İnsan Ol!İnsan! (Mevlana Hz.'den)

beyza

New member
Adamın biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların sokağına saptı. Dükkanlardan gül, menekşe, kokuları dalga dalga sokağa dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla dayanamadı, düşüp bayıldı.
Halk, bayılan adamın başına üşüşmüştü. Kimi kalbini yokluyor, bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyordu. Ne yaptılarsa adamı ayıltamamışlardı. Ferahlatıcı kokular, gülsuları boşuna harcanmış, adam bir türlü kendine gelememişti. Ve baygınlığı daha çok artmıştı. Çaresiz kaldılar. Etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Hiç kimse adama sahip çıkmıyor, saatler geçtiği halde adam da bir türlü kendine gelemiyordu. Akşama doğru oradan geçen bir debbağ (derileri terbiye eden) adamı tanımışta. Kalabalığa seslendi:
"- Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun hastalığının ne olduğunu biliyorum. Siz ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim..." diyerek uzaklaştı. Bir vîraneye girdi. Avucuna bir parça gübre aldı. Attarlar sokağına gelerek, gizlice, gübreyi bayılan adamın burnuna tuttu. Hayret!.. Adam kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte yürüyerek gitti.
Bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş deriler arasında pis kokulara alışmış, attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak düşüp bayılmıştı.
MESNEVİ:
- Mayıs böceği daima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilacı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hall ü hamur olmuştur.
Nasîhatçiler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifa bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedavî etmek isterler.
Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.
Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İNSAN OL, İNSAN!..." (Beyit: 278-281)
Sabah meltemi; gül, karanfil ve nadîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek geçtiği zaman, nefis, leziz ve gönüllere bahar ferahlığı veren kokularını estiği yerlere alır götürür.
Gönül erleri, salihler ve arifler de kalplerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalplerindeki esrarın nuru cemaate akseder. İn'ikas ve insibağ (boyanma) neticesinde kabiliyyet ve istidada göre gönüller feyz ve hakikatin nuru ile dolar.
Eshab-ı Kehf'in Kıtmîr'i bir köpek olduğu halde, sadıklarla beraberliğinin ve onlara mağara kapısında sadakatle bekçilik etmesinin bereketi ile cennete girecektir.
Mevlana (k.s.) bu vakıayı şöyle anlatır:
"Eshab-ı Kehf'in köpeği ki, o cezbe (feyz-i ilahî) sayesinde murdarlıktan kurtuldu. Ve padişahların sofrasının başına oturdu."
"O köpek Eshab-ı Kehf'in sohbetini ihtiyar eylemiş olduğu için mağara kapısı önünde çanaksız, çömleksiz olarak rahmet-i ilahiyye suyunu arifler gibi içti."
Teaffün etmiş (kokuşmuş) mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır.
Kulluk lezzetinden mahrum fasıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hal olurlar. Kasvetlerinin yarenliği ile lezzetlenirler.
Mevlana (k.s.) bir beyitinde:
"- Mezarlığa git de orada bir müddet sessizce otur!. Orada susmuş söyleyenleri dinle!" buyurur.
Nasıl bir fareyi gül bahçesinde barındırmak mümkün değilse, zıddı olan bir bal arasını da alıştığı alemin dışında yaşatmak mümkün değildir. Zîra onun gıdası, teneffüs sahası, çiçek özlerinin içindeki alemdir. Onu da bunun dışındaki bir mekanda yaşatmak mümkün değildir. Her varlık, hayatını ancak kendi tab'ına uygun bir mekanda idame ettirebilir.
İnsan da bu kaidenin dışında değildir!
Yüksek ruhlar hakikat-ı Muhammedîyye'den in'ikas eden füyuzatla gıdalandıkları gibi, habîs ve fasık ruhlar da habasetle tatmin olur.
Hz. Ebûbekir (r.a.), Rasulullah (s.a.)'in sîmasına bakar; "Amnan ne kadar güzel!" diye hayret ederdi. Ebû Cehil de o mübarek yüzden tam tersi bir intiba alır ve ondan nefret ederdi. Bu farklılığın sebebi; her ikisinin de ayine-i Muhemmedî'de kendi hakikatlerini görmeleriydi.
Vereset'ül Enbiya (Evliyaullah) hazeratı:
"Biz cilalı ayna gibiyiz, herkes bizde suretini görür!" buyurmuşlardır.
Hiç bir ayna hatır için yalan söylemez ve çirkini güzel, güzeli de çirkin olarak göstermez! Kendisine akseden şey her ne ise görüntüsü de ondan ibarettir. Evliyaullah da, tecellî-i ilahi karşısında olsun, eşya muvacehesinde olsun, birer ayna gibidir. Onlara bakan kendisini görür.
Şeyh Niyazî-i Mısrî (k.s.):
"Halk içre ayineyim. Herkes bakar bir an görür.
Her ne görür, kendini görür; ger yahşî (güzel), ger yaman (çirkin) görür." beytinde gönüllerinin bir ayna olduğunu ne güzel belirtir.
Mevlana (k.s.) buyurur:
"- Bir kimse incinecek, yahud bir şahıs utanacak diye ayna ve terazî doğruyu söylemekten çekinirler mi?
Ayna da terazî de yüksek birer mihenk taşıdır. "Hatırım için doğruyu gizle, fazla göster eksik gösterme diye yalvarsan, onlar sana cevap verirler ki: "Herkesi güldürme. Ayna ve terazî karşısında hîlekârlık olur mu?
Hasta ve yaralı kimse nasıl kendini tedavî edemeyip bir doktor veya operatör arar ise ahlak hastası ve manen yaralı kimseler de tasfiye-i ahlak hekiminin yani bir mürşidi kamilin tedavisi altına girmek mecburiyetindedir.
Olgunluğa eriştiğini zanneden bazı kişiler sureta mahviyyet göstermeğe çalışırlar. Aczlerinden ve noksanlarından bahsederler. Lakin bu halleri ciddi değildir. Gösteriş içindir. Biraz deşilip üzerine gidildiğinde ucub ve gurur ile dolu bir kalb bataklığı ortaya çıkar.
Mevlana (k.s.):
"Bu benlik ve gurur bataklığının temizlenmesi için bir mürşidi kamilin himmet ve feyzi zarurîdir." buyurur.
Bazı kimseler vardır ki, onlar, sırf kitap okumakla nefslerini ıslah edeceklerini, ucub, gurur ve kibirden sıyrılacaklarını zannederler.
Böyle bir hareket bir kanser hastasının tıp kitabı okuyup kendisini tedavî etmesine benzer. Doktorlar bile hastalanınca başka bir doktorun tedavîsi altına girerler. Çünkü bir insan kendi hastalığını bizzat teşhis edemez Bu bir enfusî hadisesidir. Hiç bir hakim de kendisine aid meselede bir hüküm veremez. Diğer bir hakimin huzuruna çıkması elzemdir.
Kibir gurur ve övünme duyguları insanın içine çuvaldız gibi saplıdır. Kişinin kibirlenmesi kendisinden gördüğü üstünlüklerden ileri gelir. Ancak bir kimse hak bir yola intisab ettiği takdirde bütün bu fazilet ve üstünlüklerin, kesinlikle ve gerçek olarak ALLAH (c.c.) da bulunduğunu anlar Kendisindeki her şeyin, ALLAH (c.c.) tarafından ona emanet olarak verildiğini görür.
 
Paylaşımınız için teşekkürler beyza kardeş.
Mevlana hz.leri bütün varlığını sevgili peygamberimiz sav.efendimizde yok ederek ebedi meşalesini Onun nurundan yakıp uyandıran büyük bir mürşidi kamil idi.Büyük pir davetinde:
"Doktorlar insanların hastalığını;nabzına ve idrarına bakarak anlarlar.Biz Hakk Teala'nın talebeleri olan doktorlarız.Biz gönüle vasıtasız olarak bir hoşça bakan doktorlarız.Anlayış bakımından da görüşümüz pek yücedir.Zira,biz;Allah'ın Celal nurunun ışığından ilham alırız.Bizim delilimiz,Celil olan Allah'ın vahyidir.Hastalığı ilham ile anlarız.Biz kimseden tedavi ücreti istemeyiz.Ücretimiz noksan sıfatlardan münezzeh olan Alllah'tandır.Onulmaz hastalıklara tutulanlara sala.Ey onulmaz hastalıklara tutulanlar;Koşun buraya,bizim ilacımız hastalıklara birebirdir."
Buyuruyor.
Selam ve dua ile.
 
s.a
mevlananın kitabınında ki ahlaka uygun olmayan konular hakkında bilginiz varmı? mesneviyi hiç okudunuzmu?böyle bir kitap yazanın islam ile alakası olduğunu düşünüyormusunuz? Bu hikayelerin onun kitabına sonradan ilave edildiği doğru olabilirmi?
 
s.a
mevlananın kitabınında ki ahlaka uygun olmayan konular hakkında bilginiz varmı? mesneviyi hiç okudunuzmu?böyle bir kitap yazanın islam ile alakası olduğunu düşünüyormusunuz? Bu hikayelerin onun kitabına sonradan ilave edildiği doğru olabilirmi?

a.s
bu konuda münakaşa yapmak istemiyorum.tabiki kafadan uydurulmuş bir şey değildir bunlar..yoksa büyük bir mes'uliyet Allah korusun..beyitleerin sayfaları verilmiştir.bir endişeniz varsa Mevla'dan araştırıp bakabilirsiniz..ulaşamazsanız size kitap isimleri verebilirim okur istdeğiniz konuda bilgi sahibi olursunuz..

selam ve dua ile
 
Allah cc ya dost olmuş büyük zatlara birşey isnad ederken çok düşünüp az konuşmakta yarar vardır sanırım.İnsanın ahireti ve dünyası için bu daha ince olur.
Selam ve dua ile.
 
Beyza kardeşim Allah razı olsun senden!Hz mevlana çok büyük bir zaat yüreği Allah aşkıyla dolmuş bir aşık rabbim o mertebelere ulaşmamaızı nasip eder inşallah.
 
Mevlana hz.leri Mesnevi 881-885

İNSAN KENDİ AYIBINI GÖRMEZ DE BAŞKASININ AYIBINI GÖRÜR,SÖYLER..

*Herkes önce kendi ayıbını görseydi,onu düzeltmeye uğraşmaz mı idi?
*Halk kendinden gafildir.Bu yüzdendir ki kendi ayıblarını görmezler de,başkalarının ayıblarını görürler ve söyler dururlar.
*Ben kendi yüzümü görmem de senin yüzünü görürüm.Sen de kendi yüzünü görmez,benim yüzümü görürsün.
*Kendi yüzünü görebilen kişinin nuru,halkın nurundan fazladır.
*Öyle bir kişi,yani kendi kusurlarını,hatalarını gören bir kişi olsa bile,onun görüşü ölümsüzdür.Çünkü onun görüşü Allah'ın nurundandır.
*İnsan kendi yüzünü,kendi kusurlarını gösteren nur,duygu ile anlaşılır.Yani his nuru bu gözlerde ki nur değildir.O nur Hakk nurudur.İman nurudur.Gönül nurudur.O nurun sahibi kendi zat ve sıfatını,o nurla açığa vurmaktadır.
 
Nefis Azgın Arslan Gibidir!.. (HZ.Mevlana)'dan..

Nefis Azgın Arslan Gibidir!.. (HZ.Mevlana)'dan..

Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir arslan yaşamaktadır. Ormandaki bütün hayvanlar korku içindedirler.

Böyle yaşamaktansa bir çare ararlar. Düşünür, taşınır, aralarından bir heyet seçerek arslana gönderirler:

- "Ey ormanların şahı arslan!. Her gün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun!. Buna bir diyeceğimiz yok, fakat bu zahmet niye? Sen tahtında otur, biz, sana her gün içimizden birini yollarız, sen de rahatça yersin! Böylece, biz de, sen de huzur içinde ömrümüzü geçiririz!." derler.

Bu teklif arslanın hoşuna gider. Kabul eder. Artık her sabah bir hayvan kendi ayağı ile gelip arslana teslim olmaktadır.

Günlerden bir gün, sıra tavşana gelir. Hayvanlar:

- "Eh ne yapalım, kısmet böyle!. Çoğumuzun rahatı için birimizin ölmesi gerek!. Haydi vakit geçirmeden yola düş!. Arslanı kızdırmayalım." derlerse de tavşan işi ağırdan alır, pek aldırmaz. Hayvanlar telaş içindedirler. Nihayet yalvara yakara tavşanı yola düşürürler..
.
Tavşan, kayıtsız, seke oynaya arslanın huzuruna gelir ama, vakit de bir hayli ilerlemiştir.

Açlıktan ateş püsküren arslan, kükrer:

- "Nerede kaldın? Bu gecikmene sebep ne?"

Tavşan, yalancı bir telaşla terlerini siler, boynunu büker:

- "Aman efendim, ben saygıda kusur etmedim. Sabah erken yola çıktım ama, diğer bir arslan yolumu kesti, elinden kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bilemezsiniz?"

Arslanın öfkesi büsbütün başına vurur:

"Kim bu küstah? Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kimmiş o, çabuk söyle?"

Tavşan durumdan memnun, hep öteki arslanı över, böylece arslanın haysiyetini tahrik eder. Arslan dayanamaz:

- "Düş önüme, göster bu alçağı!." der, yola düşerler. Tavşan arslanı bir kuyunun başına getirir:

- "İşte sultanım, bu kuyunun içinde!. Bakınız nasıl da kurulmuş."
Arslan hırsla kuyunun içine bakar. Suda aksini görür. Hırlamaya başlar, kuyudaki aksi de hırlar.

Tavşan fırsatı kaçırmaz:

- "Görüyor musunuz efendim? Size nasıl da meydan okuyor." der.
Arslan büsbütün hiddetlenir, gözleri döner. "Bir diyarda iki sultan olamaz, parçalamalıyım onu!." diye mırıldanır.

Ardından da: "Gümm.." diye kuyuya atlar.

Her şey bitmiştir artık. Tavşan yemyeşil çayırlarda seke seke hayvanlara kurtuluşlarını müjdeler.

MESNEVİ: -"Ey kişi... Sen bu dünya kuyusunun dibine, hırsla, tamahla atlamış, mahpus bir arslansın. Nefsini yen de tavşan gibi hür dolaş... Senin tavşan nefsin, sahrada yiyip içmekte, zevk ve safa etmekte. Sen ise şu dedikodu ve münakaşa kuyusunun dibindesin!" (Beyit: 1350-1351)
Ebu Mücahid (r.a.) buyurur:


"Allah'ın (c.c.) yarattığı en ahmak mahluk nefistir." Çünkü, hep kendi aleyhine olanı ister.

Allah (c.c.) nefsi yarattığı zaman sordu:

- "Sen kimsin, ben kimim?" Nefis cevap verdi:

- "Sen sensin, ben benim!.."

Hz. Musa (a.s.) zamanında gizli ilimler ve hassaten sihirbazlık ilerlemişti. Onun için Hz. Musa (a.s.) da asasını meydana attığı vakit canavar şeklinde gözüktü. Ve O, asayı kızıl denize vurunca, deniz yol oldu ve ümmeti geçti.

Tasavvuf uleması iş'arî mana olarak, Hz. Musa (a.s.) ın asasının nefsine delalet ettiğini ifade etmişlerdir. Hz. Musa, o asaya dayanıyordu. Cenab-ı Allah (c. c.) onu attırınca nefsinin ne büyük bir canavar olduğunu öğrendi ve ürktü.

Çünkü, Rabbi Musa (a.s.)'a sormuştu:

- "Elindeki nedir?"

- "Asadır, Ya Rabbi!"

- "Onu ne yapıyorsun?"

- "Ona dayanıyorum.."

- "Benden başka dayanacak, sığınacak bir şey olmadığını bilmiyor musun? At onu elinden!.."

Hz. Musa (a.s.) asayı atınca onun hakikatini görmüştü. Fakat O, nefsini ıslah etmesi, onun hakikatini bilmesiyle kavmini yola getirmiş ve sihirbazları aciz bırakmıştı...

Zülkarneyn (a.s.), ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların elinde dünya serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden te'min ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi.

Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, hergün mezarını temizler ve ibadetlerini burada yapardı.

Zülkarneyn (a.s.) bunların hükümdarlarını çağırttı.

Hükümdar:

- "Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir." dedi.

Zülkarneyn (a.s.) bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek:

- "Ben seni davet ettim, niye gelmedin?" dedi. Hükümdar:

- "Sana bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim." cevabını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn (a.s.):

- "Bu haliniz nedir? Sizdeki bu hali kimsede görmedim." deyince hükümdar:

- "Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar, bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz." dedi.

Zülkarneyn (a.s.):

- "Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz?" diye sordu.

Hükümdar:

- "Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vaz geçeriz." dedi.

Zülkarneyn (a.s.):

- "Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz, sütünden, etinden istifade etseniz olmaz mı?" dedi.
Hükümdar:

- "Midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız." diye cevap verdi.

Cenab-ı Hakk buyurur:

"Ey Rasulüm, nefsanî arzularını kendisine ma'bud edineni gördün mü? Şimdi sen mi ona vekil olacaksın?"(Furkan Suresi, Ayet:43)

"Ey Rasulüm, heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü?" (Câsiye Sûresi, Ayet:23)

Bu iki ayet-i kerîme insanoğlunun kendini cehenneme mahkum eden handikabını ve zaaflarını hatırlatır.

Demek ki, arzular mihrap ve kıble haline gelince insan, zaaflarının putperesti oluyor. Aslî hakikatini, derunî istidatlarını dumura uğratıyor...

Kendini nefs canavarına teslim eden insanın acıklı akıbeti ne hazindir. Ten planında ömrünü idame ettirmek için, öteleri düşünmek istemez. Hakîkatine ereceği ölüm kendisi için kabus olur. Çünkü ölüm, bir istikbal endişesi doğurur.

İnsanın en mühim irfanı, toprak bilmecesini çözmekle başlar. Fikirler, çalışmalar, gönüller toprak altında pervaneleşmedikçe bu karanlık ülkenin sırrına, iklimine, yakınlığına girilemez.

Sînemizden her kopan nefesin birer cenaze halinde bizden uzaklaştığını görünce, korkunç ve meçhul istikbalin karanlıkları içimize çökerek;

"Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime!." teranesi dudaklarımızın son nasibi olursa, hayatın manası ve cazibesi ne olabilir? Mezarlık hududunu aşamayan bir hayat yolcusunun kartondan eşyaların, nefsanî yıldızların ve zilli zevallerin (biten gölgelerin) esiri olması ne hazindir.

Hayat, beşik ile tabut arasındaki dar bir koridor ve yolculuktur. Dünya hayatı, sonsuz zaman şeridi içinde bir sabun köpüğünden farksızdır.

İnsanların idraklerinde beliren hayat anlayışı nedir? sorusuna, toprakların rutubeti ve mezar taşlarının katılığı en gerçekçi bir cevap olur. Bu takdirde, nefsanî arzular ve ten planında geçen hayattan daha acı ne olabilir?

Öteden beri beşeriyeti, peygamberlerin irşadlarına rağmen ölüm mes'elesi çok meşgul etmiştir. Zihinlerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen, zaman zaman iz'ac halkaları ile kımıldanan bu soru, türlü nefsanî ifadelerle susturulmak istenmiştir.

Herkesi hayat mevzuunda daha üstün ve ateşli girdap halinde saracak olan ölüm, istisnasız başlara çökecek en çetin bir istikbal endişesi ve musibeti veya rahmetidir...

Beşer tefekkürü ile kavranmasına imkan bulunmayan bu istikbal düğümünü çözebilmek, nefs engelini aşıp, vahyin sesine kulak verip, peygamberlerin ve evliyaullahın gönül ikliminin aşk, vecd ve istiğrakından nasib ve feyz alabilmekle kabildir.

Mevlana (k.s.) buyurur:

"Ey salik.. Musa da Fir'avn da senin varlığında mevcuddur. Bu iki hasmı kendinde aramak gerektir."

Vahyin ışığında aydınlan ki, sendeki Musa, sendeki Fir'avn'a galip...
 
a.s
bu konuda münakaşa yapmak istemiyorum.tabiki kafadan uydurulmuş bir şey değildir bunlar..yoksa büyük bir mes'uliyet Allah korusun..beyitleerin sayfaları verilmiştir.bir endişeniz varsa Mevla'dan araştırıp bakabilirsiniz..ulaşamazsanız size kitap isimleri verebilirim okur istdeğiniz konuda bilgi sahibi olursunuz..

selam ve dua ile

bunu münakaşa amacıyla sormuyorum elbette.sadece bilginiz varmı merak ettim fikrinizi öğrenme babında.anladığım kadarıyla bu konuları biliyorsunuz ve haktır diyorsunuz.benim merak ettiğim peygamber sav.ın bu yönde bir söylemi yada uygulaması olmuşmu? yada şöyle sorayım mevlana hakkında neye göre karar veriyorsunuz zahire göremi?
 
'ne olursan ol gel' cümlesine sığınarak..karar vermek ne haddime..sadece yazılan kitaplardan yararlanıyorum o kadar..

selam ve dua ile..
 
neye göre karar!!

neye göre karar!!

bunu münakaşa amacıyla sormuyorum elbette.sadece bilginiz varmı merak ettim fikrinizi öğrenme babında.anladığım kadarıyla bu konuları biliyorsunuz ve haktır diyorsunuz.benim merak ettiğim peygamber sav.ın bu yönde bir söylemi yada uygulaması olmuşmu? yada şöyle sorayım mevlana hakkında neye göre karar veriyorsunuz zahire göremi?

sevgili mehmed geçmişte yaşamış insanlar hakında neye göre karar verileceğini iyi bilmeniz gerekir..

siz onu görüp onunla aynı devirde yaşamadığınıza göre onun zamanında yaşamış olanların onun hakkında yazdıklarına bakarsınız.eğer mübala yapılmıştır derseniz kendi eserlerine bakarsınız...

buyrun eminim okumuşsunuzdur ama tazelemek amacıyla

Babasının ölümüne kadar olan dönem [değiştir]
Harzemşah hükümdarları Bahaeddin Veled'in halk üzerindeki etkisinden her zaman tedirgin olmuştu; çünkü o, insanlara son derece iyi davranır, ayrıca onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde kesinlikle felsefe tartışmalarına girmezdi. Söylenceler, Bahaeddin Veled ile Harzemşah hükümdarı Alaeddin Muhammed Tökiş (ya da Tekiş) arasında geçen bir olaydan söz eder: Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslam dininde var olmayan şeylere (bid'at) uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü İslam felsefecisi Fahrettin Razi buna çok kızdı ve onu Muhammed Tökiş'e şikayet etti. Hükümdar, Razi'yi çok sayar ona özel olarak itibar ederdi. Razi'nin uyarıları ve halkın Bahaeddin Veled'e gösterdiği ilgi ve saygı bir araya gelince, kendi yerinden kuşkuya düşen Tökiş, Belh kentinin anahtarlarını ona gönderdi. Bu, benim yerime iktidarı sen kullan, anlamına gelen bir davranıştı. Söylendiğine göre bu davranışı "bir yerde iki sultan olmaz" diye karşılayan Bahaeddin Veled, hemen göç hazırlıklarına başladı, ailesini, kitaplarını, sadık müritlerini yanına alarak ülkeden ayrıldı (1212 ya da 1213).

