İslam'da 'Hürriyet' Var mı?
M. Kürşad Atalar, Mart 1998.
Bu yazı, İslam'ı moda kavramlarla açıklama eğilimi*nin bir uzantısı olarak, bir takım çevrelerin son dönem*lerde yaygın olarak kullandığı 'hürriyet' (özgürlük) kavramının, Kur'an terminolojisi içerisinde yerinin olma*dığı; bilakis Kur'an'ın, insan eylemleri ile ilgili olarak önemsediği kavramın 'ibadet' (kulluk) olduğu tezini savunmaktadır.
Bu amaçla, yazıda, öncelikle terimin (hürriyet) semantik bir analizi yapılmakta; ardından vücud bulduğu coğrafyada kazandığı 'anlam' irdelen*mekte; buradan hareketle, Kur'an'ın ilgili ayetlerine müracaat edilerek, kavramsallaşmış olan bu terimin anlam içeriği sorgulanmakta ve son olarak İslam nazarında bir değer taşımadığı tespitinde bulunulmaktadır.
Bu arada konuyla doğrudan ilişkili olan ve yine pek çok müslüman tarafından hatalı bir şekilde içselleştirilen 'insan hakları' kavramı da tahlil edilmekte ve bu kavra*mın da, özde modernitenin felsefi öngörülerinin bir uzantısı olduğu düşüncesi işlenmektedir. Bu yönüyle, bu çalışma, Kur'an terminolojisini doğru bir biçimde anlama çabasının küçük bir örneği olarak değerlendiri*lebilir.
Semantik Analiz
Hürriyet, en yalın anlamıyla "denetim ya da baskı altında olmama hali"dir. Ancak bu terim, tarih içinde bir kavramlaşma süreci geçirmiş ve 'ideolojik etkileşimler' sonucunda terimsel anlamının ötesinde bambaşka bir 'anlamlar dünyası'nın adı olarak kullanılır olmuştur. Bu etkileşimin belirleyicisi, bireyin, modernleşme sürecin*de, toplum ve devletle olan ilişkilerinde mutlak anlamda 'özgür' olmasını savunan liberalizm akımıdır.[1]
Liberalizm, özgürlük (hürriyet) terimini, yalın anlamının ötesinde bireyin 'doğuştan sahip olduğu haklar' temelin*de tanımlamaktadır. Özgürlük bayraktarlığı yapan bu akım, hümanizmin insan-merkezli alem anlayışını, ideolojisinin özüne yerleştirmektedir. Buna göre, 'insan'ın kendi dışından değil, sadece kendi özvarlığından kaynaklanan bir değeri vardır. Bu değer, doğuştan kazanılır ve hiçbir güç, bu değeri yadsıyamaz.
İşte bu yaklaşım, Batı felsefesi ve hukuk tarihine damgasını vuran 'doğal haklar' kavramını doğurmuştur. Temel paradigması ise, insanın 'özgürlük hakkı'nın hiçbir şart altında iptal edilemeyeceğidir. 'Birey' (ya da 'vatandaş'), kendi rasyonalitesi ile kurduğu toplumsal düzenek içinde, 'özgürce' yaşayacak; Tanrı dahil, hiçbir güç, insana bu alanda müdahalede bulunamayacaktır.[2]
Libaralizmin (Özgürlükçülüğün), 'insan', 'hak' ve 'hürriyet' (özgürlük) kavramları çerçevesinde oluşturdu*ğu felsefenin İslam'a taban tabana zıt olduğu açıkça ortadadır. Her üç kavramsallaştırma da, İslam'ın insan ve hayat anlayışına aykırıdır. Kur'an, insan ve hakk terimlerini kullanır; ancak bu terimler, liberalizmin kullandığı içerikle hiçbir biçimde uyuşmaz. Aynı şekilde 'özgürlük' (hürriyet) terimi de, bugünkü kullanımıyla Kur'an terminolojisinde yer almaz.
Öncelikle, bilinmelidir ki, Kur'an, 'insan' terimini, beşerin belirli özelliklerini ve çoğunlukla da negatif vasıflarını tasvir ederken kullanır. Kur'an, insana takva ve fücur'un ilham edildiğini[3], onun zalum ve cehul[4] olduğunu (çok haksızlık yaptığını ve çoklukla bilgisizce davrandığını), aceleci yaratıldığını[5] , zaif olduğunu[6], çabucak ümitsizliğe düşüp[7] çok nankörlük yaptığını[8] ...beyan eder.[9]
Bu çerçeve içerisinde 'insan' teriminin, Kur'an'da genellikle 'olumsuz' bir içerikle kullanıldığı görülür. 'Liberalizmin insan (human) tanımında ise, 'rasyonalite' belirleyicidir ve bu özelliğin kaçınılmaz sonucu olarak, insanın tanrıya karşı başkaldırısını simgeleştirecek anlamlar öne çıkar. Özetle liberalizm*deki 'human', Kur'an'daki 'insan' değildir.[10]
Yine liberalizmin tanımladığı 'hak' terimi de, İslami değildir. Bilindiği gibi, bu akımın tarihsel gelişim süre*cinde, doğal haklar düşüncesi, Ortaçağ'dan sonra, antik dönemdeki içeriğinden soyutlanmış ve bilhassa mülkiyet kavramının gelişmesi sonucunda eşitlik ve özgürlük kavramları temelinde anlaşılmaya başlanmış*tır. Bu önemli bir paradigmal değişimdir ve artık bu dönemde, antik evredeki 'ödev' kavramının yerini 'hak' kavramı almıştır.
Böylece 'birey', kendi özünden, kendi dışındaki herhangi bir varlık için fedakarlıkta bulunma anlayışını terketmiş; yerine, varlık dünyasını kendi duruşuna göre tanımlama yolunu tercih etmiştir.[11] Sonuçta, 'hak' terimi, reel dünyada (doğada) varolanın, insan aklı (ratio) ile kavranabilen kısmına meşruiyet kazandırma çabasının bir ürünü olarak çıkmıştır. Modern dönemde İnsan Hakları şeklinde somutlaşan bu anlayış,[12] işte bu temel felsefi öngörünün damgası*nı üzerinde taşımaktadır ve İslam’ın temel değer yargı*larıyla çelişmektedir.[13]
Hürriyet (özgürlük) kavramı çerçevesinde oluşturu*lan anlayışın ise, İslam'la hiçbir biçimde ilgisinin olma*dığı açıktır. Öyle ki, bu terim, orjinal şekliyle Kur'an'da hiçbir yerde geçmemektedir. Kur'an, 'harre' fiil kökün*den türemiş çeşitli sözcükler kullanmıştır, ancak 'hürri*yet' terimini hiçbir yerde kullanmamıştır. Sadece Bakara: 178. ayette, 'köle olmayan/kölelikten kurtulmuş' (redeemed) kişiyi tasvir edecek şekilde 'hurr' terimi kullanılmıştır.[14]
Buna ilaveten Kur'an, aynı fiil kökün*den türemiş bir başka tabir kullanır ki bu, 'tahriru rakabeh' (köle azad etmek)dir. Burada da 'hurr' teriminin kullanımında olduğu gibi, yine 'azad olma' (redeem) teriminin anlam içeriği geçerlidir.[15] Son olarak Kur'an, Ali İmran: 35. ayette, 'muharreren' terimini kullanmakta*dır ki, burada bahis konusu olan şey, Hz. Meryem (AS)'in, annesi tarafından, Beyt-i Makdis'in hizmetine koşması için (henüz daha doğmamışken) halis olarak/katıksızca Allah'a adanmasıdır.
Buna göre, Hz. Meryem'in annesi, doğacak çocuğunu, 'azad etmiş/ serbest bırakmış' ve bir anlamda başka herhangi bir işle uğraşması yerine, o Beyt'in 'görevlisi' olmasını iste*miştir. Kur'an'dan ve tarihten edindiğimiz bilgilere göre de, Hz. Meryem, Hz. Zekeriya'nın koruması altında, kendisini Allah'a adamış bir mümine olarak Beyt-i Makdis'te hizmet görmüştür. Öyle anlaşılmaktadır ki, bu ayette, anne, kızını, ev hayatının beraberinde getir*diği birtakım yükümlülüklerden 'azad etmiş'tir. Böylece Hz. Meryem de, Mescid'in hizmetlerine mümkün oldu*ğunca çok koşturabilmiştir.
Görüldüğü gibi, Kur'an'ın harre fiil kökünden türeterek kullandığı tabirlerde (terimsel anlamın ötesinde), 'hürriyet' (özgürlük) kavramının içerdiği anlam yoktur.[16] Hürriyet, ne semantik ne de içerik olarak Kur'an'ın kullandığı bir kavram değildir.[17]
İbadetin Mahiyeti ve Hürriyet
Kur'an, sadece varoluşun ontolojik gerekçelerini izah etmek için değil, insan eylemlerinin varoluşsal değerinin tayin edilmesi ve sonuçlarının anlamlandırıl*ması açısından da önemli ve kuşatıcı bir kavram kulla*nır. Bu kavram, 'ibadet'tir. İbadet, Kur'an terminolo*jisinde merkezi bir yer tutar[18] ve 'hürriyet' teriminin içer*diği anlamları da havi ve fakat ona alternatif başka bir anlam dünyasını öne çıkarır. Buna göre, sevgi ve bağlı*lık unsurlarının bulunduğu bütün bilinçli insan eylemleri ibadet olarak nitelendirilebilir.[19]
Böyle olunca, 'ibadetsiz (ya da dinsiz) insan' tasavvuru mümkün olmamaktadır. Bu tespit son derece önemlidir; zira eğer 'ibadetsiz insan' kategorisinden bahsedilemeyecekse, bu durum*da, 'hürriyet' kavramı ile propagandası yapılan pek çok düşüncenin dayanaksız ve indi (sübjektif) olduğu neticesine ulaşılacaktır.[20]
Kur'an, işte bu noktada çok önemli bir tespitte bulu*nur. Buna göre: "Allah'a ibâdet etmeyen kişi, mutlaka başka bir mabuda tapar ve bu tapınma, onun yararına değildir." Kur'an, bu tespitin ispatı mahiyetinde bir de önemli bir misal (darb-ı mesel) verir (Zümer: 29). Bu örnekte; birinin tek efendisi, diğerinin ise birbirleriyle sürekli çekişen birden çok efendileri olan iki kişinin (köle) durumu mukayese edilir. Ardından Kur'an, hangi kölenin halinin daha iyi olacağı sorusunu yöneltir ve tartışmasız cevabı verir. Evet, cevap, elbette birden çok ve birbiriyle sürekli çekişen efendilere hizmet için koşuşturan kölenin durumunun vahim, tek efendili köle*nin durumunun ise iyi olacağı şeklindedir.
Bu örnek, Allah'a ortak koşanların durumunu çok net bir şekilde gözler önüne sermesi ve ibadetin kime yapılması gerektiği konusunda Kur'an'ın sunduğu çok net misal*lerden biridir ve 'hürriyet havariliği' yapanlar için de önemli bir ibret olarak karşımızda durmaktadır.
Evet Allah'tan başkasına tapanlar için hem ruhsal hem de fiziksel açıdan bir 'dinginlik/huzur' söz konusu değildir. Çünkü onların ilahları, kullarını kendi arzuları yönünde ibadete zorlayacaklar; bu da o kulların üzerine, kaldıra*mayacakları ölçüde yük yükleyecek ve sonuçta hiçbir ilah razı edilemeyecektir.
O halde gerçekte kime ibadet edilmelidir? Kur'an, bu konuda da çok net bir cevap verir: "ibadet edilecek varlık, yaratılmışlardan olmamalıdır." Zira mabud, başkalarına muhtaç olmamalıdır. Bütün kullar yaratıl*mıştır ve bu yüzden ilah olamazlar. Eğer yaratılmışlar ilahtık taslarlarsa, bunun sonucu, kaçınılmaz olarak 'kula kulluk'tur. Bu ise, açıkça insanın tutsaklaştırılmasıdır. Zira kula kullukta, kul edinen, kul olana seçim şansı tanımaz (eğer tanırsa ilahlığının reddedilmesi ihtimali vardır)[21].
Sadece, kulluğa layık tek varlık olan Allah, kul edineceklerine bu hakkı tanımış, onları kendisine kullukta zorlamamış, seçimi kendilerine bırakmıştır. İşte Allah'a kulluğun, insanları karanlıklar*dan (tutsaklıklardan) kurtarıp, aydınlığa (huzura) ulaş*tırmasının[22] açıklaması budur. O halde madem 'yaratma' O'na mahsustur; emretme de O'na ait olmalı*dır.[23] Zaten İslam'ın temel ilkesi olan "Allah'tan başka ilah yoktur" ifadesi de böyle anlaşılmalıdır.[24]
Sonuç
Görüldüğü üzere, 'hürriyet' (özgürlük) kavramı, Batılı ulusların modernleşme sürecinde yaşadıkları deneyimlerin bir ürünüdür ve bu yönüyle bu kavramın hiçbir 'evrenselliği' ve 'hakikati' yoktur. Özgürlük, sahici değeri olmayan ve sadece belirli amaçlar için kullanılan bir yaftadan ibarettir.[25]
Fakat 'ibadet', mutlaktır; dini bir terim değildir; bütün insanlık durumlarını tasvir etmek için kullanılabilir. Bu nedenledir ki, her insanın bir dini, ibadeti ve ilahı vardır. Her insan, sonuçta sever, bağla*nır; itaat ve 'ibadet' eder.[26]
Önemli olan kimin neye ibadet ettiği, kimin neyi kutsadığı; kimin hangi dinin üyesi olduğudur. Başkaları 'özgürce yaşayıp' (gerçekte bir başka şeyin kulu olarak Ebedi Tutsaklığa (Cehennem) mahkum olmak isteyebilirler; ama müslüman için sadece Allah'a ibadet etme ve O'nun rızasını kazanma düşüncesi vardır. O başkalarına kul olacağı*na, kul edinme hakkına sahip tek varlık olarak Allah'ı mabud edinir. Zira gerçek anlamda, ancak o zaman tutsaklıklardan kurtulacağının bilincindedir.
M. Kürşad Atalar, Mart 1998.
Bu yazı, İslam'ı moda kavramlarla açıklama eğilimi*nin bir uzantısı olarak, bir takım çevrelerin son dönem*lerde yaygın olarak kullandığı 'hürriyet' (özgürlük) kavramının, Kur'an terminolojisi içerisinde yerinin olma*dığı; bilakis Kur'an'ın, insan eylemleri ile ilgili olarak önemsediği kavramın 'ibadet' (kulluk) olduğu tezini savunmaktadır.
Bu amaçla, yazıda, öncelikle terimin (hürriyet) semantik bir analizi yapılmakta; ardından vücud bulduğu coğrafyada kazandığı 'anlam' irdelen*mekte; buradan hareketle, Kur'an'ın ilgili ayetlerine müracaat edilerek, kavramsallaşmış olan bu terimin anlam içeriği sorgulanmakta ve son olarak İslam nazarında bir değer taşımadığı tespitinde bulunulmaktadır.
Bu arada konuyla doğrudan ilişkili olan ve yine pek çok müslüman tarafından hatalı bir şekilde içselleştirilen 'insan hakları' kavramı da tahlil edilmekte ve bu kavra*mın da, özde modernitenin felsefi öngörülerinin bir uzantısı olduğu düşüncesi işlenmektedir. Bu yönüyle, bu çalışma, Kur'an terminolojisini doğru bir biçimde anlama çabasının küçük bir örneği olarak değerlendiri*lebilir.
Semantik Analiz
Hürriyet, en yalın anlamıyla "denetim ya da baskı altında olmama hali"dir. Ancak bu terim, tarih içinde bir kavramlaşma süreci geçirmiş ve 'ideolojik etkileşimler' sonucunda terimsel anlamının ötesinde bambaşka bir 'anlamlar dünyası'nın adı olarak kullanılır olmuştur. Bu etkileşimin belirleyicisi, bireyin, modernleşme sürecin*de, toplum ve devletle olan ilişkilerinde mutlak anlamda 'özgür' olmasını savunan liberalizm akımıdır.[1]
Liberalizm, özgürlük (hürriyet) terimini, yalın anlamının ötesinde bireyin 'doğuştan sahip olduğu haklar' temelin*de tanımlamaktadır. Özgürlük bayraktarlığı yapan bu akım, hümanizmin insan-merkezli alem anlayışını, ideolojisinin özüne yerleştirmektedir. Buna göre, 'insan'ın kendi dışından değil, sadece kendi özvarlığından kaynaklanan bir değeri vardır. Bu değer, doğuştan kazanılır ve hiçbir güç, bu değeri yadsıyamaz.
İşte bu yaklaşım, Batı felsefesi ve hukuk tarihine damgasını vuran 'doğal haklar' kavramını doğurmuştur. Temel paradigması ise, insanın 'özgürlük hakkı'nın hiçbir şart altında iptal edilemeyeceğidir. 'Birey' (ya da 'vatandaş'), kendi rasyonalitesi ile kurduğu toplumsal düzenek içinde, 'özgürce' yaşayacak; Tanrı dahil, hiçbir güç, insana bu alanda müdahalede bulunamayacaktır.[2]
Libaralizmin (Özgürlükçülüğün), 'insan', 'hak' ve 'hürriyet' (özgürlük) kavramları çerçevesinde oluşturdu*ğu felsefenin İslam'a taban tabana zıt olduğu açıkça ortadadır. Her üç kavramsallaştırma da, İslam'ın insan ve hayat anlayışına aykırıdır. Kur'an, insan ve hakk terimlerini kullanır; ancak bu terimler, liberalizmin kullandığı içerikle hiçbir biçimde uyuşmaz. Aynı şekilde 'özgürlük' (hürriyet) terimi de, bugünkü kullanımıyla Kur'an terminolojisinde yer almaz.
Öncelikle, bilinmelidir ki, Kur'an, 'insan' terimini, beşerin belirli özelliklerini ve çoğunlukla da negatif vasıflarını tasvir ederken kullanır. Kur'an, insana takva ve fücur'un ilham edildiğini[3], onun zalum ve cehul[4] olduğunu (çok haksızlık yaptığını ve çoklukla bilgisizce davrandığını), aceleci yaratıldığını[5] , zaif olduğunu[6], çabucak ümitsizliğe düşüp[7] çok nankörlük yaptığını[8] ...beyan eder.[9]
Bu çerçeve içerisinde 'insan' teriminin, Kur'an'da genellikle 'olumsuz' bir içerikle kullanıldığı görülür. 'Liberalizmin insan (human) tanımında ise, 'rasyonalite' belirleyicidir ve bu özelliğin kaçınılmaz sonucu olarak, insanın tanrıya karşı başkaldırısını simgeleştirecek anlamlar öne çıkar. Özetle liberalizm*deki 'human', Kur'an'daki 'insan' değildir.[10]
Yine liberalizmin tanımladığı 'hak' terimi de, İslami değildir. Bilindiği gibi, bu akımın tarihsel gelişim süre*cinde, doğal haklar düşüncesi, Ortaçağ'dan sonra, antik dönemdeki içeriğinden soyutlanmış ve bilhassa mülkiyet kavramının gelişmesi sonucunda eşitlik ve özgürlük kavramları temelinde anlaşılmaya başlanmış*tır. Bu önemli bir paradigmal değişimdir ve artık bu dönemde, antik evredeki 'ödev' kavramının yerini 'hak' kavramı almıştır.
Böylece 'birey', kendi özünden, kendi dışındaki herhangi bir varlık için fedakarlıkta bulunma anlayışını terketmiş; yerine, varlık dünyasını kendi duruşuna göre tanımlama yolunu tercih etmiştir.[11] Sonuçta, 'hak' terimi, reel dünyada (doğada) varolanın, insan aklı (ratio) ile kavranabilen kısmına meşruiyet kazandırma çabasının bir ürünü olarak çıkmıştır. Modern dönemde İnsan Hakları şeklinde somutlaşan bu anlayış,[12] işte bu temel felsefi öngörünün damgası*nı üzerinde taşımaktadır ve İslam’ın temel değer yargı*larıyla çelişmektedir.[13]
Hürriyet (özgürlük) kavramı çerçevesinde oluşturu*lan anlayışın ise, İslam'la hiçbir biçimde ilgisinin olma*dığı açıktır. Öyle ki, bu terim, orjinal şekliyle Kur'an'da hiçbir yerde geçmemektedir. Kur'an, 'harre' fiil kökün*den türemiş çeşitli sözcükler kullanmıştır, ancak 'hürri*yet' terimini hiçbir yerde kullanmamıştır. Sadece Bakara: 178. ayette, 'köle olmayan/kölelikten kurtulmuş' (redeemed) kişiyi tasvir edecek şekilde 'hurr' terimi kullanılmıştır.[14]
Buna ilaveten Kur'an, aynı fiil kökün*den türemiş bir başka tabir kullanır ki bu, 'tahriru rakabeh' (köle azad etmek)dir. Burada da 'hurr' teriminin kullanımında olduğu gibi, yine 'azad olma' (redeem) teriminin anlam içeriği geçerlidir.[15] Son olarak Kur'an, Ali İmran: 35. ayette, 'muharreren' terimini kullanmakta*dır ki, burada bahis konusu olan şey, Hz. Meryem (AS)'in, annesi tarafından, Beyt-i Makdis'in hizmetine koşması için (henüz daha doğmamışken) halis olarak/katıksızca Allah'a adanmasıdır.
Buna göre, Hz. Meryem'in annesi, doğacak çocuğunu, 'azad etmiş/ serbest bırakmış' ve bir anlamda başka herhangi bir işle uğraşması yerine, o Beyt'in 'görevlisi' olmasını iste*miştir. Kur'an'dan ve tarihten edindiğimiz bilgilere göre de, Hz. Meryem, Hz. Zekeriya'nın koruması altında, kendisini Allah'a adamış bir mümine olarak Beyt-i Makdis'te hizmet görmüştür. Öyle anlaşılmaktadır ki, bu ayette, anne, kızını, ev hayatının beraberinde getir*diği birtakım yükümlülüklerden 'azad etmiş'tir. Böylece Hz. Meryem de, Mescid'in hizmetlerine mümkün oldu*ğunca çok koşturabilmiştir.
Görüldüğü gibi, Kur'an'ın harre fiil kökünden türeterek kullandığı tabirlerde (terimsel anlamın ötesinde), 'hürriyet' (özgürlük) kavramının içerdiği anlam yoktur.[16] Hürriyet, ne semantik ne de içerik olarak Kur'an'ın kullandığı bir kavram değildir.[17]
İbadetin Mahiyeti ve Hürriyet
Kur'an, sadece varoluşun ontolojik gerekçelerini izah etmek için değil, insan eylemlerinin varoluşsal değerinin tayin edilmesi ve sonuçlarının anlamlandırıl*ması açısından da önemli ve kuşatıcı bir kavram kulla*nır. Bu kavram, 'ibadet'tir. İbadet, Kur'an terminolo*jisinde merkezi bir yer tutar[18] ve 'hürriyet' teriminin içer*diği anlamları da havi ve fakat ona alternatif başka bir anlam dünyasını öne çıkarır. Buna göre, sevgi ve bağlı*lık unsurlarının bulunduğu bütün bilinçli insan eylemleri ibadet olarak nitelendirilebilir.[19]
Böyle olunca, 'ibadetsiz (ya da dinsiz) insan' tasavvuru mümkün olmamaktadır. Bu tespit son derece önemlidir; zira eğer 'ibadetsiz insan' kategorisinden bahsedilemeyecekse, bu durum*da, 'hürriyet' kavramı ile propagandası yapılan pek çok düşüncenin dayanaksız ve indi (sübjektif) olduğu neticesine ulaşılacaktır.[20]
Kur'an, işte bu noktada çok önemli bir tespitte bulu*nur. Buna göre: "Allah'a ibâdet etmeyen kişi, mutlaka başka bir mabuda tapar ve bu tapınma, onun yararına değildir." Kur'an, bu tespitin ispatı mahiyetinde bir de önemli bir misal (darb-ı mesel) verir (Zümer: 29). Bu örnekte; birinin tek efendisi, diğerinin ise birbirleriyle sürekli çekişen birden çok efendileri olan iki kişinin (köle) durumu mukayese edilir. Ardından Kur'an, hangi kölenin halinin daha iyi olacağı sorusunu yöneltir ve tartışmasız cevabı verir. Evet, cevap, elbette birden çok ve birbiriyle sürekli çekişen efendilere hizmet için koşuşturan kölenin durumunun vahim, tek efendili köle*nin durumunun ise iyi olacağı şeklindedir.
Bu örnek, Allah'a ortak koşanların durumunu çok net bir şekilde gözler önüne sermesi ve ibadetin kime yapılması gerektiği konusunda Kur'an'ın sunduğu çok net misal*lerden biridir ve 'hürriyet havariliği' yapanlar için de önemli bir ibret olarak karşımızda durmaktadır.
Evet Allah'tan başkasına tapanlar için hem ruhsal hem de fiziksel açıdan bir 'dinginlik/huzur' söz konusu değildir. Çünkü onların ilahları, kullarını kendi arzuları yönünde ibadete zorlayacaklar; bu da o kulların üzerine, kaldıra*mayacakları ölçüde yük yükleyecek ve sonuçta hiçbir ilah razı edilemeyecektir.
O halde gerçekte kime ibadet edilmelidir? Kur'an, bu konuda da çok net bir cevap verir: "ibadet edilecek varlık, yaratılmışlardan olmamalıdır." Zira mabud, başkalarına muhtaç olmamalıdır. Bütün kullar yaratıl*mıştır ve bu yüzden ilah olamazlar. Eğer yaratılmışlar ilahtık taslarlarsa, bunun sonucu, kaçınılmaz olarak 'kula kulluk'tur. Bu ise, açıkça insanın tutsaklaştırılmasıdır. Zira kula kullukta, kul edinen, kul olana seçim şansı tanımaz (eğer tanırsa ilahlığının reddedilmesi ihtimali vardır)[21].
Sadece, kulluğa layık tek varlık olan Allah, kul edineceklerine bu hakkı tanımış, onları kendisine kullukta zorlamamış, seçimi kendilerine bırakmıştır. İşte Allah'a kulluğun, insanları karanlıklar*dan (tutsaklıklardan) kurtarıp, aydınlığa (huzura) ulaş*tırmasının[22] açıklaması budur. O halde madem 'yaratma' O'na mahsustur; emretme de O'na ait olmalı*dır.[23] Zaten İslam'ın temel ilkesi olan "Allah'tan başka ilah yoktur" ifadesi de böyle anlaşılmalıdır.[24]
Sonuç
Görüldüğü üzere, 'hürriyet' (özgürlük) kavramı, Batılı ulusların modernleşme sürecinde yaşadıkları deneyimlerin bir ürünüdür ve bu yönüyle bu kavramın hiçbir 'evrenselliği' ve 'hakikati' yoktur. Özgürlük, sahici değeri olmayan ve sadece belirli amaçlar için kullanılan bir yaftadan ibarettir.[25]
Fakat 'ibadet', mutlaktır; dini bir terim değildir; bütün insanlık durumlarını tasvir etmek için kullanılabilir. Bu nedenledir ki, her insanın bir dini, ibadeti ve ilahı vardır. Her insan, sonuçta sever, bağla*nır; itaat ve 'ibadet' eder.[26]
Önemli olan kimin neye ibadet ettiği, kimin neyi kutsadığı; kimin hangi dinin üyesi olduğudur. Başkaları 'özgürce yaşayıp' (gerçekte bir başka şeyin kulu olarak Ebedi Tutsaklığa (Cehennem) mahkum olmak isteyebilirler; ama müslüman için sadece Allah'a ibadet etme ve O'nun rızasını kazanma düşüncesi vardır. O başkalarına kul olacağı*na, kul edinme hakkına sahip tek varlık olarak Allah'ı mabud edinir. Zira gerçek anlamda, ancak o zaman tutsaklıklardan kurtulacağının bilincindedir.