Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hakkı Titizlikle Ayakta Tutun

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Ali imran suresi ayet 86
İman ettikten, Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra inkâr eden bir toplumu Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.

Burada Hz. Peygamber'in (s.a) zamanında yaşayan Yahudi âlimlerinin, O'nun gerçekten Allah'ın peygamberi olduğunu ve O'nun öğretilerinin daha önceki peygamberlerle aynı olduğunu açıkça anlayıp, şehadet ettikleri anlatılıyor. Fakat buna rağmen onlar, sadece, O'nu reddetmekle kalmadılar; yüzyıllardan beri süren önyargıları, inatçılıkları ve Hakk'a düşman oluşları nedeniyle, aynı zamanda O'na düşman da oldular.



 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Ali imran suresi ayet 102
Siz ey imana ermiş olanlar! Derin bir duyarlıkla Allah'a karşı sorumluluğunuzun hakkıyla bilincinde olun ve O'na kendinizi yürekten teslim etmeden önce ölümün sizi alt etmesine izin vermeyin.


Allah'tan hakkıyla korkmak Bakara sûresinin (Bakara, 2/2) âyetinde açıklandığı üzere "takva mertebeleri"nin en mükemmelidir ki, iki mânâ ile düşünülür: Birisi her yönden Allah'a itaat edip, hiçbir isyan etmemek, daima zikr (Allah'ı anma) üzere bulunup, hiç unutmamak ve her halde şükredip hiçbir nankörlüğe düşmemektir ki, ilâhî şan ve büyüklüğe layık olmak mânâsına "Hak takva" demektir. Bu ise peygamberlerin en b ü yükleri gibi masum fıtrat üzere yaratılmış olanlardan başkası için ve hatta onlar için bile mümkün değildir. "Seni layıkıyla tanıyamadık, sana layıkıyla ibadet edemedik." Bundan dolayı bu âyet indiği zaman ashab-ı kiramın çok ibadet etmekten dolayı aya k ları şişmiş, alınlarının derileri soyulmuş ve bunun üzerine "Gücünüzün yettiği kadar Allah'dan korkun." (Teğabün, 64/16) emrinin inmiş olduğu rivayet edilmiştir.
İkincisi Allah yolunda hakkıyla, gücünün yettiği kadar gayret etmek ve bu konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamak, hatta anası, babası veya kendi aleyhinde bile olsa Allah için adalet ve doğruluktan ayrılmamaktır ki; bu hak, vücub (lüzumlu, gerekli) ve sabit olmak mânâsınadır. Ve bu şekilde âyeti, bunun açıklamasıdır. Allah'tan hakkıyl a korkmak ve her halde müslüman olarak ölebilmek için de her şeyden önce Allah'ın ipine toptan yapışarak tevhid üzere toplanmak ve ayrılıklardan çekinmek lazımdır. Anlaşılıyor ki, haccın farz oluşu, bu toplanmanın hem sebeplerinden, hem de maksatlarından b i rini teşkil eder. Şu halde önce kalplerin birleşmesi, ikinci olarak fiillerin birleşmesi hak dinin esaslarının en büyüklerindendir. "Ben, kendi başıma, yalnızca dinimi, imanımı koruyabilirim." demek tehlikelidir. Kendi başına kalmak isteyen fertlerin, ima n ve İslâm üzere hüsn-i hatime (iyi sonuç) ile ahirete gidebilmesi şüpheli olur. Ferd zorlama ve baskı altında her şeyini kaybedebilir. Çünkü "Allah'ın kudreti toplumla beraberdir." Ve dinin dünyada en büyük feyzi de bu toplumun kuruluşundadır. Bunun içindir ki, toplumlarını yitiren veya perişan edenler muhakkak perişan olurlar. Fiilî sebepler karşısında ilmî deliller, çoğunlukla hükümlerini yerine getiremezler. Nitekim Hz. İsa bile "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?" (Âl-i İmran, 3/52) dedi. Her mümin, Hakk'ın bir izafî tecellisine ulaşmıştır. Hakk tecellî ise bütün bağların toplanmasıyla hakk tevhidin ortaya
çıkmasındadır. Şu halde bütün iman ehli, tek kelime üzerinde fiillerini birleştirmedikçe ittikâ (layıkıyla Allah'tan korkma)ya eremez,
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Ali imran suresi ayet 108
İşte bunlar Allah Teâlâ'nın âyetleridir. Onları sana hak olarak tilâvet ediyoruz. Allah Teâlâ ise âlemlere zulüm irâde buyurmaz.


Allah, insanlara zulmetmek istemediği için, onlara, hesabını verecekleri şeyleri önceden haber vererek, doğru yolu (hidayet) gösteriyor. O halde artık bundan sonra doğru yolu bırakıp sapık yollara girenler kendi kendilerine zulmediyorlar demektir.

 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Ali imran suresi ayet 108
İşte bunlar Allah’ın, sana hak olarak okuduğumuz âyetleridir. Allah, âlemlere hiç zulüm etmek istemez.

İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki, biz onu sana hak ile okuyo*ruz. Ne müthiş bir şeref değil mi? Okuyan kim? Allah. Oku*nan kim? Muhammed (a.s). Şu anda okuyan kim ben? Okuyan kim? Sizler. Okunan kim? Müslümanlar. Bizler için şereflerin en büyüğüdür bu. Bu şerefe nail olmak istiyorsanız sizler de okuyun birilerine bu âyetleri.

Allah peygamberine okuyor bu âyetleri. Hem de hak ola*rak, hu*kuk olarak, uygulanması gereken yasa olarak okuyor. İşte hak bilgi, doğru bilgi budur, işte izzet budur, şeref bu*dur. Rabbimizin elçisine ve onun şahsında bizlere okudu bu hak âyetleri. Ve bu hak âyetlerin dı*şında kesinlikle hak bir bilgi yoktur. Bundan daha güzel hak bir yasa yoktur. Bu âyetlerden daha güzel bir hukuk olur mu? Bu âyetlerin is*tediği hayattan daha güzel bir hayat olur mu? Bundan daha üstün bir nimet olur mu?

Öyleyse ey müslüman, sen sana izzet ve şeref kazandıracak, seni en doğru bilgiye ulaştıracak bu Allah âyetlerini bir kenara bırakıp da başka şeyleri, başkalarının âyetlerini, başkalarının kitaplarını, şeytanların vahiylerini nasıl okursun? Allah’ın kitabını bıra*kıp da nasıl onların bilgileriyle bilgilenmeye çalışırsın? Yakışıyor mu sana bu? Al*lah’ın bizzat, elçisine okuduğu bu âyetleri sen nasıl okumazsın? Nasıl olur da, bu kitabı gündemine almazsın sen? Na*sıl bu kitaptan uzak bir hayat yaşayabilirsin? Nasıl kitapsız bir gün geçirebilirsin? Senin dün*yan, senin ticaretin, senin evin, senin atın, araban bu kitaptan daha mı önemli ki, onlar bu kitapla bera*berliğini engelleyebiliyorlar?

Şu sanat tanrıları, şu ekonomi tanrıları, şu oyun eğlence tan*rıları bu kitaptan daha mı değerli ki hep onları gündeme getiri*yorsun da bu kitabı gündemine almıyorsun? Rabbinin bu kitabını okumadan nasıl bir hayat yaşayabiliyorsun? Allah’ın bu hak olan âyetleri şu dün*yandaki zavallı, âciz insanların sözlerinden, yasala*rından daha mı de-ğersiz ki, onlarınkiyle ilgileniyorsun da Rabbinin âyetleriyle ilgilen*mi-yorsun? İnsanlar için bundan daha büyük bir zillet olur mu? Bundan daha büyük bir ceza olur mu?

Allah kimseye zulmetmez. Allah âlemler için zulmü iste*mez. Kullarına zulmetmeden yana değildir. Allah âyetlerini böyle açık açık anlatmadan kimseyi sorumlu tutmaz. Ama insan*lar kendi hür iradele*riyle zulmü istiyorlarsa, insanlar zalim oluyor*larsa, olmamaları gere*ken yerde, bulunmamaları gereken ko*numda olarak, kendilerini Al*lah’a kulluk ortamından çıkararak, kendi kendilerine zulmetmeye başlarlarsa, insanlar Allah’ın âyetle*rine karşı, böyle kör ve sağır dav*ra-narak zulmetmeye başlarlarsa, yâni insanlar zulmü isterler ve zulmü hak ederlerse, o zaman Al*lah da onların bu zulümlerini onaylayıverir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
<FONT size=6><FONT size=2>Ali imran suresi ayet 112
Onların üzerlerine nerede bulunurlarsa bulunsunlar zillet (damgası) vurulmuştur. Meğer ki, Allah Teâlâ'dan bir ahde ve nâstan bir ahde sarılsınlar. Ve Allah Teâlâ'dan bir gazaba uğradılar ve onların üzerine meskenet de vuruldu. Bu da onların âyât-ı ilâhîyyeye küfretmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri sebebiyledir. Çünkü âsi olmuşlar ve haddi tecavüz eylemekte bulunmuşlardı.


Yani, "Onların dünyada yaşadıkları en ufak bir güvenlik bile kendileri tarafından kazanılmamıştır; aksine, başkalarının yardımları ve nezaketi nedeniyle güvenliğe sahip olmuşlardır. Onlar bunu, ya Allah adına müslüman devletlerden ya da başka nedenlerle gayri müslim devletlerden almaktadırlar. "Eğer bazı durumlarda biraz politik güç kazanmışlarsa bunu bile kendi çabalarıyla değil, başkaları sayesinde elde etmişlerdir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Ali imran suresi ayet 154
Sonra o gamın ardından üzerinize bir emniyet, hafif bir uyku indirdi ki, sizden bir zümreyi örtüp kaplayıverdi. Sizden bir tâifeyi de nefisleri kaygıya düşürmüştü. Allah Teâlâ'ya karşı cahiliye zannı gibi hakka muhalif bir zanda bulunuyorlardı. Diyorlardı ki: «Bize bu emirden bir şey var mıdır?» De ki: «Şüphesiz emrin hepsi de Allah'ındır.» Onlar sana açıklamıyacakları şeyleri kendi nefislerinde gizleyiverirler. Derler ki: «Eğer bizim için bu emirden bir şey olsaydı burada katlolunmazdık. De ki: «Eğer sizler evlerinizde olsaydınız, üzerlerine katledilmeleri yazılmış olanlar yine çıkar, ölüp yatacakları yerlere kadar muhakkak giderlerdi.» Ve Allah Teâlâ göğüslerinizin içinde olanı meydana koymak ve kalblerinizde olanı temizlemek için (bu hadiseyi vücuda getirirdi). Ve Allah Teâlâ sinelerde bulunanları hakkıyla bilendir.

O gamdan sonra Allah size bir emniyet, bir uyku verdi ki, içinizden bir kısmını bu uyku basıyor, sarıyordu. Malumdur ki, insanı şiddetli korku içinde uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de perişanlık artar. Buna göre, böyle bir hâl içinde uyuyabilen, korkuyu unutmuş, bir emniyet duymuş, kalbinde bir sükûnet (sakinlik) bulmuş demektir. Rivayet ediliyor ki, müşrikler olayın cereyanından sonra Uhud'dan açılırken, "yine geleceğiz" diye tehdid savurarak açılmışlardı. Müslümanlar da duruma bakarak emin olamıyorlardı. Düşmanın sahte bir dönüşle, aldatarak tekrar hücum etmesinden veya giderken Medine'ye bir baskın yapmasından çok fazla endişe ediyorlardı. Ve hatta düşman dönüp şidd e tle bir hücum daha yapacak olursa bütün bütün yok olmak tehlikesinin bile baş göstereceğinden korkanlar bulunuyordu. Bunun için kalkanlarının altında çarpışmaya hazır bir halde duruyorlardı. İşte bu korku ve keder içinde bulundukları bir sırada idi ki, Allah bir emniyet verdi. Uyuklamaya başladılar. Hazreti Zübeyr demiştir ki: "Korkunun şiddetlendiği sırada ben Peygamber'le beraberdim. Allah bize bir uyku verdi ki, beni uyku basıyordu ve uykum arasında rüya gibi Muattib b. Kureyş'in, "Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik." dediğini vallahi işitiyordum". Ebu Talha hazretleri de demiştir ki: "Uhud günü başımı kaldırdım, kimi gördümse kalkanının altında uykudan eğilmiş idi. O gün ben de uyku basanlardan idim, elimden kılıcım düşerdi alırdım. Sonra kamçım düşerdi alırdım". Böyle bir emniyet duygusu Bedir'de de vâki olmuştur. "O zaman sizi, Allah'dan bir güven olmak üzere hafif bir uyku bürüyordu." (Enfal, 8/11) ki bunlar, Allah'dan gelen feyz ve ilhamlar ve ilâhî sükünet cümlesindendir. Bu uyk u, normal bir uyku olmayıp, fevkalade ilâhî bir yardım olmuş ve müslümanlar bundan çeşitli şekillerde istifade etmişler. sözünden anlaşılıyor ki, orada bütün müminlere inen bu uyku, hepsini
birden bastırmamıştır. Sözün kısası bu askerde iki zümre vardı. Müminler, münafıklar. Müminler, Muhammed aleyhissalatü vesselamın Allah tarafından hak peygamber olduğuna ve sözleri kendi arzusundan olmayıp hak vahiy bulunduğuna kesin şekilde inanmış ve Allah'ın bu dine yardım edeceğini ve bütün dinlere üstün getireceğ i ni de Peygamber'den dinlemiş bulunduğundan, bu kötü olayın, köklerini kesecek bir yok etmeye kadar varamayacağına imanları gereğine kesin ümitleri vardı. Bu sayede o korkulara rağmen emniyetleri yok edilmemiş "Ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlüklere, nede uğradığınız musîbetlere üzülmeyesiniz." sırrı da tecelli etmiş bulunduğundan, kendilerini uyku tutabilmiş ve bununla bütün bütün sükunet bularak korkuları tamamen kalkmış ve kendilerini toplamışlardı.
Diğer bir topluluk da nefislerinin derdine düşmüş, kendilerinden başka bir şey düşünmüyor. Dine, Peygamber'e önem vermiyor, nefislerine ait istekleriyle uğraşıyorlardı ki, onlar münafıklar idi. Muhammed aleyhisselamın peygamberliği hakkında şüphe üzerinde bulunuyorlar ve harbe ganimet hevesiyle vey a ihtilal fikriyle gelmişlerdi. Çokları daha başlangıçta Abdullah b. Übey ile beraber savuşup gitmiş, bir kısmı da kaçamamış kalmıştır. Olay bu duruma dönüşünce, başlangıçta gönüllerinde intikam almış gibi bir sevinç hissettiler; sonra da her iki taraf içi n şüpheli mevkide bulunduklarından dolayı, korkuları şiddetlendikçe şiddetlendi. Gözlerine uyku girmedi. Cahiliyye (İslâm öncesi) kafasıyla Allah'a sû-i zanda bulunuyorlar, "Artık Peygamber'in işi bitti, yok oldu." batıl zannında bulunuyorlardı. "Muhammed hak peygamber olsaydı, Allah ona böyle kafirleri musallat etmezdi." diyorlar, Allah'ın "Dilediğini yapar, dilediğine hükmeder." bir fail-i muhtar, dilediğini yapmakta serbest olduğunu bilmiyorlardı. Allah'ın Resulü'ne güya danışıyorlarmış, emir bekliyorlarmış gibi, "gözetilen o zafer işinden bizim için az bir pay var mı?" Diğer bir mânâ ile, "bize bir iş, bir tedbir var mı?" diyorlardı ki; bu deyim, "Nasıl, bundan sonra hakimiyet işinden bize de bir hisse var mı?" gibi, bir siyasi (politik) maksadı veyahut, "Nasıl, bu işlerde biz bir dolap çevirebiliyor muyuz? Senin vaad ettiğin zaferi neticesiz bırakacak bir rol oynayabiliyor muymuşuz?" gibi bir kinciliği içine alabilir.
Ey Muhammed! De ki: Bütün iş Allah'ındır. Şu halde neticede bütün galibiyet (üstünlük) O'nun ve O'nun dostlarınındır. "Şüphesiz ki Allah'tan yana olanlar üstündürler." (Maide, 5/56). Yahut
bütün Bedir onundur. Ezelde ilâhî takdirinde ne hükmetmiş ise o olacaktır. Ey Muhammed! O münafıklar nefislerinde (yani gönüllerinde veya kendi aralarında) bir şey, bir bozuk fikir, bir küfür gizliyorlar ki, onu sana açmazlar. Denilmiş ki, müslümanlarla beraber bu savaşa geldiklerine pişman oluyorlardı. Aralarında "Bizim için o vadolunan işten bir şey olsaydı (yani Muhammed'in vaadi d oğru olsaydı), yahut bizim fikir ve tedbirden hissemiz olsaydı, fikrimizle hareket edilseydi, burada böyle öldürülmeye maruz olmaz, içimizden bu kadar ölü vermezdik." diyorlar. Ecelin iki olduğunu söylüyorlar, normal sebeplerin, ilâhî iradenin tersine etk i edebileceğini sanıyorlar. "Emr" kelimesi ya "umûr" kelimesinin veya "evamir" kelimesinin müfred (tekil)i olduğuna göre, bu söz birkaç mânâya gelebilir. Bir yandan Hz. Peygamber'in belli şartlarla Allah tarafından vaad etmiş olduğu zafer işini yalanlamak m aksadıyla peygamberliğe bir itiraz; diğer yönden yukarda açıklandığı üzere Abdullah b. Übeyy'in Medine'den çıkılmaması hakkındaki reyi kabul edilmemiş olduğundan dolayı, Peygamber'in emir ve isteğini hatalı bulma ve bunun altında istişareden daha kuvvetli bir şekilde hükümet işine iştirak etmek ve işe karışmak, bu niyetle Peygamber'in idare şeklini istibdatkâr (keyfi idareye yakışır şekilde) görmek isteyen bir ihtilal fikri vardır. Bu münafıklar derken bu niyetleri besliyorlar ve tabiatıyla açıklıyamıyor l ardı. Halbuki önce Resulullah, münafıkların başı olan Abdullah b. Übeyy'i istişareye davet etmişti. İkinci olarak kendisi de rüyasını anlatmış ve aynı görüşte bulunmuş ve fakat şûrâ (danışma kurulu)nın çoğunluğu, çıkmak görüşünde ısrar ettiklerinden dolayı, o görüş hakim olmuştu. Buna göre bu durum karşısında Resul-i Ekrem'e münafıkların bir çeşit istibdad isnat edercesine "eğer bu işten bize bir şey olsaydı..." demeleri, iftira edercesine bir gerçeğin tahrifi (bozulması) idi. Üçüncü olarak, bu olay il e tecrübe göstermişti ki, münafıkların istişare içine alınması bile hikmete uygun değildir. Çünkü Abdullah b. Übey, kibir ve gururundan fikrinin kabul edilmemesine tahammül edemeyerek kırgınlığını artırmış, savaşla ilgili tedbirlerin akışını yakından öğren e rek ona göre orduda ihtilal çıkarmaya çalışmıştır. Bu sebepleydi ki yukarda açıklandığı üzere " Ey inananlar, kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin." (Âli İmran, 3/118) ayeti inmiş ve "De ki: Bütün işler Allah'a aittir." ilâhî emri ile bu b akış açısından da gerçek gösterilmiştir. Ve bunlara rağmen İslâm ile ilgili işlerde istibdad (zorbalık) olmadığını ayrıca açıklamak için de "İşte onlarla istişare et." (âyet: 159) emri gelecektir. Şimdi böyle ölü vermezdik iddialarına
da "Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine öldürülüp yatacakları yere çıkıp gideceklerdi." diye cevap, emir buyurulmuştur. Yani, "Ey Muhammed de ki, Uhud'a çıkmayıp da evlerinizde (yani Medine'de) bulunsaydınız, öldürülmeleri yazılmış olanlar, herhalde, devrildikleri yerlere çıkacaklar, yine öldürüleceklerdi". Zira Allah'ın takdirini geri çevirmek ve değiştirmek mümkün değildir. Ve bundan dolayı Allah'a su-i zan (kötü zan) da bulunmamalıdır. Allah bunları inananlara yardımı olmadığından değil, nice nice hikmet ve iyi şeyler için ve özellikle içinizdeki ihlas (samimiyet) ve nifak(bozgunculuk)ı tecrübe âleminde imtihana çekmek ve kalblerinizdeki gizli şeyleri, vesveseleri, şüpheleri günahları tasfiye ve temizlemek için böyle yapmıştır. Şunu da bilmeli ki Allah sinelere arkadaş olan ve onlardan ayrılmayan sırları ve gizlilikleri tamamen bilir. Şu halde öyle imtihanlara çekmesi de bilmediğinden değildir. Bunda, Rabb olmanın gerektirdiği bir seçme sırrı vardır ki, bununla müminler alışkanlık kazanır, münafıkların da durumları ortaya çıkar.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Ali imran suresi ayet 181
Andolsun; "Gerçek, Allah fakirdir, biz ise zenginleriz" diyenlerin sözlerini Allah işitmiştir. Onların bu sözlerini ve Peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve: "Yakıcı olan azabı tadın" diyeceğiz.

Yahudiler bu sözü Bakara suresinin 245. ayetinin nazil olması üzerine söylemişlerdir: "Aranızda Allah'a güzel bir borç verecek olan kimse..." Onlar bu sözü alaya aldılar ve şöyle dediler: "Ah, evet! Allah servetini kaybetti, şimdi de kullarından borç istiyor."

 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nisa suresi ayet 105
Şüphesiz Biz sana kitabı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah Teâlâ'nın sana bildirdiği vech ile hükmedesin ve hainler için müdafaacı olma.

Ensar'ın Beni Zafer kabilesinden Te'ame veya Beşir bin Ubeyrik denilen bir adam vardı. Te'ame başka bir ensarın zırhını çalmış ve bir Yahudinin evine gizlenmişti. Bir hırsızlıkla ilgili soruşturma başladığında zırhın sahibi meseleyi Hz. Peygamber'e (s.a) götürdü ve O'na Te'ame'den şüphelendiğini söyledi. .
Fakat suçlu olan Te'ame, akrabaları ve Beni Zafer kabilesinden birçok kişi işbirliği yapıp suçu, suçsuz olduğunu savunan Yahudinin üzerine yıktılar. Te'ame'nin akrabaları Yahudiye suçlamayı sürdürerek şöyle söylediler: "Hakkın düşmanı olan, Allah ve Rasûlü'ne inanmayan bir Yahudinin sözüne güvenilmez. Oysa biz müslümanız ve güvenilir kişileriz, o halde bizim sözümüze inanılmalı." Hz. Peygamber (s.a) tabiî olarak, doğru gibi görünün bu iddiadan etkilendi; neredeyse Te'ame'yi beraat ettirip Yahudi aleyhine hüküm verecekti ki bu meseleyi açıklığa kavuşturan bir vahiy aldı.
Hz. Peygamber (s.a) bir hâkim olarak kendi önüne getirilen delillere göre hüküm verecek olsaydı suçlu sayılmazdı. Çünkü hâkimler, kendi önlerine getirilen delillere göre hüküm vermelidirler ve bazen insanlar olayı yanlış aksettirerek kendi lehlerine hüküm verilmesini sağlamayı başarabilirler. Fakat meselenin bir yönü daha vardır: Eğer Hz. Peygamber (s.a) İslâm ile Küfür arasında kıyasıya bir çatışmanın hüküm sürdüğü o dönemde Yahudinin aleyhine hüküm verseydi, İslâm düşmanları O'nun, İslâm toplumunun ve İslâm davetinin aleyhinde kuvvetli bir manevî silah ele geçirmiş olacaklardı. İslâm aleyhinde sıkı bir propagandaya girişip: "Müslümanlar arasında hiç adalet yoktur. Bu Yahudi aleyhine verilen hükümden de anlaşılacağı üzere, onlar her ne kadar önyargı ve kavmiyetçiliğin aleyhinde gibi görünüyorlarsa da önyargılı ve kavmiyetçidirler." diyeceklerdi. Bu nedenle Allah, müslümanları bu tehlikeden uzaklaştırmak için meseleye doğrudan müdahale etmiştir.
Bu pasajda (105-115. ayetler) bir taraftan kendi kabilelerinden suçlu olan kişinin suçunu gizlemeye çalışan müslümanlar, kavmiyetçilikleri nedeniyle sert bir şekilde azarlanıyorlar, diğer taraftan bütün müslümanlara kavmiyet ve kabile endişelerinin adaleti engellememesi gerektiği öğretiliyor. Bir kimsenin, haksız olduğu halde kendi grubundan bir kişiyi savunup, haklı olduğu halde karşı gruptan bir kimseyi suçlaması apaçık bir ihanettir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nisa suresi ayet 170
Ey İnsanlar, peygamber size Rabbinizden hakkı getirdi. Ona iman ediniz, bu sizin için hayırlı olur. Eğer inkâr ederseniz, göklerde ve yerdekiler Allah'a aittir. Allah Alimdir, Hakimdir.

Gerçek olana sarılın, gerçek olmayana sarılmayın. Doğru olanı alın. Yanlış olanı değil. O peygamber doğru olanı getirdi. Hak olanı getirdi, Rabbinizden "Öyleyse ona iman edin de, size de hayırlı olsun" diyor Al­lah (c.c.) "Yani faydalı olsun" diyor.
"Peki ya inkâr ederseniz, eğer o peygambere iman etmez de onu inkâr ederseniz. Allah'a bir zarar vermeniz mümkün değil." "Yerde ve gökte her ne varsa Allah (c.c.)'e aittir." Yani sizin ibadetinize, sizin imanınıza Allah'ın ihtiyacı yok. Bu kadar ısrarla sizin iman etmenizi istiyorsa, bu si­zin hayrmızadır.
Yoksa ne imanınız, ne ameliniz, hiçbir şekilde Allah'a fayda vermez. "Kim İslâmi tercih ederse, hidayete girerse kendinedir, Kim de sapıtacak olursa, sapıklığı kendi zarannadır" diyor Allah (c.c.) "Allah herşeyi bi­lendir, herşeye hükmedendir" diyor Allah (c.c.) Yani iman edeni de, et­meyeni de edecek olanı da, etmeyecek olanı da bilir.[
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nisa suresi ayet 171
Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryemoğlu Mesih İsa, ancak Allah'ın peygamberi ve kelimesidir. Onu (OL' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve peygamberine inanınız; "üçtür" demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundurVekil olarak Allah yeter.

Burada "Kitap ehli" ile, dinde sınırı aşan ve Hz. İsa'ya (a.s) olan aşırı sevgileri nedeniyle Onu ilâh mertebesine çıkaran Hıristiyanlar kastediliyor. Bu, diğer aşırı uca yönelerek Hz. İsa'ya (a.s) düşmanlık gösteren Yahudilerin (diğer Kitap ehli) tam aksi bir durumdadır.

Hz. İsa (a.s) , babasız dünyaya geldiği için çoğunlukla "Allah'ın kelimesi" diye anılır. Allah, Hz. Meryem'in hiçbir erkek dokunmadan hamile kalmasını emretmiş ve Hz. Meryem de Hz. İsa'ya (a.s) hamile kalmıştır. Başlangıçta Hıristiyanlara Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın emri (kelimesi) ile babasız dünyaya geldiği söylenmişti, fakat onlar yine de felsefesinden etkilendikleri için "kelime"yi (emir) "İlâhî kelâm" anlamında kabul ettiler. Daha sonra "İlâhî kelâm"ı "Logos"a çevirdiler. Daha sonra Hz. İsa'nın (a.s) ilâhlığı inancını savunan bâtıl Logos doktrinini kurdular. Bu şekilde Allah'ın kendisini veya kendi kelâm sıfatını Hz. İsa'nın kişiliğinde tezahür ettirdiğine inanmaya başladılar. (Bkz. Yuhanna, 1; 14) .

Burada Hz. İsa, (a.s) "Allah'tan bir ruh" olarak anılmaktadır. Bakara Suresinin 253. ayetinde de Allah'ın Hz. İsa'yı (a.s) "Kutsal ruh" ile takviye ettiğinden bahsedilir. İki durumda da bu, Allah'ın Hz. İsa'yı (a.s) yüksek ahlâkî faziletlere ve mükemmel bir hak sezgisine sahip ve tüm kötülüklerden uzak kutsal bir ruhla teçhiz ettiği anlamına gelir. Hıristiyanlara bu öğretilmiş olmasına rağmen, onlar yine aşırı giderek "Allah'tan bir ruh"u, "Allah'ın ruhu" diye değiştirdiler ve Kutsal ruhun anlamını Hz. İsa'ya (a.s) hülûl eden "Allah'ın kendi ruhu" diye saptırdılar. Dinde yaptıkları bu saptırmalar "üçlü doktrin" inancına neden oldu. Üçün birliği, yani Baba, Oğul, ve Kutsal ruh'un bir tek Tanrıda birleşmesi inancı.
"Allah'tan bir ruh" ifadesini Matta İncili'ndeki ifadesinin tersine "Allah'ın ruhu" (Kutsal ruh) diye değiştirdiler. Oysa Matta'da (1; 20) "Meryem'de hasıl olan şey 'Kutsal ruh'tan' idi ifadesi geçiyordu. Yani Kutsal ruh'un kendisi değildi.

Yani, "Hz. İsa (a.s) sadece Allah'tan bir ruh olduğuna ve O'nun ilâhlıkta bir payı olmadığına göre, sınırları aşmayın ve sadece Allah'a inanıp Hz. İsa (a.s) dahil bütün rasûllerine inanın." Hz. İsa'nın (a.s) öğrettiği gerçek de budur ve gerçek Hıristiyan da buna inanmalıdır.

Hıristiyanlar üçün birliğine (teslis) inandıkları için eliştiriliyorlar ve onlara haddi aşmamaları tavsiye ediliyor. Garip görünmesine rağmen Hıristiyanların hem Allah'ın birliğine, hem de teslise inandıkları bir gerçektir. Çünkü hiçbir Hıristiyan Hz. İsa'nın (a.s) Kitab-ı Mukaddes'teki sözlerine göre Allah'tan başka ilâh olmadığı gerçeğini reddedemez. Fakat Hıristiyanlığın daha ilk döneminde Logos doktirinin ortaya çıkması, onları yanlış bir inanca yöneltti. Allah ve Kutsal ruh ile birlikte Hz. İsa'nın (a.s) ilâhlığına inanmaya başladılar. O zamandan beri bu iki zıt inancı uzlaştırmak onların en önemli çıkmazları olmuştur ve onsekiz yüzyıldan beri Hıristiyan İlâhiyatçılar bu kendi icat ettikleri sorunu çözmeye çalışmaktadırlar. Bundan başka, bu doktrinlerin değişik yorumları üzerine birçok Hıristiyan mezhebi kurulmuş ve her mezhebin diğerini küfürle suçladığı birçok dinî tartışmalar ortaya çıkmıştır. Kısacası bütün alimler ve tefsirciler ne Allah, ne de Hz. İsa (a.s) tarafından ortaya konulmayan bu meselenin çözümlenmesi için uğraşmaktadırlar. Bu sorunun çözümünün olmadığı açıktır; çünkü hiç kimse, hem üç kişinin ilâhlığını paylaştıkları, hem de Allah'ın hiç ortağı olmaksızın tek olduğu inancını savunan bir sorunu çözümleyemez.
Bu ikilem, onların ilâhî sınırları aşmaları sonucu ortaya çıktığı için, ancak haddi aşmaktan sakınırlar, Hz. İsa'nın (a.s) ve Kutsal ruh'un ilâhlığı inancından vazgeçerler, yalnız Allah'a ibadet edip bağlanırlar ve Hz. İsa'yı (a.s) Allah'ın ilahlığına ortak değil Allah'ın Rasûlü olarak kabul ederlerse bu ikilem çözülebilir; ancak tüm şartlar yerine getirildiğinde mümkündür bu.

Bu ayet, Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın oğlu olduğuna inanan Hıristiyanların haddi aştıkları dördüncü noktayı reddeder. Bu inançla onlar, kendi dinlerinin sınırını aşmışlardır. Yeni Ahid'in ilk üç kitabına göre (bu sözler güvenilir kabul edilse bile) Hz. İsa (a.s) Allah'la insan arasındaki ilişkiyi baba ile oğul arasındaki ilişkiye benzetmiştir ve İsrailoğulları arasında yaygın olan geleneğe göre, Allah'a mecazi olarak baba demiştir. Eski Ahid'te de buna benzer birçok örnekler vardır. Hz. İsa (a.s) "Baba" kelimesini kavminin kullandığı anlamda da kullanmıştır. O, Allah'ı sadece kendi babası olarak değil, tüm insanlığın babası olarak adlandırmıştır. Fakat buna rağmen Hıristiyanlar sınırı aşıp Hz. İsa'yı (a.s) Allah'ın tek oğlu olarak ilân etmişlerdir. Onlar, bu saçma inancı, Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın tezahürü olduğu ve O'nun Kelimesi Ve Kutsal ruhu'nun tecessüm etmiş şekli olduğu varsayımına dayandırmışlardır. Aynı zamanda Allah'ın bütün insanlığın işlediği günahın yükünü üzerine alması, çarmıha gerilmesi ve kendi kanı ile insanların günahlarına kefaret olması için, kendi biricik oğlunu yeryüzüne gönderdiğine inanarak, büyük bir sapıklığa düşmüşlerdir. Bu inanç tamamen onların hayallerinin ürünüdür, çünkü Hz. İsa'nın (a.s) bunu destekler nitelikte bir tek sözü bile yoktur.
Burada Allah "Kefaret" doktrinini reddetmiyor, çünkü bu Hıristiyan inancının temel bir ilkesi değildir. Bilâkis (a) Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın oğlu olduğu inancının (b) "Eğer Hz. İsa (a.s) Allah'ın oğlu ise, neden çarmıha gerilerek öldürüldü?" sorusuna verilen felsefî ve mistik cevabın bir yan ürünüdür. Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın oğlu olmadığı ve çarmıhta ölmediği gösterildiğinde, bu doktrin de zaten otomatik olarak reddedilmiş olmaktadır.

Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ın olduğu için, onlardan hiçbiri O'nun baba-oğul ilişkisi içinde değil, bilâkis efendi ve köle ilişkisi içindedirler.

Allah mülkünü idare etmeye yeter ve bunun için bir oğula ihtiyacı yoktur.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Maide suresi ayet 27
Onlara Adem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerinki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) Demişti ki: "Seni mutlaka öldüreceğim." (Öbürü de:) "Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabul eder."

Yani, "Senin kurbanının kabul edilmemesi benim suçum değildir; takva sahibi olmadığından kurbanın kabul edilmiyor. Bu yüzden beni öldürmeye girişmek yerine, takvayı yerleştirmeye bak."

 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Maide suresi ayet 48
Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitapları doğrulayıcı ve ona 'bir şahid-gözetleyici' olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik.
Öyleyse aralarında Allah'ın indiridğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku) larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) size verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.


Burada el-Kitap kelimesinin kullanılışı oldukça anlamlıdır. "Kur'an kendinden önceki kitaplardan kalanı doğrular" yerine, "Kitap'tan kalanı" denmektedir ki, bu, Kur'an'ın ve Allah tarafından farklı dillerde ve farklı zamanlarda gönderilen kitapların gerçekte aynı tek bir Yazar'ı aynı hedef ve amacı bulunan bir ve aynı kitap olduğunu gösterir. Bu kitaplar aynı bilgiyi ve öğretiyi getirir. Aralarındaki tek fark, farklı dillerde olmaları ve hitap ettikleri kavimlere uygun olarak farklı yöntemler kullanmalarıdır. Bu bakımdan, bu kitapların birbirlerini reddetmeyip desteklemeleri, birbirleriyle çelişmeyip uyuşmaları gerçeği, hepsinin tek ve aynı Kitab'ın (el-Kitap) değişik nüshaları olduğunu gösterir.

Arapça müheymin kelimesi anlam bakımından oldukça kapsamlıdır. Koruyan gözeten, tanıklık eden, barındıran, doğrulayıp destekleyen demektir. Kur'an "Kitab"ı korur. Çünkü onda tüm önceki kitapların öğretileri vardır. Gerçek öğretileri kaybolmasın, boşa gitmesin diye Kur'an önceki kitapları gözetir. Onlarda değişmeden kalan Allah'ın sözüne şahit olduğu için onlara tanıklık eder ve insanların katıp karıştırdığı tevil ve tefsirlerden arındırır. Kur'an'ın doğruladığı Allah'ın sözü, karşı çıktığı ise insanların kattığıdır.

"Her biriniz için kanun ve hayat tarzı kıldık" cümlesi, "Bütün peygamberler ve kitaplar aynı yaşama şeklini öğrettiği ve hepsi de birbirini doğrulayıp desteklediği halde, neden kanunlarının ayrıntılarında farklılıklar vardır?" şeklinde gelebilecek bir soruya cevap vermek için konmuş bir ara cümledir. Söz gelimi, yukardaki soru bir örnekle şöyle sorulabilir: Çeşitli peygamberlerin ve kitapların getirdiği kültürel ve sosyal düzenlemelerde, meşru ve gayri meşrunun sınırlarında ve ibadet biçimlerinde neden bazı farklılıklar vardır?

Bu sorunun cevabı şöyledir:
1) Çeşitli konuların ayrıntılarındaki sözü edilen farklılıklardan, bunların ayrı kaynak ve kökenlerinin bulunduğu sonucuna varmak yanlıştır. Gerçekte hepsi de farklı toplumlara ve farklı zamanlara uygun düşsün diye farklı düzenlemeler getirici Allah'tandır.
2) Hiç şüphesiz Allah, başlangıçtan beri tüm insanlar için tek ve aynı Kanun'u koyabilir ve onların hepsini tek bir ümmet yapabilirdi; fakat pek çok gerekli nedenlerle böyle yapmamıştır. Buradaki hikmetlerden biri, kendilerine Allah tarafından verilene itaat edecekler mi, etmiyecekler mi diye insanları denemektir.
İlâhî Sünnet'in ruhu ve niteliğiyle birlikte, taşıdığı düzenlemelerin yerini anlayan ve önyargılı olmayanlar, hangi biçimde gelirse gelsin gerçeği tanıyacak ve kabul edeceklerdir. Böyleleri Allah'ın öncekilerin yerini almak üzere gönderdiği yeni düzenlemelere teslim olmakta tereddüt göstermezler. Buna karşılık, Sünnet'in gerçek ruhunu anlamayıp, yalnızca düzenlemeleri ve ayrıntılarını Sünnet'in kendisi yerine koyanlar ve kendi yaptıkları eklentilerden dolayı bağnazlaşıp önyargıya kapılanlar, ellerindekini değiştirmek üzere Allah'tan gelen herşeyi reddedeceklerdir. Ve, bu tür bir deneme yukarda sözü edilen iki tür insanı birbirinden ayırdetmek için gerekliydi. Bu yüzden değişik kanunlar ve düzenlemeler yapılmıştır.
3) Kanunların hepsinin gerçek hedefi, görünürde taşıdıkları farklılıklara bakmadan, Allah'ın insanlara üzerinde yarışmalarını emrettiği faziletlerin yeşertilmesidir. Bu yüzden, Kanun'un gerçek amacını göz önünde bulunduranlar, İlâhî Kanunların ve düzenlerin gösterdiği çizgide bu amaca doğru yürümelidirler.
4) Önyargıların, inadın ve yanlış zihni tavırların ürettiği farklılıklar ne polemikçi sempozyumlarda, ne de savaş alanlarında çözülebilir; bütün bunlar nihaî hükmüyle Allah tarafından karara bağlanacaktır. Bu son Hüküm günü, gerçek açıklanacak ve insanlar hayatları boyunca daldıkları tartışmalarda yatan Hakk'ın veya Bâtıl'ın miktarını öğreneceklerdir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Maide suresi ayet 77
De ki: "Ey Kitap Ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, bir çoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun heva (istek ve tutku) larına uymayın."

Ey Muhammed de ki: Ey kitap ehli ve özellikle ey hıristiyanlar, dininizde haksız yere gulüv etmeyin (aşırı gitmeyiniz). Gulüv, esasında oku ileriye atmaktır. Bundan, herhangi bir şeyin kadrini ve menzilini geçmek ve sınırını aşıp ileriye gitmek mânâsında genişçe kullanılmıştır. Buradan anlaşılıyor ki dinin sınırı haktır. Ve kitap ehlinin bulundukları dinde hak da vardır, batıl da. Aynı şekilde dinde aşırılık iki çeşittir: Birisi haklı gulüv, diğeri haksız gulüvdür. Haklı aşırılık, dinin hakikatlerini inceden inceye araştırmak ve inceliklerini arayıp taramak ve tetkik e t mek, delillerini ve burhanlarını elde etmek suretiyle hükümlerini tam bir dikkatle tatbik etmektir ki, buna selabet, ittika, vera, ictihad, mücâhede, gayret ve dînî hamiyet de denilir. Âyet bunu yasaklamamış belki desteklemiştir. Hak olan hususlarda ne ka d ar ileri gidilse ifrat (aşırı) ve taassub (tutuculuk) sayılmaz. Diğeri ise batıl ve haksız olan gulüvdür ki, bu delillere göz yumup, şüpheler arkasına düşerek ifrat (aşırı) veya tefrit (tersine aşırı) ile hakkın hududunu geçmek ve açık olan hakkı teslim e t meyip tersini benimsemektir ki, buna da taassup (tutuculuk) ve bilgisizliği koruma denilir. Âyet, "haksız yere" diye işte bu çeşit aşırılığı yasaklamıştır. Yani dinde hedefimiz daima hak olsun, kör bir taklit, kuru bir tutuculuk ile ifrat veya tefrîte s a pıp hakkın sınırını geçmeyiniz. Haksızlık yapmayınız,
haksız şeylerde ısrar etmeyiniz. Ey hıristiyanlar, siz Mesih'in hak olan peygamberliğini ileri geçip de onu ilâhlık mertebesine çıkarmayınız. Ey yahudiler, siz de onun peygamberlik ve nebîliğini inkâr etmeyiniz. Kıymet ve değerini düşünüp de Allah'ın lütfettiği hakkına tecavüz etmeyiniz. Ve bundan önce, yani Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesinden önce dininizden muhakkak sapmış, sapıklığa düşmüş, birçoklarını da sapıtmış ve sonra Muhammed Aleyhis s elâm'ın gönderilmesi ile gösterilmiş olan doğru yoldan yan çizmiş bir kavmin, yani selef (geçmiş)lerinizin arzularına uymayınız. Onları taklit edip arkalarından gitmeyiniz. Görülüyor ki bu âyette, bunların "sonra bak onlar nereden çevriliyorlar?" yeti d e laletince nasıl ve nereden çevrilip hak âyetlerden saptırıldıklarının bir açıklaması vardır:
1- Esasen dinlerinde hakkı, hedef edinmemeleridir.
2- Bu sebeple haksız yere aşırı gitmeleri ve tutuculuk etmeleri,
3- Geçmişlerini körü körüne takl it etmeleri,
4- İnsani hevâ ve heveslerine, meyillerine uymaları ki, birincisinin de sebebini teşkil eder. Ve işte iman ile küfrün, hak din ile batıl dinin başlangıç farkı budur. Hak ilâha kulluk, nefsin arzusuna kulluk ki, zamanımızda "hislerine tabi olma" diye söylenir. Demek ki Mesih'e ilâh diyenler, araştırıldığında Mesih'e değil, yalnız kendi arzularına kulluk edenlerdir. Buna karşılık Mesih'e saldıranlar da yine kendi isteklerine kulluk edenlerdir. Şu halde Mesih'e ilâh diyen hıristiyanlar, ya h udilerin zıddına gitmiş görünmekle beraber boş isteklere uymak, hissilik ve tutuculuk arkasında koşmak bakımından yahudilerin yoluna gitmişler ve onlara tâbi olmuşlardır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0

Maide suresi ayet 83
Peygambere indirilenleri işittiklerinde hakkı tanımalarından dolayı gözlerinden yaş aktığını görürsün. Onlar: "Ey Rabbimiz, biz iman ettik, bizi şahidlerle beraber yaz" derler.


"Peygambere indirileni işittiklerinde (Yâni Peygamber Efendimize indirilen bu Kur'an'ı işittiklerinde) "Haktan o bilmiş olduklarım görünce gözleri yaşla dolar" diyor.
Bunlar bize en yakını. Peki ama nerde bulalım şimdi bunu. Yani Al­manya'da o kadar Kur'an okuyanlarımız, açıklayanlarımız var. Yalnız Al­manya'da 3000 tane cami'de Kur'an-ı Kerim okunuyor. Bu Kur'an'ı dinle­yip de ağlayan bir papaza, bir keşişe henüz rastlanmamıştır.
Yani bize yakın olanları budur. Yine onlar diyorlar ki; (Rabbena-âmenna) "Ey bizim rabbimiz, biz iman ettik." "Biz iman ettik bu Kur'an-ı Kerime. Dinledik ve iman ettik. Bu Kur'an-ı Kerime, bizi de şahitlerden yaz." Yani, Allah'ın var olduğu, bir olduğu Muhammedin onun rasulü ol­duğu, Kur'an-i Kerimin Allah kitabı olduğuna şahitlik yapanlardan kıl bi­zi ya Rabbi" diye dua edenler bize en yakın olanlardır.
Bazı arkadaşlarımız: Hani biz hep sarhoşu kötüleriz. Sarhoşu ayıpla­rız. Efendim sarhoşun biri içki içermiş. Ee niye içen bunu kardeşim. Kur'an-ı Kerim'de "Namaza yaklaşma" diyor. "Ben de o emre uyuyorum, içiyorum" demiş. Haa Niye namaz kılman? demiş adama. O da demiş ki: (Namaza yaklaşmayın) diyor Allah demiş. Peki devamını okusana de­miş. Ben hafız değilim demiş. Devamında; "Sarhoşken namaza yaklaş­mayın " diyor Rabbim. O sarhoşun mantığı olarak çok duyulmuş bir söz. Burada yine bizim müslüman sarhoşlar da aynı takdiği kullanıyor. Hoca!.. Avrupadaki hıristiyanlaıa (Gâvur) diyemezsin. Onlar bizim yakın dostlarımızdir. Hele hele imansızlara karşı. Ne buyuruyor Rabbim; "On­lar size sevgi bakımından en yakın olanları Hıristiyanlardır" diyor Allah (c.c.) Maide Suresinin 82. ayet-i kerimesinde.
Kardeşim ayeti tamamla. Ayeti devam et. Devamında ne diyor."Onların içerisinde Tevrat'ı İncil'i gayet iyi bilen ve kendini tamamen ibadete veren ve de kibirlenmeyen, ve de Kur'an-ı Kerim ayetlerini dinlediğinde gözleri yaşla dolan, iman eden" ve Rabbine: Ya Rabbi! bizi de İslâmın şa­hitleri yap diyenlerdir size yakın olanlar" diyor Allah (c.c.)
Bu kısmını da oku dedin mi? "Valla hafız değilim, bana bu kadarı pa-' pagan gibi ezberletildi" diyor o kadar.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Maide suresi ayet 84
"Hem Rabbimizin bizi salihler topluluğuna katmasını umarken ne diye Allah'a ve bize haktan gelene inanmayalım?"

Kendi nefislerine, yahut itiraz edenlere karşı bu iman ve itikatlarını teyit ve ispat için şunu da söylerler: Biz Allah'a ve bize hak olarak her ne gelmişse ona niçin, ne sebep, ne hak, ne mazeretle iman etmeyeceğiz. Halbuki Rabbimizin bizi de salihler topluluğuyla beraber aynı yere koymasını ister ve bunu çok arzularız. Şu halde inanmamaya hiçbir sebep olmadıktan başka, salihler zümresinin sonuç ve takdirlerine iştirak etme istek ve arzusu gibi, inanmayı gerektiren yüksek bir sebep ve çağırıcı da vardır.


 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Maide suresi ayet 107
“Eğer bu şahitlerin günah işlemiş oldukları ortaya çı­karsa ölene daha yakın hak sahibi diğer iki kişi bunların yerine geçer ve “Bizim şahitliğimiz ikisininkinden de daha doğrudur, biz aşırı gitmedik, yoksa şüphesiz zulmedenler­den oluruz." diye Allah'a yemin ederler.”

Ama sizin vasiyetinize şahit olan bu iki kişi yemin ettikten sonra hainlikleri, yalancılıkları ortaya çıkmışsa, günahkâr oldukları anlaşılmışsa o zaman terekede hak sahibi olan ölenin varislerinden iki kişi o iki şahit yerine şahitlik etsin. Tabii bunlar mirasa hak kazanların en lâyıklarından olmalıdır.
Ve bu iki şahit Allah adına yemin etsinler. Desinler ki bizim şahitliğimiz Allah katında onlarınkinden daha doğru, dinlenmeye, itibara alınmaya daha lâyıktır, çünkü onlar, o bizden önce şahit tutulanlar hainlik ettiler. Ama bizler onlar hakkında hainlik etmekle onlara zulmetmedik, biz onlar aleyhine yalan söylersek o zaman zâ­limlerden oluruz.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0

Maide suresi ayet 116
Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve annemi Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?" dediğinde: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen'sin Sen."


Burada Hıristiyanların bir başka yargılarına işaret edilmektedir. Onlar Hz. İsa (a.s) ve Ruhül Kudüs'ün yanısıra Hz. Meryem'i de ibadet edilecek bir nesne haline getirmişlerdi. Her ne kadar Kitab-ı Mukaddes'te bu doktrinden söz edilmiyorsa da, Hz. İsa'dan (a.s) sonra geçen ilk üç yüz yıl içinde Hıristiyan dünyası bu akidenin bütünüyle dışındaydı. "Allah'ın annesi" sözü ilk kez İskenderiyeli bazı ilâhiyatçılar tarafından kullanıldı.
Bu kelimelerin kamu vicdanında bulduğu cevap sert olduysa da, kilise önce doktrini kabul etme eğilimi göstermedi ve Meryem'e tapınmanın yanlış olduğunu ilân etti. Fakat daha sonra İ.S. 431 Efes konsülünde "Allah'ın annesi" kelimeleri kilise tarafından resmen kullanıldı. Sonuç olarak, "Meryem'e tapıcılık" kilisenin hem içinde, hem de dışında büyük adımlarla yayılmaya başladı. O kadar ki, Kur'an'ı Kerimin iniş günlerinde "Allah'ın annesi"nin yüceltilişi Baba ve Kutsal Ruh'unkini gölgede bıraktı. Kiliselere heykelleri dikildi, kendisine tapınıldı, yalvarıldı ve ibadetlerde yakarıldı. Kısaca bir Hıristiyanın en büyük dayanak kaynağı "Allah'ın annesi'nin koruyuculuğunu elde edebilmek oldu. İmparator Jüstinyen kanunlarından birinde Hz. Meryem'in imparatorluğu koruyuculuğundan söz eder. Yine Jüstinyen yaptırdığı Ayasofya kilisesinin büyük mihrabına Onun ismini kazdırdı. Generali Narses savaş alanında Onun yönlendirmesine bakar. Hz. Peygamber'in (s.a) çağdaşı İmparator Herakliyus bayrağında Onun resmini taşırdı ve kutlu, koruyucu niteliğinden dolayı bu bayrağın asla yere düşürülemeyeceğine inanırdı. Protestanlar reform'dan sonra Hz. Meryem'e tapıcılıkla ellerinden geldiğince savaştılarsa da, yine de Roma Katolik kilisesi hâlâ O'na şevkle sarılmaktadır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Enam suresi ayet 5
Kendilerine hak gelince, onu yalanladılar; fakat alaya almakta olduklarının haberleri onlara gelecektir.


Buradaki 'haber' Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke'den Medine'ye hicretinden sonra olacaklara işarettir. Bu ayetin indiği zamanda, ne kâfirler, ne de müminler alacakları haberin niteliğini hayal bile edemiyorlardı. Öyle ki, Hz. Peygamber bile, Müslümanların yakın gelecekte kazanacakları başarıdan habersizdi.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Enam suresi ayet 30
Rablerinin karşısında durdurulduklarında onları bir görsen: Allah, "Bu, gerçek değil mi?" dedi. Onlar; "Evet, Rabbimiz hakkı için" dediler. Allah, "Öyleyse küfredegeldikleriniz nedeniyle azabı tadın" dedi.

O ne feci, ne kötü bir sonuç olacaktır. Başlangıçta hakkı inkâr edip yalanlayanlar, yanlış yola gidenler, neticede böyl e ateşe düşer, hatalarının cezalarını görürler ve gördükleri zaman yaptıklarına ister istemez pişman olurlar da geri dönmek ve doğru gitmek arzusunda bulunurlar. Fakat zanneder misiniz ki bu kâfirlerin o zamanki pişmanlıkları ve iman etme arzuları ciddi v e doğru bir iman eseridir? Hayır, bundan önce gizledikleri kötülükleri, kışkırtıcılıkları, çirkin amelleri karşılarına çıkar, yüzlerine vurulur da bu ondandır, ondan rahatsız oldukları içindir. Yoksa geri çevrilmiş olsalardı yine dönecek, herhalde yas a klandıkları yasakları yapacaklardı. Şüphe yok ki bunlar bu sözlerinde, bu vaadlerinde yalancıdırlar. Dünyada böyle kaç defalar başları sıkışmış, pişmanlıklar göstermişlerdir de ilk fırsatta yine eski yaptıklarını yapmışlardır. Ve demişlerdir ki: Hay a t, şu bizim içinde bulunduğumuz alçak hayattan, dünya hayatından ibarettir. Biz öldükten sonra bir daha dirilecek, yeniden dirilip bir daha hayata gelecek değiliz ya... Ahireti görseler de dönseler yine böyle diyecekler ve öyle yapacaklardı.
Küfür ve is yanlar bunlara bu kadar devamlı bir huy olmuştur. Bunun için ne dönebilirler, ne döndürülürler. Öyle diyen yalancıların, Rab'larının, yani Hak Teâlâ'nın huzuruna sevkedilip durduruldukları zaman hallerini bir görsen !... Neler olacak neler !... Alla h, muhakkak ezelî hitabiyle: Nasıl bu ölümden sonra dirilme hak değil miymiş? diyecek. Evet ey Rabb'im hakmış, Rab'ımıza kasem olsun ki hakmış (doğruymuş), diyecekler.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Enam suresi ayet 57
De ki: "Ben, gerçekten Rabbimden kesin bir belge üzerindeyim, siz ise onu yalanladınız. Sizin kendisine acele ettiğiniz (azab) da yanımda değildir. Hüküm yalnızca Allah'ındır. O doğru haberi verir ve O ayırd edenlerin en hayırlısıdır."


<FONT color=green>Burada muhaliflerin tehdit edildikleri Allah'ın azabını istemelerine işaret olunmaktadır. Onlar, "Biz seni açıkça inkâr ve red edip dururken, neden bize bir azap gelmez? Eğer sen gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydın, o zaman seni inkâr edeni, sana hakaret edeni yer yutmalı ve yıldırım çarpmalıydı. Nasıl olur da, Allah'ın elçisi ve onun peşinden gidenler akla gelmedik işkenceler görürken, onlara işkence edenler neşeyle hayat sürüp duruyorlar?" diyorlardı.
 
Üst Alt