Mevlânâ Celaleddin-i Rumî türbesi


Nişapur kentinde ünlü şeyh Feridüttin Attar onları karşıladı. Aralarında önemli konuşmalar geçti. Küçük Celaleddin de bu konuşmaları dinliyordu. Attar, Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü kitabını Celaleddin'e hediye etti ve yanlarından ayrılırken küçük Celaleddin'i kastederek, yanındakilere "bir deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor" dedi. Bahaeddin Veled'e de, "umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır" diye bir açıklama yaptı (Mevlânâ Esrarname 'yi her zaman yanında taşımış, Mesnevi'sinde Attar'dan ve onun kıssalarından sık sık söz etmiştir).
Kafile, Bağdat'ta üç gün kaldı; sonra hac için Arabistan'a yöneldi. Hac dönüşü, Şam'dan Anadolu'ya geçti ve Erzincan, Akşehir, Larende'de (günümüzde Karaman) konakladı. Bu konaklama, yedi yıl sürdü. On sekiz yaşına gelmiş olan Celalettin, Semerkandlı Lala Şerafettin'in kızı Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet, Larende'de doğdular. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, sonunda Bahaeddin Veled'i ve Celaleddin'i Konya'ya yerleşmeye razı etti. Onları yollarda karşıladı. Altınapa Medresesi'nde konuk etti. Başta hükümdar olmak üzere saray adamları, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled'e büyük bir saygıyla bağlanıyor, müridi oluyordu. Bahaeddin Veled 1231'de Konya'da öldü ve Selçuklu Sarayı'nda gül bahçesi denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtına oturmadı. Kırk gün, imarethanelerde onun için yemek dağıtıldı.Bu mesneviside böylece sona erdi.

Babasının ölümünden sonraki dönem [değiştir]

Babasının vasiyeti, sultanın buyruğu ve Bahaeddin'in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celaleddin babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle dersleri, vaazları ve fetvaları o verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tirmizli Seyhit Burhaneddin Muhakkik ile buluştu. Tirmizli olduğu için Tirmizi diye anılan Burhaneddin, Konya'daki bu buluşmada genç Celaleddin'i o çağda geçerli olan bütün İslam bilim dallarından sınava soktu. ve gösterdiği başarıdan sonra "bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal'i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin" dedi (Sultan Veled (Mevlânâ'nın oğlu) ünlü İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında olayı böyle anlatır). Bu uyarıdan sonra, Celaleddin 9 yıl boyunca Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'ye müritlik etti, seyr-ü sülük denen tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam medreselerinde öğrenimini tamamladı, dönüşte Konya'da hocası Tirmizi'nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı, riyazete (her tür perhiz) başladı. Hocası artık Kayseri'ye dönmek istiyor, Celaleddin onu bırakmıyordu. Günün birinde Tirmizi, öğrencisinden habersiz yola çıktı ama yolda atı tökezleyip düşünce ayağı incindi. Dönüp Konya'ya geldi ve Celaleddin'e "neden beni bırakmıyorsun?" diye sordu. O da hocasına "neden gitmek istiyorsun?" dedi. Tirmizi bu soruya şu yanıtı verdi: "Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz". Bu açıklamadan sonra Tirmizi, Kayseri'ye gitti ve 1241'de orada öldü. Celaleddin, Konya'ya yönelen o gönül aslanını bir süre bekledi. Ne var ki, hocasını unutamıyordu. Bütün kitaplarını ve ders notlarını topladı. Fihi-Ma Fih (Ne Varsa İçindedir) adlı yapıtındaki açıklamalarında sık sık hocasından alıntılar yaptı. Beş yıl boyunca medrese fıkıh ve dinbilim okuttu, vaiz ve irşatlarını sürdürdü.

Mevlânâ Türbesi'nin içerden görünüşü



Tebrizli Şems [değiştir]

1244'te Konya'nın ünlü Şeker Tacirleri (Şeker Furuşan) hanına baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin indi: Adı Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) idi. Yaygın inanca göre Ebubekir Selebaf adlı ümi bir şeyhin müridi idi. Gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Sonradan Makalat (Sözler) adlı kitabında da anlattığına göre, bir aradığı vardı. Aradığını Konya'da bulacaktı, gönlü böyle diyordu. Yolculuk ve arayış bitmişti. Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesin'ne doğru yola çıktı ve Mevlânâ'yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken buldu: atın dizginlerini tutarak sordu ona: "Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?" Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı: "Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yanında Bayezit'in sözü mü olur?" Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi: "Neden Muhammed 'kalbim paslanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş kez istiğfar ederim' diyor da , Bayezit 'kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, bedenimin içinde Allah'tan başka varlık yok' diyor; buna ne dersin?" Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı: "Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu". Tebrizli Şems bu yorum karşısında "Allah, Allah" diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O'ydu. Kaynaklar, bu buluşmanın olduğu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.
Oradan, birlikte, Mevlânâ'nın seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub'un hücresine (medresedeki odası) gittiler ve halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu (kaynaklar 40 gün ile 6 aydan söz eder). Süre ne olursa olsun, Mevlânâ'nın yaşamında bu sırada büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya çıktı. Mevlânâ artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Konya'nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esiyordu. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlânâ ile hayranları arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl uutturmuştu. Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Tebrizli Şems'i ölümle bile tehtid ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlânâ'ya Kur'an'dan bir ayet okudu. Ayet, "işte bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır" anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems bir gece habersizce Konya'yı terk etti (1245).

İstanbul, Büyükçekmece'de bulunan bir Mevlana heykelciği


Tebrizli Şems'in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems'i aratıyordu. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlânâ'dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems'e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam'da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems'i alıp getirmek üzere acele Şam'a gittiler. Mevlânâ'nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli Şems, Sultan Veled'in ricalarını kırmadı. Konya'ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlânâ 'yı Tebrizli Şems'ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlânâ'ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için kızıyordu. Tebrizli Şems'e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi'de vardı.
Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems "bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ'nın oğlu Alaeddin'in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Sultan Veled'in deyişine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndü.

Mevlânâ Türbesi (Yeşil kubbe)



Selahattin Zerküb [değiştir]

Bu dönemde Mevlânâ, Tebrizli Şems ile kendi benliğini özdeşleştirme deneyimini yaşıyordu (bu, bazı gazellerin taç beyitinde kendi adını kullanması gerekirken, Tebrizli Şems'in adını kullanmasından da anlaşılmaktadır). Aynı zamanda Mevlânâ o sırada kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selahattin Zerküb'u seçmişti. Tebrizli Şems'in yokluğunu onunla gideriyor. Selahattin Zerküb, Mevlânâ'nın gözünde Şems ile özdeşleşiyordu. Selahattin, erdemli ama okuması yazması olmayan bir kuyumcuydu. Aradan kısa bir zaman geçince, bu kez müritler Tebrizli Şems yerine Selahattin'i hedef edindiler. Ne var ki bu kez Mevlânâ ve Selahattin kendilerine karşı duyulan gergin havaya pek aldırmadılar. Selahattin'in kızı Fatma Hatun ile Sultan Veled evlendirildi.
Mevlânâ ile Selahattin on yıl süreyle bir arada bulundular. Selahattin'i öldürme girişimleri oldu ve bir gün Selahattin Mevlânâ'dan "bu vücut zindanından kurtulmak için izin istediği" rivayeti yayıldı; üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralık 1258). Selahattin'in cenazesinin ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmasını vasiyet etmişti. İstediği her şey yapıldı.

Hüsamettin Çelebi [değiştir]

Selahattin'in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin'in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi. Onun için, Hüsamettin Ahi Türk oğlu diye anılırdı. Varlıklı bir kişiydi ve Mevlânâ'ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Beraberlikleri Mevlânâ'nın ölümüne kadar on yıl sürdü. O aynı zamanda Vezir Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi ve böylece iki ayrı makam sahibiydi.
İslam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı olan Mesnevi-i Manevi (genellikle yalnız Mesnevi diye anılır) Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazılmıştır. Bir gün birlikte sohbet ederlerken Çelebi bir konudan yakındı ve "müritler", dedi, "tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai'nin Hadika (Bahçe) adlı kitabını okuyorlar ya Attar'ın İlahiname 'sini, Mantık-ut-Tayr ını (Kuş Dili) okuyorlar. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti." Hüsamettin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sarığının katları arasından bükülmüş bir kağıt uzattı genç dostuna; Mesnevi 'nin ünlü ilk 18 beyti yazılmıştı ve hoca, müridine şöyle diyordu: "Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim."
Bu çalışma yıllar boyu sürdü. Yapıt, 25.700 beyitten oluşan 6 citlik bir bütündü. Tasavvuf öğretisini birbirinden çıkan ilgi çekici öyküler aracılığıyla anlatıyor, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklıyordu. Mesnevi bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlânâ yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273'te de öldü (ilk eşi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ Konya'da ikinci kez Gera Hatun ile evlenmiş ve ondan Muzafferettin Alim Çelebi adında bir oğlu ve Fatma Melike Hatun adında bir kızı olmuştu. Mevlânâ'nın soyundan gelen Çelebiler, genellikle Sultan Veled'in oğlu Feridun Ulu Arif Çelebi'nin torunlarıdır; Melike Hatun torunlarıysa Mevleviler arasında İnas Çelebi olarak anılır.)

Felsefesi ve eserleri [değiştir]


Felsefesi [değiştir]


Divan'ı Kebir 'in bir sayfası


Mevlânâ, İslam dinini, şiir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince yorumlayan kişidir. Bu yorum, İslam ve İslam dışı bütün insanlık tarafından benimsenmiş, esin kaynağı olmuştur. İngiliz doğubilimcisi A.J. Arberry, Mevlânâ'yı "dünyanın en büyük ozanı" olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde kalmış, Rembrandt tablosunu yapmış, Muhammed İkbal felsefesini onun düşünceleri üstüne kurmuş, İngiliz doğubilimcisi Nicholson 30 yıl çalışarak Mesnevi yi İngilizceye çevirmiş ve yapıtın Batı dünyasından tanınmasını sağlamıştır. Mevlânâ yüzyıllardır etkisini, canlılığını yitirmeyen bir büyük ozan ve düşünce adamı niteliğini korumaktadır. Kişi, inanç ve düşünce özgürlüğüne olağanüstü bir değer vermesi, bütün insanları (suçlu-suçsuz, mecusi-putperest, kara-sarı, efendi-köle) saygıya ve sevgiye çağırması onun en büyük özelliğidir.
Mevlânâ tam bir vahdet-i vücud (varlık birliği) savunucusudur. Ona göre, her varlık Hak'kın bir ayrı tecellisidir ve yaradılmışlara uygulanan her eylem aslında Yaratan'a uygulanıyor demektir. Onun için, soyut bir Allah sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani Hak'kı halkta ve halkı Hak'ta sevmek gerekir.
Mevlânâ biçimci değildi, her türlü kısıtlamanın karşısındaydı. Edep, vefa, sabır, eğitim gibi ahlak kavramlarının gerçek anlamını aramayı ve insanlara bunu öğretmeyi iş edinmişti. Ona göre, asıl konu "insan"dı. Din, felsefe, ahlak, insanı daha mutlu etme yolunda gelişen araçlardı. Bu araçlara takılıp kalmak, gelişmeyi ve gelişme hızını kesecek yanlış davranışlardı. Doğru olan, gerçeğe giden yolu bulmaktı ve bu yol, "aşk" tan geçerdi: Sonsuz bir sevgi. Bu sevgi hoşgörü ve vefa kavramlarıyla desteklenecek, beslenecekti.
Mevlânâ için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır; yaşayarak öğrenilirdi. Bu nedenle, bir gün kendisine "aşk nedir efendim" diye soran bir öğrencisine "Ben ol da bil" yanıtını verdi.
Mevlânâ'nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği yorumdan Mevlevi tarikatı doğdu ama Mevlânâ bir tarikat kurucusu değildir. Mevlevilik onun ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin Çelebi'nin birlikte hazırladıkları bir örgütlenmeye göre kurulmuştur

not:konu kopyala yapıştır yöntemiyle alıntı yapılmıştır. selam ve dua ile
 
İnsan ol!İnsan!(2) Hz.Mevlana'dan

İnsan ol!İnsan!(2) Hz.Mevlana'dan

Zeyd b. Harise (r.a.) Rasûlullah (s.a.)' in sohbetlerinde, vecd ile dolar ve istiğrak halinde yaşardı.

Hz. Peygamber (s.a.)

İmanın hakîkati nedir?" diye sorduğu vakit, Harise (r.a.):

Dünyadan el etek çekince gündüzlerim susuz gecelerim uykusuz hale geldi. Rabbımın arşını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyaret eden cennet ehli ile, yekdiğerlerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim! demişti.

Yine Harise (r.a.):

Dünya lezzetlerinden el etek çekince ALLAH (c.c.) kalbimi nurlandırdı da daha evvel bana gaib olan hususlar gözle görülür gibi bir vazıyete geldi diye durumunu haber vermiştir.

Mevlana (k.s.) Harise'nin bu istiğrak halini, beyitlerinde şu şekilde anlatır.

Harise (r.a.):

"Rasûlullah (s.a.)'a gördüklerimi anlatayım mı?"
diyerek izin ister ve anlatmaya başlar

"Ahirette şakilerin giyeceği elbiseyi halka göstereyim. Orada peygamberler için çalınacak tabi ve koşun sesini de duyurayım.

Coşkun ve taşkın bir halde bulunan kevser havzini göstereyim de, suyu halkın yüzüne serpilsin, sesi de kulaklarına değsin!

Susamış kimselerin o havuz etrafında koştuklarını açıkça...
göstereyim!.Onların omuzları omuzlarıma dokunuyor. Bağrışmaları kulağıma geliyor!.


"Cennetlikler seviçlerinden gözümün önünde kucaklaşarak birbirleri ile musafaha ediyorlar ."

Cehennemliklerin de ah-vah âvâzeleri ile inleyip feryad etmeleri adeta kulağımı sağır edecek!."

"Bunlar derinden söylediğim bir takım işaretlerdir. Daha da söyleyeceğim ama, Rasûlullah (s.a.)' in azarlamasından korkuyorum!." dedi.

Sekr-i maneviyyeye mustağrak olarak böyle söylüyordu.

Hz. Peygamber (s.a.)

"Kendini topla! Sus!" diye onun yakasını çekti.

Bazen Rasûlullah (s.a.) de öyle manevî zevk ve feyz ile dolardı ki bu hale devamlı olarak tahammülü mümkün olmazdı. Hassaten vahyin nüzulü esnasında fevkalade ızdırab çeker, inci tanesi gibi terler dökerdi. Bazen de bu istiğrak had safhaya vardığında:

Ya Aişe, rûhaniyet beni istila etti Gel biraz bana söz söyle!." diyerek beşerî iklime rucu ederdi.

Aksine dünya galip gelince de:

"Ya Bilal" Bir ezan oku!" buyurarak beşer hayatı için zarurî olan dengeyi kurardı.

Aksi halde, insana emsal olan o mübarek varlığın, arkasındaki kafile ile beraberliği sağlanamazdı.

Sohbet-i Nebeviyye iklimindeki feyze en çok mustağrak olan Hz. Ebûbekr (r.a.) idi. Hz. Peygamber (s.a.) ile bazen öyle hususî sohbetleri olurdu ki, bunlara başkaları asla muttali olamazdı. Bakınız Hz. Ömer (r.a.) bu manzarayı nasıl anlatıyor:

"Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna girdim. Hz. Ebûbekir (r.a.) ile ilm-i tevhid hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sözlerinden hiç bir şey anlamadım.

"Bu hal neyin nesidir? Siz Peygamber (s.a.) ile hep böyle mi sohbet edersiniz? diye sordum Hz. Ebûbekir (r.a.):

"Evet bazen Rasûlullah (s.a.) ile baş başa iken böyle sohbet ederiz " buyurdu.
Bir Hadîs i Şerifte Hz. Peygamber (s.a.):

"Biz peygamberler cemaatı insanların seviyesine inmeye ve onların akıllarının alacağı tarzda söylemeye me'muruz." buyurmuştur.
Diğer bir Hadîs- Şerif'de:

İnsanlara kendi aklınızın erdiği kadar değil, onların akıllarının kavrayacağı derecede söyleyin!" emri verilmiştir.

Dünyanın darü'l-gurur yani aldatıcı bir alem olduğuna dair bir Hadis-i Şerif olduğu gibi onun sahhare (çok sihirleyici) ve gaddare (çok acımasız) olduğunu beyan eden Hadîs-i Şerifler de vardır.

Dünyanın geçici bir alem, bir gölge olduğunu, en bariz hakikatin ölüm olduğunu hepimiz bilidiğimiz, hatta en yakınlarımızın olup gittiğini bir çok kereler gördüğümüz halde yine o vefasız bekasız dünyaya aldanmaktan ekseriya kendimizi kurtaramayız.

Bu hal, Hadîs-i Şerif de buyurulduğu gibi, dünyanın sahhare (çok sihirleyici) olmasındandır işte bu gafletimiz de onun bu sihrinin eseridir.

Mevlana (k.s.) dünyanın sihrini ve sihirbazlığını aşağıdaki beyitlerde şöyle ifade eder

"O sihirbaz, ay ışığında alelacele beş yüz arşın kumaş ölçer"

"O senin gümüş akçe gibi olan ömrünü alınca ömür gümüşü gitmiş hayalî kumaş ortadan kaybolmuş sermayen ise, boşalmış olur.

Ey dünya sihrine sürüklenen kimse, sana (Kul Eüzü)'yü okumak;

Ya Rabbî' Lütfet, beni bu üfürüklerden ve nefsanî dünya lezzetlerinden koru'" diye dua...
 
sevgili mehmed geçmişte yaşamış insanlar hakında neye göre karar verileceğini iyi bilmeniz gerekir..

siz onu görüp onunla aynı devirde yaşamadığınıza göre onun zamanında yaşamış olanların onun hakkında yazdıklarına bakarsınız.eğer mübala yapılmıştır derseniz kendi eserlerine bakarsınız...

buyrun eminim okumuşsunuzdur ama tazelemek amacıyla

Babasının ölümüne kadar olan dönem [değiştir]
Harzemşah hükümdarları Bahaeddin Veled'in halk üzerindeki etkisinden her zaman tedirgin olmuştu; çünkü o, insanlara son derece iyi davranır, ayrıca onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde kesinlikle felsefe tartışmalarına girmezdi. Söylenceler, Bahaeddin Veled ile Harzemşah hükümdarı Alaeddin Muhammed Tökiş (ya da Tekiş) arasında geçen bir olaydan söz eder: Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslam dininde var olmayan şeylere (bid'at) uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü İslam felsefecisi Fahrettin Razi buna çok kızdı ve onu Muhammed Tökiş'e şikayet etti. Hükümdar, Razi'yi çok sayar ona özel olarak itibar ederdi. Razi'nin uyarıları ve halkın Bahaeddin Veled'e gösterdiği ilgi ve saygı bir araya gelince, kendi yerinden kuşkuya düşen Tökiş, Belh kentinin anahtarlarını ona gönderdi. Bu, benim yerime iktidarı sen kullan, anlamına gelen bir davranıştı. Söylendiğine göre bu davranışı "bir yerde iki sultan olmaz" diye karşılayan Bahaeddin Veled, hemen göç hazırlıklarına başladı, ailesini, kitaplarını, sadık müritlerini yanına alarak ülkeden ayrıldı (1212 ya da 1213).

Mevlânâ Celaleddin-i Rumî türbesi


Nişapur kentinde ünlü şeyh Feridüttin Attar onları karşıladı. Aralarında önemli konuşmalar geçti. Küçük Celaleddin de bu konuşmaları dinliyordu. Attar, Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü kitabını Celaleddin'e hediye etti ve yanlarından ayrılırken küçük Celaleddin'i kastederek, yanındakilere "bir deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor" dedi. Bahaeddin Veled'e de, "umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır" diye bir açıklama yaptı (Mevlânâ Esrarname 'yi her zaman yanında taşımış, Mesnevi'sinde Attar'dan ve onun kıssalarından sık sık söz etmiştir).
Kafile, Bağdat'ta üç gün kaldı; sonra hac için Arabistan'a yöneldi. Hac dönüşü, Şam'dan Anadolu'ya geçti ve Erzincan, Akşehir, Larende'de (günümüzde Karaman) konakladı. Bu konaklama, yedi yıl sürdü. On sekiz yaşına gelmiş olan Celalettin, Semerkandlı Lala Şerafettin'in kızı Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet, Larende'de doğdular. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, sonunda Bahaeddin Veled'i ve Celaleddin'i Konya'ya yerleşmeye razı etti. Onları yollarda karşıladı. Altınapa Medresesi'nde konuk etti. Başta hükümdar olmak üzere saray adamları, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled'e büyük bir saygıyla bağlanıyor, müridi oluyordu. Bahaeddin Veled 1231'de Konya'da öldü ve Selçuklu Sarayı'nda gül bahçesi denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtına oturmadı. Kırk gün, imarethanelerde onun için yemek dağıtıldı.Bu mesneviside böylece sona erdi.

Babasının ölümünden sonraki dönem [değiştir]

Babasının vasiyeti, sultanın buyruğu ve Bahaeddin'in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celaleddin babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle dersleri, vaazları ve fetvaları o verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tirmizli Seyhit Burhaneddin Muhakkik ile buluştu. Tirmizli olduğu için Tirmizi diye anılan Burhaneddin, Konya'daki bu buluşmada genç Celaleddin'i o çağda geçerli olan bütün İslam bilim dallarından sınava soktu. ve gösterdiği başarıdan sonra "bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal'i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin" dedi (Sultan Veled (Mevlânâ'nın oğlu) ünlü İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında olayı böyle anlatır). Bu uyarıdan sonra, Celaleddin 9 yıl boyunca Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'ye müritlik etti, seyr-ü sülük denen tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam medreselerinde öğrenimini tamamladı, dönüşte Konya'da hocası Tirmizi'nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı, riyazete (her tür perhiz) başladı. Hocası artık Kayseri'ye dönmek istiyor, Celaleddin onu bırakmıyordu. Günün birinde Tirmizi, öğrencisinden habersiz yola çıktı ama yolda atı tökezleyip düşünce ayağı incindi. Dönüp Konya'ya geldi ve Celaleddin'e "neden beni bırakmıyorsun?" diye sordu. O da hocasına "neden gitmek istiyorsun?" dedi. Tirmizi bu soruya şu yanıtı verdi: "Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz". Bu açıklamadan sonra Tirmizi, Kayseri'ye gitti ve 1241'de orada öldü. Celaleddin, Konya'ya yönelen o gönül aslanını bir süre bekledi. Ne var ki, hocasını unutamıyordu. Bütün kitaplarını ve ders notlarını topladı. Fihi-Ma Fih (Ne Varsa İçindedir) adlı yapıtındaki açıklamalarında sık sık hocasından alıntılar yaptı. Beş yıl boyunca medrese fıkıh ve dinbilim okuttu, vaiz ve irşatlarını sürdürdü.

Mevlânâ Türbesi'nin içerden görünüşü



Tebrizli Şems [değiştir]

1244'te Konya'nın ünlü Şeker Tacirleri (Şeker Furuşan) hanına baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin indi: Adı Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) idi. Yaygın inanca göre Ebubekir Selebaf adlı ümi bir şeyhin müridi idi. Gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Sonradan Makalat (Sözler) adlı kitabında da anlattığına göre, bir aradığı vardı. Aradığını Konya'da bulacaktı, gönlü böyle diyordu. Yolculuk ve arayış bitmişti. Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesin'ne doğru yola çıktı ve Mevlânâ'yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken buldu: atın dizginlerini tutarak sordu ona: "Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?" Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı: "Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yanında Bayezit'in sözü mü olur?" Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi: "Neden Muhammed 'kalbim paslanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş kez istiğfar ederim' diyor da , Bayezit 'kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, bedenimin içinde Allah'tan başka varlık yok' diyor; buna ne dersin?" Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı: "Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu". Tebrizli Şems bu yorum karşısında "Allah, Allah" diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O'ydu. Kaynaklar, bu buluşmanın olduğu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.
Oradan, birlikte, Mevlânâ'nın seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub'un hücresine (medresedeki odası) gittiler ve halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu (kaynaklar 40 gün ile 6 aydan söz eder). Süre ne olursa olsun, Mevlânâ'nın yaşamında bu sırada büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya çıktı. Mevlânâ artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Konya'nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esiyordu. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlânâ ile hayranları arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl uutturmuştu. Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Tebrizli Şems'i ölümle bile tehtid ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlânâ'ya Kur'an'dan bir ayet okudu. Ayet, "işte bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır" anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems bir gece habersizce Konya'yı terk etti (1245).

İstanbul, Büyükçekmece'de bulunan bir Mevlana heykelciği


Tebrizli Şems'in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems'i aratıyordu. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlânâ'dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems'e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam'da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems'i alıp getirmek üzere acele Şam'a gittiler. Mevlânâ'nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli Şems, Sultan Veled'in ricalarını kırmadı. Konya'ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlânâ 'yı Tebrizli Şems'ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlânâ'ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için kızıyordu. Tebrizli Şems'e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi'de vardı.
Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems "bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ'nın oğlu Alaeddin'in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Sultan Veled'in deyişine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndü.

Mevlânâ Türbesi (Yeşil kubbe)



Selahattin Zerküb [değiştir]

Bu dönemde Mevlânâ, Tebrizli Şems ile kendi benliğini özdeşleştirme deneyimini yaşıyordu (bu, bazı gazellerin taç beyitinde kendi adını kullanması gerekirken, Tebrizli Şems'in adını kullanmasından da anlaşılmaktadır). Aynı zamanda Mevlânâ o sırada kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selahattin Zerküb'u seçmişti. Tebrizli Şems'in yokluğunu onunla gideriyor. Selahattin Zerküb, Mevlânâ'nın gözünde Şems ile özdeşleşiyordu. Selahattin, erdemli ama okuması yazması olmayan bir kuyumcuydu. Aradan kısa bir zaman geçince, bu kez müritler Tebrizli Şems yerine Selahattin'i hedef edindiler. Ne var ki bu kez Mevlânâ ve Selahattin kendilerine karşı duyulan gergin havaya pek aldırmadılar. Selahattin'in kızı Fatma Hatun ile Sultan Veled evlendirildi.
Mevlânâ ile Selahattin on yıl süreyle bir arada bulundular. Selahattin'i öldürme girişimleri oldu ve bir gün Selahattin Mevlânâ'dan "bu vücut zindanından kurtulmak için izin istediği" rivayeti yayıldı; üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralık 1258). Selahattin'in cenazesinin ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmasını vasiyet etmişti. İstediği her şey yapıldı.

Hüsamettin Çelebi [değiştir]

Selahattin'in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin'in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi. Onun için, Hüsamettin Ahi Türk oğlu diye anılırdı. Varlıklı bir kişiydi ve Mevlânâ'ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Beraberlikleri Mevlânâ'nın ölümüne kadar on yıl sürdü. O aynı zamanda Vezir Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi ve böylece iki ayrı makam sahibiydi.
İslam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı olan Mesnevi-i Manevi (genellikle yalnız Mesnevi diye anılır) Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazılmıştır. Bir gün birlikte sohbet ederlerken Çelebi bir konudan yakındı ve "müritler", dedi, "tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai'nin Hadika (Bahçe) adlı kitabını okuyorlar ya Attar'ın İlahiname 'sini, Mantık-ut-Tayr ını (Kuş Dili) okuyorlar. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti." Hüsamettin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sarığının katları arasından bükülmüş bir kağıt uzattı genç dostuna; Mesnevi 'nin ünlü ilk 18 beyti yazılmıştı ve hoca, müridine şöyle diyordu: "Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim."
Bu çalışma yıllar boyu sürdü. Yapıt, 25.700 beyitten oluşan 6 citlik bir bütündü. Tasavvuf öğretisini birbirinden çıkan ilgi çekici öyküler aracılığıyla anlatıyor, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklıyordu. Mesnevi bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlânâ yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273'te de öldü (ilk eşi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ Konya'da ikinci kez Gera Hatun ile evlenmiş ve ondan Muzafferettin Alim Çelebi adında bir oğlu ve Fatma Melike Hatun adında bir kızı olmuştu. Mevlânâ'nın soyundan gelen Çelebiler, genellikle Sultan Veled'in oğlu Feridun Ulu Arif Çelebi'nin torunlarıdır; Melike Hatun torunlarıysa Mevleviler arasında İnas Çelebi olarak anılır.)

Felsefesi ve eserleri [değiştir]


Felsefesi [değiştir]


Divan'ı Kebir 'in bir sayfası


Mevlânâ, İslam dinini, şiir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince yorumlayan kişidir. Bu yorum, İslam ve İslam dışı bütün insanlık tarafından benimsenmiş, esin kaynağı olmuştur. İngiliz doğubilimcisi A.J. Arberry, Mevlânâ'yı "dünyanın en büyük ozanı" olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde kalmış, Rembrandt tablosunu yapmış, Muhammed İkbal felsefesini onun düşünceleri üstüne kurmuş, İngiliz doğubilimcisi Nicholson 30 yıl çalışarak Mesnevi yi İngilizceye çevirmiş ve yapıtın Batı dünyasından tanınmasını sağlamıştır. Mevlânâ yüzyıllardır etkisini, canlılığını yitirmeyen bir büyük ozan ve düşünce adamı niteliğini korumaktadır. Kişi, inanç ve düşünce özgürlüğüne olağanüstü bir değer vermesi, bütün insanları (suçlu-suçsuz, mecusi-putperest, kara-sarı, efendi-köle) saygıya ve sevgiye çağırması onun en büyük özelliğidir.
Mevlânâ tam bir vahdet-i vücud (varlık birliği) savunucusudur. Ona göre, her varlık Hak'kın bir ayrı tecellisidir ve yaradılmışlara uygulanan her eylem aslında Yaratan'a uygulanıyor demektir. Onun için, soyut bir Allah sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani Hak'kı halkta ve halkı Hak'ta sevmek gerekir.
Mevlânâ biçimci değildi, her türlü kısıtlamanın karşısındaydı. Edep, vefa, sabır, eğitim gibi ahlak kavramlarının gerçek anlamını aramayı ve insanlara bunu öğretmeyi iş edinmişti. Ona göre, asıl konu "insan"dı. Din, felsefe, ahlak, insanı daha mutlu etme yolunda gelişen araçlardı. Bu araçlara takılıp kalmak, gelişmeyi ve gelişme hızını kesecek yanlış davranışlardı. Doğru olan, gerçeğe giden yolu bulmaktı ve bu yol, "aşk" tan geçerdi: Sonsuz bir sevgi. Bu sevgi hoşgörü ve vefa kavramlarıyla desteklenecek, beslenecekti.
Mevlânâ için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır; yaşayarak öğrenilirdi. Bu nedenle, bir gün kendisine "aşk nedir efendim" diye soran bir öğrencisine "Ben ol da bil" yanıtını verdi.
Mevlânâ'nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği yorumdan Mevlevi tarikatı doğdu ama Mevlânâ bir tarikat kurucusu değildir. Mevlevilik onun ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin Çelebi'nin birlikte hazırladıkları bir örgütlenmeye göre kurulmuştur

not:konu kopyala yapıştır yöntemiyle alıntı yapılmıştır. selam ve dua ile

kardeş nedir bu? mevlana kimdir diye sormadık.Ki mevlananın şahsını irdelemiyoruz adı mevlana yada hz.ali hiç farketmez önemli olan islama uygunmudur değilmidir?yoksa iyisiyle kötüsüyle yaşamış, ölmüş gelip geçmişler,onlardan sorumlu da değiliz elbette.fakat bir de gerçekler yani islama uygunluk durumu var biz bunu irdeliyoruz.ben şunu merak ediyorum? bu mesnevide geçen hikayeler islama uygunmudur değilmidir? nebevi metoda uygunmudur değilmidir?
 
s.a
mevlananın kitabınında ki ahlaka uygun olmayan konular hakkında bilginiz varmı? mesneviyi hiç okudunuzmu?böyle bir kitap yazanın islam ile alakası olduğunu düşünüyormusunuz? Bu hikayelerin onun kitabına sonradan ilave edildiği doğru olabilirmi?

Aleyküm selam, Mevlana'nın Mesnevisini okuduk, Mevlana'nın yazdığı mesnevi 6 cilttir, bazıları tarafından 7,8 cilt olduğu iddia edilmiş ise de, 6 dan sonraki ciltlerinin ilk 6 cildin bir tekrarı olduğu, akaid noktasında hatalı olduğu görülecektir. Dolayısıyla 6'ya kadar Mevlana'nın, diğerleri uydurmadır.Benim okuduğum 6 ciltlik Mesnevi muhteşem bir eser, Allah razı olsun. Okudukça kalbinizde güller açılıyor. Tavsiye ederim.
 
Zeyd b. Harise (r.a.) Rasûlullah (s.a.)' in sohbetlerinde, vecd ile dolar ve istiğrak halinde yaşardı.

Hz. Peygamber (s.a.)

İmanın hakîkati nedir?" diye sorduğu vakit, Harise (r.a.):

Dünyadan el etek çekince gündüzlerim susuz gecelerim uykusuz hale geldi. Rabbımın arşını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyaret eden cennet ehli ile, yekdiğerlerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim! demişti.

Yine Harise (r.a.):

Dünya lezzetlerinden el etek çekince ALLAH (c.c.) kalbimi nurlandırdı da daha evvel bana gaib olan hususlar gözle görülür gibi bir vazıyete geldi diye durumunu haber vermiştir.

Mevlana (k.s.) Harise'nin bu istiğrak halini, beyitlerinde şu şekilde anlatır.

Harise (r.a.):

"Rasûlullah (s.a.)'a gördüklerimi anlatayım mı?"
diyerek izin ister ve anlatmaya başlar

"Ahirette şakilerin giyeceği elbiseyi halka göstereyim. Orada peygamberler için çalınacak tabi ve koşun sesini de duyurayım.

Coşkun ve taşkın bir halde bulunan kevser havzini göstereyim de, suyu halkın yüzüne serpilsin, sesi de kulaklarına değsin!

Susamış kimselerin o havuz etrafında koştuklarını açıkça...
göstereyim!.Onların omuzları omuzlarıma dokunuyor. Bağrışmaları kulağıma geliyor!.


"Cennetlikler seviçlerinden gözümün önünde kucaklaşarak birbirleri ile musafaha ediyorlar ."

Cehennemliklerin de ah-vah âvâzeleri ile inleyip feryad etmeleri adeta kulağımı sağır edecek!."

"Bunlar derinden söylediğim bir takım işaretlerdir. Daha da söyleyeceğim ama, Rasûlullah (s.a.)' in azarlamasından korkuyorum!." dedi.

Sekr-i maneviyyeye mustağrak olarak böyle söylüyordu.

Hz. Peygamber (s.a.)

"Kendini topla! Sus!" diye onun yakasını çekti.

Bazen Rasûlullah (s.a.) de öyle manevî zevk ve feyz ile dolardı ki bu hale devamlı olarak tahammülü mümkün olmazdı. Hassaten vahyin nüzulü esnasında fevkalade ızdırab çeker, inci tanesi gibi terler dökerdi. Bazen de bu istiğrak had safhaya vardığında:

Ya Aişe, rûhaniyet beni istila etti Gel biraz bana söz söyle!." diyerek beşerî iklime rucu ederdi.

Aksine dünya galip gelince de:

"Ya Bilal" Bir ezan oku!" buyurarak beşer hayatı için zarurî olan dengeyi kurardı.

Aksi halde, insana emsal olan o mübarek varlığın, arkasındaki kafile ile beraberliği sağlanamazdı.

Sohbet-i Nebeviyye iklimindeki feyze en çok mustağrak olan Hz. Ebûbekr (r.a.) idi. Hz. Peygamber (s.a.) ile bazen öyle hususî sohbetleri olurdu ki, bunlara başkaları asla muttali olamazdı. Bakınız Hz. Ömer (r.a.) bu manzarayı nasıl anlatıyor:

"Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna girdim. Hz. Ebûbekir (r.a.) ile ilm-i tevhid hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sözlerinden hiç bir şey anlamadım.

"Bu hal neyin nesidir? Siz Peygamber (s.a.) ile hep böyle mi sohbet edersiniz? diye sordum Hz. Ebûbekir (r.a.):

"Evet bazen Rasûlullah (s.a.) ile baş başa iken böyle sohbet ederiz " buyurdu.
Bir Hadîs i Şerifte Hz. Peygamber (s.a.):

"Biz peygamberler cemaatı insanların seviyesine inmeye ve onların akıllarının alacağı tarzda söylemeye me'muruz." buyurmuştur.
Diğer bir Hadîs- Şerif'de:

İnsanlara kendi aklınızın erdiği kadar değil, onların akıllarının kavrayacağı derecede söyleyin!" emri verilmiştir.

Dünyanın darü'l-gurur yani aldatıcı bir alem olduğuna dair bir Hadis-i Şerif olduğu gibi onun sahhare (çok sihirleyici) ve gaddare (çok acımasız) olduğunu beyan eden Hadîs-i Şerifler de vardır.

Dünyanın geçici bir alem, bir gölge olduğunu, en bariz hakikatin ölüm olduğunu hepimiz bilidiğimiz, hatta en yakınlarımızın olup gittiğini bir çok kereler gördüğümüz halde yine o vefasız bekasız dünyaya aldanmaktan ekseriya kendimizi kurtaramayız.

Bu hal, Hadîs-i Şerif de buyurulduğu gibi, dünyanın sahhare (çok sihirleyici) olmasındandır işte bu gafletimiz de onun bu sihrinin eseridir.

Mevlana (k.s.) dünyanın sihrini ve sihirbazlığını aşağıdaki beyitlerde şöyle ifade eder

"O sihirbaz, ay ışığında alelacele beş yüz arşın kumaş ölçer"

"O senin gümüş akçe gibi olan ömrünü alınca ömür gümüşü gitmiş hayalî kumaş ortadan kaybolmuş sermayen ise, boşalmış olur.

Ey dünya sihrine sürüklenen kimse, sana (Kul Eüzü)'yü okumak;

Ya Rabbî' Lütfet, beni bu üfürüklerden ve nefsanî dünya lezzetlerinden koru'" diye dua...

kardeş evvela şunu idrak etmeni isterim ki bu bahsettiğin hadis kurana ve islama zıttır bu yüzden kaynağını sorma ihtiyacı dahi duymuyorum.islam da dünyadan el etek çekme diye bir olay yok kardeş.
 
*Nasıl ki bu dünya,peygamberin gözünde Cenab-ı Hakk'ı tesbih etmekte,onu noksan sıfatlardan tenzih etmeye dalmış gitmiş canlı bir varlık.Bize göre ise cansız,duygusuz bir dünya.

*Peygamberin gözünde bu dünya aşkla,iyilikle,güzellikle dopdolu.Başkalarının gözünde ise ölü ve cansızdır.

*Gökler de,yeryüzü de onun gözünde Allah'ı tesbih ederek hızlı hızlı hareket halinde dönmede,o kerpiçten,taştan bile manalı sözler,nükteler duymaktadır.

*Duygusuz insanlara ise,bu dünya tamamıyla dönmüş,ölmüş görünmekte.Ben bu anlayışsız insanların gözlerindeki perdeden daha şaşılacak bir perde görmedim.

*Bütün mezarlar bizim gözümüzde bir.Fakat velilerin gözlerinde,o mezarların herbiri ya cennetten bir bahçe,ya cehennem çukurlarından bir çukurdur.

 
Pardon ama anlayamadığınızı ,ben anlayamadım.Mevlana Hz.lerinde Kue'an ve sünnete aykırı ne görüyorsunuz Allah aşkınıza.Polemik mi yaratmaya çalışıyorsunuz(bilerek)
yoksa gerçekten de anlayamıyormusunuz?
Selam ve dua ile.
 
Pardon ama anlayamadığınızı ,ben anlayamadım.Mevlana Hz.lerinde Kue'an ve sünnete aykırı ne görüyorsunuz Allah aşkınıza.Polemik mi yaratmaya çalışıyorsunuz(bilerek)
yoksa gerçekten de anlayamıyormusunuz?
Selam ve dua ile.

buraya kopyalamam pek uygun olmaz sanırım.polemik değil amacım sadece dini ALLAH CC has kılmaya çalışıyorum hepimizin görevi bu değilmi?
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks