Şatıbî’de “Şeriatın Ümmîliği” Prensibi İnsanlığın arınması için inzal edilmiş yani beşerin algılayabileceği düzleme indirilmiş olan Kur’ân; muğlak, kapalı, ne dediği anlaşılmayan ya da belli aracılar vasıtasıyla anlaşılabilen, sadece bazı uzmanların esrarını çözümleyip anlatabileceği şifrelerle dolu bir kitap değildir; eğer öyle olsaydı, bu durum ilahi adalete ve sünnetullah’a ters olurdu.
Muvafakât yazarı Şatıbî’nin bu konudaki görüşleri daha net ve daha doyurucudur. Ona göre, Kur’ân’ın ilk muhatapları ümmî olduğundan kutlu İslâm şeriatı da ümmîdir ve maslahat gereği herkesin anlayacağı bir lisan ve söylemle gelmiştir.
Bu yüzdendir ki dini yükümlülükler, toplumdaki zayıf-güçlü, büyük-küçük, zekî-kalın kafalı, okumuş-ümmî herkes dikkate alınarak, hepsinin anlayıp kavramaya güç yetireceği bir müşterek seviye esas tutularak insanlara sunulmuştur. Yani Allah Teala, insanlara, onların bildikleri yol ve şekillerle hitap etmiş, böylece zaaflarını ortadan kaldırma, eğriliklerini düzeltme, doğrulukta azim ve sebatlarını artırma konularında kullarına yol göstermiştir (Şatıbi, 1990, II/65-85).
Şatıbî,“şeriatın ümmîliği” prensibine ilişkin şöyle bir kurallaştırmaya gider:“Hem itikadî hem de amelî mükellefiyetlerin, ümmî bir insanın kavrayabileceği bir düzeyde olması gerekir ki, mükellef onun hükmü altına girsin.” (a.g.e., II/86)
Bu kural bağlamında Muvafakât’ta yer alan açıklamalardan bazı bölümler sunalım:
“İtikadî yükümlülükler, kavranılması kolay, -keskin zekalı olsun, kalın kafalı olsun- herkes tarafından anlaşılabilir düzeyde olmak durumundadır. (...)Bu noktadan hareketledir ki, şeriat Rabbani konuları açıklarken, anlaşılabilecek bir ifade ve üslûp kullanmış, herkesçe anlaşılamayacak konuları bırakmış, isim ve sıfatları gerekleriyle tarife çalışmış (Allah’ın zatı üzerinde değil) mahlukat üzerinde düşünülmesine teşvikte bulunmuş ve benzeri tavırlar göstermiştir. Bunun dışında, işin karıştırılmasına sebep olabilecek konuları da “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (42:11) şeklindeki genel bir tenzih kaidesine havale etmiştir.
“Amelî konulara gelince; bu konularda da ümmîliğe riayet prensibi sonucu olmak üzere yükümlülükler herkesçe belirgin ve açık olan şeylere bağlanmış, kesin isabet istenmemiş, işlerin yaklaşık olarak yerine getirilmesi ile yetinilmiştir. Mesela namaz vakitleri, herkesçe gözlenebilen gölge boyu, fecrin doğuşu, güneşin doğuş ve batışı, şafağın batışı gibi hissedilir olaylara bağlanmıştır...
“Şeriatı anlamada daha üstün anlayışa sahip olan kimse (elbette) böyle olmayan gibi değildir; ancak hepsi de müşterek bir durum üzere yürümektedir. (...) Şeriatta farklılık olan hususlar, çoğu kez sadece mutlak olan ve belirli bir sınır konulmayan, aksine mükellefin değerlendirmesine bırakılan konularda bulunur. Bu durumda her mükellef kendi kavrayış ve değerlendirmesine göre sorumlu olur. Herkes güç yetireceği mertebeden sorumlu olur.” (a.g.e.; 86-90)
Kısaca; “şeriatın ümmiliği” prensibi; Kur’ân’ın herkes tarafından anlaşılabilir ve kavranabilir bir dil kullanması ve insanlara takatlarının kaldırabileceği yükümlülükler getirmesi şeklinde özetlenebilir. Şatıbî’nin ifadesi ile, bu prensip, dinin insanlar tarafından “belli bir ilim, tahsil ve ihtisasa ihtiyaç duymadan anlayabilecekleri ve tatbik edebilecekleri şekilde” gelmesidir. (a.g.e., II/67)
Bu çerçevede SeyyidAbdullatif’in, “Kur’ân’da hiçbir teknik tabir kullanılmadığını” ve hatta Kur’ân’ın “koyun sürüsü güden cahil siyahî bir çocuğun bile anlayabileceği bir kitap olduğunu” (Abdullatif, 1995, 23) belirten sözlerini de hatırlatmalıyız.
Şu ayetler de Kur’ân’ın ümmîliği; kolay anlaşılır ve uygulanabilir oluşunu açıkça vurgular:
“Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez.” (2:286)
“Biz bu Kur’ân’ı meşakkat olsun diye indirmedik.” (20:2)
“Öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali verdik.” (39:27)
“Allah’a karşı sorumluluklarının bilincine varsınlar diye her türlü çapraşıklık ve eğrilikten uzak Arapça bir Kur’ân indirdik.” (39:28)
Böylece Kur’ân’ın pratik değeri, kolayca anlaşılıp uygulanabilme, yani “hayatın kitabı” olma özelliği bir kez daha karşımıza çıkar.
Muvafakât yazarı Şatıbî’nin bu konudaki görüşleri daha net ve daha doyurucudur. Ona göre, Kur’ân’ın ilk muhatapları ümmî olduğundan kutlu İslâm şeriatı da ümmîdir ve maslahat gereği herkesin anlayacağı bir lisan ve söylemle gelmiştir.
Bu yüzdendir ki dini yükümlülükler, toplumdaki zayıf-güçlü, büyük-küçük, zekî-kalın kafalı, okumuş-ümmî herkes dikkate alınarak, hepsinin anlayıp kavramaya güç yetireceği bir müşterek seviye esas tutularak insanlara sunulmuştur. Yani Allah Teala, insanlara, onların bildikleri yol ve şekillerle hitap etmiş, böylece zaaflarını ortadan kaldırma, eğriliklerini düzeltme, doğrulukta azim ve sebatlarını artırma konularında kullarına yol göstermiştir (Şatıbi, 1990, II/65-85).
Şatıbî,“şeriatın ümmîliği” prensibine ilişkin şöyle bir kurallaştırmaya gider:“Hem itikadî hem de amelî mükellefiyetlerin, ümmî bir insanın kavrayabileceği bir düzeyde olması gerekir ki, mükellef onun hükmü altına girsin.” (a.g.e., II/86)
Bu kural bağlamında Muvafakât’ta yer alan açıklamalardan bazı bölümler sunalım:
“İtikadî yükümlülükler, kavranılması kolay, -keskin zekalı olsun, kalın kafalı olsun- herkes tarafından anlaşılabilir düzeyde olmak durumundadır. (...)Bu noktadan hareketledir ki, şeriat Rabbani konuları açıklarken, anlaşılabilecek bir ifade ve üslûp kullanmış, herkesçe anlaşılamayacak konuları bırakmış, isim ve sıfatları gerekleriyle tarife çalışmış (Allah’ın zatı üzerinde değil) mahlukat üzerinde düşünülmesine teşvikte bulunmuş ve benzeri tavırlar göstermiştir. Bunun dışında, işin karıştırılmasına sebep olabilecek konuları da “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (42:11) şeklindeki genel bir tenzih kaidesine havale etmiştir.
“Amelî konulara gelince; bu konularda da ümmîliğe riayet prensibi sonucu olmak üzere yükümlülükler herkesçe belirgin ve açık olan şeylere bağlanmış, kesin isabet istenmemiş, işlerin yaklaşık olarak yerine getirilmesi ile yetinilmiştir. Mesela namaz vakitleri, herkesçe gözlenebilen gölge boyu, fecrin doğuşu, güneşin doğuş ve batışı, şafağın batışı gibi hissedilir olaylara bağlanmıştır...
“Şeriatı anlamada daha üstün anlayışa sahip olan kimse (elbette) böyle olmayan gibi değildir; ancak hepsi de müşterek bir durum üzere yürümektedir. (...) Şeriatta farklılık olan hususlar, çoğu kez sadece mutlak olan ve belirli bir sınır konulmayan, aksine mükellefin değerlendirmesine bırakılan konularda bulunur. Bu durumda her mükellef kendi kavrayış ve değerlendirmesine göre sorumlu olur. Herkes güç yetireceği mertebeden sorumlu olur.” (a.g.e.; 86-90)
Kısaca; “şeriatın ümmiliği” prensibi; Kur’ân’ın herkes tarafından anlaşılabilir ve kavranabilir bir dil kullanması ve insanlara takatlarının kaldırabileceği yükümlülükler getirmesi şeklinde özetlenebilir. Şatıbî’nin ifadesi ile, bu prensip, dinin insanlar tarafından “belli bir ilim, tahsil ve ihtisasa ihtiyaç duymadan anlayabilecekleri ve tatbik edebilecekleri şekilde” gelmesidir. (a.g.e., II/67)
Bu çerçevede SeyyidAbdullatif’in, “Kur’ân’da hiçbir teknik tabir kullanılmadığını” ve hatta Kur’ân’ın “koyun sürüsü güden cahil siyahî bir çocuğun bile anlayabileceği bir kitap olduğunu” (Abdullatif, 1995, 23) belirten sözlerini de hatırlatmalıyız.
Şu ayetler de Kur’ân’ın ümmîliği; kolay anlaşılır ve uygulanabilir oluşunu açıkça vurgular:
“Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez.” (2:286)
“Biz bu Kur’ân’ı meşakkat olsun diye indirmedik.” (20:2)
“Öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali verdik.” (39:27)
“Allah’a karşı sorumluluklarının bilincine varsınlar diye her türlü çapraşıklık ve eğrilikten uzak Arapça bir Kur’ân indirdik.” (39:28)
Böylece Kur’ân’ın pratik değeri, kolayca anlaşılıp uygulanabilme, yani “hayatın kitabı” olma özelliği bir kez daha karşımıza çıkar.