilimli bir süreç yaşamış, hatta bir keresinde cumhuriyet döneminin en yüksek oy oranlarından biri ile iktidara gelen devrin başbakanı Turgut Özal bermuda şortla askerlerin karşısına çıkarak -hâl dilince- çizmenin boyunu aşmayın uyarısında bile bulunmuştur. Tabi o yıllar siyasî, iktisadî, askerî vs. birçok açıdan zor yıllardır. Üstelik Türkiye demokrasisinin imtihan (sınav) konusu bu kez de PKK (Partiya Karkaren Kurdiya = Kürdistan İşçi Partisi) adı verilen kanserli hücredir. Yıllar sonra, adına insafsızca ‘Ergenekon’ adı verilen bir yapılanma gün yüzüne çıkarıldığında ise ortaya dökülen kirli çamaşırlardan yayılan pis koku Taksim meydanından, Kandil dağına kadar her yeri kaplamıştır. Bu süreçte şahit olunan en iğrenç tezgâh ise Perinçek’in İşçi Partisi ile Öcalan’ın İşçi Partisinin ‘kan kardeş’ oldukları gerçeğidir ki ihanetin büyüklüğü topyekûn milletin midesini bulandırmıştır.

Evet, canlar! Yeni anayasa tartışmalarına taraf olma zorunluluğu vaki olunca biz ‘evet’çilerin safında yerimizi alıyoruz. Zira Gazi Mustafa Kemal’in de işaret buyurduğu gibi ‘Mevzubahis vatansa gerisi teferruattır.” Hâliyle teferruatlara takılıp kalınarak vuvuzela şaklabanlıklarına başvurmanın; ‘Gemilerde talim var’ gibilerinden mısralarla başlayan türkülerimizin kıvrak ezgileri eşliğinde meydanlarda tepinip, ziynetleri zıplatmanın yersizliği ortadadır. Hâliyle Önkuzuların, Velicanların, Pehlivanoğlu Mustafaların kanına giren bir sürecin peydahladığı 12 Eylül anayasasının çöpe atılmasına 'evet’ diyerek vakti zamanında vuku bulan ‘evet’ ayıbının da bir nebze olsun alınlardan silinmesine çalışılmalıdır. Bu arada her türlü eksikliğine ve yetersizliğine rağmen yeni anayasaya ‘evet’ denmelidir ama ya fail-i meçhûl anarşinin neticesinde vuku bulan 12 Eylül anayasasının fail-i malûmunun köşkte ağırlanmasına ne denmelidir? Üstelik darbenin ve haksız yere verilen idam kararlarının sorumluları adalet önüne çıkarılacak mıdır? Sayın Meclis Başkanımızın veyahut Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu Bey’in de çıkıp, biran önce kamu vicdanını meşgûl eden bu soruları cevaplaması gerekmektedir.

Yeni anayasa eksiktir, yetersizdir vs. gibi mülâhazaları (içtihat, düşünce) bir tarafa bırakıp, meselenin özüne inecek olursak 12 Eylül’de milletin onayına sunulacak olan anayasa metni 1924’ten günümüze kadar gelen süreçte ilk sivil anayasa girişimidir ve gücünü silahların gölgesinden değil, milletin gönül ikliminden almaktadır. Dahası gerçek anlamda millî egemenliğin 1924 Anayasasında olduğuna; bu egemenliğin 1960'ta bürokratların, 1982'de askerlerin vesayetine geçtiğine dahası yüksek yargıdan, TÜSİAD’a kadar birçok oluşumun da bu yetki gaspında birşeyleri alıp götürdüğüne şahit olan ve hâlihazırda sürdürülen çarpık düzenin demokrasi olarak adlandırılamayacağının farkına varan aklıselim milletimiz topyekûn ‘kral çıplak’ demektedir artık. Askeri diktanın (oligarşi, cunta), Adalet Partisi’ne ve Demirel’e; TÜSİAD’ın, Cumhuriyet Halk Partisine ve Ecevit’e reva gördüğü yetki gasplarının nelere mal’olduğu şimdilerde daha iyi anlaşılmaktadır. Zaten bu millî uyanış sayesindedir ki kendisinden önce gelmiş-geçmiş basiretsiz hükümetlerin mukavvadan iktidarlarıyla aynı kefede yer almak istemeyen mevcut siyasî irade de ‘iktidar oldu, muktedir olamadı’ dedirtmemek için canla başla çırpınıp durmaktadır. Kalemle halvetimizin sonlarına gelirken “Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir” diyen Gazi Mustafa Kemal’e şükranlarımızı sunuyoruz. Ve Yasama ile Yürütme’den geçtik; hiç olmazsa O’nun hatırına, ‘aklına esenin’ meydana çıkıp geçmişi şerefle şanla dolu olan asil milletimizin yüksek fikrini, sağduyusunu dağa kaldırmaya; Türk demokrasisini ucuz bir aşüfte gibi sokağa düşürmeye cüret edememesini; bu tür bir densizliği, kansızlığı edenin de mutlaka cezasını çekmesini istiyoruz. Haddizatında (aslında) onlarca yıldır süren ve tarafımızdan ‘sözde demokrasi’ olarak adlandırılan mevcut durumda (statüko), ‘özgürlüğünü bile kendisi kazanmış olan’ bu necip milletin sadece kenar mahalle muhtarını seçme hakkını kullanabildiğini bilip dururken; midemiz de demokrasi aşkıyla yanıp tutuşurken Kızılay sodası derdimize çâre olur mu acaba? Ne dersiniz canlar?
Serik–30.08.2010 Pazartesi

Aziz Dolu Atabey
azizdolu.blogcu.com


 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt