İnsan Ol!İnsan! (Mevlana Hz.'den)

Din zaten Allah cc ya hastır.Onu kimse tekeline almıyor,ya da almaya çalışmıyor.Allah cc dini korumaya muktedirdir.Hiç şüpheniz olmasın.
Allah cc ya dost olmuş kişilere de kötü ithamda bulunmak inanlara yakışmayan bir davranıştır diye düşünüyorum.Ve de konuyu fazla uzatmak istemiyorum;sadece sui zanda bulunmamak ve de bulundurmamak adına.
Allah yar ve yardımcınız olsun.
Selam ve dua ile.
 
buraya kopyalamam pek uygun olmaz sanırım.polemik değil amacım sadece dini ALLAH CC has kılmaya çalışıyorum hepimizin görevi bu değilmi?


Ben sizin din anlayışınıza hiç bir şekilde katılmıyorum. Dini Allah'a has kılmanın yolu Allah dostlarını, Allah düşmanıymış gibi göstermekten geçmez,sizler hangi cüretle böyle yazılar yazıyorsunuz , bunu da anlamak mümkün değil, dini Allah'a has kılmanın yolu Mevlana'yı karalamaktan geçiyorsa - yani bu şekilde bir düşünceniz varsa bilin ki - siz bu dinden yeterince nasibiniz olmamış, ayrıca Mevlana'nın eserini okumadığınızı söylüyorsunuz, fakat diğer taraftar sanki yıllarca Mevlana'nın eserleriyle yetişmiş gibi , baş ucunuzdan Mevlana'yı ayırmamış gibi yorumlar yapıp şuna aykırı buna aykırı diyorsunuz, O halde bilin ki , Mevlana yaşarken de bir çok haksızlığa, yanlış anlaşılmaya muhatap olmuş birisidir, eskilerin deyimiyle meyveli ağaç taşlanır, bu böyle gelmiş böyle gidiyor, fakat bilin ki Mevlana vb mübareklere laf atmak, onları sanki islama aykırı gibi göstermek size hiç bir şey kazandırmaz, tam aksine her zaman kaybettirir, sizin de bildiğiniz gibi Allah'ı sevmenin yolu, Allah'ı sevenleri de sevmekten geçer.
 
1. Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.

5. Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.
Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!

10. Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.
Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.
Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?
Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.
Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

15. Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.
Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal!
Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm.

* * *

Ey oğul! Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın?

20. Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini…
Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci ile doldu.
Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi.
Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi;
Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun’umuz! Ey bizim Calinus’umuz!

25. Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti.
Ey âşık! Aşk; Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Mûsa da düşüp bayılmış!
Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım ( sırlarına tahammül edecek bir hemdem bulsaydım) ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim.
Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir.
Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.

30. Her şey mâşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan mâşuktur, âşık bir ölüdür.
Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!
Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak edebilirim?
Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?
Aynan, bilir misin, neden gammaz değil?
Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan!

Padişahın bir halayığa âşık olup satın alması, halayığın hastalanması, onu iyi etmek için tedbiri

35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir.
Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına malikti.
Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş, giderken.
Ana caddede bir halayık gördü, o halayığın kölesi oldu.
Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi, o halayığı satın aldı.

40. Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı.
Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış.
Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış!
Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir.
Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım dermanım o.

45. Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı (atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir).”
Hepsi birden dediler ki: “Canımızı feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim.
Bizim her birimiz bir âlem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilâç vardır.”
Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların âcizliğini gösterdi.
”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa ârızî bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir.

50. Hey gidi nice inşaallah’ı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşaallah” la eş olmuştur.
İlâç ve tedavi nev’inden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat da hâsıl olmadı.
O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz yaşı ırmağa döndü.
Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı.
Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.

Halayığın tedavisinde hekimlerin âciz kalmalarını padişahın anlaması, Tanrı tapusuna yüz tutması ve bir uluyu rüyada görmesi

55. Padişah, hekimlerin âciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu.
Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından sırsıklam oldu.
Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
“En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.
Ey daima dileğimize penah olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu yanıldık.

60. Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin.
Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.
Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü.
Dedi ki: “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.
O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir.

65. İlâcında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et.”
Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:
Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.
Bir de gördü ki, faziletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;
Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.

70. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!
Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.
Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.
Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pîrin çehresinde görünüp duruyordu.
Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.

75. Her ikisi de âşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.
Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.
Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım” dedi.

Muvaffakıyetler verici Ulu Tanrı’dan muvaffakıyet ve bütün ahvalde edebe riayet dileyiş, edepsizlik ve terbiyesizliğin pek fena zararları

Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Tanrı’nın lûtfundan mahrumdur.

80. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu.
Mûsâ kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “hani sarmısak, mercimek” dediler.
Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, ortak sallama kaldı.
Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.
Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.

85. İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.
Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür” dedi.
O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı.
Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan dolayı da etrafa veba yayılır.
İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.

90. Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur.
Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır.
Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.

Padişahın, kendisine rüyada gösterilen velî ile görüşmesi

Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti.
Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.

95. Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihayet sabırla bir define buldum.
Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır” sözünün mânası,
Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.
Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elinitutan sensin.
Ey seçilmiş, ey Tanrı’dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.

100. Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse...”
O ağırlama, o hal hâtır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.

Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi

Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.
Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının ârazını ve sebeplerini de dinledi.
Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler.

105. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.”
Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.
Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar.
İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur.
Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.

110. Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır.
Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.
Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum.
Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.
Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır.

115. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , âşıklığı yine aşk şerh etti.
Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa güneşten yüz çevirme.
Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler.
Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur).
Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.

120. Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür.
Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.
Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!
Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.
Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.

125. Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış!
“Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat.
Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor).
“Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu öğmekten âcizim.
Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -- dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın -- yaraşır söz değildir.

130. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil!
Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”
(Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.
Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir.
Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir”.

135. Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla!
Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”
O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak… gizli anmaktan iyidir.
Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.
Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin!

140. İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur.
Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!
Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme.
Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak.

O velînin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi

(Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.

145. Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.”
Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.
Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır.
O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?
Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.

150. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor.
İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır.
Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver!
Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?
Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.

155. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım.
Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.
O diken çıkaran hekim, üstaddı . Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu.
Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı.
Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.

160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi.
Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu).
Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
“Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.

165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.
Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabiî haldeydi fazla atmıyordu.
Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:

170. “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer mahallesinde” dedi.
Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;
Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;
Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;
Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;

175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur;dedi.
Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.”
Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
O hekimin vaitleri ve lûtufları hastayı korkudan emin etti.

180. Hakiki olan vaitleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar.
Kerem ehlinin vaitleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaitleri ise gönül azabıdır.

O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arzetmesi

Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.
Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.
Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.”
*Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti.

185. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.

Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’e elçiler yollaması

O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’e kadar geldiler.
Dediler ki: “Ey lûtuf sahibi üstad, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır.
İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin.
Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”

190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.
Adam, neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti.
Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!
Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden!
Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!

195. O garip kişi yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü;
Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.
Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.
Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver;
Ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.”

200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti.
Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.
Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.
Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti.
Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.

205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir âr olur.
Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve âr olsaydı, tamamıyla çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi!
Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.
Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.
Kuyumcu, ”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim sâf kanımı dökmüştür.

210. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler.
Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü.
Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz!
Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur?
Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.

215. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi.
Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.
Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez.
Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur.
O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder.

220. O‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular.
Sen “Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur” deme. Kerim olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.

Kuyumcuyu öldürme ve zehirlemenin Tanrı emriyle olup padişahın isteğiyle olmadığı

O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan dolayı.
Tanrının emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi.
Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.

225. Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir.
Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, nâibdir eli Tanrı elidir.
İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver.
Ki Ahmed’in pâk canı, Ahad’la nasıl ebediyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir halde kalsın.
Âşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit içerler.

230. Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma, münakaşayı bırak!
Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?
Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.
İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.
Eğer işi Tanrı ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı.

235. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zâhiren kötü görünüyordu.
Hızır, denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık var.
O kadar nur ve hünerle beraber Mûsâ’nın vehmi, ondan mahçuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma!
O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma!
Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kâfirim, onun adını ağzıma alırsam!

240. Arş kötü kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer.
O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de Tanrı hası.
Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir,en iyi bir makama çeker, yüceltir.
Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lûtuf, nasıl olur da kahretmeyi isterdi?
Çocuk hacamatçının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir.

245. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir.
Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüssün; iyice bak!

Bakkal ve dudunun hikâyesi, dudunun dükkândaki gülyağlarını dökmesi

Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler duduydu.
Dükkânda dükkân bekçiliği yapar; bütün alışveriş edenlere hoş nükteler söyler, lâtifeler ederdi.
İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı.
*Efendisi, bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkânı gözetliyordu.
*Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can korkusundan,

250. Dükkânın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.
Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkâna geçti oturdu.
Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu.
Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten âh etmeye başladı.
Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi.

255. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
Kuşu, yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkânda otururken,
Ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken,
Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu.

260. Dudu, hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:
“Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün?! “
Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.
Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan mânasına gelen) şîr, (süt manasına gelen) şîre benzer.
Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. Tanrı Abdallarından az kişi agâh oldu.

265. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.
“Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.
Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.
Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.

270. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.
Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör!
Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kâmilen Tanrı nuru olur.
Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı’nın nuru husule gelir.
Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!

275. Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.
Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.
(Zevk sahibi olmayan) sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
Mûsâ ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi asâ aldılar.
Bu asâ ile o asâ arasında çok fark var, bu işle o işin arasında pek büyük bir yol var.

280. Bu işin ardında Tanrı lâneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Tanrı rahmeti var.
Kâfirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir âfettir.
İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur.
O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek?
Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç!

285. O münafık; muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler.
Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.
İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü Rey’li!
Her biri, kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.

290. Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir.
Onun adı, zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, âfetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir.
Ona münafık dersen... o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar.
Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var?

295. O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı “kab” dan değildir.
Harf kabdır ondaki mâna su gibidir. Mâna denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde olan zattır.
Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar.
Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, tâ... onun aslına kadar yürü!
Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahminî olarak bilemezsin.

300. Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlaşır.
Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar, sezer.
Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni.
Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib’den (H.Muhammed’den) .

305. Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harabetmektedir.
Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
* Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mâna aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır.
Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir.
Suyu kesmiş, suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtmıştır.
Deriyi yarmış,termeni çıkarmış... ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir.

310. Kaleyi yıkıp kâfirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.
Hikmetinden sual edilmeyen Tanrı'’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir.
Gâh böyle gösterir, gâh bunun aksini. Din işinin künhünü anlamaya imkân yoktur. Ona ancak hayran olunur.
Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru.

315. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür.
Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek lâyık değildir.
Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar.
Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.
320. Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır.
Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler), Ebu Museylim’e Ahmet lâkabı verirler.
Ebu Müseylim’in lâkabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi.
O, Hak şarabının mührü, şişesinin kapağı; halis misktir. Âdi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.
 
Yahudiler içinde zâlim, İsa düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandırır bir padişah vardı.

325. İsa’nın devriyle, nöbet onundu. Mûsâ’nın canı oydu, onun canı Mûsâ.
Şaşı padişah, Tanrı yolunda o iki Tanrı demsâzını birbirinden ayırdı.
Usta, bir şaşıya “yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi.
Şaşı,”O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi.
Usta dedi ki: “O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!”

330. Şaşı, “Usta, beni paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki: “O iki şişenin birini kır!”
Çırak birini kırınca ikiside gözden kayboldu. İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur.
Şişe birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü!
Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır.
Garez gelince hüner örtülür. Gönülden, göze, yüzlerce perde iner.

335. Kadı kalben rüşvet almaya karar verince zâlimi, ağlayıp inleyen mazlûmdan nasıl ayırtedebilir?
Padişah, yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman Ya Rabbi, aman!
Musa dininin koruyucusuyum, arkasıyım diye yüz binlerce mazlûm mümin öldürttü.

Vezirin padişaha hile öğretmesi

Padişahın öyle yol vurucu, öyle hilekâr bir veziri vardı ki hile ile suyu bile düğümlerdi.
Dedi ki: “Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini padişahtan gizlerler.

340. Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok, Dinin kokusu çıkmaz; misk ve öd ağacı değil ki!
Yüz tane kılıf içinde gizli sırdır. Dışı, sana malûmdur ama içi aksine.”
Padişah : “Peki söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tezvirde bulunalım, çaresi ne?
Ne yapalım ki dünyada ne açık dindar, ne gizli din tutar bir Hıristiyan kalmasın” dedi
Vezir dedi ki: “Bana gazebederek hükmet, kulağımı elimi kestir; burnumu, dudağımı yardır!

340. Ondan sonra beni dar ağacına götür. O esnada bir şefaatçi suçumun affını dilesin.
Bu işi dört yol ağzı bir yerde, tellâl pazarında yaptır.
Ondan sonrada beni, huzurundan uzak bir şehre sür ki ben, onların arasına yüz türlü din kayıtsızlığı sokayım.

Vezirin Hıristiyanlara hilesi

Bu halde diyeyim ki: ben gizli Hıristiyanım; ey sır bilen Tanrı; sen benim gönlümü bilirsin!
Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma kasdetti.

350. Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden görünmek istedim.
Padişah, benim sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu göründü.
Dedi ki: “ Senin sözlerin, içinde iğne olan ekmek gibidir. Benim gönlümden senin gönlüne pencere var.
Ben, o pencereden halini gördüm; artık lâfını dinleyemem.”
Eğer İsa’nın ruhaniyeti bana imdat etmeseydi o, yahudicesine beni parça parça ederdi .

355. İsa için başımla oynar, canımı verir ve bunu canıma yüz binlerce minnet bilirim.
İsa’dan canımı sakınmam, fakat onun din bilgisine iyiden iyiye vâkıfım.
O pâk dinin cahiller arasında mahvolması, bana dokunmakta.
Tanrı’ya, İsa’ya şükrolsun ki biz, bu hak dine yol gösterici olduk.
Belimizi zünnarla bağladığımızdan beri Yahudiden ve Yahudilikten kurtulduk.

360. Ey halk; devir, İsa’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan dinleyin!”
*Vezir, bu hileyi, padişaha sayıp dökünce padişahın gönlünden endişeyi tamamiyle giderdi.
Padişah, vezire, vezir ne dediyse yaptı.Halk, bu gizli ve hakikati meçhul hileden dolayı şaşırıp kaldı.
Onu Hıristiyanların oturdukları tarafa sürdü.Vezir de ondan sonra halkı davete başladı.

Hıristiyanların vezirin hilesine inanmaları

Yüz binlerce Hıristiyan, azar azar ozun etrafına toplandı.
O, onlara gizlice İncil’in, zünnarın ve namazın sırrını anlatmaktaydı.

365. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat bu anlatış, hakikatte onları avlamak için ıslık ve tuzaktı.
Bunun için (gizli hileyi anlamak müşkül olduğundan) bazı Eshab, Peygamber’den, azgın ve hilekâr nefsin hilesini sorarlar;
“ Nefis, ibadetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden ne karıştırır?” derlerdi.
Peygamber’den ibadetin faziletini ve sevabını arayıp sormazlar;”Apaçık ayıp hangisidir?”diye kötü huyları sorarlardı.
Gülü, kerevizden fark edercesine kıldan kıla,zerreden zerreye nefis hilesini tanır, bilirlerdi.

370. Eshab’ın kılı kırk yaranları, umumiyetle o vaız ve beyana hayran olurlardı.

Hıristiyanların vezire uymaları

Hıristiyanlar tamamıyla ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin kuvveti ne olabilir ki?
Kalplerinin içine onun muhabbetini ektiler, onu İsa’nın halifesi sandılar.
O ise hakikatte tek gözlü melûn Deccâl’dı. Ey Tanrı, feryadımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın!
Ey Tanrı, yüz binlerce tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış halis kuşlar gibiyiz.

375. Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz, istersek her birimiz, birer doğan ve simurg olalım.
Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey gani ve müstağnî Tanrı, biz yine bir tuzağa doğru gitmekteyiz!
Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz.
Biz, bu vahşi mahlûklar topluluğu, düşünmüyoruz ki buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir.
Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harab olmuştur.

380. Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış, çabala!
O büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzuru kalb olmadıkça namaz tamam olmaz.”
Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibadet buğdayı nerde?
Her günlük azar azar sadikane ibadet taneleri niçin bu ambarımızda toplanmıyor?
Çakmak demirinden birçok ateş yıldızı sıçradı, o yanmış gönül, onları kabul edip çekti.

385. Ama karanlıkta bir hırsız, gizlice kıvılcımlara parmak basmakta.
Onları, felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer söndürmekte.
*İnayetlerin bizimle oldukça o bayağı hırsızdan bize nice ve ne vakit korku olabilir?
Bir adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok!
Her gece ten tuzağından ruhları kurtarmakta, tahtaları sökmektesin.
Ruhlar, her gece bu kafesten kurtulurlar, ne kimsenin hâkimi,ne de mahkûmu olmayarak feragate ulaşırlar.

390. Geceleyin zindandakilerin izndandan haberleri yoktur, sultana mensup davetliler, geceleyin devletten haberdar değildirler.
Ne gam var, ne kâr ve ne zarar düşüncesi.Ne bu filân kadının hayali, ne o filân erkeğin kuruntusu!
Ârifin hali , uyanıkken de budur, Tanrı”onlar uykudadırlar” dedi, bunu inkâr etme.
Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar;Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.
Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır.

395. Tanrı, ârifin bu halinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı (gaflete dalıp ârifi anlamadılar).
Onların canı:sırrına akıl almaz sahraya gitti.Ruhlarıda istirahatte, bedenleri de.
Sonra tekrar bir ıslıkla onları tuzağa çeker, hepsini teklif kaydine düşürürsün.
*Sabah vaktinin nuru baş kaldırıp feleğin altın gerkesi kanat çırpınca,
Sabahı zuhura getiren, İsrafil gibi, herkesi o diyardan sûret âlemine getirir;
Yayılmış ruhları cisim yapar, her cismide tekrar gebe bırakır.

400. Can atlarını eğersiz kor; bu, “uyku ölümün kardeşidir”sırrıdır.
Fakat gündüzün geri gelmeleri için ayaklarını uzun bir bağla bağlar.
Tâ ki o çayırdan, onu geri çeke ve otlaktan yine yük altına getire.
Keşki Eshâb-ı Kehf gibi, yahut Nûh’un gemisi gibi bu ruhu koruyaydı.
Da bu fikir, bu göz ve kulak;şu uyanıklık ve akıl tufanından kurtulaydı.

405. Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir.
Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var?

Halifenin Leylâ’yı görmesi

Halife, Leylâ’ya dedi ki:”Sen o musun ki Mecnun, senin aşkından perişan oldu ve kendini kaybetti.
Sen başka güzellerden güzel değilsin. ” Leyla, “Sus, çünkü sen Mecnun değilsin” diye cevap verdi.
Uyanık olan daha ziyade uykudadır. Onun uyanıklığı uykusundan beterdir.

410. Canımız Hak ile uyanık olmazsa uyanıklık, bizim için iki dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir.
Canın; her gün hayalin tekmesini yemeden, ziyandan, faydadan, elden çıkarma, kaybetme korkusundan.
Ne temizliği kalır, letâfeti, ne kuvveti, ne de göklere çıkacak yolu!
Uyumuş ona derler ki o, her hayalden ümitlenir, onunla konuşur;
Uykuda Şeytan’ı Hûri gibi görür, sonra şehvetle Şeytan’a erlik suyu döker.

415. Nesil tohumunu çorağa dökünce uyanır, kendine gelir, hayalde ondan kaçar.
O rüyadan elde ettiği baş ağrısı, sersemlik beden pisliğidir. Ah, o zâhirde görünen, hakikatte görünmeyen, aslı olmayan hayalden!
Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür.
Ahmağın biri, o gölgeyi avlamaya kalkışır, takati kalmayıncaya kadar koşar.
O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok!

420. Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş kalır.
Ömrünün okluğu boşaldı. Ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı eridi!
Bir kişinin dadısı, Tanrı gölgesi olursa onu gölgeden ve hayalden kurtarır.
Tanrı’ya kul olan, Tanrı gölgesidir. O bu âlemden ölmüş, Tanrı ile dirilmiştir.
Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeksizin onun eteğine sarıl ki âhir zamanın sonundaki fitnelerden kurtulasın.

425. Tanrı gölgeyi nasıl uzattı (âyeti) evliyanın nakşidir. Çünkü velî , Tanrı güneşi nurunun delilidir.
Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halil gibi “Ben batanları sevmem ” de!
Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrîzî’nin eteğine yapış!
Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hak ziyası Hüsameddin’den sor!
Haset, yolda gırtlağına sarılırsa... bil ki İblis’in tuğyanı hasettedir.

430. Çünkü o, haset yüzünden Âdem’den arlanır... Kutlulukla haset yüzünden savaşır.
Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı, haset değildir.
Bu beden, haset evi olagelmiştir. Soy sop hasetten bulaşık bir hale düşer.
Ten haset evidir ama Tanrı, o teni tertemiz etmiş, arıtmıştır.
“Evimi temizleyin” “âyeti” beden temizliğini bildirir. Bedenin tılsımı toprağa mensupsa da hakikatte nur definesidir.

435. Sen (hakikatte) teni olmayana hile ve haset edersen o hasetten gönül kararır.
Tanrı erlerinin ayakları altına toprak ol! ,bizim gibi sen de hasedin başına toprak at!

Vezirin haset etmesi

O vezirciğin yaratılışı hasettendi, onun için abes yere kulağını, burnunu yele verdi!
O ümitle ki haset iğnesinden akan zehirle mahzunları tâ canlarından zehirliye.
Hasetten burnunu koparan kişi, kendisini kulaksız ve burunsuz bırakır.

440. Burun, odur ki bir koku alsın ve kokuda, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün.
Kim koku almazsa burunsuzdur, koku da ancak din kokusudur.
Bir koku alıp onun şükrünü eda etmiyen kimse, küfranı nimet etmiş ve kendi burnunu mahveylemiştir.
Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan!
Vezir gibi sermayeyi, yol vuruculuktan edinme. Tanrı kullarını namazdan menetme.

445. O kâfir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile badem helvasına sarımsak karıştırmıştı!

Vezirin hilesini aklı eren Hıristiyanların anlaması

Zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat sezdiler.
O, garezle karışık lâtif sözler söylemekte, gül sulu şeker şerbetinin içine zehir dökmekteydi.
Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da cana, gevşek ol demekteydi.
Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir hale hale gelir.

450. Ateş, kıvılcımlarıyla kızıl çehreli görünürse de onun yaptığı işin sonundaki karanlığa bak!
Yıldırım, bakışta sâf bir nurdan ibaret görünür; (fakat) göz nurunu çalmak (gözü kamaştırmak) onun hassasıdır.
Vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıydı (onun sözlerini kabul etmişler,ona uymuşlardı).
Vezir, padişahtan altı ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsa’ya uyanlara penah oldu.
Halk, umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve hükmü önünde herkes, can feda ediyordu.

Padişahın vezire gizlice haber göndermesi

455. Padişahla onun arasında haber gidip geliyordu. Padişah, ona gizlice vahitlerde bulunuyordu.
*Nihayet muradının hâsıl olması, hıristiyanların toprağını yele vermesi için.
Padişah “Ey devletli vezirim, vakit geldi, kalbini gamdan tez kurtar”diye mektup yazdı.
Vezir de “Padişahım; işte şimdicik İsâ dinine fitneler salma işindeyim” diye cevap verdi.

Hıristiyanların on iki kısmı

Hükümetleri zamanında, İsâ kavminin on iki emîri vardır.
Her fırka bir emîre tâbiydi; kendi beyine tamah yüzünden kul olmuştu.

460. Bu on iki emîrler kavimleri, o kötü vezire bağlanmışlardı.
Hepsi, onun sözüne itimad ediyordu, hepsi onun mesleğine uymuştu.
O, öl, der demez her emîr hemen o anda ölürdü.

Vezirin İncil ahkâmını karıştırması

Vezir, her emîrin adına birer tomar düzdü. Her tomarın yazısı, başka bir olaydı.
Her birinin hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona aykırıdır.

465. Birinde riyazat ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Tanrı’ya dönüşün şartı yapmış.
Birinde “Riyazat faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti.
Birinde demişti ki: “Senin açlık çekişin, mal verişin mâbuduna şirk koşmadır.
Gam ve rahat zamanında Tanrı’ya dayanmak ve tamamiyle teslim olmaktan gayri hepsi hiledir, tuzaktır.”
Öbüründe demişti ki: “Vacip olan hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi suçtan ibarettir.”

470. Birinde; “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir.
Tâ ki onlardan âciz olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini bilelim, anlayalım” demişti.
Öbüründe, “Kendi âczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı nimettir.
Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır.
Kudretini, onun nimeti bil ki, kudret odur” demişti.
Birinde demişti ki: “Bu ikisinden de geç, nazarına her ne sığarsa put olur!”

475. Öbüründe; “Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesabesindedir.
Eğer nazardan ve hayalden geçersen gece yarısı visâl mumunu söndürmüş olursun” demişti.
Birinde demişti ki: “Söndür, hiç korkma ki yüz binlerce karşılığını göresin.
Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur. Sabrının yüzünden Leylâ’n Mecnun olur!
Kim, zâhitliği yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!”

480. Başka birinde; “Hak sana ne verdiyse onu icat ederken tatlılaşmış.
Kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al; kendini zahmete sokma” demişti.
Birinde demişti ki: “Kendine ait olanı terk et, çünkü tabiatının kabul ettiği, merduttur, kötüdür.
Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din, can olmuştur.
Eğer Hak’kın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı her yahudi ve mecusi, Tanrı’yı duyar, anlardı” demişti.

485. Öbüründe demişti ki: “Kolay, odur ki gönlü hayatı ve canın gıdası ola.
Tabiatın hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi mahsul vermez.
Onun mahsulü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı, sahibine ziyandan başka bir şey getirmez.
O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay ve hoş görünmez; nihayette adı güç olur, güçlenmiş bir hale gelir.
Sen güçleştirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırdet; bunun yüzünü de sonuna nazaran gör, onun yüzünü de sonuna nazaran.”

490. Bir tomarda da; “Bir üstad ara. Âkıbeti görme hassasını nesepte (şunun bunun soyundan gelmiş olmakta ve bununla öğünende) bulamazsın.
Her çeşit din sâlikleri üstad aramaksızın, peygamberlere tâbi olmaksızın işlerin âkibetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlâllerde bulundular da bu yüzden hata ve dalâlete düştüler.
Âkıbet görme; elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?” demişti.
Bir tanesinde demişti ki: “Usta da sensin; çünkü ustayı da sen tanırsın.
Er ol, erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak sersemleşme.”

495. Bir diğerinde; “Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır” demiş.
Bir tomarda da; “Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğer ki deli olsun!
Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir olur?
Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku alabilirsin? demişti.
O İsâ dinine düşman olan vezir bu tarz da, bu çeşitte on iki tomar yazdı.

İhtilaf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil

500. O, İsâ’nın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsâ küpünün mizacından huy kapmamıştı.
Yüz renkli elbise, İsâ’nın sâf küpünden saba rüzgârı gibi sade ve lâtif bir hale gelir, tek bir renge boyanırdı.
Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir.
Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe içindedirler.
Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var!
Misal olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu padişah, ona benzesin!

505. Varlık âlemindeki yüz binlerce denizler ve balıklar, o ikram ve ihsan huzurunda secde ederler.
Nice ihsan yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hale geldi.
Nice kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz, cömertlik öğrendi.
Suya ve toprağa zatının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve tohum kabul eder oldu.
Toprak emindir; ona her ne ekersen ihanet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin.

510. Toprak bu eminliği o eminlikten bulmuştur, çünkü adalet güneşi ona nur saçmıştır.
İlkbahar, Hak fermanı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur?
O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu eminliği ve bu doğruluğu bir cemada , kuru yeryüzüne vermiştir.
Fâzıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdar eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler.
Canda, gönülde o coşmaya takat yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!

515. Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş varsa; onun lûtfiyle yeşim taşına döndü.
Kimyayı meydana getiren o dur, kimya ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simya ne oluyor ki?
Benim bu öğüşüm, öğmeyi terk etmenin ta kendisidir; çünkü bu öğüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır.
Onun varlığına karşı yok olmak gerektir: onun huzurunda varlık nedir? Mânasız bir şeyden ibarettir!
Varlık kör olmasaydı... Ondan erirdi, güneşin hararetini tanır, anlardı.

520. Bu zâhiri vucudun Allah’ın varlığıyla var olduğunu bilmemesi körlüğüne delildir.

Vezirin bu hilede ziyana uğraması

Padişah gibi vezir de cahil ve gafildi. Varlığı vacip olan Kadim Tanrı ile pençeleşiyordu.
Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu âlem gibi yüz tanesini var eder.
Senin gözüne kendini görmek hassasını verince nazarında âlem gibi yüzlerce âlem meydana getirir.
Her ne kadar dünya senin yanında azametli ve nihayetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir.

525. Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.
Bu âlemin hududu vardır, o âlem ise esasen hadsizdir. Nakış ve sûret, o mânaya settir, mâniadır.
Firavun’un yüz binlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik asâsıyla kırdı.
Yüz binlerce Câlînus’un yüz binlerce hekimlik hünerleri vardı; İsâ’nın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.
Yüz binlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmi’nin kitabına karşı ayıp ve âr haline geldi.

530. Aşağılık olmayan kişi böyle galip Tanrı huzurunda niçin ölmesin*
Çok dağ gibi gönüller kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.
Akıl ve zekâda kemale ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fazıl ve ihsanı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.
Hey gidi hey... Çok köşe, bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze (vezire) maskara oldular.
Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun otu olasın.

535. Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca Tanrı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı.
Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da balçık haline geliş, çarpılma değil midir? Be inatçı?!
Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.
Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin.
Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.

540. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücum ilmi ile uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın!
Ey hayırsız evlât! Nihayet sen Âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın.
Niceye dek “ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?
Dünyayı baştanbaşa kar kaplasa güneşin harareti, bir görünüşte onu eritir.
O vezirin vebalini de, daha onun gibi yüz binlercesinin vebalini de Tanrı bir kıvılcımla yok eder.

545. O, aslı olmayan hayelleri, tamamıyla hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet haline getirir.
O zan ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn haline getirir. Kin ve adavet sebeblerinden dostluk ve muhabbet belirtir.
İbrahim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti yapar.
Onun sebep yakıcılığına hayranım. Onun hayallerinde Sofestâî gibiyim!

Hıristiyanları azdırmak hususunda vezirin başka bir hile kurması

O vezir kendince başka bir hile kurdu. Vaiz ve nasihati bırakıp halvete girdi.

550. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün halvette kaldı.
Halk onun iştiyakından, hal ve tavrı ile sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli oldular.
Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazattan iki büklüm olmuştu.
Hepsi birden ”Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvali ne olur?
İnayet et. Allah için olsun, bundan ziyade bizi kendinden ayırma!

555. Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi.
Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”
Emirler rica ve şefaate, müritler dil uzatmaya başladılar:
“Ey kerem sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışızdır, dinden de.
Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz.

560. Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz.
Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lûtfet, bugünü yarına bırakma!
Gönlün razı olur mu, âşıkların, âkıbet istifadesiz kalsınlar?
Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık!
Ey zamanede nazîri olmayan zat ! Allah aşkına halkın imdadına yetiş!”

Vezirin müritleri defetmesi

565. Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhiri vaizleri arayanlar!
Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını çözün!
O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır.
Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki “İrciî - Tanrına geri dön” hitabını işitesiniz.
Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin!

570. Bizim sözümüz işimiz, hariçte yürümektedir. Bâtınî yürümek ise gökler üzerinde olur.
Cisim, kuruluğu (bu âlemi) gördü, çünkü kuruluktan (bu âlemden) doğdu; can İsâ’sı, ayağını denize attı.
Kuru cismin yürümesi, kuruya düştü, ama canın yürümesine gelince: Ayağını denizin ta ortasına bastı.
Ömür kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra...
Abıhayatı, nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın?

575. Kara dalgası, bizim kuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve yokluktur.
Sen bu sarhoşlukta oldukça o sarhoşluktan uzaksın. Bundan sarhoş oldukça o kadehten nefret eder durursun.
Zâhir dedikodusu toz gibidir. Kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet edin!”

Müritlerin, halveti terk et diye tekrar ısrarla yalvarışları

Hepsi dediler ki: “Ey bahane arayan hakîm bu cefayı bize reva görme!
Hayvana takati derecesinde yük yüklet. Zayıflara iktidarları nispetinde iş havale et!

580. Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da her kuş bir inciri (bütün olarak) yutabilir?
Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden öldü bil!
Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek ister.
Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin lokması olur.
Ama kanatlanınca o kendisinden teklifsizce, iyi ve kötü ıslık olmaksızın uçar.

585. Senin sözün Şeytan’ı susturur, senin lûtuf ve keremin, bizim kulağımıza akıl ve fehim verir.
Söyleyen, sen olunca kulağımız, tamam akıldan ibarettir. Madem ki deniz sensin, kurumuz da denizdir!
Ey (sekizinci gökteki) Simak burcundan (denizin dibindeki) balığa kadar her şey, kendisinden nurlanmış olan!
Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, biz göğün tâ üstünde bile karanlık içindeyiz. Ey ay! Gayrı bu felek, nedir ki seninle mukayese edilebilsin?
Göklerin sûreta yüksekliği var. Mâna yüzünden yükseklik, temiz ruhundur.

590. Sûreta yükseklik, cisimlerindir, fakat mâna huzurunda cisimler, isimlerden ibarettir.

Vezirin “ Halveti terk etmem “ diye cevap vermesi

Vezir dedi ki: “Delillerinizi kısa kesiniz; nasihatimi, can ve gönülden dinleyiniz.
Emin isem, emin adam ittiham edilmez göğe ver desem bile!
Eğer ben mahzı kemâl isem kemâli inkâr nedir? Değilsem bu zahmet, bu eziyet ne oluyor?
Ben bu halvetten çıkmayacağım çünkü, kalp ahvali ile meşgulüm.”

Müritlerin vezire yalvarması

595. Hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, inkâr etmiyoruz, bizim sözümüz ağyarın sözü gibi değildir.
Ayrılığından göz yaşlarımız akmakta, canımızın tâ içinden ahu vahlar coşmakta!”
Çocuk dadı ile kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir ne iyiyi... Fakat boyuna ağlar durur!
Biz çenk gibiyiz sen mızrak vurmaktasın; inleme bizden değil, sen inliyorsun!
Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki seda senden.

600. Kazanıp kaybetmede satranç oyunu gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir.
Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim!
Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni sûretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin.
Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgârdandır.

605. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır.
Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine âşık eylemiştin!
O İn’am ve ihsanın lezzetini... mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme!
Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele eder?
Bize, bizim ef’alimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!

610. Biz yoktuk, mücadelemiz de yoktu. Senin lûtfun bizim söylenmemiş sırlarımızı da işitiyordu.
Nakış, nakkaşın ve kaleminin huzurunda ama karnındaki çocuk gibi âciz ve eli bağlıdır.
Kudret huzurunda bütün âlem mahlûkları, iğne önünde gergef gibi âcizdir.
Kudret gergefe bazen şeytan resmi, bazen insan resmi işler; gâh neşe, gâh keder nakşeder.
Gergefin eli yok ki onu def’ için kımıldatsın; dili yok ki fayda, zarar hususunda ses çıkarsın.

615. Sen beytin tefsirini Kur’an’dan oku Tanrı “Attığın zaman sen atmadın” dedi.
Biz bir ok atarsak, atış, bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan Tanrı’dır.
Bu “cebir” değil, cebbarlığın mânasıdır. Cebbarlığı anış da, ancak Tanrı’ya tazarru ve niyaz içindir.
Bizim figanımız muztar ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamız da elimizde ihtiyar olduğuna delildir.
Yapıp yapmamada ihtiyarımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu utanış, bu teeddüp ne?

620. Hocaların şakirtleri terbiye etmesi niçin; fikir, neden tedbirlerden tedbirlere dönüyor?
Eğer sen: “O, cebirden gafildir. Hak’ka mensup olan ay, bulutta yüzünü gizliyor” dersen,
Buna hoş bir cevap var; dinlersen küfürden geçer, dini tasdik eder, bana tâbi olursun:
Hasret ve figan, hastalık zamanındadır. Hastalık zamanı tamamı ile uyanıklık zamanıdır.
Hasta olduğun zaman günahından istiğfar eder durursun.

625. Sana günahın çirkinliği görünür; iyileşince yola geleyim diye niyet edersin.
Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyar etmiyeyim diye ahdeylersin.
Şu halde bu yakinen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık, bahşediyor.
Ey asıl arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermana ermiştir.
Kim daha ziyade uyanıksa o daha ziyade dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır.

630. Hak’kın cebrinden agâh isen feryadın nerede? Cebbarlık zincirini görüşün hani?
Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esir olan nasıl hürlük eder?
Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının dikildiğini görüyorsan.
Gayrı sende âcizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazife âcizlerin huyu ve tabiatı değildir.
Madem ki görmüyorsun; Tanrı’nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hangi gördüğünün nişanesi?

635. Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun;
Hangi işe meylin ve isteğin yoksa... Bu, Tanrı’dandır diye kendini Cebrî yaparsın!
Peygamberler, dünya işinde Cebrîdirler, kâfirler de ahiret işinde.
Peygamberlerin, ahiret işinde ihtiyarları vardır, cahillerin de dünya işinde.
Zira her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni, geride uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte!

640. Kâfirler “Siccin” cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.

Peygamberler, (İlliyyi) cinsinden olduklarından can ve gönül İlliyyine doğru gitmişlerdir.
Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikâyeyi tamamlayalım:

Vezirin, halveti terk etmede müritleri ümitsiz bırakması

Vezir içerden seslendi: “Ey müritler, benden size şu malûm olsun.
Ki İsâ bana “Hep yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol,

645. Yüzünü duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da halveti ihtiyar et” diye vahyetti.
Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim yok.
Dostlar, elveda! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe ilettim.
Bu suretle de ateşe mensup feleğin altında zahmet ve meşakkatler içinde yanmayalım.
Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsâ’nın yanında oturacağım.”

Vezirin her emîri ayrı ayrı veliaht yapması

650. Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi.
Her birine “İsâ dininde Tanrı vekili ve benim halifem sensin,
Öbür emîrler senin tâbilerindir. İsâ, umumunu senin taraftarın ve yardımcın etti.
Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esir et, hapse at.
Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, reisliğe talip olma.

655. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvasına kalkışma.
İşte şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri... Bunu ümmete tasih bir tarzda oku!” dedi.
O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: “Tanrı dininde senden başka naib yoktur!”
Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söyledi ise buna da onu söyledi.
Her birine bir tomar verdi, her tomar öbürünün zıddını ifade ediyordu.

660. O tomarların metni “Ya” harfinden “Elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırıdır.
Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıt diyeti bundan önce bildirdik.

Vezirin halvette kendini öldürmesi

Ondan sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.
Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine döndü.
Bir hayli halk onun yası ile saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne yığıldı.

665. Arap’tan ,Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını da ancak Tanrı bilir.
Mezarın toprağını başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve dertlerine derman gördüler.
Bir ay ahali, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı derdinden padişahlar da, büyükler de, küçükler de ah u figan ediyorlardı.

İsâ Aleyhisselâm ümmetinin emîrlere “ İçinizde veliaht kimdir? “ diye sorması

Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey ulular! Siz beylerden o vezirin makamına oturacak kimdir.
Ki biz o zatı, vezirin yerine imam ve mukteda tanıyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim.

670. Madem ki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağı yakmaktan başka çaremiz yok.
Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visâlinden mahrum kaldık mı, yerine birisinin vekil olması, birisinin bize yadigâr kalması gerekir.
Gül mevsimi geçip gülşen harap olunca gül kokusunu nereden alalım? Gül suyundan!
Ulu Tanrı açıkça meydan da olmadığından, bu peygamberler Hakk'ın vekilleridir.
Hayır yanlış söyledim. Vekil ile vekil edeni iki sanırsan (bu) hatadır, iyi bir şey değil.
Sen sûrete taptıkça ikidir. Sûretten kurtulana göre ise birdir.

675. Sûrete bakarsan gözün ikidir. Sen onun nuruna bak ki o birdir.
Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden ayırdedilemez.

Bütün peygamberler doğrudur. “ Tanrı peygamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz

Bir yerde on tane çırağ bulundurulursa görünüşte her biri, öbüründen ayrıdır.
Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden ayırt etmeye imkân yoktur.

680. Yüz tane elma, yüz tane de ayva saysan her biri ayrı ayrıdır. Onları sıkarsan yüz kalmaz, hepsi bir olur.
Mânalarda taksim ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olamaz.
Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mâna ayağını tut (ona meylet), sûret serkeştir.
Serkeş sûreti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin.
Eğer sen eritmezsen onun (Tanrı’nın) inayetleri, esasen onu eritir. Ey gönlüm, kulu olan Tanrı!

685.O, hem gönüllere kendini gösterir, hem dervişin hırkasını diker.
Hepimiz yayılmıştık ve bir cevherdik. Orada başsız ve ayaksızdık;
Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve sâftık... su gibi.
O güzel ve lâtif nur sûrete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı.
Mancınıkla burçları yıkın ki bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.

690. Mutlaka ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir fikir bile sürçmesin, (bundan) korkarım.
Nükteler keskin bir çelik kılıç gibidir. Eğer kalkanın yoksa gerisin geriye kaç!
Kalkansız bu elmasın karşısına gelme. Çünkü kılıca, kesmekten utanç gelmez.
Ben bu sebepten kılıcı kına koydum; Ters okuyan birisi, aykırı mâna vermesin.
Hikâyeyi tamamlamaya, doğrular topluluğunun vefakârlığından bahse geldik:

695. O reisin ölümünden sonra kalktılar, yerine bir vekil istedilerdi.

Emîrlerin veliahtlık için savaşları ve birbirlerine kılıç çekmeleri

O emîrlerin birisi öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti.
Dedi ki: “İşte o zatın vekili; zamanede İsa halifesi benim.
İşte tomar, ondan sonra vekilliğin bana ait olduğuna dair burhanımdır.”
Öbür emîrde pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun dâvası da bunun dâvası gibiydi.

700. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin de Yahudi kızgınlığı başladı.


AÇIKLAMALAR ( Beyitler 1 - 700 )

B. 1-18. En eski Mevlevi kaynaklarına göre Çelebi Husameddin; Mevlâna'dan Mesnevi'yi yazmasını rica edince Mevlâna, "Bu daha önce bizim gönlümüze doğdu" diyip sarığının arasından bu on sekiz beyti yazdığı kâğıdı çıkarmış. Çelebi'ye sunmuştur. Bu suretle bu beyitleri, bizzat Mevlâna yazmış. Mesnevi'nin mütebaki kısmını Çelebi Hüsameddin'e yazdırmıştır. Mevleviler, bu on sekiz beyte büyük bir ehemmiyet verir, bu beyitleri. Mesnevi'nin fatihası (başlangıcı) sayarlar ve bütün Mesnevi'nin bu beyitlerde olduğunu söylerler. Hattâ Kur'an'ın ilk suresi olan "Fatiha" suresinin Besmele ile, Mesnevi'nin de "Bişnev - dinle, duy!" diye "B" ile başladığını uzun uzuzadıya anlatırlar. Hemen her şerhte bu tafsilâta raslanır. Ayrıca bu on sekiz beyit için şerhler «de yazılmıştır. Mevlevilerde nezir ve niyaz sayısı on sekizdir. Yani bir Mevlevi dervişine, bir tekkeye, bir yoksula para verecek olan Mevlevi; bu parayı, on sekiz .kuruş, on sekiz yarım lira, on sekiz lira... gibi daima on sekiz sayısına riayetle verir. Mevleviler on sekiz sayısının "Ebcet hesabında Tanrı adlarından "Hay-Diri" adına uyduğunu söylerler. Fakat bu "Nezr-i Mevlâna" sayısında Mesnevi'nin ilk on sekiz beytinin tesiri de olsa gerekir. Eski Türklerde dokuz sayısının kutlu olduğu ve on sekizin bu sayının iki misli bulunduğu da dikkate değer.



B. 9. "Kimde bu ateş yoksa yok olsun."Bu cümlede; görünüşte bir ilenme varsa da sofilerde "Yokluk-Fark, Fena", zahiri varlıktan geçmek olduğundan "Yok olmak", hakiki olmıyan varlıktan geçip Tanrı varlığıyle var olmaktır. Hattâ "Yokluk tamamlanınca Tanrı kalır. Tanrı varlığı meydana çıkar" mealinde Arapça bir söz de vardır ve bu söze tasavvuf kitaplarında daima raslanır. Bu bakımdan "Kimde bu ateş yoksa yok olsun" cümlesinin mânası, "o da bu ateşle yansın, erisin, yok olarak hakikî varlığa ulaşsın" demektir ve bir hayır duadır.



B. 25. 26. Musa, Tanrı'dan görünmesini dilemiş. Tanrı, göremiyeceğini, fakat dağa tecelli edeceğini, dağ yerinde durabilirse görmesi ihtimali olduğunu söyleyip Tûr'a tecelli etmiş. Tur, zerre zerre olmuş, Musa da düşüp bayılmış, kendisine gelince tövbe etmiştir. 26 ncı beytin ikinci mısraı:



Tür mest-u hane Musa saika



dır ki "Ve harre Musa saika — Musa da baygın bir halde yere yığıldı" cümlesi, aynen Kur'an'dan alınmadır (Sure: 7 — A'râf, âyet: 143).



B. 35. ten itibaren. Hikâyede "Hakikatta o, Bizim bugünkü halimizdir" deniyor. Padişah bir halayığa âşıktır, halayık da başka birisini sevmekte. O sırada Tanrı tarafından bir hekim geliyor. Bu veli hekim, halayığın hastalığını anlayıp rakibi ortadan kaldırıyor, padişah da nihayet mecazi aşktan kurtulup hakikata ulaşıyor. Acaba Mevlâna, birisine âşıktı da Şemseddin-i Tebrizî, o sırada mı geldi? Bu gelen veli hekimin Şems'e işaret olması çok mümkün. Nitekim 118 inci beyitten itibaren açıkça Şemseddin öğülmekte. 123 üncü beyitte adı da geçiyor.



B. 47 Mesih, Kur'an'ın 3 üncü suresi olan Al-i İmran suresinin 45 inci âyetinde, 4 üncü suresi olan Nisa suresinin 171 ve 172 nci âyetlerinde, 5 inci suresi olan Mâide suresinin 17 ve 75 inci âyetleriyle 9 uncu suresi olan Tevbe suresinin 31 inci âyetinde İsa Peygamber, bu adla anılır. Çok gezen, yüce ve şerefli, yahut vaftiz eden mânalarına geldiğini söyliyenler vardır.



B. 48. 49, 50. "İnşallah — Tanrı isterse" demektir, Kur'an'da, hiçbir şeyin. Tanrı dilemedikçe olmıyacağı, onun için bir şey hakkında yarın yaparım denmemesi, bu sözün de söylenmesi bildiriyor (Sure: 18 — Kehf. âyet: 23 24). Bu âyetten alınan "İnşaallah" sözü halk arasında kullanılagelmişir. Anadolu'da, birçok yerlerde "Allah izin verirse" denir ki tam bunun karşılığıdır.



B. 53. Sirkencübin, Farsça Sirkengübin sözünün Arapçalaşmış şeklidir. Sirke ile baldan yapılan buzlu. bir şerbettir. Yazın sıcak günlerde içilir, harareti keser. Aynı beyitte bademyağının da kuruluk verdiği. yani. aksi bir tesirde bulunduğu söylenmektedir. Eski tıpta bademyağı yumuşatıcı bir ilâç olarak kullanıldığı gibi bugün de yine kullanılmaktadır.



B. 54. Halk dilinde helile denen halilenin karası, mülâyimlik vermek, sarısı ishali kesmek için kullanılır. Nebati bir ilâç olan helilenin Lâtincesi Terminaliadır.



B. 80-82. İsrailoğullarına çölde bulut gölgelik etmiş, gökten pişmiş, kebap olmuş kuşla kudret helvası yağmıştır (Sure: 2 — Bakara, âyet: 57). İsrailoğulları Musa'dan sarmısak, mercimek, soğan ve saire isteyip bir çeşit yemekten bıktıklarını söylemişler, bunun üzerine yokluğa, alçaklığa düşmüşler. Tanrı'dan gazap olarak veba hastalığına uğramışlardır.(aynı sure âyet:61)



B. 83-87. Havariyy un'un ricası üzerine İsa'nın duasiyle gökten yemek indiği Kur'an'da hikâye edilmektedir. (Sure: 5 — Mâide. âyet: 112-114).



B. 88. Peygamber'in "Yağmur yağmadığını gördünüz mü bilin ki halk zekât vermemektedir. Tanrı da rahmetini onlardan esirgemektedir. Veba çıktığını gördünüz mü bilin ki dünyada zina çoğalmış, etrafa yayılmıştır" dediği rivayet edilmiştir.



B. 92. Azâzil, Şeytan'nın eski adıdır. Melekler arasında Tanrı'ya ibadet edip dururken. Âdem yaratılmış. Tanrı emrini dinlemeyip kendisini, ateşten yaratıldığı için daha hayırlı görmüş, Adem'e secde etmemiş ve rahmetten uzaklaştırılmıştır. Kur'an'ın birçok yerlerinde

(o cümleden olarak sure: 18 — Kehf, âyet: 50, 7 — A'raf. 11). Adem - Şeytan hikâyesi tekrarlandığı gibi Mesnevi'de de sırası geldikçe tekrarlanmaktadır.



B. 96. "Sabır, genişliğin anahtarıdır" mealinde bir hadîs rivayet edilir.



B. 100. İkinci mısrada Kur'an'ın 96 ncı suresi olan Alâk suresinin 15 inci âyetinin ilk kısmı aynen alınmıştır. Bu ve bu âyetten önceki 14 üncü âyetin manaları şudur: "Ebucehil acaba Tanrı'nın onu görmekte olduğunu bilmez mi? Hayır, hiç de öyle değil; bilir. Bilir de bu işten vazgeçmezse biz onu alnındaki perçemden yakalarız."



B. 107. Eski tıpta insanın vücudunda "Ahlat-ı erbaa" -birbirine karışmış dört şey- vardır, bunlar da kan, balgam, safra ve sevdadır. Bu dördünün kâfi miktarda oluşundan mizaç, yani sıhhat meydana gelir. Hastalık, bunlardan birinin fazlalaşmasiyle başlar.



B. 110. Usturlap, üstüne gök küresinin haritası çizilmiş yarım daire şeklinde bir alettir. Bununla gökteki yıldızların mevkii ve bilhassa güneşin doğuş ve batışiyle zeval vaktinin saati tâyin edilir.



B. 121. Esir, havanın bulunmadığı boşluğu dolduran, havadan lâtif gözle görünmez, elle tutulmaz ve fevkalâde kuvvetli olan bir vasattır. Ziyanın, boşluktan geçip gelebilmesi için böyle bir vasatın lâzım olduğu düşünülmüştür.



B. 125. "Can" diye Çelebi Hüsameddin'e hitabediliyor. Bu beyitten 143 üncü beyte kadar olan konuşma, Mevlâna ile Çelebi Hüsameddin arasında geçmektedir.



B. 125. Yakup Peygamber'in Yusuf'tan ayrılınca ağlamadan gözlerine ak düşmüş, sonra kardeşleri Mısır'a gidince orada maliye veziri olan Yusuf, onlara kendini tanıtıp babasına gömleğini göndermişti. Kafile, Kenan eline yaklaşınca Yakup, Yusuf'un kokusunu almıya başlamış, nihayet gömlek, yüzüne, gözüne sürülünce, gözleri görmeye başlamıştı (Sure: 12 — Yusuf, âyet: 93 — 96). Bu yüzden büyük bir müjde, bir vuslat haberi, çok defa Yusuf gömleğiyle ve bu gömleğin kokusiyle ifade edilegelmiştir.



B. 133. Sofi "İbn-al Vakt — Vakit oğlu" dur. Yani geçmişle, gelecekle uğraşmaz. İçinde bulunduğu zaman, neyi icabediyorsa onu yapar. Bu suretle de Tanrı'nın tecellisine uymuş, hükmüne itiraz etmemiş olur.



B. 142. Bizce. Şems-i Tebrizî'nin şehit edildiğine delildir.



B. 144-181. Aşkın bu tarzda teşhis edilmesi, XII nci asır büyüklerinden Nizâmî-i Arûzî'nin "Çar Makale" sinde "İbn-i Sina"ya atfedilmektedir (Layden-1909 hikâye V. S. 76-80. haşiye 50-249. İbn-i Sina: Kanun, Bulak basması C. 2. S. 71- 72).



B. 175. "Muradınızı elde etmek için işlerinizi, hareketinizi gizli tutun. Çünkü nimete erişen herkes, hasede uğrar." Hadîs (Feyz-al Kadir. Mısır 1356-1938. I. 493).



B. 224. Kur'an'ın 18 inci suresinin (Kehf) 65-82 nci âyetlerinde Musa Peygamber'le Hızır arasında geçen vaka hikâye edilir: Musa, Tanrı'dan. kendisine bilgi ihsan edilmiş olan Hızır'la buluşur, onun bilgisini elde etmek ister. Hızır, sabredemiyeceğini söylerse de Musa ısrar edince, kendisi anlatıncaya kadar göreceği şeyleri sormamasını şart koşar. Bir gemiye binerler. Hızır, gemiyi deler. Musa itiraz edince Hızır "Sabredemezsin demedim mi?" der. Musa derhal özür diler. Kıyıya çıkarlar. Hızır, rasladıkları küçük bir çocuğu tutup öldürür. Musa, yine itiraz edince Hızır "Demedim mi" der, Musa da yine özür diler. Tekrar yola düşerler. Bir köye gelip yiyecek isterler. Köylüler vermezler. Hızır, yolda yıkılmak üzere olan bir duvarı tamir eder. Musa bu sefer "Buna karşılık bir ücret alabilirdin" deyince Hızır der ki: "Artık ayrılmamız lâzım. Yalnız sana sabretmediğin şeylerin içyüzünü anlatayım: Gemi, çok yoksul kişilerindi. İleride bir padişah var, yeni gemileri zaptediyor. Bu gemiyi delik görünce almazlar, onun için deldim. Çocuğun anası, babası müslüman ve temiz insanlar, halbuki çocuk kâfir olacak; bundan korktum, öldürdüm. Tanrı onlara daha iyisini verir. Duvara gelince: Köydeki iki yetimin olan o duvarın altında bir define var. Onların büyüyüp defineyi meydana çıkarmaları için duvan tamir ettim. Yıkılsa zayi olacaktı." Bu batini bilgiye, anlattığımız hikâyeye telmihan ve Kehf suresinin 65 inci âyetindeki "Ledün" sözünden alınarak "İlm-i Ledün “ Tanrı'ya ait bilgi" demişlerdir. Tasavvuf kitaplarında bu hikâye çok geçer ve Musa gibi ulu bir peygamberin bile batıni bilgiyi, Hızır'dan öğrenmek istemesi delil getirilerek herkese bir mürşit lâzım olduğu söylenir. Mevlâna. bu hızır ve gemi hikâyesini. Mesnevi'nin ikinci cildinin sonlarında da anlattığı gibi Sultan Veled "Veled-Nâme" de yine bundan bahseder.



B. 227. İbrahim Peygamber, gördüğü bir rüya üzerine oğlunu (İsmail yahut İshak) Tanrı'ya kurban etmeye kalkmış, o sırada gönderilen bir koçu, yine Tanrı emriyle keserek rüyada aldığı emri yerine getirmiş sayılmıştır (Sure: 37 — Sâffât, âyet: 100-105).



B. 236. Hızır - Gemi, 224 üncü beytin izahına bakınız.



B. 240. "Kötü kişi öğülürse Tanrı gazaba gelir ve bu yüzden arş titrer" Hadîs (Feyz-al Kadir I. 441).



B. 259. Cevlâki: Cevlâk, Burhan'a göre Cevlah kelimesinin Arapçalaştınlması şeklidir ve bir cins yün dokumaya denir ki yoksul kişilerle derviş ve kalenderler, bundan kalçın yaparlar. Arapçada Caelk, baş tıraş etmeye denir. Her halde bu kelime, her iki kelime ile de münasebetlidir. Cevlâkî ve Cevâlıka, Kalenderilere denir. XIII üncü asırda Anadolu'ya ve sonradan Rumeli'ye yayılan ve ekseriyetle toplu bir halde davul, nefir, kudüm, ve bayraklarla gezen bu derviş taifesi Çâr-darb olurlar, yani saçlarını, bıyık, sakal ve kaşlarını ustura ile tıraş ettirirlerdi. Hattâ bu yüzden dilimizde saçlan ustura ile taraş ettirmiye "cascavlak olmak" denmiştir.



B. 264. Sofiler, Tanrı velilerinde dereceler, rütbe ve makamlar kabul ederler. Velilerden yedi. yahut kırk kişi vardır ki bunlar, bir anda birçok yerlerde görünebilmek kudretindedirler. Meselâ kendileri bir yerdeyken başka bir yerde, yahut bir çok yerlerde görünürler, kendilerine bedel, birçok cesetler gösterirler. Bu yüzden bunlara Abdal, yahut Büdelâ denmiştir. Halk arasında bu mertebe sahipleri "Yediler" yahut "Kırklar" diye anılır. Ayrıca "Rum Abdalleri,. yahut sadece "Abdallar" diye anılır taife vardır ki Kalenderîlere. çok benzerler. Anadolu ve Rumeli'de XVII nci asra kadar tesadüf edilegelen bu dervişler zümresini Bektaşilik temsil etmiş, bu suretle abdallar, ortadan kalkmıştır. Mevlânâ'nın kastettiği. Tanrı velileri olan Abdalleridir.



B. 266. Müşriklerin Peygamber'e "Bu ne biçim Peygamber? Yemek yiyor, sokaklarda geziyor. Bir melek gönderilseydi, onunla beraber halkı korkutsaydı ya. Yahut kendisine bir hazine verilseydi, yahut da meyvalarından yiyeceği bir bağı. bahçesi olsaydı" dedikleri Kur'an'-da hikâye edilmektedir (sure: 25 — Furkan. âyet: 7-8).



B. 278-279. Musa'nın mucizesine karşılık sihirbazlar. Firavun'un huzurunda ipleri, sopaları yere atmışlar, iplerle sopalar yılan şeklinde görünmüş. Musa'nın attığı asa da bir büyük yılan şekline girerek öbür yılanları yutmuş, sonra Musa. yılanı eline alınca sopa olmuş öbür iplerle sopalar ortada görünmez olmuş, bunun üzerine sihirbazlar îmana gelmişlerdi. Tevrat'tan alınan bu vak'a Kur'an'ın birçok surelerinde hikâye edilmektedir (sure: 26 — Şuarâ, âyet: 10-68. 42-47).



B. 296. Ümm-ül Kitap Kur'an'ın 13 üncü suresi olan Ra'd suresinin son âyeti olan 45 inci âyetinde "Ve kâfir olanlar, sen peygamber değilsin derler. De ki: benimle sizin aranızda şahit olarak Tanrı, bütün mukadderatın hakikatini ve aslını bilen zat kâfidir" demektedir. Yine aynı surenin 39 uncu âyetinde "Tanrı, takdir ettiği şeylerden dilediğini bozar, dilediğini yapar. Takdirin aslı ve hakikati ona malûmdur" deniyor. Bu âyetlere nazaran beyitteki mâna denizi, Tanrı'dır. Fakat sofilerce "Vücud-u Mutlak — Mutlak Varlık" olan. yani hiçbir suretle, hiçbir vasıfla kayıtlanamıyan Tanrı için mertebeler vardır. Tanrı'nın ilk mertebesi, zatını bilmesidir ki buna "Zuhura olan meyil" ve "îktiza-yı Zatî. Akl-ı Evvel, Kalem..." gibi adlar verirler. Bu mertebe; diğer mertebeleri yani Tanrı'nın ilminde sabit olan hakikatları, Tanrı adlarını, Tanrı sıfatlarını meydana getirmiştir. Bunların zuhuru da kâinattır. Bu bakımdan kâinat, kâinat olarak yoktur, fakat Tanrı ilminde sabit olan hakikatların zuhuru olmak bakımından vardır. Her şey, Tanrı'nın zuhura olan meylinde, yani ilminde mevcut olduğundan o mertebeye "Ümm-ül Kitab — Kitabın, takdir edilen şeylerin aslı, anası" dedikleri gibi "Hakikat-ı Muhammediyye" de derler. Bu mertebeye, her zaman âlemde tek bir kişi sahiptir ki bu zat. yeryüzünde Tanrı halifesidir. Buna "Kutb-Gavs" denir.



B. 297. "Tanrı, biri tatlı, öbürü acı iki denizi akıttı. O iki deniz, birbirine ulaştı. Aralarında bir mania var.. Birbirlerine tecavüz edip taşmazlar." (sure: 55 -Rahman, âyet: 19). Mevlâna burada olduğu gibi bilhassa yine bu ciltte bu iki denizin hak ve bâtıl ehli, cennetlik ve cehennemlikler olduğunu söylemektedir (2570 inci beyitten itibaren 2603 üncü beytin sonuna kadar bu âyet tefsir edilmektedir).



B. 3I5. "Cennet ve cehennem ehlinin arasında bir perde vardır. O sınırın en yüce yerinde (A'raf) ta öyle erler vardır ki onlar, herkesi yüzlerinden tanır, bilirler... (Sure 7 — A'raf, ayet 46) Ali'nin "Biz A'raf erleriyiz,, dediği de rivayet edilir. Sofilerin bir kısmı, herkesi yüzünden tanıyan Araf erlerini, cennete ve cehenneme bağlı olmıyan Tanrı erleri olarak kabul ederler.



B. 321. Zaman zaman, dilenme için türlü türlü tarzlar icadedilmistir. Bir tepsiye mumlar dikip yakarak dilenmek, sırta vurulan, yahut bele takılan meşin torbadan tos tos su dağıtarak, mersiye okuyarak dilenmek, ilâhiler okuyup kapı kapı gezerek dilenmek gibi. Acaba o zamanlar yünden bir aslan yapılıp bununla maskaralıklar ederek de dilenme var mıydı? Biz, böyle anlıyoruz. Yine bu beyitteki Ebu Müseylim. H. Muhammedin son zamanlarında Peygamberlik dâvasına kalkışan "Müseylemel-ül Kezzâb — Yalancı Müseyleme" dir ki birinci halife Ebûbekir zamanında üzerine asker çekilerek savaşta mağlûp edilmiş ve öldürülmüştür.



B. 373. Deccal. son zamanlarda çıkıp halkı azdıracak tek gözlü bir Yahudidir. Peygamber, bu fitneden Tanrı'ya sığınmıştır.



B. 375. Simurg yahut Anka. mevhum bir kuştur. Yüzü insana benziyen bu kuşun boynu pek uzunmuş. Renk renk tüyleri varmış, vücudunda her hayvandan bir alâmet bulunurmuş.

Bütün hayvanları avladığı gibi insanlara da musallat olduğu için zamanın peygamberi dua etmiş. Tanrı da bu kuşu, dişisiyle beraber bir yıldırımla helak etmiş. Simurg. Rüstem'in cerrahı, babası Zâl'in de dadısıdır. Halk. bu kuşa Zümrüdü Anka der, masallarımıza kadar girmiştir.



B. 381. Peygamber'in "Huzuru kalb olmadıkça namaz da olmaz" dediği rivayet edilir ki bu huzur, yani hiçbir şeyle meşgul olmayış, namaz kılmanın değil, namazın tam namaz oluşunun şartıdır.



B. 332. "Sen onları uyanık sanırsın amma onlar uykudadır. Biz. onları sağa, sola çeviririz. Köpekleri de ön ayaklarını yere dayamış olarak mağara kapısında uyumaktadır. Onları görsen yüzünü çevirir, kaçardın, yüreğin korkuyla dolardı." (Sure: 18 — Kehf, âyet: 18) Eshab-ı Kehf denilen bu kişiler, altı kişiymisler. Artlarına bir de çoban takılmış, çobanın köpeği de peşlerini bırakmamış. Zamanlarındaki padişah, halkı bir puta taptırıyormuş. Bunlar bu kötülüğü yapmamak için kaçıp bir mağaraya sığınmışlar, orada tam üç yüz dokuz yıl uyumuşlar. Bu köpeğin hareketi, şairlerimize ilham kaynağı olmuş ve sadakat sembolü olarak söylenegelmiştir. Mevlana, 1022 nci beyitte bilhassa bu köpekten bahseder.



B. 400. "Uyku ölümün kardeşidir. Cennettekilerse ölmezler." Hadis (Feyz'al Kadir, VI 300).



B. 403. 392 nci beytin izahına bakınız. Bilhassa 2185 inci beyitten itibaren yine bunlardan bahsetmektedir. Yine bu beyitte Tufandan bahsedilmektedir. Nuh Peygamber zamanında, onun bedduası üzerine yerden sular fışkırmış, gökten yağmurlar yağmış, herkes boğulmuş, yalnız Nuh'a inanıp gemisine girenler kurtulmuştur. Kur'an'ın 71 inci suresi olan Nuh suresinde Tufan ve Nuh Peygamberin ahvali anlatılmaktadır.



B. 422. Tanrı gölgesi, bütün varlığını Hak'ta yok etmiş ve Tanrı varlığiyle var olmuş kâmil veli. Gölgenin varlığı, gölgeyi meydana getirenin varlığındandır. Bütün hareketleri de onun hareketine tâbidir. Kâmil veli de. Tanrı'ya nispetle aynı bir gölge gibidir.



B. 424. Kıyamete yakın birçok "fitne - imtihan" lar olacağı hadîslerde bildirilmiştir. Bu fitnelerin en büyüğü, asıl büyük Deccal'ın ve ondan önce çıkacak Deccalların fitnesidir.



B. 425. "Görmez misin, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı. Dileseydi onu sabit kılardı. Sonra gölgeye güneşi delil ettik, sonra da onu kolaycacık aldık yok ettik" (25 inci sure — Furkan, âyet: 45-46) Sofilere göre gölge kâinattır, güneş de Tanrı.



B. 426. Kur'an'da İbrahim Peygamberin Zühre yıldızını görüp "Rabbim budur" dediği, yıldız batınca “Ben batanları sevmem" deyip ondan vazgeçtiği, ay doğunca "Rabbim budur" dediği, o da batınca "Rabbim bana doğru yolu göstermezse, şüphe yok yol azıtanlardan olurum" dediği, güneş doğunca bu sefer "Bu daha büyük, Rabbim bu" dediği, fakat o da gurubedince "Ey kavim"ben sizin Tanrı'ya ortak ettiğiniz şeylerden vazgeçtim. Yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndüm, ihlâsla ancak ona yöneldim, şirk koşanlardan değilim" diyerek doğru yolu bulduğu hikâye edilmektedir (Sure: 6 — En'am. âyet: 75-79).



B. 343."İbrahim ve İsmail'den, evimi, tavaf edenlere, orada oturup ibadet eyliyenlere, rukûda, sucutta bulunanlara temiz tutun diye ahd aldık." (Sure: 2 — Bakara, âyet: 125) Sofilerce asıl Kabe ve Tanrı evi kalbdir.



B. 500 - 510. İsa Peygamber'i, Anası Meryem, bir boyacının yanına çırak olarak vermiş. O vakitler daha çocuk olan İsa'ya bir gün ustası "buradaki elbiselerin her birinde bir nişan var.

O nişana göre ne renge boyanacaksa boyarsın" deyip bazı işlerini görmek üzere gitmiş. İsa, bütün elbiseleri bir tek küpe sokmuş. Ustası gelip bunu görünce "Eyvah, elbiseleri berbadettin" deyip telâşlanırken İsa, elbiseleri birer birer çıkarmaya başlamış Her elbise, sahibinin istediği renge boyanmış olarak çıkmış. Bu mucizeyi görenler, İsa'ya inanmışlar ki "Havariyyun" bunlarmış.



B. 516. Kimya, eski telâkkiye göre civayı; gümüş, bakır ve sair madenlerle karıştırıp "İksir" denen şeyi de ilâve ederek altın elde etme sanatıdır. Simya, gözbağcılıkla, bakanlara hakikatta olmıyan bazı şeyleri göstermektir.



B. 518. Mor renk eski İran'da yas rengidir. Bu renge "Duhanî — duman rengi" de denir Mevlâna Celâleddin'in de Şems'in son defa olarak kaybolmasından, yahut şehidedilmesinden sonra bu renkte hırka giydiği ve bu renk sarık sarındığı en eski kaynaklarda yazılıdır.



B. 528. Calinus, Bukrat'tan sonra en büyük hekimdir. Milâdın 131 inci yılında Bergamada ölmüştür. Bu hekimin birçok eserleri Arapçaya çevrilmiştir.



B. 529. Kur'an'ın 7 nci suresi olan A'raf suresinin 157 ve 158 inci ayetleriyle 62 nci suresi olan Cumua suresinin 2 nci âyetinde H. Muhammed'in "ümmi" yanî anadan doğduğu gibi kalmış, okuma yazma öğrenmemiş olduğu bildirilmektedir. Böyle olduğu halde Kur'an gibi birçok yerleri hakikaten fevkalâde bir kitabı tebliğ etmesi, zamanındaki şairleri şaşırtmış; kendisine "kâhin. şair.." demişlerdi. 6 ncı sure olan En'âm suresinin 92 nci âyetinde Mekke'ye "Ümm-ül Kura — Köylerin, şehirlerin anası, aslı" dendiğine nazaran "ümmi"nin "Mekkeli" mânasına geldiğini de Peygamberin bir hocadan okumamış olmakla beraber okuma yazma bildiğini söyliyenler de vardır.



B. 535. Hârut, Mârut adlı iki melek, insan oğullarının kötülüklerini görüp Tanrı'ya şikâyette bulunmuşlar. Tanrı, onlara "Onlardaki şehvet sizde de olsa daha beter olursunuz" demiş. Fakat bu melekler, isyan etmeyeceklerini söylemişler. Bunun üzerine Tanrı, bunlara şehvet verip Bâbil'e inmelerini buyurmuş. Bâbil'de hâkimlik ederlerken gayet güzel bir kadın bir iş için geliyor. Melekler kadına meftun oluyorlar. Fakat kadın, ya kocasını öldürmelerini, yahut puta tapmalarını, yahut da şarap içmelerini, aksi takdirde onlara ram olmıyacağını söylüyor. Şarap içmeyi ehven bulup içiyorlar, bunun üzerine kadın "Her gece ism-i âzam okuyup göke çıkıyorsunuz. o ismi bana da öğretin" diyor, öğretiyorlar. Kadın, göke çıkınca Tanrı onu bir yıldız şekline sokuyor. Zühre yıldızı bu kadınmış. Meleklere de dünya azabiyle ahret azabından birini kabul etmelerini söylüyor. Dünya azabını kabul ediyorlar. Tanrı, bunları Bâbil kuyusuna baş aşağı astırıyor, orada kıyamete kadar azap çekmekteler. Kur'-an'da 2 nci surenin (Bakara) 12 nci âyetinde bu iki meleğin Bâbil'e indikleri, halka sihir öğrettikleri, kendilerine müracaat edenlere sihir öğretmeden "Biz Tanrı tarafından size bir imtihan olarak geldik. Sihir öğrenip kâfir olmayın" dedikleri hikâye edilmekte, yukardaki vak'a anılmamaktadır. Hârut, Mârut, esas itibariyle Ermenilerin iki mabudundan bozmadır. Mevlâna birinci ciltte 3320 nci beyitten 3359 uncu beyte kadar yine bu hikâyeden bahseder.



B. 547. İbrahim, putları kırdığı, onları tahkir ettiği için Nemrut tarafından ateşe atılmış, fakat ateş İbrahim'i yakmamıştır. (Sure: 21 — Enbiyâ, âyet: 51-70, Kur'an'da başka yerlerde de bu hikâye vardır). Bu ciltte S. 76, B. 790 ve S. 83, B. 861 de de yine bu vakaya işaret edilmektedir.



B. 548. Sofist'ler, eski yunan filozoflarının biı .kısmıdır. Eski kitaplar bunları "İndiye, İnadiye, Lâedriye" diye üçe ayırırlar. Bunların birleştikleri nokta ve felsefelerinin esası, duygularımıza inanmaktır. İndiye, duygularımızla idrâk ettiğimiz kâinat, idrakimize tâbidir; var dersek vardır, yok dersek yoktur der. İnadiye, kâinatı da hayallerden, vehimlerden ibaret olarak kabul eder. Lâedriye ise her hususta şüpheyi esas tutarak, kâinatın ve bizim varlığımızı ne biliyoruz, ne bilmiyoruz; hattâ şüphe ettiğimize de şüphemiz var der. Asıl sofistler de bunlardır. Sofistler, eski septiklerdir.



B. 568. "Ey tamamiyle inanmış, emin olmuş nefis, Tanrı'dan razı olarak ve Tanrı’nın razılığına nail olmuş bulunarak Rabbine dön, sonra da kullarımın arasına katılarak cennetime gir!" (sure: 89 — Fecr. âyet: 27-30).



B. 574. Abıhayat, Türkçede Bengisu denen muhayyel bir sudur. Karanlıklar diyarında olan bu suyu, İlyas Peygamber'le Hızır Peygamber bulmuşlar, içmişler ve ebedî hayata nail olmuşlar.



B. 602. Sofilerin büyük bir kısmına göre Tanrı, zatiyle var olan ve hiçbir şeyle mukayyet bulunmayan "Vücud-u Mutlak — Mutlak Varlık" tır. Her şey, ondan var olduğu için asıl var odur ve varlık onundur. Tanrı’nın bu mertebede hiçbir taayyünü yoktur, yani hiçbir suretle zahir değildir. Bilinmesine de imkân bulunamaz. İlk taayyünü bilgisidir. Bilgisinde bütün eşyanın hakikat ları sabit, olmuş, bunların zuhuru da kâinatı meydana getirmiştir. Kâinatın varlığı, onunla, vardır, hakikatta ise yok olan bir varlıktır. Ancak bu sözlerden; Tanrı vardı, sonra kendisini bildi, sonra bilgisinde eşya sabit oldu, bundan sonra da kâinatı meydana getirdi gibi bir şey anlaşılmamalı. Burada zaman, bahis mevzuu olamaz. Bunlar, mutlak varlığın mertebelerinden ibarettir, yani Tanrı, zatı itibariyle mutlaktır. Zatının iktizası, kendisini bilmesidir. Bu bilgide eşyanın hakikatleri sabittir. Bu sübut kâinatı izhar eder. Bu, her an böyledir (296 ncı beytin izahına bakınız).



B. .615, Bedir harbinden bahsedilirken Kur'an'da. "Onları siz öldürmediniz. Tanrı öldürdü.

Ok attığın zaman sen atmadın, Tanrı attı" denmektedir (sure: 8 — Enfâl, âyet 17).



B. 617. Cebir, kulda irade ve ihtiyar olmadığına, her şeyin Tanrı tarafından yaptırıldığına inanmaktır ki bu inanışa sahip olanlara, bu inanışı kendilerine "mezhep - gidilen yol" olarak kabul edenlere "Cebrî" denir..



B. 618. İhtiyar, kulun her şeyi kendi dileğiyle, kendi iradesiyle yaptığına inanmaktır. Bu inanışa sahip olanlara, bu inanışı kendilerine mezhep edinenlere "Kaderiye denir. Bunlar, kulların işledikleri işlerde kaderi, inkâr ederler. Kader, Tanrı bilgisidir. Fakat bu bilgi, bizi

o işi yapmaya mecbur etmez derler. Mutezile bu. mezheptedir. Sünnilere göre kulda cüz'i

bir irade vardır. Kul, iradesini sarfeder. Tanrı o işi yaratır.



B. 640. Sicciyn, daimî olan şey demektir. Cehennemde bir vadinin adıdır ve burası cehennemin en. kötü yeridir. Kur'an'da kötülük edenlerin hesap defterinin burada olduğu bildirilmektedir (sure: 83 — Mutaffifîn, âyet: 7-9).



B. 641. İlliyyîn, yedinci kat gökte bir yerin adı, Cennetlerin en yüksek ve iyi yeridir. Bir rivayete göre de yedinci kat gökün, yahut insanın iyilik ve kötülüğünü yazan meleklerin divanlarının adıdır. Kur'an'da iyilik edenlerin hesap defterlerinin burada olduğu bildiriliyor (sure: 83 — Mutaffifîn. âyet: 18-21).



B. 676.’dan sonraki başlıktaki cümle Kur'an'ın 2 nci suresi olan Bakara suresinin 285 inci âyetinden alınmıştır. Peygamberleri, bu birbirinden ayırt etmeyiş Peygamberlik bakımındandır. Çünkü aynı surenin 253 üncü âyetinde Peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğu bildirilmektedir.



B. 686. Cevher, kendi kendine var olan şeydir ki araz karşılığıdır. Araz kendi kendine var olmayıp varlığı için bir cevhere muhtaç olan şeydir. Meselâ cisim, cevherdir. Cismin sekli, rengi, hali, sayısı, bulunduğu yer, yaptığı iş ve saire arazdır.
 
Diğer emîrler de bir bir katar olup (birbirlerinin ardınca dâvaya kalkışıp keskin kılıçlar çektiler.)
Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler.
Yüz binlerce Hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepe oldu.
Sağdan, soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya, dağlarcasına tozlar kalktı.

705. O vezirin ektiği fitne tohumları, onların başlarına âfet kesilmişti.
Cevizler kırıldı; içi sağlam olan, kırıldıktan sonra temiz ve lâtif ruha malik oldu.
Ancak ten nakşına ait olan öldürmek ve ölmek, nar ve elmayı kırmak, kesmek gibidir.
Tatlı olan nardenk şerbeti olur, çürümüş olanın ise bir sesten başka bir şeyi kalmaz.
Esasen mânası olan meydana çıkar; çürümüş olan rüsvay olur, gider.

710. Ey sûrete tapan! Türü, mânayı elde etmeye çalış! Çünkü mâna sûret tenine kanattır.
Mâna ehliyle düş, kalk ki hem atâ ve ihsan elde edesin, hem de fetâ olasın.
Bu cisimde mânasız can; hilâfsız, kılıf içinde tahta kılıç gibidir.
Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet olur.
Tahta kılıcı muharebeye götürme, ah-ü figane düşmemek için önce bir kere kontrol et;

715. Eğer tahtadansa, yürü... başkasını ara; eğer elmassa sevinerek ileri gel!
Elmas kılıç, velîlerin silâh deposundandır. Onları görmek, size kimyadır.
Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir: bilen âlemlere rahmettir.
Nar alıyorsan gülen (çatlak) narı al ki onun gülmesi, sana tanesi olduğunu haber versin.
O ne mübarek gülmedir ki can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.

720. Mübarek olmayan gülme, lânetin gülmesidir: Ağzını açınca kalbinin karalığını gösterir.
Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder.
Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun.
Temizlerin muhabbetini tâ... canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.
Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var.

725. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.
Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!!!

Mustafa salâvatullahi aleyh’in İncil’de anılan iyi vasıflarını ululamaları

İncil'de Mustafa’nın, o Peygamberler başının, o sefa denizinin adı vardı;
Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yiyişi anılmıştı.
Hıristiyan taifesi, o da, o hitaba geldikleri zaman sevap için.

730. Yüce adı öperler; lâtif vasfa yüz sürerlerdi.
Bu söylediğimiz fitne esnasında o taife, fitneden, kargaşalıktan emindiler.
Onlar, o emîrlerin ve vezirin şerlerinden emin olup Ahmed adının sığınağında korunmuşlardı.
Onların nesli de çoğaldı. Ahmed’in nuru, bunlara yardım etti, yâr oldu.
Hıristiyanlardan Ahmed adını hor tutan diğer fırka,

735. Fitnelerden ve o tedbiri de şom, fitnesi de şom vezir yüzünden hor ve kıymetsiz bir hale geldi.
Mânaları ters, sözleri aykırı tomarlara uymalarından dolayı dinleri de müşevveş bir hale geldi, hükümleri de!
Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur?
Ahmed adı sağlam bir kapı olunca o emin ruhun zatı ne olur?
Vezirin belâsı yüzünden yoldan çıkmış olan o nasihat kabul etmez padişahtan sonra.

İsâ dinini mahva çalışan diğer bir Yahudi padişahının hikâyesi

740. İsa kavminin dinini mahv için aynı Yahudinin neslinden diğer bir padişah meydana çıktı.
Bu diğer padişahın meydana çıkışını haber almak istersen “Vessemâi zatülburûc” sûresini oku.
Birinci padişahtan doğan kötü âdete bu padişah da ayak uydurdu.
*Bil ki o çeşit sitem ve zulümlerden bu, ne yaparsa Tanrı, günahını artıksız, eksiksiz ilk zâlimden sonra, arar.
Kim fena bir âdet koyarsa ona her an lânet gider durur.
İyiler gittiler, güzel usul ve âdetleri kaldı; kötü adamlardan da zulümler ve lânetler!

745. Kıyamete kadar o kötülerin cinsinden kim vücuda gelse yüzü o kötülüğedir.
Bu tatlı suyla tuzlu su; damar damardır. Halk arasında sûr üfürülünceye dek birbirine karışmadan böylece gider durur.
İyilere tatlı su miras kaldı. O ne mirasıdır? “Evrensel kitap” mirası.
Dikkat edersen görür anlarsın ki taliplerin dileği Peygamberlik cevherinin şûleleridir, o şûleleri dilerler.
Şûleler, mücevherlere tâbi olarak parıldar ve dönerler. Şûle, nereden çıkıyorsa, madeni neredeyse oraya gider.

750. Güneş, bir burçtan bir burca gidip durduğundan pencereye vuran ziyası da evin etrafında döner dolaşır.
Kimin bir yıldızla alâka ve merbuyeti varsa o; kendi yıldızıyla döner, dolaşır, o yıldızın tesiri altındadır.
Talihli Zühre ise şevkı, çalıp çağırmayı, aşkı diler, onlara adamakıllı meyli vardır.
Kan dökücü huylu Mirrih’e mensup ise cenk, bühtan ve düşmanlık arar.
Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirak ve nahis olmaz.

755. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde seyir ve hareket ederler.
Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar.
Her kimin talihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zatı, kâfirleri taşlayıp yakar.
Onun hışmı, bazen galip gelen, bazen mağlûp olan ve tesiri böylece değişerek yürüyen Mirrih’in hışmına benzemez.
Galip nur, noksandan ve karanlıktan emindir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır.

760. O nuru, canlara Hak saçtı. Devletliler, onunla eteklerini doldurmuşlardır.
O nur saçısını bulan yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir.
Kimin aşk eteği yoksa o nur saçısından nasipsiz kalmıştır.
Cüzülerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir.
Öksüzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı… her neyse içinden ara!

765. İyi renkler, temizlik küpünden hasıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir.
O lâtif rengin adı “Sıbgatullah-Tanrı boyası” dır. Bu kirli rengin kokusu ise… Tanrı lânetidir.
Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır.
Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşka karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!

Yahudi padişahının ateş yaktırması, ateşin yanına, kim puta secde ederse ateşten kurtuldu diye bir put diktirmesi

O köpek Yahudi, bak, ne tedbirde bulundu? Ateşin yanına bir put dikti.

770. “Kim bu puta taparsa kurtulur. Secde etmeyen, ateşin tam ortasına oturur” dedi.
O, bu nefis putunun cezasını vermeyince nefis putundan, başka bir put doğdu.
Putların anası nefsinizin putudur. Çünkü o put yılan, bu put ejderhadır.
Nefis; demir ve taştan yapılan çakmaktır, put kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.
Fakat taş ve demir (çakmak), su ile söner mi? Âdemoğlu’nda, bu ikisi oldukça ne vakit ve nasıl emin olur?
*Taş ve demir, ateşi içlerinde tutarlar, su onların ateşine işleyemez, tesir edemez.
*Irmak suyundan haricî ateş söner. Fakat taş ve demirin içine su nasıl girer*
*Küpün ve testinin suyu fânidir. Lâkin pınarın suyu daima taze ve bâkidir.
*Ateş ve dumanın aslı demir ve taştır. Hıristiyan ve Yahudi küfrü, ikisinin fer’idir.

775. Put, bir testide gizli kara sudur. Nefsi, muhakkak olarak o kara suya pınar bil.
O, yontulmuş put, kara sel gibidir. Put yapan nefis, anayolda bir pınardır.
Bir taş parçası yüz testiyi kırar ama pınar suyu durmadan kaynar.
Put kırmak kolay, gayet kolaydır. Fakat nefsi kolay görmek cahilliktir.
Ey oğul, nefsin misal ve sûretini istersen yedi kapılı cehennemin kıssasını oku!

780. Nefsin her anda hilesi var, her hilesinde yüzlerce Firavun, Firavun’a uyanlarla boğulmuş!
Mûsâ’nın Tanrısına ve Mûsâ’ya kaç; Firavun’luk ederek îman suyunu dökme!
Ahad ve Ahmed’e yapış, ey kardeş, ten Ebucehl’inden kurtul!

O Yahudi padişahının, küçük bir çocukla bir kadını getirip, o çocuğu ateşe atması, çocuğun dile gelerek halkı ateşe atılmağa teşvik eylemesi

O Yahudi, bir kadını çocuğuyla putun önüne getirdi, ateş yalımlanmıştı.
Çocuğu, anasından alıp ateşe attı. Kadın korkup gönlünü imandan ayırdı.

785. Kadın, put önünde secde etmek isteyince çocuk ateş içinde “Ben ölmedim” diye haykırdı.
“Ana, gel. Gerçi zâhirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum.
Bu ateş; perde olarak zâhirde bir gözbağıdır.Fakat hakikatte mâna yakasından baş çıkarmış, zuhur etmiş bir rahmettir.
Ana, gel de Tanrı’nın burhanını gör ki bu suretle Hak haslarının zevk ve işaretini de göresin.
Ana, hakikatte ateş olan, fakat zâhiren suya benzeyen bir âlemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör!

790. Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör.
Senden doğarken ölümü görüyordum, senden ayrılmaktan pek korkuyordum.
Halbuki senden doğunca havası hoş, reni güzel bir âleme gelip dar bir zindandan kurtuldum.
Şimdi şu ateş içindeki sükûn ve rahatı bulunca dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım.
Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki her zerresinde bir İsâ nefesi var.

795. Şekli yok, kendisi var bir cihan… O zâhiren var olan dünya ise sebatsız şekilden ibaret.
Ana, analık hakkı için gel, gir… bu ateşin ateşlik hassası yok.
Ana, gel, gir… tam talih ve devlet zamanı. Ana, gel, gir… devleti elinden kaçırma.
O köpeğin kudretini gördün. Gel de bir de Tanrı’nın lûtuf ve kudretini gör.
Ben sana acıdığımdan ayağını çekiyorum, yoksa neşemden zaten seni kayıracak halde değilim.

800. İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur.
Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir.
Ey ahali, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasibe pervane gibi gelin, atılın!” diye bağırdı.
O, cemaat ortasında böylece bağırmakta; halk, sesinden heybet içinde kalmaktaydı.
Bunun üzerine kadın, erkek kendilerini, ihtiyarsız, ateşe atmağa başladılar.

805. Hem de memur olmaksızın, kimse kendilerine cebretmeksizin. Yalnız dost aşkıyla. Çünkü sevgili, her acıya lezzet verir.
Nihayet öyle oldu ki hademe, halkı “Ateşe atılmayınız” diye menetmeye başladı.
O Yahudi, yüzü kara ve mahcup bir hale geldi. Bu sebeple pişman oldu, gönlü sıkıldı.
Zira halk, imana eskiden olduğundan daha ziyade âşık, kendilerini feda etmekte daha fazla sadık oldular.
Şükrolsun ki, Şeytan’ın hilesi ayağına dolaştı. Şükrolsun ki, Şeytan da kendisini yüzü kara gördü!

810. Halkın çehresine sürüp bulaştırdığı zillet tamamıyla o adamlıktan dışarı padişahın yüzüne bulaştı.
O, pervasızca, halkın elbisesini yırtardı, kendininki yırtıldı, halkın elbisesi sağlam kaldı.

Muhammed Aleyhisselâm’ın adını eğlenerek anan kimsenin ağzının çarpık kalması

Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı öyle kaldı.
Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey Peygamber, sen, Min ledün ilminden lûtuflara mahzarsın.
Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeğe lâyık ben oldum” dedi.

815. Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri ta’netmeye meylettirir.
Tanrı, bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.
Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarmak ve munacatta bulunmak meylini verir.
Onun için ağlayan göz ne mübarektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.
Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübarek bir kuldur.

820. Akar su neredeyse orası yeşerir; nerede gözyaşı dökülürse oraya rahmet nazil olur.
İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanında yeşillikler bitsin.
Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nailolmak istersen zayıflara merhamet et!

O Yahudi padişahının ateşe itap eylemesi

Padişah ateşe yüz çevirip dedi ki: “Ey sert huylu! Tabiatındaki o cihanı yakıcılık nerede?
Niye yakmıyorsun? Ne oldu senin hassan? Yoksa bizim talihimizden niyetin mi değişti?

825. Sen ateşe tapana bile lûtfetmezsin. Sana tapmayan nasıl kurtuldu?
Ateş! Sen hiç sabırlı değildin. Niye yakmıyorsun, sebep ne, kadir mi değilsin?
Bu, gözbağı mı, yoksa akıl bağı mı? Böyle yücelmiş alev nasıl yakmaz?
Seni birisi büyüledi mi, yoksa bu simya mı? Yahut tabiatının değişmesi bizim talihimizden mi?
Ateş dedi ki: “Ey Şaman! Ben yine o ateşim. Hele bir içeri gel de benim hararetimi gör!

830. Benim tabiatım da değişmedi, unsurum da. Ben Tanrı kılıcıyım, izinle keserim.
Türkmenin köpekleri, çadır kapısında misafire yaltaklanmış,
Ama çadır yanına yabancı biri uğrayacak olursa köpeklerden aslancasına hamleler görür.
Kullukta, ben köpekten aşağı değilim; Tanrı da hayat ve kudrette bir Türkten aşağı kalmaz.
Tabiat ateşi eğer seni gamlandırırsa o yakış, din sultanının emriyledir.

835. Tabiat ateşi eğer sana sevinç verirse ona o sevinci din sultanı verir.
Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam, Halik emriyle tesir eder.
Tanrı isterse bizzat gam, neşe… bizzat ayakbağı, azatlık ve hürriyet olur.
Rüzgâr, toprak, su, ateş; kölelerdir. Benimle, seninle ölüdürler. Hak’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar.
Ateş, Tanrı huzurunda daima emre hazırdır, âşık gibi gece gündüz daima kıvranıp durmaktadır.

840. Taşı, demire vurunca kıvılcım sıçrar. Fakat kıvılcım (senin çakmağı çakmanla değil), Tanrı fermanıyla dışarıya ayak basar.
Zulüm demiriyle taşını birbirine vurma. Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi çocuk meydana getirirler.
Taş ve demir, sebepten ibarettir ama, ey iyi adam, sen daha ileriye bak!
Çünkü bu sebebi o sebep olmaksızın zuhura getirmiştir. Zâhiri sebep, hakikî sebep olmaksızın kendi kendine nasıl meydana gelir?
Enbiyaya rehber olan o sebepler, bu sebeplerden daha yüksektir.

845. Bu sebebi müessir bir hale getiren o sebeptir. Bazen da olur ki semeresiz ve âtıl kılar, hükümsüz bırakır.
Bu sebebe akıllar mahremdir. O sebeplerin mahremi de Enbiyadır.
Bu sebep kelimesinin Türkçesi nedir? Denirse iptir diye cevap ver. Bu ip, bu kuyuda işe yarar.
Çıkrığın dönmesi, ipin sarılıp koyverilmesine sebeptir. Fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır.

850. Dünyada bu sebep iplerini, sakın ha, sakın ha… bu başı dönmüş felekten bilme,
Ki felek gibi bomboş ve sersem bir halde kalmayasın; akılsızlıktan çıra gibi yanmayasın!
Rüzgâr Hal’kın emriyle ateş olur; her ikisi de Tanrı şarabıyla sarhoş olmuşlardır.
Ey oğul! Eğer gözünü açarsan hilim suyunun da, hışım ateşinin de Hak’tan olduğunu görürsün.
Rüzgârın canı Hak’ka vâkıf olmasaydı, Âd kavmini(müminlerden) nasıl ayırt ederdi?

Hûd Aleyhisselâm zamanında Âd kavmini helâk eden rüzgârın hikâyesi

Hûd, müminlerin bulunduklarıyerin çevresine bir çizgi çizdi. Rüzgâr, o araya gelince hafif ve lâtif bir halde esiyordu.

855. Çizgiden dışarıda olanaların hepsini, havada parça parça ediyordu.
Şeybân-ı Râî de sürünün etrafında böyle apaçık bir çizgi çekerdi.
Cuma günü, namaz vakti Cuma namazına gidince kurtlar sürüye saldırmasın, yağmalamasınlar diye böyle yapardı.
Hiçbir kurt, çizgiden içeri girmezdi. Hiçbir koyun da çizgi dışına çıkmazdı.

860. Tanrı erinin dairesi, kurdun hırs yeline de set ve mânia olmuştu, koyunun hırs yeline de.
Böylece ecel rüzgârı da âriflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgâr gibi lâtif ve hoştur.
Ateş, İbrahim’e diş geçiremedi. Çünkü Tanrı seçilmişiydi, onu nasıl ısırabilir?
Din erbabı da şehvet ateşinden yanmaz; halbuki başkalrını tâ yerin dibine geçirmiştir.
Deniz dalgası Tanrı fermanıyla koşunca Mûsâ kavmini Kıptilerden ayırt etti.
Tanrı fermanı erişince toprak, Karun’u altınlarıyla, tahtıyla tâ dibine çekti.

865. Su ile toprak, İsâ’nın nefeslerinden gıdalanınca kol kanat açtı, kuş olup uçtu.
Tanrı’yı tesbih etmen, su ve topraktan meydana gelmiş olan cesedinden çıkan bir buhardan, bir nefesten ibarettir. Fakat gönül doğruluğu yüzünden cennet kuşu olmuş, oraya uçup gitmiştir.
Tûr dağı, Mûsâ nurundan raksa geldi, kâmil bir sûfi oldu, noksandan kurtuldu.
Dağ bir aziz sûfi olursa şaşılacak ne var? Mûsâ’nın cismi de bir kemik parçasından ibaretti.

Yahudi padişahının bu söze ehemmiyet vermeyip inkâr etmesi, kendisine nasihat edenlerin nasihatlerini kabul etmemesi

O Yahudi padişahı bu acip mucizeleri gördü. Fakat ancak taan ve inkârda bulundu.

870. Nasihatçiler: “İşi haddinden ileri götürme, inat hayvanını bu kadar ileri sürme” dediler.
Nasihatçilerin ellerini bağlayıp hapsetti. Zulmünü birbirine uladı (biteviye ve daha fazla zulmeder oldu).
“Madem iş bu dereceye vardı. Ey köpek, sabret; kahrımız erişti!” diye bir ses geldi.
Ondan sonra ateş kırk arşın alevlendi; bir halka teşkil etti ve o Yahudileri yaktı.
Onların asılları önceden de ateşti; sonunda da asıllarına gittiler.

875. Zaten zümre ateşten doğmuştu. Cüzüler kül tarafına yol alır, o tarafa giderler.
Onlar ancak mümini yakan bir ateştiler. Kendilerini kendi ateşleri çörçöp gibi yaktı.
Anası(mayası) Hâviye olan kimsenin mekânı, ancak Hâviyedir.
Çocuk anası, onu arar; asıllar, mutlaka feri’leri izler.
Su, havuz içinde zindanda mahpus gibidir ama hava onu çeker. Zira su, erkâna mensuptur (dört erkân denen havuz, ateş, su ve topraktandır. Havanın feri’dir).

880. Onu havuzdan kurtarır azar azar dünya hapishanesinden de öyle çalar.
Sözlerin temizleri, bizden çıkarak ona yükselir, ondan başkasının bilmediği yere kadar varır.
Nefeslerimiz, temizlik sebebiyle bizden hediye olarak beka yurduna yücelir.
Sonra ululuk sahibi Tanrı’dan, ancak rahmet olarak sözlerimizin mükâfatı, iki misli bize gelir;

885. Sonradan kul nail olduğu şeylere bir daha nail olsun diye bizi, yine o güzel sözlere sevk eder, yine bize o çeşit sözler söyletir.
İşte böylece en güzel sözleri söyledikçe hep böyle sözlerin çıkmakta, Tanrı rahmeti inmektedir ve bu iki hal sende daimîdir.
Fârisî söyleyelim: Bu şevk ve cezbe, o zevkin geldiği taraftan gelir.
Her kavmin gözü, bir günceğiz zevk sürdüğü cihette kalmıştır.
Yakînen her cinsin zevki kendi cinsiyledir. Bak; cüz’ün zevki kendi küllünden olur.

890. Yahut o şey, bir cinse katılma kabiliyetinde olur da ona erişince o cinsten oluverir.
Su ve ekmek gibi ki bizim cinsimiz değilken bizim cinsimizden oluverdi ve vücudumuzu besledi, kuvvetimizi arttırdı.
Su ve ekmeğin sûreta bizimle cinsiyeti yoktur ama sonucu bakımından onu cinsimiz bil.
Eğer, bizimle cins olanlardan başka bir şeyden zevk alıyorsak o da ancak bizimle cinsiyeti olana benzer bir şeydir.
Cinse benzeyenden alınan zevk, dimî değildir. O zevk âriyettir. Âriyet nesne ise âkibet baki kalmaz.

895. Kuşa, ıslıktan zevk gelirse de cinsini bulamayınca ok gibi uçar gider.
Susuz kimseye seraptan zevk gelir, fakat ona erişince kaçar ve yine su arar.
Müflisler kalp altından hoşlanırlarsa da, o altın darphanede rüsvay olur.
Dikkat et; altın suyu ile boyaman seni yoldan alıkomasın! Dikkat et; bâtıl hayal seni kuyuya düşürmesin!
Kelile’den bu hikâyeyi oku ve o kıssadan hisse almaya bak!

Av hayvanlarının aslana, tevekkül edip çalışmayı terk etmesini söylemeleri

900. Güzel bir derede av hayvanları, aslan korkusundan ıstırap içindeydiler.
Çünkü aslan, daima pusudan çıkıp birisini kapmaktaydı. O otlak bu yüzden hepsine fena geliyordu.
Hileye başvurdular; aslanın huzuruna geldiler. “Biz sana gündelikle yiyecek verip doyuralım,
Bundan sonra hiçbir av peşine düşme ki bu otlak, bize zehrolmasın” dediler.

Aslanın av hayvanlarına cevap verip çalışmanın faydasını söylemesi

Aslan dedi ki: “Hileye uğramasam, vefa görecek olsam dediğiniz doğru. Ben şundan, bundan çok hileler görmüşümdür.

905. İnsanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helâk olmuşum; o yılanlar, o akrepler tarafından çık ısırılmışım.
İçinde pusu kurmuş olan nefis ise, kibir ve kin bakımından bütün adamlardan beterdir.
Benim kulağım “mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz” sözünü işitti; Peygamber’in sözünü canla, gönülle kabul etti.”

Av hayvanlarının tevekkülü çalışıp kazanmaya tercih eylemeleri

Hepsi dediler ki: “Ey halden haberdar hakîm! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz.
Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkl, hepsinden iyidir.

910. Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın.
Tanyerini ağartan Tanrı’dan bir zarar gelmemesi için kulun Hak hükmüne karşı ölü gibi olması lâzımdır.”

Aslanın çalışıp kazanmayı tevekküle, teslimiyete tercih etmesi

Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebüs de, Peygamber’in sünnetidir.
Peygamber, yüksek sesle “Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla” dedi.
“Çalışan kimse Tanrı sevgilisidir” işaretini dinle: tevekkülden dolayı esbaba teşebbüs hususunda tembel olma” dedi.

Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tercih etmeleri

915. Hayvanlar, ona: “Çalışıp kazanma, bil ki, halkın itikat zayıflığı yüzünden, harislerin boğazları miktarınca bir riya lokmasıdır.
Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esasen Hak’ka teslim olmadan daha sevgili ne var?
Çokları belâdan belâya; yılandan ejderhaya sıçrarlar,
İnsan hile etti ama hilesi kendisine tuzak oldu… can sandığı, kan içici bir düşman kesildi!
Kapıyı kapadı , halbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbiri de işte buna benzer masallardandı.

920. O kin güdücü, yüz binlerce çocuk öldürdü; aradığıysa evinin içindeydi.
Mademki bizim gözümüzde birçok illet var; yürü, kendi görüşünü dostun görüşünde yok et!
Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.
Çocuk; tutucu, koşucu değilken ancak babasının omzuna biner.
Fakat kuvvetlenip küstahlaşınca, elini, ayağını şuraya, buraya salmağa başlayınca hemen zahmet ve ıstıraba düşer.

925. Halkın canlar; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefadan sefaya uçuyordu.
Vakta ki “İniniz” emriyle hapsolundular, hiddet, hırs, kanaat ve zaruret kayıtlarına düştüler.
Biz Hak’kın ayali ve süt isteyen yavrularıyız. (Peygamber) “Halk Tanrı ayalidir” dedi.
Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye kadirdir” dediler.

Aslanın yine çalışmayı tevekküle tercih etmesi

Aslan dedi ki: “Evet ama kulların Tanrısı bizim ayağımızın önüne bir merdiven koydu.

930. Dama doğru basamak basamak çıkmalı , burada Cebrî olmak ham tamahtır.
Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var, neye pençeni saklarsın?
Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malûm olur.
Bel gibi olan el de, Tanrı işaretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibareleridir.
Tanrı’nın işaretlerini canına nakşederek ve o işarete vefakârlık ederek can verirsen.

935. Sana nice sır işaretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder.
Şimdi yük altındasın; Tanrı seni yükler, bindirir… Şimdi onun emrini kabul etmektesin; sonra seni makbul eder.
Şimdi onun emrini kabul etmişsin, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat arıyorsun, ondan sonra da vâsıl olursun.
Tanrı’nın nimetine şükretmeye çalışmak kudrettir. Senin cebrîliğin ise o nimeti inkârdır.
Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini artırır. Cebir ise nimeti elinden çıkarır.

940. Senin cebrîliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergâhı görmedikçe uykuya dalma!
Ey dikkatsiz Cebrî! Sakın o meyvalı ağacın altından gayrı bir yerde uyuma.
Ki rüzgâr her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün.
Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur?
Eğer onun işaretlerine burun büküyorsan kendini erkek mi sanıyorsun? Dikkat edersen anlarsın ki kadınsın!

945. Sendeki bu kadarcık akıl da zayi olur, aklı uçan başsa buyruk kesilir!
Zira şükretmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hal, şükretmeyeni, tâ ateşin dibine kadar çeker götürür.
Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Tanrı’ya dayan!”

Av hayvanlarının tekrar tevekkülü çalışmaya tercih eylemeleri

Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o harisler…”
Kadın, erkek nice yüz binlerce kişi, neden oldu da zamane menfaatlerinden mahrum kaldılar?

950. Dünyanın başlangıcından beri yüz binlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar;
O bilgili, idrakli kavimle hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile tâ dibinden kopar, yerinden ayrılırdı.
Tanrı, onların hile ve tedbirlerini “O tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu” diye öğdü.
(Bunca tedbirlerine rağmen) o avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi…
Hepsi tedbirlerden de âciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı’nın işi ve hükümleri kaldı.

955. Adı, sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekâr adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”

Azrâil’in birisine bakması, onun da Süleyman Aleyhisselâm’ın sarayına kaçması, tevekkülün çalışmadan üstün olduğu ve çalışmadaki faydaların azlığı

Sâf bir adam, bir kuşluk çağında koşa koşa Süleyman’ın adalet sarayına erişti.
Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı. Süleyman, ona “Efendi ne oldu?” dedi.
O “Azrâil, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki…” dedi
Süleyman “Peki, şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi. O dedi ki: “Ey canları koruyan! Rüzgâra emret;

960. Beni tâ Hindistan’a götürsün; belki kulunuz oraya gidince canını kurtarır.”
İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırs, emele lokma olurlar.
Fakirlikten korkmak, tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı, çalışmayı da sen Hindistan farzet!
Süleyman rüzgâra emretti; rüzgâr da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü.
Ertesi gün Süleyman, divan vakti halkla buluşunca Azrâil’e dedi ki:
*”O Müslümana ne sebeple hışımla baktın? Ey Tanrı elçisi, bana anlat!

965. Acaba bu işi, o adamı hanümanından avare etmek için mi yaptın?
*Azrâil, cevaben dedi ki: “Ey cihanın zevalsiz padişahı! O ters anladı; ona hayal göründü.
Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.
Çünkü Hak bana “Haydi bugün var, onun canını Hindistan’da al” buyurdu.
Taaccüple “Yüz tane kanadı olsa Hindistan’a gitmesi yine uzak” dedim.”
İşte sen dünya işlerini hep buna kıyas et, gözünü aç da gör!

970. Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak’tan mı? Ne boş zahmet!

Yine aslanın çalışmayı tevekküle tercih etmesi ve çalışmanın faydalarını bildirmesi

Aslan dedi ki: “Doğru ama Peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör.
Cefadan, kahırdan ne gördülerse mükâfata nail oldular; Tanrı onların mücahedesini zayi etmedi.
Onların başvurdukları çareler her hususta lâtif oldu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir.
Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tanmamen sayıldı.

975. Ey ulu kişi! Nebîlerin ve velîlerin yolunda çalış!
Kaza ve kaderle pençeleşmek mücahede sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.
Bir kimse îman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kâfirim!
Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!
Dünyayı arayan kimse olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbayı arayansa kendine iyi bir hal aramış oldu.

980. Dünya kazancı için çarelere başvurmak soğuk bir şeydir. Dünyayı terk etmek için çarelere başvurmak ise caizdir, emredilmiştir.
Hile ve çare diye zindanı delip de çıkmaya derler. Yoksa birisi zaten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir.
Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpuslarız. Zindanı del, kendini kurtar!
Dünya nedir? Tanrı’dan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir.
Din yolunda sarfetmek üzere kazandığın mala, Peygamber, “ne güzel mal” demiştir.

985. Suyun gemi içinde olması geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır.
Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, ancak yoksul adını takındı.
Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti.
İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.
Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir.

990. Şu halde kalbini Min Ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle!
Çalışma da haktır, deva da haktır, dert de hak. Münkir kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.”

Çalışmanın tevekküle tercihi

Aslan bu yolda birçok deliller getirdi. O Cebrîler, aslanın cevabına kandılar.
Tilki, geyik, tavşan ve çakal cebre inanışı ve dedikoduyu bıraktılar.
Bu bîatte ziyana düşmemek için kükremiş aslanla ahitlerde bulundular:

995. Zahmetsizce her günün kısmeti gelecek, aslanın başka bir teşebbüse ihtiyacı kalmayacaktı.
Kur’a kime isabet ederse günü gününe aslanın yanına sırtlan gibi o koşar, teslim olurdu.
Bu kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan haykırdı: “Niceyedek bu zulüm?”

Aslana gitmekte geciktiğinden av hayvanlarının tavşana itiraz etmeleri

Hayvanlar dediler ki: “Bunca zamanlardır biz ahdimize vefa ederek can feda ettik.
Ey inatçı, bizim kötü bir adla anılmamıza sebebolma, aslan da incinmesin. Yürü, yürü; çabuk, çabuk!”

Tavşanın av hayvanlarına cevabı

1000. Tavşan, “Dostlar, bana mühlet verin de hilemle siz de belâdan kurtulun.
Benim hilemle canımız kurtulsun, bu hile, çocuklarımıza miras kalsın.
Her Peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti.
Peygamberler, halk nazarında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi.
Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin mânen büyüklüğünü kimse anlayamadı.”

1005. Hayvanlar ona “Ey eşek , kulak ver! Kendini tavşan kadrince tut, haddini aşma!
Bu ne lâftır ki senden daha iyiler, dünyada onu hatırlarına bile getirmezler.
Ya gugurlandın, yahut da kaza, bizim izimizde. Yoksa bu lâf, senin gibisine nerden yaraşacak?” dediler.

Tavşanın av hayvanlarına cevabı

Tavşan, “Dostlar, Hak bana ilham etti. Hakikaten zayıf birisi, kuvvetli bir rye ve tedbire nail oldu.
Hak’kın arıya öğrettiğini, aslan ve ejderha bilemez.

1010. Arı, teritaze balla dolu petekler yapar. Tanrı, ona, o ilimde kapı açtı.
Hak’kın, ipekböceğine öğrettiğini hiçbir fil bilir mi?
Toprağa mensup insan Hak’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlattı;
Tanrı’ya şüphe eden kişinin körlüğüne rağmen meleklerin adını, sanını unutturdu;
Altı yüz bin yıllık zâhidin, o buzağının ağzını bağladı;

1015. Bu suretle din bilgisi sütünü emmesine, o yüce ve sağlam köşkün etrafında dönüp dolaşmasına mâni oldu.
Duygu ehlinin, yalnız zâhire itibar edenlerin bilgileri, o yüce bilgiden süt emenler için ağız bağıdır.
Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere; feleklere bile verilmemiştir.
Ey sûrete tapan! Niceyedek sûret kaygısı? Senin mânasız canın sûretten kurtulmadı gitti.
Eğer insan, sûretle insan olsaydı Ahmed’le Ebucehil müsavi olurdu.

1020. Duvar üstüne yapılan insan resmi de insana benzer. Bak, sûret bakımından nesi eksik*
O parlak resmin yalnız canı noksan. Yürü, o nadir bulunur cevheri ara;
Eshab-ı Kehf’in köpeğine el verilince, dünyadaki bütün aslanların başları alçaldı.
Canı, nur denizinde garkolduktan sonra ona, kötü ve çirkin sûretin ne ziyanı var?
Kalemler sûreti öğmezler. Kitaplara da adamın sûretine ait vasıflar değil, “âlim, adalet sahibi” gibi zatına ait vasıflar yazılır.

1025. Bilgi ve adalet sahibi… Hep mânadır, onları önde, artta… bir yerde bulamazsın,
Zata ait sıfatlar Lâmekân elinden cana şûle vermektedir, can güneşi, göklere sığamaz” dedi.

Tavşanın bilgisi, bilginin fazileti ve faydaları

Bu sözün sonu yoktur. Kulak ver, tavşan hikâyesini anla!
Eşek kulağını sat, başka bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!
Yürü, tavşanın tilki gibi kurnazlığına bak, onun düşüncesini ve aslanı mağlup edişini gör!

1030. Bilgi, Süleyman mülkünün hâtemidir; bütün âlem cesettir, ilim candır.
Bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlûkatı, insanoğluna karşı âciz kalmıştır.
O yüzden kaplan, aslan; fare gibi korkmaktadır. O yüzdeb ovada, dağda bütün vahşi hayvanlar gizlenmişlerdir.
O yüzden periler, şeytanlar, kenarı boylamışlar, her biri gizli bir yerde mekân tutmuşlardır.
İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur. İhtiyata riayet eden kişi, akıllıdır.

1035. Bizden gizli; güzel, çirkin, nice mahlûkat vardır ki onlar, daima gönül kapısının çalıp dururlar.
Yıkanmak için dereye girince derenin dibindeki diken sana zarar verir;
Gerçi diken suyun dibinde gizlidir, fakat sana batınca mevcudiyetini anlarsın.
Vahiy ve vesveselerin ıstırapları, binlerce kişiden gelir, bir kişiden değil.
Şüphe ediyorsan sabret, duyguların değişince onları görürsün, müşkül hallolur;

1040. O vakit kimlerin sözlerini reddetmişsin, kimleri kendine ulu eylemişsin, görürsün.

Av hayvanlarının tekrar tavşanın sırrını ve düşüncesini araştırmaları

Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar!
Ey bir aslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!
Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.
Peygamber “ Ey tedbir sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emindir” dedi.

Tavşanın, sırrını onlardan gizlemesi

1045. Tavşan, “Her sır söylenemez, gâh çift dersin, tek olur; gâh tek dersin, çift çıkar!
Aynanın berraklığını, yüzüne karşı öğersen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.
Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.
Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar.
Bir iki kimseye söyledin mi, artık o sırra veda et. İki kişiyi aşan, bir başkasına da söylenen her sır, yayılır.

1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahbus kalırlar.
Üstü örtülü, güzel bir tarzda, kurtulmak için konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinayelerledir.
Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi.Eshap cevap verir, düşman haberdar olmazdı.
Düşman, baştan ayağı bilmesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misalle söylerdi.
Bu misalle muradını anlatmış olurdu. Ağyar sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.
 
buyur kardeşim bu da 1 den 1050'ye kadar olan beyitler..inceler islama uygun olup olmadığına karar verirsin!!
devamını istersen bizde üşenme olmaz.

not:BU BİLGİLER KOPYALA YAPIŞTIR METODUYLA YAZILMIŞTIR..

selam ve dua
 
Beyit no: 1852-1853-1854 cilt4)
3155.-3160 Beyitler 137-138. Sf.
3545-3550. Beyitler Sf. 283
1335-1420. Beyitler 112-118.sf

2497-2515. Beyitler 205-207.sf
3340-3425. Beyitler 272-273.sf
3390-3395.Beyitler 277.sf

evet kardeş isterim özellikle şu beyitleri açıklarsan çok sevinirim sanırım bu kadar örnek yeterli olur.evet bu ve buna benzer beyitlerin islama ve kurana uygun olduğunu nebevi metoda ters olmadığını açıklamak gerekiyor.merakla bekliyorum.
 
Ben sizin din anlayışınıza hiç bir şekilde katılmıyorum. Dini Allah'a has kılmanın yolu Allah dostlarını, Allah düşmanıymış gibi göstermekten geçmez,sizler hangi cüretle böyle yazılar yazıyorsunuz , bunu da anlamak mümkün değil, dini Allah'a has kılmanın yolu Mevlana'yı karalamaktan geçiyorsa - yani bu şekilde bir düşünceniz varsa bilin ki - siz bu dinden yeterince nasibiniz olmamış, ayrıca Mevlana'nın eserini okumadığınızı söylüyorsunuz, fakat diğer taraftar sanki yıllarca Mevlana'nın eserleriyle yetişmiş gibi , baş ucunuzdan Mevlana'yı ayırmamış gibi yorumlar yapıp şuna aykırı buna aykırı diyorsunuz, O halde bilin ki , Mevlana yaşarken de bir çok haksızlığa, yanlış anlaşılmaya muhatap olmuş birisidir, eskilerin deyimiyle meyveli ağaç taşlanır, bu böyle gelmiş böyle gidiyor, fakat bilin ki Mevlana vb mübareklere laf atmak, onları sanki islama aykırı gibi göstermek size hiç bir şey kazandırmaz, tam aksine her zaman kaybettirir, sizin de bildiğiniz gibi Allah'ı sevmenin yolu, Allah'ı sevenleri de sevmekten geçer.

kardeş isimlerin önemi yoktur daha evvel dediğim gibi adı mevlana yada ali.ömer hiç farketmez.hattta ve hatta teymiyye,kutup da olabilir.bunların şahıslarıyla işimiz yokki.karakter tahlili yapmıyoruz ki.bunu açıklama gereği hissettim tekrar çünkü bizim şahıslara birebir kinimiz yok elh.mevzu mevlana yada bir başkasının yolunun doğru olup olmaması zira peşinden insanlar gidiyor.bizim derdimiz bu insanlarla.şimdi bir sahte mehdi nin peşinden gidenlere üzülmezmisin? bu durumda tamamen aynı hatta daha vahim bence.konuya dönersek ben mevlanayı okumadım demedim elbette okudum hemde pek çok kez.bir kitap hakkında yorum yapmak için o kitabı koynumuzda taşıyacak da değiliz elbette çok duygusal bakıyorsunuz olaya.Şuna katılıyorum elbette ALLAH CC dostlarına düşmanlık etmek insana yarar sağlamaz bilakis zarar verir.Fakat ALLAH CC düşmanlarına da dostluk etmek ne anlama gelir varın siz karar verin.
 
bu sizin şahsi kanaatiniz

bu sizin şahsi kanaatiniz

kardeş isimlerin önemi yoktur daha evvel dediğim gibi adı mevlana yada ali.ömer hiç farketmez.hattta ve hatta teymiyye,kutup da olabilir.bunların şahıslarıyla işimiz yokki.karakter tahlili yapmıyoruz ki.bunu açıklama gereği hissettim tekrar çünkü bizim şahıslara birebir kinimiz yok elh.mevzu mevlana yada bir başkasının yolunun doğru olup olmaması zira peşinden insanlar gidiyor.bizim derdimiz bu insanlarla.şimdi bir sahte mehdi nin peşinden gidenlere üzülmezmisin? bu durumda tamamen aynı hatta daha vahim bence.konuya dönersek ben mevlanayı okumadım demedim elbette okudum hemde pek çok kez.bir kitap hakkında yorum yapmak için o kitabı koynumuzda taşıyacak da değiliz elbette çok duygusal bakıyorsunuz olaya.Şuna katılıyorum elbette ALLAH CC dostlarına düşmanlık etmek insana yarar sağlamaz bilakis zarar verir.Fakat ALLAH CC düşmanlarına da dostluk etmek ne anlama gelir varın siz karar verin.

tamamen iyi niyetli gözüken bu yazınızda bile kendi tezinizi savunuyorsunuz..ben bu forumda sahte mehdi ilan eden görmedim varsa da bu konularda yazanların onların peşine takılacak bir düşünce ifadesi içinde olduğunu da! siz kendi kendinize, bir konu açmış insanların sizin düşündüğünüz anlam da yazmamış olsalar bile onlara yakıştırma yapıp sonra onların verdiği tepkilere mütaakip ben şöyle olursa yanlış olur, aslında bunu yapıyorsunuz demiyorum ,ben şunu söylemek istiyorum gibi kendini masum gösteren hallere bürünmüş cevaplar veriyorsunuz.ne yaptığınızı mı bilmiyorsunuz yoksa ne yazdığınızı mı idrak edemiyorsunuz..

yoksa nasihate mi karnınız tok...benim aç kusura kalmayın
 
bunu göremedik

bunu göremedik

Beyit no: 1852-1853-1854 cilt4)
3155.-3160 Beyitler 137-138. Sf.
3545-3550. Beyitler Sf. 283
1335-1420. Beyitler 112-118.sf

2497-2515. Beyitler 205-207.sf
3340-3425. Beyitler 272-273.sf
3390-3395.Beyitler 277.sf

evet kardeş isterim özellikle şu beyitleri açıklarsan çok sevinirim sanırım bu kadar örnek yeterli olur.evet bu ve buna benzer beyitlerin islama ve kurana uygun olduğunu nebevi metoda ters olmadığını açıklamak gerekiyor.merakla bekliyorum.

kardeşim beyitlerin hepsini ezbere bilmiyoruz ama inş. açıklamaya çalışalım...
birde bana yazarken hangi sözü cümleyi anlamadığınızı yazarsanız ve de yanlışlığı yazarsanız hem sizin anlamadığınız noktaları daha iyi anlar hem sizin naçiz fikirlerinizden yararlanır hem de konuyu gereksiz uzatmamış olruz ...
selam ve dua
 
beyit 3155 3160 ve eksik sorduğun 3185 e kadar olanlar buyur

Şehzade,insanoğludur,Tanrı halifesidir,babasıda meleklerin secde ettikleri,Tanrı halifesi Âdem Safî’dir Kâbil’li kocakarı dünyadır;insanoğlunu babasından büyü yaparak ayırdı;peygamberle veliler de buna çare bulan o hekimdir.

3545 ten 3570 e kadar olan beyitler

Zülkarneyn'in Kafdağına gitmesi ve "Ey Kafdağı, bize Tanrı'nın ululuğundan bahset" demesi, dağın da "Onun ululuğu söze gelmez.. o ululuk karşısında anlayışlar yok olur" diye cevap vermesi, Zülkarneyn'in "Bari hatırında olan ve sence söylemesi kolay bulunan Tanrı sanatlarından bahset" diye yalvarması.

1335 deki beyit

"Nihayet günahkâr kişi, kendisiyle düşüp kalkan şeytanla bize gelince şeytan der ki: Keşke benimle senin aranda doğuyla batı arası kadar açıklık olsaydı.. şeytan ne kötü düşüp kalkılacak kişidir ya!" Sure: 43 (Zuhrüf), âyet: 37.

1420 deki beyitin nesini anlamadım orda asıl aptallığın yusufun güzelliğine kanıp ellerini kesenlerin aptallığından bahsediyor..

2497 deki beyitte

2497. Müslümanlıktaki bir inanış da şudur: insanın yaptıklarını yazan melekler vardır, bunlar hiçbir şeyi kaçırmazlar. Bunların yazdıkları kitap kıyamette herkese verilecektir. Yalnız inananların ve sevaplıların amel defteri sağ taraflarından verilecek, inanmayanlarla günahlıların amel defteri ardlarından ve sol taraflarından verilecektir. 84 üncü surede (İnşikak) "Ama kimin kitabı sağından verilirse hesabı kolayca ve çabucak görülür; ehline sevinerek döner. Fakat kimin kitabı ardından verilirse helak olmayı istemeye başlar; yalınlanmış ateşe atılır." Âyet: 7-12. 56 ncı surede de buna ait âyetler vardır (Vakıa, 7-74). Kur'an, bu inanış bakımından kâfirlerle suçlulara "Ashab-ı meysere" ve "Ashab-ı şimal" yani sol taraf halkı, iman sahibi olanlarla, günahsızlara "Ashab-ı meymene" ve "Ashab-ı yemin" yani sağ taraf halkı demektedir.

2515 deki beyit 2502 den başlayıp 2521 e kadar devam eder.anlattığı da şudur. Müslümanlığa göre kıyametten önce güneş, üç gün doğmayacak, sonra batıdan doğacak, gökyüzünün ortasına kadar gelecek, orada ayla birleşerek, ikisi de kapkara olacaklar, sonra güneş tekrar batıdan batacaktır ki bu, kıyametin büyük alâmetlerindendir. Güneş, batıdan doğuncaya kadar tövbe kapısı açıktır ve Tanrı, bir suç işleyip nadim olanların tövbesini kabul eder. Hadiste de aynen böyledir. Bir istiare olması muhtemel bulunan tövbe kapısının mücevherlerle, incilerle bezenmiş iki altın kanadı olduğu, bir kanadından bir kanadına kırk yıllık yol olduğu ve bu kapının batının altında bulunduğu hakkında da bir hadis rivayet edilmiştir. Bu kapının cennet kapılarından birincisi olduğu da söylenmiştir

3340 daki beyitin sonrasındaki beyitlerle beraber verdiği mesaj şu değil mi?
Ey inanlar,Tanrı ve rasulü hükmetmeden önce bir işe hükmetmeyin,kesip atmayın”âyeti.Peygamber değilsen ümmet ol..Padişah değilsen tebaa ol!

3425 deki ve sonrasındaki beyit içinKıpti’nin, Beni İsrail kabîlelerinden birine mensup olan bir adama “Dostluk ve kardeşlik hatırı için kendi niyetine Nil’den bir testi doldur,dudağıma dayada içeyim.Çünkü siz İsrailoğulları,kaplarınızı kendiniz için doldurdunuz mu arı duru su oluyor,biz Kıpti’ler doldurduk mu kan kesiliyor”diye yalvarması(nil'in kan akması olayını okumuşsundur)

3390 3395 buyur kardeş burda katırla devenin hikayesi..Katırın,devenin cevaplarını tasdik edip onun üstünlüğünü ikrar etmesi,ondan yardım dileyip doğru bir yürekle ona sığınması,devenin katıra iltifatı,yol göstermesi ve babacasına,padişahcasına ona yardım etmesi

bu yolla müminlerin yani gerçek iman sahibinin bazı olaylara vakıf olması ayrıca devamındaki beyittede yusuf(as) rüyasında halisane güneşin ve ayın kendisine secde ettiğini görmesi bundan çok sonra bu rüyanın doğru çıkması güneşin babası ayın annesi yıldızların kardeşlerini temsil ettiği vb.

selam ve dua ile
 
İnsanlar eğlenmek ister de niçin eğlenceyi dini bir kılıfla kamufle etmeye çalışırlar bunu anlamak pek kolay değil. (1)

Eğlence fuarlarında dönme dolaplara binip güle oynaya, eğlenen, korkusundan bağıran, üstüne başına kusan insanlar vardır. Onlar bu işi sevap diye yapmazlar. Hatta biri gelse bu dolapta dönmek sevapmış dese gülerler. Bu dolaplara binip Allah'ı zikretmeyi kendine meslek edinmiş kimseyi de duymamışız. Tabi bu ilerde böyle bir zikir merasimi çıkmayacağı anlamına gelmiyor.

Hal böyleyken, birileri düdükçünün üfürmesiyle hareketlenip, plakların üzerinde dönen biblolar gibi dönerek sevap işlemek gibi bir keşfin tadını çıkarıyorlarmış. Daha sonraları böyle bir meslek alanı oluşacağından haberi olmayan bu kaşifler, keşiflerini turist çekmek için de başlatmamışlar. Amma her şeyin ucunda para arayan insanoğlu bu işi de kazanç kapısı bilmiş. Nasıl ki mevlidhânlar mevlid okur para kazanır, hafızlar Kur'an okur para kazanır, birileri de düdük üfürür, ilahi okur döner, seyrettirir para kazanır olmuş. Bu işleri para için yaptıkları halde iyi bir meslek icra eder havaları, sevap da işliyoruzdur heyulâları şeytanın teşvik kredilerinden sadece birkaçıdır. Müslüman (!) oldu diye her şeyden vaz mı geçsin adamlar (!) Bu eğlenceyi icad eden eski kaşiflerin maksadı bir eğlenceye dini kisve giydirmek ve eğlenen dindarlar olmak, eğlenceyle bari olsun insanları dine bağalamaktı belki. Bu hüsn-ü zan ile onları dinimizi bozmak isteyen bid’atçılar ithamından korumak istesek de, Allah işin aslını bilmektedir.

Dönerek zikir, dönerek tefekkür, dönerek uçan sarhoşlar olmak, üflenen neyin ezgisinde nefsi terbiye etmek… gibi çeşit çeşit bid’atları dinmiş gibi yaygınlaştıranlar, bu bid’atlarla gerçek İslam’ı perdelemiş, kendilerinden önce dini tahrif edenler gibi onlar da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in öğrettiği ibadetlerle yetinmeyip, kendi hevalarının da ilah gibi din teşri etme arzusunu ihmal etmemişlerdir. Allah azze ve celle buyurmuştur ki: "Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?" (Furkan 43)

İnsan karışık duygularla dolu kalbini yokladığında görecektir ki, hayatta kendisi eliyle icra edilen birçok iş sadece nefsinin arzuladığı haklılıklar, işine gelen adalet, ayıbını örten dindarlık, kibrini okşayan tevazulardan ibarettir. Tabiri caizse bu kalp bir çöplüktür ve nefsini ilah edinmeye meyillidir. İhdina’s sırâta’l müstekıym (bizi dosdoğru yola ilet) diyen bir müslümana yakışan, dosdoğru yolu göstermek için binlerce peygamber gönderen Allah'ın kitabına ve peygamberinin sünnetine sımsıkı tutunmak ve onun dışında yollara sapmamaktır.

Kur'anın ve sahih sünnetin yolu sıratı müstekıym’dir. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammedin onun kulu ve rasulü olduğuna inandıktan sonra kul bu sırat-ı müstekıym yolu üzerine oturmuştur, fakat ayağa kalkmalı ve hayat devam ettiği sürece bu yolda yürüyüş devam etmelidir. Kimse olduğu yerde bekleyemez. Niçin? Çünkü şeytanlaşmış insanlar ve şeytanlar ve nefis sürekli kulu saptırmaya uğraşır. Şüpheler ilka eder, başka yollara çekmek için kolundan tutar çekerler. Onların çektiği yolun sıratı müstekıymden dışarıda olup olmadığını bilmek ise bilgiyle olur. Kur’anı okuyup anlamayan, sünneti öğrenmemiş bir adam ayaklarının hangi yol üzerinde olduğunu hiçbir zaman bilemez.

Nasıl ki bir arkadaşı kendisini bir içki meclisinde oturmaya çağırsa, hayasızlığı izlemeye çağırsa bu çağrı şeytanidir ve ahlaken sıratı müstekıymden çıkıştır. Hurafe ve bid’atların menkıbeler şeklinde insanların kalplerine yerleştirildiği sohbetlere de çağırsa, sema ayinlerine, halay çekerek zikir yapmaya da çağırsa bu çağrı şeytanidir ve iştirak eden insanın niyeti sevap kazanmak olduğu halde sıratı müstekıymden çıkıştır. Sema ayinleri, ilahi adı altında şarkıcılık, ud, cümbüş, tef, ney ve daha birçok enstrümanla besteleri çalınan tasavvuf mûsikîsi denilen haddi aşmışlıklar için açıkça soruyorum; “bu hangi İslam?” Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in ve ashabının dahi şeytanın mizmarıdır deyip kulaklarını kapadığı bu çalgılarla dans ettiklerini iddia edecek bir iftiracı varsa -ki böyleleri dinimizi bozmak için var- iddiasını isbat edeceği delilini getirsin.

Müzekkin Nüfus kitabının sahibi Eşrefoğlu Rumi böyle bir iftiraya kitabında yer vermiştir. O der ki: Rasulullah ve dörtyüz sahabisi kendinden geçinceye kadar ve hırkası sırtından düşünceye kadar raks etti (oynadı, dans etti) ve sonra hırkanın düşmesiyle raks bitti, düşen hırkayı ashabı kapıştılar, aralarında dörtyüz parçaya böldüler. Bir kere dörtyüz sahabinin şahit olup bizzat içinde bulunduğu bu olayı kim rivayet etmiş diye sormadan ve bu rivayet hangi hadis kitabında geçiyor demeden, bu anlatılanlara inanalım mı? Bu iftirayı bağrımıza basıp, bu ibadettir diye köçekleşelim mi? Hayır kıyamete kadar hangi dinden olduğu belirsiz şeytanlar bizim dinimizi bozmaya çalışacaklardır. Bu sebeple biz Sıratı müstekıym olan Kur’anın ve pak sünnetin dışında yeni yollar ihdas edenlerin ve dalalete çağıranların çağrısına bakmamalıyız. Böyle bir hadis var mı yok mu diye araştıramayan insan için peygamberiyle biraz olsun tanışmak bile ayaklarını sağlamlaştırmaya yetecektir.

Şimdi düşünüyoruz; bu hangi edep ki, Habeşli kölelerin kılıç kalkan oyunlarını dahi çirkin gören Ebu Bekr, bir kaval sesine kulaklarını tıkayan İbn-i Ömer ve perde ehli kızlar kadar utangaç bir peygamber, gûya dans ettiler, raks ettiler, sema edip döndüler(!)

Bunların hiçbiri olmadığı halde, bu hangi din sahibi iftiracı ki, peygambere ve dörtyüz sahabisine iftira ederek, “bu sünnettir” diye yutturmaya ve ümmeti dansa raksa, semaa teşvik etmektedir. (2)

İnsanın ayağını sıratı müstekıymden kaydırmak için dinimize sapkınlığı yamayan ve bu yamalıklara din süsü veren deccallerin şerrinden ancak dinimizi sahih kaynaklardan öğrenerek kurtulabiliriz. İnsanları başına toplayan, kasıtlı olarak dini bozmak istemese de, kendisi dinin cahili olan adamların da kendi vebali bir yana, o cemaatin hali ne olacak. Sahih dini öğrenemedikleri bu toplantılarda ayakları sıratı müstekıym üzere kalacak mı? Şayet bu iş böyle yürüyorsa imtihan bunun neresinde? Bir hadis öğrenmek için diyar diyar gezen Buhari’nin çabaları boşuna mıydı? Yoksa şimdi ciltler dolusu hadis kitapları elinin altında olduğu halde açıp okumayan adam mı karlı bir iş yapmaktadır?

[1] İhyau'ulumi'd-din Cilt 2 - İmam Gazali, Bedir Yay., Tercüme: Ahmed Serdaroğlu, İstanbul 1985 Gazali’ye göre “Sema (dönüş) keşfe sebep olabilir. Uyanıkken hakkı müşahade eder veya gayb’tan kendine sesler gelir.” yalanı! (S.724-725) Keşif sebeblerinin birisi de, semâ'ın yardımı ile kalb neş'esinin uyanmasıdır. Bu sayede daha önce güç yetiremediği şeyleri müşahedeye güç yetirir. Nitekim deve, devecinin sarkıları sayesinde daha önce taşıyamadığı ağır yükleri taşıyabilmesi gibi. Devenin işi ağır yükleri taşımak olduğu gibi, kalbin işi de melekûtun esrarını düşünmek ve keşf yolu ile müşahede etmektir. İşte bu sebeblerdendir ki semâ', keşfe sebeb olabilir. Belki kalb temizlenip cilâlandığı zaman, basiret gözü ile uyanıklık hâlinde Hakk'ı müşahede eder veya hafiften [gâib ten] kendisine sesler gelebilir. Uyku halinde de rüya ile bunlara ulaşabilir. Rüya ise nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür.

[2] Eşrefoğlu Rumî’nin kitabında naklettiği bu rivayetin uydurma oluşuyla ilgili bakınız. (İmam Şâtıbî El-İ’tisâm ter. sf.252 Kitap Dünyası yayınları)


not: yoruma açık, kimseyi tekfir etme hakkına sahip değilim sadece okuduğum yazıyı paylaşmak istedim.
 
Celâleddin-i Rumî

“Bu kitap, Mesnevî kitabıdır. Mesnevi hakikate ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’ın en açık bürhanıdır. Mesnevî, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer. Sabahlardan daha aydın bir surette parlar… Kalplere cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir tanesine bu yol oğulları “selsebil” derler. Makam ve keramet sahiplerince en hayırlı duraktır., en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yerler, içerler… Hür kişiler ferahlanır, çalıp çağırırlar. Mesnevî, Mısır’daki Nil’e benzer: sabırlılara içilecek sudur… Firavun’un soyuna sopuna ve kafirlere hasret. Nitekim Tanrı da, “Hakk onunla çoğunun yolunu azıtır, çoğunun da yolunu doğrultur.” demiştir. Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, Kur’ân’ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır, temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevî Alemlerin Rabbinden inmedir. Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevî’nin bunlardan başka lakapları da var. O lakapları veren de Tanrı’dır…” 29

Celâleddin-i Rumî’de, İbn Arabî gibi, kendi eliyle yazıp durduğu ve birçok İslâm dışı, ahlak dışı uydurma menkıbelerle dolu olan kitabını haşa Kur’ân gibi vasfediyor.

Oysa Allah (c.c), o vasıfları ancak Kendi Kelam’ı için kullanıyor:

“… Halbuki o eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O hikmet sahibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir.” (Fussilet/41-42)

“O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.” (Cin/26-27)

“Hayır! Şüphesiz bunlar (âyetler), değerli ve güvenilir katiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüttür,, dileyen ondan (Kur’ân’dan) öğüt alır.” (Abese/11-16)

“Görebildiklerimiz ve göremediklerimiz üzerine yemin ederim ki; Hiç şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir elçinin sözüdür.” (Hâkka/38-40)

“Hakikatte o (yalanladıkları, aslı) levh-i mahfuzda bulunan şerefli Kur’ân’dır.” (Burûc/21-22)

“Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur’ân’dır. Ona ancak temizlenenler dokunabilir. O, Alemlerin Rabbinden indirilmiştir.” (Hadid/77-80)

“Sûfiler, İslâm’ın akla uygun mistik görüşlerden azade Allah anlayışını ince yorumlarla tersine çevirip mistik bir fanatizme ve kuvvetli, loş bir duygusallığa dönüştürdüler…” 30

Allah (c.c) hakkında edepsizce tahayyüllere gitme zulmünden geri kalmadılar. Allah’ı zihinlerinde istedikleri gibi canlandırdıklarına dair orijinal bir örnek verebiliriz:

“Mevlana Şems-i Tebrizi’nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlâna Hazretleri Medresenin kadınlarına işaretle: “Haydi gidin, Kimya Hatunu buraya getirin! Mevlana Şemseddin’in gönlü ona çok bağlıdır.” Bunun üzerine kadınlardan bir grup, onu aramaya hazırlandıkları sırada Mevlâna, Şems’in yanına girdi. Şems, şahane bir çadırda oturmuş Kimya Hatun’la konuşup oynaşıyorve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlanâ bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlâna dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems “içeri gel!” diye bağırdı. Mevlâna içeri girdiği vakit Şems’ten başkasını göremedi. Bunun sırrını sordu ve “Kimya nereye gitti! dedi Mevlâna. Şems, “Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi”, buyurdu. İşte Beyazıd’ın hali de böyle idi. Tanrı ona sakalı bitmemiş bir genç şeklinde göründü.” 31

Kuşkusuz bu ifadeler sadece pervasızca söylenmiş sözler değil, Allah’a iftira ve küfrü gerektiren sözlerdir.

Bu sözlerle, Şems acaba neyi kasdetmiştir? Mutlaka vardır bir hikmeti, mantığıyla yaklaşımı, İbn Arabî’nin ortaya koyduğu; “Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir…” 32 prensibinden kaynaklanmaktadır. Allah’a karşı edepsizce cü’ret… Hem hakim hem mahkum…

Kendilerini İslâm’a nisbet eden kitlelerin nezdinde Allah dostu, veli (!) v.s diye tanımlandıkları halde bu insanlar Müslüman oluşlarının, gerçekte bir din tercihi olmadığını, çünkü aynı zamanda Yahudi, Hıristiyan, Mecusi v.s dinlerin de müntesibi olduklarını çok açık bir şekilde ifade ederler:

“…Celâleddin er-Rumî “Divan”ında şöyle diyor:
“Canım, ey nur, kaçma benden!
Kaçma benden ey parlayan görünüm,
Kaçma benden kaçma benden!
Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum,
Hatta bilemiğe takdığım Zerdüşt’ün zünnarına bak!
Zünnarı taşırım, yemliği taşırım.
Belki nuru taşırım, kaçam benden!
Müslümanım ben, ama Hıristiyanım, Brahmanisitm, Zerdüştiyim.
Ey yüce Hakk, sana tevekkül ettim, kaçma benden.
Bir tek tapınağım; mescid, kilise veya puthanem yok benim.
Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden kaçma benden!” 33

“Ne lazım gelir ey Müslümanlar ki ben kendimi bilmiyorum?
Ne Hıristiyan, ne Yahudi, ne Ermeni, ne de Müslümanım” 34
 
Hep Başkaları Müşrik Olur Sanırlar



Her toplum atalarından devraldığı mitolojinin devamını hak dine karşı savuna gelmiştir. Şamanistler, Jüpitere, Apollona tapmamış, Yunanlılar Buda’ya tapmamış, Romalılar Hubel’e, Uzza’ya tapmamış, Araplar Mevlana’ya, Somuncu Baba’ya tapmamış, İranlılar güneşe, Japonlar ateşe tapmamış, hep atalarından devraldıkları dini kabul etmişler ve devam ettirmişlerdir. Bu durum insanın inançlar hususunda kolaycı, mirasçı bir asabiyet yanlısı olduğunu göstermektedir. Allah bu durumu şu ayette tenkid etmiştir.

Onlara: «Allah'ın indirdiğine uyun» denilince, «Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız» derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru olmayan kimseler idiyseler? (Bakara 170)


Şimdi bizim memlekette türbede yatan ölüyü ilahlaştıran adama onu put mu edindiniz desen, put denince anladığı Apollon, Jüpiter, Buda heykelidir ona göre ve “ne tapması kardeşim, biz ona tapmıyoruz, bizim duamızı Allah'a ulaştırsın, bize şefaat etsin, Allah onun hürmetine sıkıntımızı gidersin diye buraya geliyoruz diyecekler. Her toplum putçuluğu atalarından devralır, Allah'a ortak koştuğu insan üstü vasıfları bulunduğuna inandığı varlığa put denilmesine şiddetle karşı çıkar.

Ona göre kendisi ve babaları müşrik olamaz, müşrikler başkaları ve başkalarının atalarıdır. Bu bir inanç işi ise babası ve dedesi yanlış mı inanmıştır, asla böyle bir şey olamaz! Bu bir liyakat işi ise cennete layık olan kendisi ve atalarıdır, çünkü o iyi bir insandır (kendince)!
 
sizi ve o yazılarından alıntı yaptığınız insanları kınamıyorum ayıplayamam da bilgisizlik bir hal değildir mahrumiyettir oysa düşüncesizlik bir haldir ...düşünemeyen insanlar hep hallerini böyle gelmiş böyle gider diye nitelerler.oysa onlar düşüncenin eteklerine bile ulaşamamışlardır.
bu yukarıda saydıklarınızı ancak cahiller yapar müslümanlar ise RABBİMİZİN şu sözünü dinler.Ben izin vermedikçe kim şefaat edebilir...

bizim işimiz ders almaktır...sizin ki iddea ediyorsanız ders vermektir buyrun ...oysa ilim peşinde koşanların mertebesi bellidir...en makbul dua da kardeşin(müslüman kardeşliği) kardeşine yaptığı duadır.''duanız olmasaydı sizin ne kıymetiniz vardı'' mealindeki ayeti kerimede duanın üstünlüğünü açıklarken varsın bunları düşünmekte sadece bize kalsın..siz ders verin inanın şahsım olarak ben ders alanlardan olmak gayretindeyim...
selam ve dua
 
Sevgili elifnisa emeğinize sağlık yalnız alıntı yaptınız kitap yada yazarın isminide eklerseniz sanırım daha sağlıklı olacaktır.Dua ile
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks