Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam'da Hürriyet Var mı?

chamdali

New member
Katılım
28 Nis 2006
Mesajlar
647
Tepkime puanı
123
Puanları
0
İslam'da 'Hürriyet' Var mı?

M. Kürşad Atalar, Mart 1998.

Bu yazı, İslam'ı moda kavramlarla açıklama eğilimi*nin bir uzantısı olarak, bir takım çevrelerin son dönem*lerde yaygın olarak kullandığı 'hürriyet' (özgürlük) kavramının, Kur'an terminolojisi içerisinde yerinin olma*dığı; bilakis Kur'an'ın, insan eylemleri ile ilgili olarak önemsediği kavramın 'ibadet' (kulluk) olduğu tezini savunmaktadır.

Bu amaçla, yazıda, öncelikle terimin (hürriyet) semantik bir analizi yapılmakta; ardından vücud bulduğu coğrafyada kazandığı 'anlam' irdelen*mekte; buradan hareketle, Kur'an'ın ilgili ayetlerine müracaat edilerek, kavramsallaşmış olan bu terimin anlam içeriği sorgulanmakta ve son olarak İslam nazarında bir değer taşımadığı tespitinde bulunulmaktadır.

Bu arada konuyla doğrudan ilişkili olan ve yine pek çok müslüman tarafından hatalı bir şekilde içselleştirilen 'insan hakları' kavramı da tahlil edilmekte ve bu kavra*mın da, özde modernitenin felsefi öngörülerinin bir uzantısı olduğu düşüncesi işlenmektedir. Bu yönüyle, bu çalışma, Kur'an terminolojisini doğru bir biçimde anlama çabasının küçük bir örneği olarak değerlendiri*lebilir.

Semantik Analiz

Hürriyet, en yalın anlamıyla "denetim ya da baskı altında olmama hali"dir. Ancak bu terim, tarih içinde bir kavramlaşma süreci geçirmiş ve 'ideolojik etkileşimler' sonucunda terimsel anlamının ötesinde bambaşka bir 'anlamlar dünyası'nın adı olarak kullanılır olmuştur. Bu etkileşimin belirleyicisi, bireyin, modernleşme sürecin*de, toplum ve devletle olan ilişkilerinde mutlak anlamda 'özgür' olmasını savunan liberalizm akımıdır.[1]

Liberalizm, özgürlük (hürriyet) terimini, yalın anlamının ötesinde bireyin 'doğuştan sahip olduğu haklar' temelin*de tanımlamaktadır. Özgürlük bayraktarlığı yapan bu akım, hümanizmin insan-merkezli alem anlayışını, ideolojisinin özüne yerleştirmektedir. Buna göre, 'insan'ın kendi dışından değil, sadece kendi özvarlığından kaynaklanan bir değeri vardır. Bu değer, doğuştan kazanılır ve hiçbir güç, bu değeri yadsıyamaz.

İşte bu yaklaşım, Batı felsefesi ve hukuk tarihine damgasını vuran 'doğal haklar' kavramını doğurmuştur. Temel paradigması ise, insanın 'özgürlük hakkı'nın hiçbir şart altında iptal edilemeyeceğidir. 'Birey' (ya da 'vatandaş'), kendi rasyonalitesi ile kurduğu toplumsal düzenek içinde, 'özgürce' yaşayacak; Tanrı dahil, hiçbir güç, insana bu alanda müdahalede bulunamayacaktır.[2]

Libaralizmin (Özgürlükçülüğün), 'insan', 'hak' ve 'hürriyet' (özgürlük) kavramları çerçevesinde oluşturdu*ğu felsefenin İslam'a taban tabana zıt olduğu açıkça ortadadır. Her üç kavramsallaştırma da, İslam'ın insan ve hayat anlayışına aykırıdır. Kur'an, insan ve hakk terimlerini kullanır; ancak bu terimler, liberalizmin kullandığı içerikle hiçbir biçimde uyuşmaz. Aynı şekilde 'özgürlük' (hürriyet) terimi de, bugünkü kullanımıyla Kur'an terminolojisinde yer almaz.

Öncelikle, bilinmelidir ki, Kur'an, 'insan' terimini, beşerin belirli özelliklerini ve çoğunlukla da negatif vasıflarını tasvir ederken kullanır. Kur'an, insana takva ve fücur'un ilham edildiğini[3], onun zalum ve cehul[4] olduğunu (çok haksızlık yaptığını ve çoklukla bilgisizce davrandığını), aceleci yaratıldığını[5] , zaif olduğunu[6], çabucak ümitsizliğe düşüp[7] çok nankörlük yaptığını[8] ...beyan eder.[9]

Bu çerçeve içerisinde 'insan' teriminin, Kur'an'da genellikle 'olumsuz' bir içerikle kullanıldığı görülür. 'Liberalizmin insan (human) tanımında ise, 'rasyonalite' belirleyicidir ve bu özelliğin kaçınılmaz sonucu olarak, insanın tanrıya karşı başkaldırısını simgeleştirecek anlamlar öne çıkar. Özetle liberalizm*deki 'human', Kur'an'daki 'insan' değildir.[10]

Yine liberalizmin tanımladığı 'hak' terimi de, İslami değildir. Bilindiği gibi, bu akımın tarihsel gelişim süre*cinde, doğal haklar düşüncesi, Ortaçağ'dan sonra, antik dönemdeki içeriğinden soyutlanmış ve bilhassa mülkiyet kavramının gelişmesi sonucunda eşitlik ve özgürlük kavramları temelinde anlaşılmaya başlanmış*tır. Bu önemli bir paradigmal değişimdir ve artık bu dönemde, antik evredeki 'ödev' kavramının yerini 'hak' kavramı almıştır.

Böylece 'birey', kendi özünden, kendi dışındaki herhangi bir varlık için fedakarlıkta bulunma anlayışını terketmiş; yerine, varlık dünyasını kendi duruşuna göre tanımlama yolunu tercih etmiştir.[11] Sonuçta, 'hak' terimi, reel dünyada (doğada) varolanın, insan aklı (ratio) ile kavranabilen kısmına meşruiyet kazandırma çabasının bir ürünü olarak çıkmıştır. Modern dönemde İnsan Hakları şeklinde somutlaşan bu anlayış,[12] işte bu temel felsefi öngörünün damgası*nı üzerinde taşımaktadır ve İslam’ın temel değer yargı*larıyla çelişmektedir.[13]

Hürriyet (özgürlük) kavramı çerçevesinde oluşturu*lan anlayışın ise, İslam'la hiçbir biçimde ilgisinin olma*dığı açıktır. Öyle ki, bu terim, orjinal şekliyle Kur'an'da hiçbir yerde geçmemektedir. Kur'an, 'harre' fiil kökün*den türemiş çeşitli sözcükler kullanmıştır, ancak 'hürri*yet' terimini hiçbir yerde kullanmamıştır. Sadece Bakara: 178. ayette, 'köle olmayan/kölelikten kurtulmuş' (redeemed) kişiyi tasvir edecek şekilde 'hurr' terimi kullanılmıştır.[14]

Buna ilaveten Kur'an, aynı fiil kökün*den türemiş bir başka tabir kullanır ki bu, 'tahriru rakabeh' (köle azad etmek)dir. Burada da 'hurr' teriminin kullanımında olduğu gibi, yine 'azad olma' (redeem) teriminin anlam içeriği geçerlidir.[15] Son olarak Kur'an, Ali İmran: 35. ayette, 'muharreren' terimini kullanmakta*dır ki, burada bahis konusu olan şey, Hz. Meryem (AS)'in, annesi tarafından, Beyt-i Makdis'in hizmetine koşması için (henüz daha doğmamışken) halis olarak/katıksızca Allah'a adanmasıdır.

Buna göre, Hz. Meryem'in annesi, doğacak çocuğunu, 'azad etmiş/ serbest bırakmış' ve bir anlamda başka herhangi bir işle uğraşması yerine, o Beyt'in 'görevlisi' olmasını iste*miştir. Kur'an'dan ve tarihten edindiğimiz bilgilere göre de, Hz. Meryem, Hz. Zekeriya'nın koruması altında, kendisini Allah'a adamış bir mümine olarak Beyt-i Makdis'te hizmet görmüştür. Öyle anlaşılmaktadır ki, bu ayette, anne, kızını, ev hayatının beraberinde getir*diği birtakım yükümlülüklerden 'azad etmiş'tir. Böylece Hz. Meryem de, Mescid'in hizmetlerine mümkün oldu*ğunca çok koşturabilmiştir.

Görüldüğü gibi, Kur'an'ın harre fiil kökünden türeterek kullandığı tabirlerde (terimsel anlamın ötesinde), 'hürriyet' (özgürlük) kavramının içerdiği anlam yoktur.[16] Hürriyet, ne semantik ne de içerik olarak Kur'an'ın kullandığı bir kavram değildir.[17]

İbadetin Mahiyeti ve Hürriyet

Kur'an, sadece varoluşun ontolojik gerekçelerini izah etmek için değil, insan eylemlerinin varoluşsal değerinin tayin edilmesi ve sonuçlarının anlamlandırıl*ması açısından da önemli ve kuşatıcı bir kavram kulla*nır. Bu kavram, 'ibadet'tir. İbadet, Kur'an terminolo*jisinde merkezi bir yer tutar[18] ve 'hürriyet' teriminin içer*diği anlamları da havi ve fakat ona alternatif başka bir anlam dünyasını öne çıkarır. Buna göre, sevgi ve bağlı*lık unsurlarının bulunduğu bütün bilinçli insan eylemleri ibadet olarak nitelendirilebilir.[19]

Böyle olunca, 'ibadetsiz (ya da dinsiz) insan' tasavvuru mümkün olmamaktadır. Bu tespit son derece önemlidir; zira eğer 'ibadetsiz insan' kategorisinden bahsedilemeyecekse, bu durum*da, 'hürriyet' kavramı ile propagandası yapılan pek çok düşüncenin dayanaksız ve indi (sübjektif) olduğu neticesine ulaşılacaktır.[20]

Kur'an, işte bu noktada çok önemli bir tespitte bulu*nur. Buna göre: "Allah'a ibâdet etmeyen kişi, mutlaka başka bir mabuda tapar ve bu tapınma, onun yararına değildir." Kur'an, bu tespitin ispatı mahiyetinde bir de önemli bir misal (darb-ı mesel) verir (Zümer: 29). Bu örnekte; birinin tek efendisi, diğerinin ise birbirleriyle sürekli çekişen birden çok efendileri olan iki kişinin (köle) durumu mukayese edilir. Ardından Kur'an, hangi kölenin halinin daha iyi olacağı sorusunu yöneltir ve tartışmasız cevabı verir. Evet, cevap, elbette birden çok ve birbiriyle sürekli çekişen efendilere hizmet için koşuşturan kölenin durumunun vahim, tek efendili köle*nin durumunun ise iyi olacağı şeklindedir.

Bu örnek, Allah'a ortak koşanların durumunu çok net bir şekilde gözler önüne sermesi ve ibadetin kime yapılması gerektiği konusunda Kur'an'ın sunduğu çok net misal*lerden biridir ve 'hürriyet havariliği' yapanlar için de önemli bir ibret olarak karşımızda durmaktadır.

Evet Allah'tan başkasına tapanlar için hem ruhsal hem de fiziksel açıdan bir 'dinginlik/huzur' söz konusu değildir. Çünkü onların ilahları, kullarını kendi arzuları yönünde ibadete zorlayacaklar; bu da o kulların üzerine, kaldıra*mayacakları ölçüde yük yükleyecek ve sonuçta hiçbir ilah razı edilemeyecektir.

O halde gerçekte kime ibadet edilmelidir? Kur'an, bu konuda da çok net bir cevap verir: "ibadet edilecek varlık, yaratılmışlardan olmamalıdır." Zira mabud, başkalarına muhtaç olmamalıdır. Bütün kullar yaratıl*mıştır ve bu yüzden ilah olamazlar. Eğer yaratılmışlar ilahtık taslarlarsa, bunun sonucu, kaçınılmaz olarak 'kula kulluk'tur. Bu ise, açıkça insanın tutsaklaştırılmasıdır. Zira kula kullukta, kul edinen, kul olana seçim şansı tanımaz (eğer tanırsa ilahlığının reddedilmesi ihtimali vardır)[21].

Sadece, kulluğa layık tek varlık olan Allah, kul edineceklerine bu hakkı tanımış, onları kendisine kullukta zorlamamış, seçimi kendilerine bırakmıştır. İşte Allah'a kulluğun, insanları karanlıklar*dan (tutsaklıklardan) kurtarıp, aydınlığa (huzura) ulaş*tırmasının[22] açıklaması budur. O halde madem 'yaratma' O'na mahsustur; emretme de O'na ait olmalı*dır.[23] Zaten İslam'ın temel ilkesi olan "Allah'tan başka ilah yoktur" ifadesi de böyle anlaşılmalıdır.[24]

Sonuç

Görüldüğü üzere, 'hürriyet' (özgürlük) kavramı, Batılı ulusların modernleşme sürecinde yaşadıkları deneyimlerin bir ürünüdür ve bu yönüyle bu kavramın hiçbir 'evrenselliği' ve 'hakikati' yoktur. Özgürlük, sahici değeri olmayan ve sadece belirli amaçlar için kullanılan bir yaftadan ibarettir.[25]

Fakat 'ibadet', mutlaktır; dini bir terim değildir; bütün insanlık durumlarını tasvir etmek için kullanılabilir. Bu nedenledir ki, her insanın bir dini, ibadeti ve ilahı vardır. Her insan, sonuçta sever, bağla*nır; itaat ve 'ibadet' eder.[26]

Önemli olan kimin neye ibadet ettiği, kimin neyi kutsadığı; kimin hangi dinin üyesi olduğudur. Başkaları 'özgürce yaşayıp' (gerçekte bir başka şeyin kulu olarak Ebedi Tutsaklığa (Cehennem) mahkum olmak isteyebilirler; ama müslüman için sadece Allah'a ibadet etme ve O'nun rızasını kazanma düşüncesi vardır. O başkalarına kul olacağı*na, kul edinme hakkına sahip tek varlık olarak Allah'ı mabud edinir. Zira gerçek anlamda, ancak o zaman tutsaklıklardan kurtulacağının bilincindedir.
 

chamdali

New member
Katılım
28 Nis 2006
Mesajlar
647
Tepkime puanı
123
Puanları
0
Dipnotlar
-------------------------------------------------------------------------
[1] Özgürlük (liberty) teriminin, 'azad olma'/'rehinden kurtulma' (redemption) ile 'birşeyi yapabilme serbestisi' ya da 'kişinin hoşlan*dığı birşeyi yapma, söyleme, düşünme ve yazma salahiyetine sahip olması' (freedom) terimleri ile karıştırılmaması gerekir. "Özgürlük" modernleşme sürecinde geçirdiği kavramlaşma sürecinin akabinde 'özel bir anlam' kazanmıştır ve 'kölelikten kurtulma', ya da 'serbest olma' terimlerinin çok ötesinde, 'siyasi' ve 'ideolojik' bir içeriğe sahip*tir.

[2] Liberalizmin tarihsel ve felsefi kökenine gözatıldığında, tanımlanan 'özgür insan'ın temelleri, onun Kilise'ye (ve bir anlamda Tanrı'ya) karşı başlattığı özgürlük mücadelesinde aranmalıdır. Batılı insan,
'tanrısal hak' kavramından 'doğal hak' kavramına rücu etmekle tutsaklıktan kurtulup, özgürce yaşayacağı bir dünya yaratmayı tasarlıyordu. Aslında tanımlanan bu 'haklar', 'tanrıya karşı kazanıl*mış haklardı'. O halde 'din', hayattan uzaklaştırıldığı ölçüde, insa*nın 'özgürlük arayışı' hedefine ulaşabilirdi!

[3] Şems: 8.

[4] Ahzab: 72

[5] İsra : 11 ve Enbiya : 37

[6] Nisa: 28

[7] Hud : 9 ve İsra : 83

[8] Şura : 48, Abese : 17, Hacc : 66 ve İsra : 27

[9] Kuran, 'insan'ı tanımlarken, onu 'ins' ve 'nass'dan ayırır ve bu teri*mi, onun 'yaratılış' özelliklerini açıklarken kullanır. Bu bağlamda Kur'an'ın insan tasviri şöyledir: insan, zayıf yaratılmıştır; zorluklar karşısında çabuk umutsuzlanır; zorluk anında Allah'tan yardım diler sonra bunu inkar eder (Hud: 9, İsra: 48, Abese : 17). Nimet verildi*ğinde yan çizer; şer dokunduğunda yeise kapılır; pek cimridir; herşeyde çok tartışır (Kehf: 54). Aceleci yaratılmıştır (İsra: 11, Enbiya : 37). Pek nankördür (Kehf: 66). Hayır istemekten bıkmaz; ama bir şer dokunduğunda ümidini keser (Fussilet: 49) ve hemen dua etmeye, Allah'tan yardım istemeye koyulur (Fussilet : 51). Bencil ve haristir; bir şer dokunduğunda feryadı basar; bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (Mearic: 19-21). Önündeki (gelece*ği)ni fücurla sürdürmek ister (Kıyame: 5). Sık azar (Alak : 6). Rabbine karşı şükredici değil, inkar edici -kenud-dir (Adiyat: 6) ve bu özellikleriyle apaçık bir hüsran içindedir (Asr: 2).

[10] Human teriminin özel bir anlamı olduğunun delili, yine ingiliz dilinde*ki 'man' sözcüğünden çıkarılabilir. Man terimi de 'insan' olarak çevrilmekle birlikte, bu anlamın 'human'dan farklı olduğu ortadadır. Zaten bu nedenle insanı merkez alan felsefi yaklaşım, 'humanism' terimi ile ifade edilmiştir.. Ayrıca felsefede humanismus, dini yaşam tasarımındaki ideal tasarımlar yerine, gerçekten yaşanmış tecrübe*lere, gerçekleşmiş yaşam biçimlerine değer veren görüşün adıdır ve bu anlamda 'gerçeklik', dinin kapsamı dışındadır.

[11] Bu anlayışın doğal sonucu, 'emperyalizm' olacaktı ve öyle de olmuştur. Zira eğer bütün bir alem insan-merkezli tanımlanacaksa, bu taktirde, insanın, alemden 'kendi çıkarları' için ve üstelik sonuna kadar yararlanması düşüncesi meşrulaşacaktır. Çok masumane bir düşünce olarak sunulan "herşey insan için" sloganı da yine bu temel paradigmadan türemiştir ve sonucu insanlık için yıkım olmuş*tur. Bugün gelinen aşamada, 'çevreci' bir felsefenin türemesinin dahi ilk işaretlerinin 'hümanist' paradigmadan geldiğini söylemek mümkündür.

[12] Modernizmin 'akl'ına yönelik Postmodern eleştirilere bakılacak olur*sa, 'hak' (right) kavramının 'reel' bir gerçekliğe tekabül ettiğini ileri süren görüş dahi çok tartışmalıdır.

[13] İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde, temel haklar ve özgür*lükler bölümünde yeralan ve günlük lisanda da çok sıklıkla kullanı*lan sorgusuz alıkonmama hakkı (freedom from arrest), korkudan emin olma hakkı (freedom from fear), 'ifade özgürlüğü' (freedom of speech), 'düşünce özgürlüğü' (freedom of thought), 'din özgürlüğü' (freedom of religion), 'vicdan özgürlüğü' (freedom of conscience).. gibi kavramsallaştırmalar, islam hukukunun formüle ettiği Kul Hakları (hukukulibad) tanımıyla hiçbir biçimde uyuşmaz. Beyanname'nin felsefi temellerini oluşturan bu tabirler, hümanizm ve rasyonalizmin boyasını (akidevi öngörülerini) üzerinde taşımak*tadır ve sonuç itibarıyla insan (human) aklı ve nefsinin ilahlaştırılması anlamına gelmektedirler, İslam Hukuku ise bambaşka bir 'hakk', 'emniyet' ve (eşitlik değil) 'adalet' tanımı yapmaktadır- Beyanname'nin İnsan Hakları tabiri, kesinlikle İslam Hukuku'nun Kul Hakları tabiriyle uyuşmaz. Zira İslam herşeyden önce 'kul' teri*mine çok özel bir anlam atfeder ve inansın-inanmasın tüm insanları bu özel anlamla vasıflandırır. Kur'an'ın tanımladığı 'Kul', ne 'beşer'dir ne de 'insan'dır. Kur'an 'kul'u, temelde Allah'ın Rahman ismiyle bağlantılı olarak ve kendi temel itikadi normlarıyla tanımlar. Böyle olunca, 'kul', biyolojik ve fiziksel özellikleriyle bir 'beşer' olma*nın ötesinde özel bir anlam kazanır. Bu tıpkı, hümanizmdeki 'human' (insan) tanımının özel bir anlamı olması gibidir. Aynı şekilde Kul Hakları tabirinde kullanılan 'hakk' terimi de, yine Batılı jargondaki 'hak'kı karşılamaz. Zira burada insan-merkezli bir hak (right) tanımı yoktur; bilakis Allah'ın sınırlarını çizdiği (hududullah) ölçüler içerisinde haklar vardır. Nitekim İslam hukukunda, bu husus, 'emniyet' kavramı çerçevesinde ele alınmıştır (akıl, nesil, mal, can... emniyeti gibi). Yine Beyanname'de üzerinde durulan önemli bir kavram da 'eşitlik'tir. Modernizmin tanımladığı bu eşitli*ğin, Postmodern dönemde 'hakkaniyet'e dönüştürüldüğü bilinmekte*dir ve Batı dahi, "her alanda her şekilde" bir 'eşitliğin', hem imkansız hem de haksız olduğunu yüksek sesle dillendirir olmuştur. İslam bu konuda 'adalet'in tesis edilmesi gerektiğini söyler. Bu da ancak 'hakk edene hak ettiği kadar' şeklinde tanımlanabilir. Bir diğer ifadeyle, istenen, 'zulm'un olmadığı, yani "herşeyin ait olduğu yerde olduğu" bir 'adalet/kist' nizamıdır.

[14] Ayet şöyledir "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre karşı hür, köleye karşı köle (abd), dişiye karşı dişi..." Dikkat edilirse, buradaki kullanımda 'liberty' (hürriyet) sözcüğünün anlam içeriğine sahip hiçbir öğe yoktur. Burada sadece 'redeemed' (kölelikten azad olan kişi)den bahsedilebilir.

[15] Kur'an, Nisa: 92'de bir müminin hata sonucu öldürülmesinin diyeti olarak, Maide : 89'da yeminin keffareti ile ilgili olarak ve Mücadele: 3. ayette de kadınlarına ziharda bulunanların üzerine düşen borcu açıklarken, 'tahriru rakabeh' ifadesini kullanmaktadır. Buna göre 'köle azad etmek', kısas, diyet, keffaret ve zihar alanlarında geçerli bir hukuksal müeyyide olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu içeriği ile de, belli bir sosyal müessesenin kaldırılmasına yönelik bir icraat olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yönüyle, köle azad etme kurumun*dan, liberal düşüncenin öngördüğü gibi bir 'özgürlükçü' düşüncenin çıkarılması mümkün değildir. ,

[16] Arap lisanında 'harre', 'bağımlılığının' ortadan kalkması veya 'arın*dırılma' durumlarında kullanılır. Örneğin, harrertü'l-abd: "köleyi özgürlüğüne kavuşturmak" anlamında; harrertü'l-kitab: "kitabı düzel*tip, onda herhangi bir yanlışlık bırakmayacak biçimde hatadan arın*dırmak" anlamında (nitekim 'muharrir' bu anlamda kullanılmak*tadır); raculun hurr: "bir kimsenin kendisini herşeyden tecrid edip, başkalarına olan bağımlılığını tümüyle kestiğinde; ettinu'l-hurr: "çamurun, kumdan, taştan, balçıktan ve herhangi bir kusurdan uzak ve temiz olması durumunda -yani halis çamur anlamında- kullanıl*maktadır.

[17] Hürriyet, İslam Düşünce tarihinde de, bu içeriği ile hiçbir zaman kullanılmamıştır. Hürriyet (özgürlük) kavramı ve bu kavramın içinde taşıdığı anlamlar, İslam Dünyası'na, ilk kez, 19. yüzyıl sonunda, Fransız Devrimi'nden etkilenen ve zihinleri tümüyle 'batılılaşmış' bazı aydınların yazılarıyla girmiştir. Bu elit kesimin ideolojik ve siya*sal tercihlerine bakıldığında, 'hürriyet' kavramının özel bir içerikle kullanıldığı ve sadece siyasal baskılardan kurtulmanın değil, aynı zamanda 'dinin' -yani İslam'ın -baskısından (!) da kurtulmanın simgesel ifadesi olarak, oldukça önemli işlevler yüklendiği görülmektedir. Bilindiği gibi, Jön Türkler'in (ve daha sonra da Ittihatçılar'ın) bayraklaştırdığı kavramlar, hürriyet, eşitlik ve terakki'dir ve bu kavramların anlam içeriklerinin tümü liberal felsefeden ödünç alınmıştır. Hürriyet, Osmanlı Sultan'ına karşı başkaldırı hakkını meşrulaştırmak; eşitlik, gayri müslimlerin vatandaşlık statü*lerinin kabulü, terakki de batı teknolojisini transfer etmek suretiyle sömürü sürecinin başlatılmasının kılıfı olarak işlev görmüşlerdir. Ama maalesef, o dönemin bazı müslümanları, bu kavramların işlev*lerine hiç dikkat etmeden, bu kavramları meşrulaştırma hatasına düşmüşlerdir. Örneğin Said-i Nursi, Cumhuriyet, Hürriyet (ve daha sonraları) Demokrasi kavramlarını islamlaştırma çabasına girebil*miştir (Bir dönem Helsinki Yurttaşlar Bildirgesi'ne imza atan kimi 'müslüman aydınlar', şimdilerde de Refah Partililer, özgürlükler, İnsan hakları ve demokrasinin başta gelen savunucuları olarak karşımızda duruyorlar!). Halbuki bu tür çabalar beyhudedir; her felsefi sistem veya din, kendi kavramlarını oluşturur ve bu kavram*larla hayatiyet bulur.

Ayrıca Kur'an'da 'özgürlük' kavramını onayladığı iddia edilen ayet*lerin (Bakara: 256; Tevbe: 6; İsra: 54; Kaf: 45; Alak: 9; Kafirun: 6) bu kavramın ima ettiği anlamlarla uzaktan yakından alakası da yoktur. Bakara : 256. ayette, 'dinde zorlama olmadığı' kulların İslam'ı din olarak seçip seçmemekte serbest olduğu ifade edilmek*te, ancak İslamı kabul eden kişinin, nefsine uyarak dilediği gibi hareket edebileceğinden hiçbir biçimde bahsedilmemektedir. Aksine Ahzab : 36. ayette, inananların, Allah ve Resulünün hüküm*lerine uymak zorunda olduğu açıkça bildirilmektedir. Tevbe : 6'da, müşriklerin 'aman dilemesi' durumunda, onlara ilişilmemesinden: İsra : 54'de: Peygamberin insanlar üzerine vekil/bekçi olarak gönde*rilmediğinden, O'nun sadece bir tebliğci olduğundan; Kaf: 45'de Peygamberin zorlayıcı (cebbar) olmadığından: Alak: 9'da: namaz kılanı engelleyenin kınanmasından ve Kafirun: 6'da ise: müminlerle kafirlerin dinlerinde asla uzlaşamayacaklarından bahsedilmektedir. Bu ayetlerin hiçbirinden, Batılı anlamda 'özgürlüğün' İslam'da yeri*nin olduğuna dair bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Bu ayetler kişinin ancak din seçme konusunda serbest olduğuna delil olabilir*ler.

[18] Bu terim, öylesine merkezi bir öneme sahiptir ki, Mevdudi, "Kur'an'a Göre Dört Terim" adlı eserinde, bu kavramı, Kıır'an'ın anlaşılmasında öncelikli 4 terimden biri olarak saymıştır.

[19] Bilindiği gibi, ibadette, tasdik, taat, menasik, ittiba gibi unsurların yanında 'sevgi'nin de gerekli olduğu söylenegelir. Bu konuda İbn Teymiyye'nin görüşü bilinmektedir. Buna göre, sevgi, ibadetin vazgeçilmez bir unsurudur ve inancın temelinde yeralan 'gönülden bağlılığın' önemli bir göstergesidir. Ericc Fromm'un malum görüşü*ne göre de, her insan, sonuçta isteyerek ve severek bir şeye bağlanmaktadır. Din, işte bu bağlılıkla ortaya çıkmaktadır. Şu halde, her insanın 'din'i vardır ve her insan sonuçta birşeye (para, kadın, makam, şöhret, put, iktidar, tanrı, Şeytan...) ibadet etmekte*dir. Kur'an'ın insan eylemlerinin mahiyetine ilişkin getirdiği açıklama kısaca budur. Böyle olunca, 'ibadet'i sadece, inançla ilgili bir pratik olarak görmek yanlıştır.

[20] Nitekim ateizm 'dinsizlik' değildir; sadece Allah'ı inkar eden bir başka dindir. Yine 'özgür insan' da, dünya cennetinde her istediğini elde edebilen kişi değildir. Bilakis onun da dini/ibadeti vardır ve ilahı da 'nefsi'dir.

[21] Tarih boyunca tiranlar, Firavunlar, Şahlar, Krallar teb'alarına bu seçim hakkını tanımamışlardır. Firavun'un: "benim iznim olmadan başka bir Rab nasıl edinirsiniz?' şeklindeki sözü, bu ilahların tavrını aksettirmesi açısından önemli bir örnektir. (Daha geniş açıklama için bkz. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam Yay. 'kulluk' bahsi.)

[22] Bakara: 257.

[23] A’raf: 54.

[24] Özgür insan'ın tutsaklıkların en koyusunu yaşamasının nedeni, kul edinme hakkı olan tek varlık olarak Allah'ı tanımaması ve onun yeri*ne kendi nefsini koymasıdır. Halbuki "Allah'ın kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği verdiği insanoğluna: "Allah'ı bırakıp bana kulluk edin" demek (Ali İmran: 79) yaraşmaz; aksine insanın görevi: "dini yalnız Allah'a has kılarak O'na kullak etmek (Zümer:2) yani Rabbanilerden olmaktır. (Ali İmran : 79). Zira göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak varacaktır (Meryem: 93).

[25] Burada önemli bir ironiden bahsetmek yerinde olacaktır. Batılı insan, kendisini tutsaklaştırmakla suçladığı Tanrı'yı göğe hapsettik*ten sonra, mutlak manada özgürlüğe ulaşacağını ve Cenneti yeryü*zünde kurabileceğini sanmıştı. Halbuki aynı insan, "artık özgürüm" dediği 20. y.y.da tutsaklıkların en koyusuna duçar oldu. Ne ateist ne de varoluşçu felsefe onun derdine çare olabildi. Nitekim Varoluşçulardan Albert Camus, tek özgür eylemin 'intihar' olduğunu: 'kötümser filozof' Foucault ise modern dünyanın bir 'açık hapishane'ye benzediğini ve buradan çıkışın mümkün olmadığını söylemiş*lerdir. Yani Batılı (ya da diğer bir deyimle 'özgür insan'), tutsaklığın en koyusunu, en özgür olduğunu iddia ettiği çağda yaşamıştır. Şeriati'nin ifadesiyle, Batılı insan, doğa, toplum, tarih ve nefs zindanlarında kendi tutsaklığını kendisi hazırlamıştır. Bu sonucu doğuran etmenler ise her çağ ve zemin için geçerli olan ve Kur'an'ın evrensel mesajında beyan buyrulan: "dünya hayatının, ölümsüz ahiret yurduna tercih edilmesi" (A'la: 16); "tutkulu bir oyalanma için*de olunması" (Enbiya: 3); "Tekasür (çokluk) ile övünülmesi" (Tekasür: 1); kısaca "Allah'ın unutulması'dır (Haşr: 19).

[26] Bu böyledir ki, "din günü" vardır ve insanlar o gün "dinlerinden dola*yı" sorguya çekileceklerdir. Fakat o gün İslam'dan başka din kabul edilmeyecektir. Zira ibadete tek lâyık olan Allah'ı bırakıp tâ başka rabler edinenlerin, kendilerini temize çıkaracak gerekçeleri yoktur. O gün hüküm Allah'ındır.
 

mihr2004

New member
Katılım
23 Ağu 2006
Mesajlar
71
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hurafe: Dinde Zorlama Vardir-1

Hurafe: Dinde Zorlama Vardir-1

KUR’ÂN’A TERS DÜŞEN HURAFELER: DÎNDE ZORLAMA VARDIR.

Allahû Tealâ'ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Yüce Rabbimiz bizleri bir zikir sohbetinde, bir dîni sohbette biraraya getirdi. Dînimize giren hurafelerden bahsediyorduk. İşte hurafelerden birisi de "Dînde zorlama vardır." ifadesidir.

Sevgili kardeşlerim, dîn Allah ile olan ilişkilerin esas yolunu çizdiği bir dizaynı içerir. Biz insanlar diğer insanlarla ve Allah'la ilişki içersindeyiz. Allah ile kul arasındaki ilişiklerde hiç kimsenin zorlanması söz konusu olamaz. Örneğin namaz kılmak, Allah ile kul arasındaki bir ilişkiyi ifade eder.

Allah'ın emri, Allah'a ibadet etmektir. Allah'ın emri, Allah'a kul olmaktır. İbadet etmek de kul olmak da aynı kökten geldiği için; insanlar asırlar boyunca bu iki kelimeyi hep birbirine karıştırmışlardır. Dolayısıyla ibadet etmekle abd olmayı aynı şey olarak kabul edenler ortaya çıkmıştır. Zariyat Suresinin 56. âyet-i kerimesini “İnsanlar dünyaya ibadet etsin diye gelirler.” şeklinde yorumlayanlar olmuştur. Allahû Tealâ Zariyat-56'da şöyle buyuruyor:



51/ZARİYAT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).

Biz, insanları ve cinleri başka bir şey için değil; Bize, kul olsunlar diye yarattık.



"Biz insanları ve cinleri başka bir şey için yaratmadık. Sadece kul olsunlar diye yarattık." diyor.

“li ya'budûn: Sadece Allah'a kul olsunlar diye.” buyuruyor.

İbadet, kulluğun mutlak gerekli olan şartlarını içerir. Tamam, ama bir insan Allah'a ulaşmayı dilemedikçe ibadetin bütününü yapsa, 80 yaşında ölen bir insan hayatının 65 yılında İslâm'ın 5 şartının 5’ini de gerçekleştirse; o kişinin kurtuluşu mümkün değildir. O kişi sadece ibadet etmiştir ama abd olamamıştır, Allah'a kul olamamıştır.

Öyleyse taguta kul olmaktan kurtulmak ve Allah'a kul olmak ne zaman başlıyor? Allah'a ulaşmayı dilediğiniz zaman başlıyor. Ondan evvel insanoğlu tagutun kuludur. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:



39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).

Onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!



Allahû Tealâ sahâbe için şöyle söylüyor: “Onlar taguta kul olmaktan içtinap ettiler, kaçındılar. Kendilerini kurtardılar.”

Nasıl kurtardılar? Allah'a ulaşmayı dilediler, Allah'a yöneldiler ve taguta kul olmaktan kurtuldular.

Allahû Tealâ "ibâdi: kullarım” ifadesini kullanarak “Ve Allah'a kul oldular. Kullarımı müjdele.” diyor.

“Ya’budû” kul olma fiili "a’budû" kul demektir. Öyleyse ya'budû kelimesinin başlangıçtaki y'si fiildir, kul olmak fiili. "en ya' budûhâ" mastar şeklidir. Burada kul kelimesi "a'bud" kelimesiyle ifade ediliyor. "ibâdî" kullarım oluyor.

Zariyat Suresinin 56. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ'nın kullandığı ifade neydi? Allahû Teal⠓Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn: Biz insanları ve cinleri başka bir şey için yaratmadık. Sadece bize kul olsunlar diye yarattık." diyordu. Öyleyse Allah'a kul olmak bir müessesedir.

Sadece Allah'a kul olabilenler kurtuluşa ulaşır. Hiç kimse başka bir kimseyi Allah'a inansın diye, Allah'a ibadet etsin diye, Allah'a kul olsun diye zorlayamaz. Bu, Allah'la kul arasındaki bir ilişkidir. Allahû Tealâ başka hiç kimsenin müdahalesine müsaade etmez. Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e de diyor ki: "Sen hiç kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Biz erdiririz. Hidayete erdirmek Bizim üzerimize vazifedir.”



28/KASAS-56: İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huve a’lemu bil muhtedîn(muhtedîne).

Muhakkak ki sen, sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin (onun ruhunu Allah’a ulaştıramazsın). Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir. Ve O, muhtedileri (hidayete erenleri) daha iyi bilir.



Sadece 2 tane alternatif vardır: Allah'a ulaşmayı dilemek veya dilememek. Hangi şartların içinde olursanız olun, eğer Allahû Tealâ'ya ulaşmayı dilemiyorsanız, biliniz ki gideceğiniz yer cehennemdir. Kendinizden başka hiç kimse sizi cehennemden kurtaramaz.

Öyleyse Allah'a ulaşmayı dilemek veya dilememek iradî bir konudur. Kişisel iradeyi ilgilendirir. Kişisel irade, kulun iradesi, cüz'i irade aynı iradedir. Allah'a ulaşmayı dilemedikçe o kişinin dışardan yapılan bir tesirle mü'min olması, kurtuluşa ulaşması hiçbir zaman mümkün değildir. Kişi mutlaka kendisi, kendi iradesiyle Allah'a ulaşmayı dilemelidir. Dilediği taktirde mutlaka Allah'ın cennetine girer. Ama başka biri o kişiyi hidayete hiçbir şekilde erdiremez. Hidayetine sebep de teşkil edemez.

Her hâlükârda Allahû Tealâ'nın mutlak bir şartı vardır. O kişinin cüz'i iradesi (kişisel iradesi) Allah'a ulaşmayı dilemek mecburiyetindedir. O irade Allah'a ulaşmayı dilemedikçe, etrafındaki insanlar ona ne yaparlarsa yapsınlar o kişi hidayet üzere olamaz. O kişi kurtulamaz. Dışardan yapılacak olan bütün müdahaleler kimin tarafından yapılırlarsa yapılsınlar, o kişinin iradesine karşı bir zorlamayla kişi Allah'a ulaşmayı dilemiyorsa asla o kişiyi hidayete erdiremezler. Peygamber Efendimiz (S.A.V) amcasını hidayete erdirmeyi istemez miydi? Elbette isterdi. O yetimken amcası onu büyüttü. Ama amcası Allah'a ulaşmayı dilemedi. Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in bütün ricalarına rağmen, amcası Allah'a ulaşmayı dilemedi.

Dilemezse ne olur? Kurtuluşu mümkün olmaz, hidayete eremez. Dilemezse hidayet üzere olamaz. Hiç kimse Allah'a ulaşmayı dilemedikçe hidayet üzere olamaz, hidayette olamaz. Hidayete de hayli hayli eremez. Öyleyse o kişi bizatihi kendisi hidayete ermeyi istemedikçe hiç kimse bir başkasını hidayet üzere kılamaz.

Allahû Tealâ'nın kişisel iradeye ne kadar değer verdiğini görüyoruz. Bir kişinin cehennemden kurtuluşu Kur'ân-ı Kerim'de bir tek şarta bağlanmıştır: Allah'a ulaşmayı dilemek. İkinci bir şart yoktur. Herşey bu noktadan itibaren başlar. Kişinin cenneti Allah'a ulaşmayı dilediği noktadan itibaren başlar. Bu ise Allahû Tealâ'nın mutlaka o kişinin kalbinde göreceği, kalbinde işiteceği, kalbinde bileceği bir taleptir.
 

mihr2004

New member
Katılım
23 Ağu 2006
Mesajlar
71
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hurafe: Dinde Zorlama Vardir-2

Hurafe: Dinde Zorlama Vardir-2

Allah kalbinizi işitir, bilir ve görür. Kalbinizdeki sesi işitir. Allah'a ulaşma talebini işitir. Kalbinizdeki talebi görür. Kalbinizdeki talebi bilir. Öyleyse bir insan ya Allah'a ulaşmayı diler ya da dilemez. Allah'a ulaşmayı dilemeyen bir kişiyi hiç kimse zorla Allah'a ulaşmayı dileme noktasına ulaştırmak imkânının ve aynı zamanda da yetkisinin sahibi kılınmamıştır. Bu sebeple Allahû Tealâ "lâ ikrâhe fid dîni: Dînde zorlama yoktur.” diyor. Bakara Suresi 256. âyet-i kerimesi böyle başlıyor. Niçin acaba âyet-i kerime “Dînde zorlama yoktur.” diye başlıyor?



2/BAKARA-256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).

Dînde zorlama yoktur. İrşad yolu (hidayet yolu; Allah’a ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolu; şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de Allah’a îmân ederse (mü’min olur, Allah’a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (Allah’tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba, mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.



" kad tebeyyener ruşdu minel gayy” Rüşd yolu ve gayy yolu bu âyet-i kerimede birbirinden ayrılmıştır, beyan edilmiştir, tebeyyün etmiştir. İkisinin hususiyetleri belli olmuştur. Allahû Tealâ rüşd ve gayy adını kullanarak, remzi olarak yolu muhtevasına almıştır. Gayyla rüşd birbirinden tebeyyün etmiştir, beyan edilmiştir, açıklanmıştır. Buradan “Birbirinden kesin şekilde ayrılmıştır.” mânâsı çıkıyor.

Bu açıklamanın daha açık bir şekilde ortaya konduğu âyet-i kerime ise A'raf-146'dır:



7/A'RAF-146: Seasrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîl(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne).

Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.



Allahû Tealâ diyor ki:

“Seasrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı: O kişileri âyetlerimizden çevireceğiz ki onlar yeryüzünde haksız yere kibirle dolaşırlar.

ve in yerev kulle âyetin lâ yu'minu bihâ: Onlar bütün âyetleri görseler, onlara inanmazlar.

ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen: Ve onlar eğer rüşd yolunu (insanı irşada ulaştıracak ve arkadan da Allah'a ulaştıracak olan ve Allah'a ruhu, vechi, nefsi ve iradeyi teslim ettirecek olan yolu) gördükleri zaman onu asla yol ittihaz etmezler, yol edinmezler.

ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîlen: Eğer gayy yolunu görürlerse onu yol edinirler.”

İşte rüşd yolu ve gayy yolu ve serbest seçim. Dileyen dilediğini yol ittihaz eder. Sadece 2 tane alternatif vardır; ya rüşd yolu ya da gayy yolu. Unutmayın, herkes doğumuyla birlikte gayy yolundadır. Hiç kimse iradesiyle Allah'a ulaşmayı dilemedikçe rüşd yoluna ulaşamaz, gayy yolundan ayrılamaz. Bu yol aynı zamanda dalâlet yolu olarak da adlandırılır. Aynı zamanda cehennem yolu olarak adlandırılır. Gayy, cehennemin içindeki bir kuyunun adıdır: Gayy kuyusu. Öyleyse gayy yolu, cehenneme götürecek olan yol demektir.

Öyleyse unutmayın! Bütün insanlar, doğdukları andan itibaren bir dalâlet çukurunun içindedirler. Allah'a ulaşmayı dilemedikçe hep dalâlette kalırlar. Kim kendi iradesiyle yani bilerek, isteyerek, kalbinden Allah'a ulaşmayı dilerse, dalâletten kurtulabilen ve hidayet üzere olan sadece onlardır.

Rüşd yolu irşad yoludur, hidayet yoludur. İnsanın ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini Allah'a teslim edeceği yolun adıdır. Bu yola sadece serbest iradeyle verilen bir karar insanı ulaştırabilir. Böyle bir kararı Allahû Tealâ hep, hepinizden bekler. “Acaba bu kişi Bana ulaşmayı dileyecek mi ve dilediği zaman da Benim kulum olacak mı?” diye hep kalbinize bakar. Kim Allah'a ulaşmayı dilerse, sadece onlar Allah'ın kulu olmayı hak ederler. Sadece onlar, tagutun kulu olmaktan kurtulurlar. Öyleyse iradî yapının Allah'a ulaşmayı dilemediği bütün noktalarda, bütün zaman parçalarında o kişi dalâlettedir. O kişi Allah'a ulaşmayı dilemedikçe, dalâlette kalmaya mahkûmdur.

İnsanı dalâletten kurtaracak olan şey, Allah'a ulaşmayı serbest iradesiyle dilemektir. Kişi bir başkası adına dilekte bulunur da dileğinin kabul edileceğini zannediyorsa, hiç kimse bu hedefe ulaşamaz. Herkes bu sebeple kendisinden sorumludur.

Aynı sebeple, niyet amelden üstündür. Kim Allah'a ulaşmayı dilemenin niyetine sahipse, Allahû Tealâ'dan Allah'a ulaşmayı dilemişse; o kişi hiçbir aksiyonun içine girmemiştir. Sadece bir niyetin sahibidir ama bu niyet tek başına onu kurtuluşa ulaştırır. Ama 15 yaşında sorumluluğunu almış ve 80 yaşında ölmüş ve İslâm'ın 5 şartını 65 yıl tatbik etmiş bir adam düşünün. Bu kişinin kurtuluşu mümkün değildir. Eğer kişi Allah'a ulaşmayı dilemişse, bir Allah'a ulaşmayı dilemek, bir niyet; 65 yıllık ibadeti onun daha ötesinde bir değere sahip olarak örtüyor demektir. Öyleyse hiç kimse zorla başka birine tesir edemez. Onun için Bakara Suresinin 256. âyet-i kerimesinin başına Allahû Tealâ "lâ ikrâhe fid dîni" koymuştur. Dînde zorlama yoktur. Bu zorlamanın hangi standartları ihata edeceğini ise irşad yollarıyla gayy yollarının birbirinden ayrıldığını söyleyerek Allahû Tealâ devam etmektedir.

"fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi: Kim tagutu küfrederse yani onu devre dışı bırakırsa, onu inkâr ederse ve Allah'a âmenû olursa (Allah'a ulaşmayı dilerse).” Kişisel irade burada görevini yapıyor; tagutu tekfir ediyor, tagutu devre dışı bırakıyor, tagutu inanç hudutlarının dışına taşıyor, tagutun kendisine emretmesine mâni oluyor, tagutu inkâr ediyor, reddediyor. (Buradaki küfür kelimesi “tagutu inkâr ederse” anlamındadır. Biliyorsunuz, küfür kelimesi örtmek, inkâr etmek, inanmamak anlamına geliyor.)

“fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ: O, Allah'tan kopması mümkün olmayan bir kulba sımsıkı yapışır.” diyor.

Bir sonraki âyet-i kerime (Bakara-257) böyle bir durumun kişiyi nereye ulaştırdığını ifade ediyor.
 

mihr2004

New member
Katılım
23 Ağu 2006
Mesajlar
71
Tepkime puanı
0
Puanları
0
önemli olan bilgdir.

önemli olan bilgdir.

Bİrşeyin kopyalanıp yapıştırılmasında bir sakınca yoktur. Önemli olan onun ne dediğidir. Söylediğimiz şeyleri çürütebiliyorsanız.(Elbette Kuranı Kerim'le) Buyrun çürütün.
 
Üst Alt