Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Eshab-i kİram'dan, evlİyalardan, tarİhİmİzden hİkÂyeler

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]ASLANIN ZİYAFETİ[/h][h=2][/h]Hace Ahmed Hedamiy-i Serahsî Hazretleri kendisinin kurtuluşuna, dünya nimetlerinden el etek çekmesine vesile olan bir hâdiseyi şöyle anlatmaktadır:

— Bir gün bir sahradan geçmekte idim. Yanımda birkaç tane de devem vardı. Karşıdan bir arslanın heybetle bana doğru koşarak geldiğini gördüm. Arslan bütün heybetiyle yanıma yaklaşıyordu. Develeri bırakıp bir kenara çekildim. Arslan develerimden birini parçalayarak öldürdü. Sonra da bir lokma bile almadan yüksek bir tepenin başına çıkarak yüksek bir sesle kükredi. Bundan sonra ormanda ne kadar canlı varlık, tilki, kurt, çakal ve buna benzer ne varsa tümü toplandılar, ölü devenin etinden doyuncaya kadar yediler, arslan ise onların içine bile karışmadı. Bir kenardan onların doymalarını bekledi. Karınlarını doyuran hayvanlar deve ölüsünü terkettikten sonra da arslan devenin başına varıp yemeye başladı. Fakat o anda daha evvel yetişe-memiş bir tilkinin geldiği göründü. Arslan yine tilkinin etten yemesi için bir kenara çekilip beklemeye başladı. O da yeyip gitti. Sonra arslan yine gelip karnını doyurduktan sonra; bana karşı dönerek fasih bir lisanla:

— Ya Ahmed! Lokma ikram etmek köpeklerin işidir. Bizim köpekler lokma ikram ederler; din erenlerinin ikramı can olur, dedi ve çekip gitti.

Bu haliyle arslan beni ikaz etmiş oluyordu. Bu açık burhan karşısında bana dünya malından ayrılıp Allah için can vermek kalıyordu.

Bu hâl benim tevbemin başlangıcı oldu.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]KÖR ÇOCUK GÖZE KAVUŞTU[/h][h=2][/h]Her Peygambere Cenab-ı Allah bazı mucize selâhiyetleri vermiştir. Hazreti Musa (a.s.) asası ile istediği zaman mucize izhar eder, ne arzu ederse onun vasıtası ile olmasını temin ederdi. Hazreti İsa'ya ise Cenab-ı Allah hasta ciltlere şifa verme, körlerin gözünü açma ve ölüleri diriltme gibi bazı mucizeler izhar etme selâhiyeti vermişti. Bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.s.)'e ise bütün Peygamberlere verdiği mucizeyi izhar etme imkânı ve selâhiyeti vermiştir. Hatta bu ümmet içinden bazılarına da Cenab-ı Allah kerametler gösterme imkânı ihsan ederek peygamberlerin vekilleri olduğunu isbat etme kolaylığını ihgan etmiştir.

İşte bunlardan bir tanesi Herat'lı Şeyhülislâm Ahmed-i Namık-el Cami Hazretleridir. Bir gün bir davete teşrif etmişlerdi. Evden ayrılacakları zaman hizmetçisi ayakkabılarını hazırlamış önüne koymuştu. Hazreti Şeyh giymek üzere iken:

— Burada bir saat daha durmamız emrolundu, deyip gitmekten vazgeçti.

Misafir gittikleri yer olan Abdullah Ensarı Hazretlerinin evinde otururlarken içeri yanında hatunu olduğu halde bir Türkmen çıka-geldi. Yanlarında bir çocukları vardı. Çocuk gayet güzel eli ayağı yerinde olmakla beraber gözleri kördü.

Şeyhu'l islâm Ahmed-i Namık-el Cami Hazretleri:

— Ya Şeyh! Çok varlıklı olmamıza rağmen Cenab-ı Allah bize bundan başka çocuk ihsan etmedi. Bunun da her a'zası sağlam olduğu halde yalnız gözleri görmüyor. Her ne ettik, bütün hekim ve tabibleri, hatta ismi duyulan alim ve şeyhleri gezdi isek de "bir çaresini bulamadık. Biz inanıyoruz ki, siz teveccüh ederseniz, Cenab-ı Allah bu çocuğun gözünü açar, o da biz de kurtuluruz... Sen ne istersen Cenab-ı Allah'ın onu reddetmeyeceğine inanarak sana geldik, dediler.

Hazreti Şeyh:

— Nasıl olur! ölüleri diriltmek, yapılmayanı yapmak, cild hastalıklarına şifa kazandırmak ve âmâ olanların gözlerini açmak gibi selâhiyetleri Cenab-ı Allah İsa Aleyhisselâm'a verdi. Bu mevzuda Ahmed kim olur? dedi.

Sonra da ayağa kalkıp gitmek üzere yürümeye başladı. Âmâ çocuğun ana ve babası ise kendilerini yerlere atmaya ve ağlaşmaya başladılar. Hazreti Şeyh evin alt katına indiğinde büyük değişiklikler hissetmeye başladı:

— Biz yaparız, biz! diyordu.

Orada olanlar, bu sözleri şeyhin söylediğini kulakları ile işittiler. Şeyh tekrar eve girdi:

— Getirin o çocuğu bana, dedi.

Getirdiler.

iki elinin baş parmağını çocukcağızın iki gözüne de sürerek:

— Aziz ve Celîl olan Allah'ın izni ile açıl!, buyurdular.

O anda çocuğun iki gözü de derhal açıldı, görmeye başladı ve gayet güzel görüyordu. Çocuğun ana-babası sevinç içinde idiler, oradakiler ise şaşkınlık içinde...

Yanında bulunan bazı alimler sordular:

— Ya Şeyh, mübarek dilinizden önce yapamam, dediniz, sonra da biz yaparız biz, buyurdunuz. Bu iki söz de sizin olduğuna göre nasıl oluyor?, dediler.

Şeyh Ahmed-i Namık el-Cami Hazretleri şöyle buyurdular:

— Evvelki sözü ben kendiliğimden söylemiştim. Yani o Ahmed'in sözü idi. Başka da bir şey diyemezdim.- İkinci söz ise benden değildi. Bana öyle söylettiler, kalbime öyle ilham geldi. Ben de elimde olmadan öyle söyledim. Yani Cenab-ı Allah buyuruyordu ki, İsa Aleyhisselâm ölüleri kendisi mi diriltiyordu? Onu da Allah diriltiyordu. Ona o selâhiyeti veren Allah sana da verdi. Senin elinle de ben görmeyen gözü açarım buyuruyordu Hazreti Allah, diye meseleyi izah buyurdular.

Bu hâdise ile Hazreti Peygamber Efendimizin:

— Benim ümmetimin âlimleri benden evvel geçen peygamberler gibidir, Hadis-i Şerifinin sırı bir daha tezahür etmiş oluyordu.

Cenab-ı Allah (C.C.) bir peygambere verdiği selâhiyeti, bizim peygamberlerimizin ümmetine de ihsan etmiştir, tâbi lâyık olana...

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]ZÜNNARI KES, MÜSLÜMAN OL![/h][h=2][/h]Silsile-i Saadâttan Hace Abdul Halık-ı Gucdüvanî Hazretleri müridleri ve muhipleri ile sohbet ederken tekkeye derviş kılığında, elinde tesbihi arkasında hırkası ve omuzunda seccadesi ile bir genç geldi. Cemaat kalabalıktı. Sohbet aşure günü yapılmakta idi. Genç mütevazi bir halde selâm verdikten sonra bir köşeye çekilip oturdu. Bir müddet Hazreti Şeyhin sohbetini dinledikten sonra ayağa kalkıp:

— Ya Şeyh! Hazreti Peygamber Efendimiz, «Mü'minin bakışından korkunuz, çünkü o Allah'ın nuruyla bakar» buyurmaktadır. Bu Hadîs-i Şerifin sırrı nedir? dedi.

Hace Abdulhalık Gucdüvanî Hazretleri:

— Bu hadisin sırrı şudur: Sen zünnarı kesmelisin ve îman etmelisin, buyurdular. (Zünnar hristiyanlar tarafından bele bağlanan ve küfür alâmeti olarak kabul edilen bir kuşaktır.)

Şeyh Hazretlerinin bu sözleri üzerine o genç:

— Allah'a sığınırım böyle kötü hareketten. Benim zünnarım mı var?, dedi.

Şeyh hizmetçisine işaret ederek gencin sırtını açmasını emretti. Hizmetçi kalkıp açtığında gencin belindeki zünnar gözüktü. Oradakiler hayrette kalıp şeyhin ayaklarına kapandılar. Genç de belindeki zünnarı kesip müslüman oldu ve islâh-ı nefs etti. İmana geldi.

Daha sonra Hazreti Şeyh, şöyle buyurdu:

— Ey dostlar, geliniz biz de zunnarımızı keselim... İman getirelim. Bu genç maddî zünnarını kesti müslüman oldu. Biz de batınî zünnarımızı keselim, o ise; kibir ve gururdur, deyişleri arasında acaip haller zuhur etmeye başladı.

Hepsi tekrar tecdid-i îman edip, tevbe istiğfar ettiler.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]"ÖL" DEDİ ÖLDÜ, "DİRİL" DEDİ DİRİLDİ[/h][h=2][/h]Kutbul Arifin Hace Bahauddîn Şah Nakşibend Hazretleri, sâdık müridlerinden biri olan Muhammed Zahid ile birlikte bir iş için ellerinde baltaları olduğu halde dağa çıkmışlardı. Orada baltalarını bir kenara bırakarak sohbete daldılar. Sohbet o kadar ilerledi ki, her şeyi unutmuşlar, zaman da hayli ilerlemişti. Sonunda söz «Kulluk ve feda» (Allah'a kulluk ve yolunda kendini feda) konusuna geldi. Muhammed

Zahid, Şah-ı Nakşibend Hazretlerine:

— Netice olarak feda nedir? diye sordu.

Nakşibendî Hazretleri: — Eğer dervişe "öl" denirse hemen ölmesidir, buyurdular.

Sonra kendisinde öyle bir hal zuhur etti ki, Muhammed Zahid'e dönerek: "Bi mîr-Öl!" buyurdu. Mürid Muhammed Zahid hemen düşüp ruhunu teslim etti. Ayakları kıble tarafına, sırtüstü olduğu halde güneşin o müthiş harareti altında saatlerce cansız olarak kaldı. Hatta öyle oldu ki güneşin harareti yüzünü, artık karartmaya başlamıştı. Şah-ı Nakşibendî Hazretleri burasını şöyle anlatmaktadır:

— O'nun ruhunu teslim etmesine epeyce üzülmüştüm. Orada hayretler içinde düşünceyle oturduğum ağacın dibinden kalkarak, onun yanına vardım. Hayretim daha da artmıştı. Bu hayret içerisinde içime ilham geldi. Üç kerre "(Ya Muhammed zinde şev) Ey Muhammed. Diril!" dedim. Derhal canlılık alâmetleri görülmeye, hareketlenmeye başladı. Çok geçmeden de evvelki haline döndü.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]TEVRATTA PEYGAMBERİMİZİN İSMİNİ GÖRDÜ[/h][h=2][/h]Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında Şam'da bir Yahudi hahamı vardı. Bu haham zamanın ileri gelen Yahudilerindendi. Bir gün bin sûre ve her sûresi bin âyetten ibaret olan Allah (C.C.)'nın kelâmını Tevrat'ı okurken dört yerinde Hazret-i Peygamberimizin ismi şerifine rastladı.

Peygamberimizin îslâmiyeti anlatmakla vazifeli olduğunu ve Medine'de İslâm dinini yaydığını daha evvel çok duyuyor ve yayılan Islâmiyete ve Peygamberimize karşı büyük bir kin besliyordu. Bundan dolayı Tevrat kitabında O'nun isminin bulunmasına tahammül edemiyerek hasedinden o dört sahifeyi yırtıp attı. Fakat Cenab-ı Allah ona İslâmiyeti nasip edecekti, ikinci gün gene Tevrat okumaya başladığında bu sefer sekiz yerde Peygamberimizin ismi şerifine rastladı. Sekiz sahifenin sekizini de yırtması lâzımdı. Bir hayli düşündükten sonra onları da yırtmaya karar verdi, yırtarak onları da ateşe atıp yaktı. Ne var ki Cenab-ı Allah ikaz etmeye devam ediyordu. Sabahleyin açıp da okumaya başlayınca bu sefer yirmi dört sahifede ayrı ayrı yirmi dört kere peygamberimizin ismi geçiyordu. Bu defa yırtıp atamadı. Çünkü yırta yırta o koca kitabı baştan sona bitirmesi lâzım geliyordu. Hergün ismi şerifin bir kat daha arttığını görünce, Peygamberimizin hakiki bir kurtarıcı olduğunu, Allah tarafından gönderilmiş bir Nebiyyi Kerîm olduğunu anlaması gerekiyordu, îçine bir ateş düştü. Oturduğu yerden kalkarak doğru en samimi olduğu bir haham arkadaşının yanına gidip durumu anlattı, kendisine Medine'nin yolunu tarif etmesini rica etti. Arkadaşı:

— Yahu sen şaşırdın mı? O bir sihirbazdır. Sakın ha Medine'ye gideyim falan deme! diyerek sıkı sıkı tenbihte bulundu ise de o artık kararını vermişti:

— Yok, yok! İş senin bildiğin gibi değil... Bu zamana kadar kendimizi aldattığımız yeter, ben gideceğim Medine'ye, diyerek oradan ayrıldı ve Medine'nin yolunu, bilen başka kimselerden öğrenerek yola düştü.

Araya sora artık kaç günde gitti ise Medine'yi buldu ama, Server-i Kâinat Efendimizi hayatta bulamadı. Çünkü O, Medine'ye vardığında Peygamberimiz irtihal edeli dört gün olmuştu. Bir sokakta giderken, gayet nur yüzlü bir zata rastladı. Anladı onun Nur'u ilâhî ile alâkadar olduğunu... Sordu:

— Ey kardeş'. Ben yabancıyım, Resül-ü Zîşan ile müşerref olmaya geldim. Beni onun huzuruna çıkarır mısınız? dedi.

O rast geldiği sahabi Selman-ı Farisi Hazretleri idi:

— Merhaba, hoş geldiniz... Gelin benimle, diyerek önünde yürümeye başladı.

Fakat Peygamberimizin Dar-i Baka'ya irtihal ettiğini ona bir türlü söyleyemiyor, gözlerinden ırmak gibi yaşlar akıtarak ilerliyordu. Yolda yanlarına Cihan Yarı Güzin efendimizi de alarak Ravzai Mutahha-raya vardılar. Orada Şam'dan îslâmiyeti kabul ederek Peygamber Efendimizle müşerref olmak için gelen o zata kabri şerifi göstererek:

— Senin görmek ve dinini kabul etmek için geldiğin o zatı şerif Hazreti Muhammed Mustafa'dır. Ve dört gün evvel bizi öksüz bırakarak Âlem-i bakaya göçüp gitmiştir, dediler.

îslâmiyeti kabul ederek gelen o eski haham ise onlardan daha çok ağlamaya ve gözyaşı dökmeye başladı, öyle ki hüngür hüngür ağlıyor: v

— Onu gören içinizde varsa ben de onları görmüş olayım, diyerek büyük bir aşkla sahabe-i kiramın yüzlerine bakıyordu. Sonra Peygamberimizin en yakın akrabalarından olan Hazreti Ali'den vasıflarını sordu. Her hareketini dikkatlice dinledikten sonra:

— Vallahi benim Tevrat'ta okuyup öğrendiğim sizin anlattığınızın ta kendisidir, diyerek peygamberimizin sırtına giydiği bir elbisesini istedi.

Selman-ı Farisi Hazretleri gidip Hırka-i Şerifi getirince alıp öptü yüzüne gözüne sürdü ve:

— Eşhedü enlâ îlâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü, diyerek îslâmiyeti kabul etmek şerefine erdi. Daha sonra ise ellerini kaldırarak şöyle dua etti:

— Ya Rabbi! Sen Erhamürrahimîn'sin, eğer benim sana ve Resulü kibriyana olan îmanımı kabul etti isen sana hamdü senalar olsun ne mutlu bana... Artık ben Resûlüllah'ı görmeden duramayacağım, benim, ruhumu buracıkta, onun kabri başında al da, ona en çabuk zamanda kavuştur beni, diye dua etti.

Cenab-ı Allah (C.C.) onun içten gelen duasını kabul buyurmuştu. Hemen düşerek ruhunu orada Cenab-ı Allah'a teslim edip Resulü Kibriya'ya kavuştu. Eshab-ı Kiram, aldılar, yıkadılar, kefenlediler ve cenazesini kılıp İslâmî usûl üzere defnettiler.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]HABBAB'IN AŞKI[/h][h=2][/h]Hazreti Peygamberimiz İslâmı tebliğle emrolunduğu zaman, birçok. padişahlara, sultanlara, şahlara mektup yazıp îmana davet ediyor, elçiler gönderip fikirlerini soruyordu. O zaman birçok hükümdarlar, bu mektuba müsbet cevap verip Peygamber Efendimize hediyeler göndererek memnuniyetlerini izhar ederlerken, birçokları da ya gelen elçiyi öldürüyor, yahut birçok eza ve cefa ettikten sonra elindeki mektubu yırtarak elçiyi eli boş gerisin geriye gönderiyordu. Bunlardan İran Şahı Peygamber Efendimizin mübarek mektubunu yırttığı gibi gelen elçiyi de öldürtmüştü. Fakat Cenab-ı Allah da onun cezasını bizzat kendi oğlu vasıtası ile verdi. Oğlu babasını tahtından indirdikten sonra onun cesedini o parçalanan mektup gibi parça parça ettirdi. Kendisine mektup gönderilen Rum Hükümdarı Herakliyus ve Mısır Hükümdarı Mukavkis ise gelen mektuba karşılık hediyeler göndermişler, fakat İslâmiyeti kabul edemeyeceklerini bildirmişlerdi;

Bunlardan kendisine mektup gönderilen Arap kabile Reislerinden Habbab isminde birisi daha vardı ki, kendisine mektup getiren elçiyi hayli hırpaladıktan sonra serbest bıraktı. Önünde duran mektubu da eline bile almak tenezzülünde bulunmadan adamlarına:

— Kaldırın, şunu önümden, atın. Vir yere!, diye emir verdi.

Mektubu derhal sultanın önünden aldılar, fakat yırtıp atmadılar. Diğer evrakla beraber onu da sarayın hazinesinde bir sandığa koydular.

Bu küstah, kendini bilmez sultanın, Habbab isminde bir de oğlu vardı. Daha yaşı genç babasının yerine sultan olmaya hazırlanan, ne isterse kendisinden esirgenmeyen, sarayın tek oğlu idi. Birgün sarayın hazinesine girdi. Orada evrakı karıştırırken, sandık içine saklanmış olan mektubu gördü. Büyük bir dikkatle alıp, tekrar okudu. Fakat hayret! Okudukça içinde bir ateş hissediyor, tekrar okuyor:

— Bu mektubu buraya neye koymuşlar acaba?... Ne güzel bir mektup bu. Hem Allah elçisi olduğunu bildiriyor, kendi dinine davet ediyor, hem de, dinine girmek isteyenlerden hiç bir şey talep etmediğini bildiriyor... Ne güzel sözler bunlar. Demek bizim tek yaratıcımız var, O'nün da yer yüzünde bir elçisi var!... diye söyleniyordu kendi kendine.

Çünkü Mektub-u Şerifte:

— Ey hükümdar! Kendini insanlara Allah olarak taptırma! Senin ve bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah'a îman et ki, dünya ve ahirette kurtuluşa erişesin. O tapındığınız putlar ve siz cehennemin ateşi olmaktan kurtulun, diye yazılı idi.

Henüz genç yaşta olan Habbab, mektupta ta'rif edildiği üzere orada îman ederek:

— Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resulühü, diyerek şehadet getirdi.

Mektubu okuyup îman ettikten sonra, bu halinden babasına bahsetmek istedi ise de, babası onu konuşturmuyor, hemen sözünü keserek:

— Oğlum sakın ona aldanma! Sen zevk-ü sefana bak, sen benim yerime geçecek, bu milletin reisi olacaksın. Öyle ne idiği belli olmayan birisine inanırsan kendine yazık edersin, diyerek kendince nasihat ediyordu. '

Fakat Habbab'ın kafasına girmiyordu böyle sözler, o bir kere inanmıştı Allah'a ve Ö'nun Resulüne... Oğlunun dâvasından dönmediğini gören babası, ona bizzat kendisi ceza vermek istedi. Ayakları altına alarak, öldürmeye kasdedercesine dövmeye başladı. Öyle çok dövüyordu ki, elinden vezirleri zor aldılar. Bu kadar yaptığı eziyet yetmiyormuş gibi, bir de cellâtlarına emrederek:

— Buna ne işkence yapılmak mümkünse yapın, îmanından dönmez, bizim, yolumuzu kabul etmezse de en sonunda kellesini kesin, diye emretti.

Cellâdlar alıp götürdüler... Öyle işkenceye tâbi tuttular ki, dille ta'rifi mümkün değil. Üç-dört gün kızgın çöllerde su çektirdiler, bir lokma ekmek bile vermiyorlar, ancak bir miktar tuzlu yiyecek veriyorlar, bir damla su içirmiyorlardı:

— Ya dininden dönersin, yahut bu işkencelerden sonra senin kelleni keseceğiz, diyorlardı, ama ona hiçbirşey te'sir etmiyor: «La ilahe illallah» diyor başka bir şey demiyordu.

Uç dört gün süren işkenceden sonra, hâlâ dâvasından dönmediğini görünce, artık idamına karar verdiler. Fakat idamı ile görevlendirilen cellâda öyle bir uyku gelmişti ki, ne yaptı ise uykudan kurtulamadı. Habbab ise kalın zincirlerle bağlanmıştı. O anda olmasa bile; yarın mutlaka idam edilecekti. Günlerce aç-susuz bu kadar işkenceye tâbi tutulan, her tarafı kan revan içinde kalan Habbab Hazretleri Allah'tan başka yardım isteyecek kimse bulamıyordu. Ellerini Allah'a açarak şöyle yalvardı:

— Ya Rabbi! Halim sana ma'lum, ben sana inandığım, senin Resulün Hazreti Muhammed'e inandığım için bu ezaya tâbi tutuluyorum. Beni bu belâdan ancak sen kurtarırsın. Öleceğime değil, Kâinatın Nur-u Habibin Muhammed Mustafa'yı görmeden bu âlemden gideceğim için hüzünlüyüm. Beni, ismine âşık olduğum Resulüne, bir an önce kavuştur da, ondan sonra ne olursa olsun, Ya Rabbi!, diye yalvarmaya başladı.

Onun, bu hulûsu kalb ile yalvarışı; arş-ı âlâyı titretmişti. Cenab-ı Allah, hemen Cebrail Aleyhisselâmı göndererek, dileğinin yerine getirilmesini temin etmesini emretti. Cebrail Aleyhisselâm, geldi.. Habbab'in bağlı olduğu zincir sanki çürümüş bez parçaları gibi dağılmaya başladı. Zincirden kurtulan Hazreti Habbab, hiçbir şey düşünmeden olduğu haliyle Medine tarafına koşmaya başladı. Öyle gidiyordu ki, sanki rüzgâr esiyordu. Yetmiş konaklık mesafeyi bir gecede aldı.

Yırtılmış elbiseleri, kan çamur içinde kalmış vücudu ile Medine'ye erişti. Fakat nasıl bulacaktı mahbubunu? Medine'nin sokaklarından birinde ağlayarak gezerken Amr bin As (r.a.) Hazretlerini gördü. Amr Hazretleri:

— Evlâdım nedir senin bu hâlin? Sen âşık olmuş birisine benziyorsun. Derdini bana anlat ki, açsan sana yemek getireyim, çok perişan bir haldesin. Günlerdir yemek yememiş bir halin var, deyince, genç delikanlı:

— Hayır, benim arzuladığım ne yemektir, ne de başka bir dünya malı, diye cevap verince, anladı mübarek; onun Peygamberimize ve O'nun yoluna âşık olduğunu... BÜYÜK DİNİ HİKÂYELER

— Ben Hazreti Muhammed'e îman etmiş bir müslümamm, sırrını bana söyle kardeşim. Kimseye söylemeyeceğime dair söz veriyorum, deyince Habbab Hazretleri eline sarılarak:

— Beni Hazret-i Muhammed'e götür, dedi.

Tam bu esnada Cenab-ı Allah (C.C.) Cebraili göndererek Peygamberimize haber vermiş, uzaklardan bir misafirinin geldiğini ve karşılamasını ta'lim buyurmuştu. Hazreti Peygamberimiz, orada bulunan eshabiyle beraber, Medine sokaklarından huzuruna gelmekte olan Hazreti Habbab'ı karşıladı. Ona sadakatından dolayı iltifatlar etti:

— Hoş geldiniz fedakâr oğlum Habbab!, diyerek kucakladı, bağrına bastı. "

Hazreti Habbab, artık bir sahabî olmuştu. Başından geçenleri Server-i Kâinat Efendimize anlattı ve babasının mülkünde esir muamelesi görürken, işkenceye tâbi tutulurken Peygamberimize karşı olan aşkını ifade eden şiirini tekrar Resûlullah'a okumaktan kendini alamadı.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]PEYGAMBERİMİZE BAKAN KENDİSİNİ GÖRÜR[/h][h=2][/h]Efendimiz (s.a.s.) bir mecliste otururlarken, oraya îslâmiyetin baş düşmanlarından Ebu Cehil geldi. Hiçbir şey konuşmadan Peygamberimizin yüzüne epeyce dikkatlice baktıktan sonra:

— Ya Muhammed!, Sen ne kadar çirkin suratlı, acayip görünüşlü bir insansın, dedi.

Peygamberimiz hiç kızmadı, hiddetlenmedi. Ona:

— Doğru söylüyorsun ya Eba Cehil, buyurdular.

Orada bulunanlar, bundan pek bir şey anlamamışlardı.

Biraz sonra, aynı yere Hazreti Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) geldiler.

Oda bir müddet Sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mübarek veçhi şerifine baktıktan sonra:

— Ya Resulallah! Anam, babam, nefsim ve bütün varlığım sana feda olsun. Sen ne kadar güzel yüzlü, güzel görünüşlü, tatlı sözlüsün. Ben, senden daha güzel bir insan görmedim, dedi.

Hazreti Peygamber Efendimiz ona da:

— Doğru söyledin Ya Ebu Bekir!, buyurdular. Her iki zıd söze de, aynı şekilde mukabele ederek tasdik eden Peygamberimizin yanındakiler:

— Ya Resûlallah! Biri çirkinsin dedi. Onu tasdik ettiniz, diğer birisi ise güzelsiniz, dedi onu da tasdik ettiniz. Bu nasıl oluyor bize anlatır mısınız? dediler.

Hazreti Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:

— Ben aynayım. Kim bana bakarsa kendi suretini görür. Ebu Cehil, kendi çirkinliğini gördü çirkinsiniz dedi. Ebu Bekir ise; kendi yüzündeki Nur-u ilâhiyi seyretti, güzel dedi, buyurdular.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]HAZRETİ MUSA'NIN YAĞMUR DUASI[/h][h=2][/h]Hazreti Musa (s.a.s.) zamanında bir ara kuraklık vuku bulmuş, millet susuzluktan çıkıntıya düşmüştü, inananlar Hz. Musa ile beraber yağmur duasına çıktılar. Kaç gün devam ettilerse yağmur yağmıyor, yani Cenab-ı Hak onların duasını" kabul etmiyordu. Hz. Musa Aleyhisselâm Tur-i Sina'ya çıkarak:

— Ya Rabbi, duamız kabul olunmadı. Bize yağmur vermedin. Bir günahımız mı var acaba? diye niyazda bulunduğu zaman, Hak Teâlâ Hazretleri:

— Ya Musa!, aranızda nemmam, (yani lâf götürüp getiren) biri var buyurdular.

Bu sefer Hz. Musa:

— Ya Rabbi! Sana malûm, onu bana bildir de aramızdan çıkaralım ki duamız kabul olsun, dediğinde, Hak Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a hitaben:

— Ya Musa! O nemmamın kim olduğunu sana bildireyim de, bende mi nemmam olayım?, buyurdular.

Hazreti Musa bunun üzerine, eshabına gelerek meseleyi anlattı. Tevbe, istiğfar etmelerini, dualarının kabul olunması için, o nemmam-dan söz aldıktan sonra tekrar yağmur duasına çıktılar. Ya kötü kişi yağmur, duasına gelmemişti, yahut tevbe istiğfar etmişti ki. Cenab-ı Allah dualarını kabul edip, rahmet-i ilâhisini ihsan etti, yağmur verdi.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]KENDİSİNİ YARALAYANA SÜT GÖNDERDİ[/h][h=2][/h]Dört halifenin (Radıyallahü anhüm) dördüncüsü Hazreti Ali Kerremellahü Veçhe Hazretleri, sabah namazını kılıyordu. Hiç beklenmedik bir anda, Ibn Mülcem isminde bir namerd tarafından, sırtından zehirli hançerle vurularak yaralandı. Hazreti Ali'yi sırtından hançerleyen Ibni Mülcem, o anda kaçmayı başardı. Kanlar içinde yere serilen Allah'ın arslanı Hazreti Ali,, oğlu Imam-ı Hasan Hazretlerinin yüzüne şefkatle bakarak:

— Beni kim vurdu? diye sordu.

Hemen, Hazreti Ali'yi yaralayan hain Ibni Mülcem'i, Halife'nin huzuruna getirdiler. Hazreti imam, kendisini vuranı tanıyordu. Çünkü daha evvel îbni Mülcem denen hain, kendisine hizmet etmiş, ekmeğini yemiş ve Hazreti Ali'den birçok yardım görmüştü. Daha o zamanlar Hazreti Ali Kerremallahü Veçhe:

— Ya Ibni Mülcem! Benim ecelim senin elinden olacak, buyurarak, büyük bir keramet izhar etmişti.

O zaman, yani Hazreti Ali böyle söylediği zaman, Ibni Mülcem:

— Hâşâ ya imam! Ellerim kurusun böyle bir şey yapacak olursam, diyerek böyle bir şey olma ihtimali varsa, mutlaka kendisini Öldürmesini rica ve niyaz etmişti de; Hazreti Ali kendisine:

— Sen suç işlemeden seni nasıl öldürtür veya hapse attırabilirim. O takdirde ben zalim olurum, buyurmuştu.

İşte bu Ibni Mülcem, seneler sonra sabah namazını kılarken arkadan gizlice gelip zehirli hançerini Hazreti Ali'nin sırtına saplamıştı.

Hazreti Ali huzuruna getirilen Ibni Mülcem'e yaralı haliyle şöyle sordu:

— Ya İbni Mülcem! Sana ne yaptım; ırzına mı, malına mı, canına mı iliştim? Beni niçin öldürmek istedin? diye sorduğunda İbni Mülcem'i bir korku ve titreme aldı ve:

— Hâşâ, yalnız ve yalnız hüküm Allah'ındır diyebildi. Bu söz üzerine

Hazreti Ali:

— Sözün hak, niyetin bâtıl ya Ibni Mülcem, buyurarak hapse atılmasını emretti.

Sonra da İmam-ı Hasan (r.a.)'a dönüp:

— Eğer ben bu yaradan kurtulursam, onun hakkındaki muamele bana aittir, yok eğer ölürsem, bir kılıç darbesi ile onu öldürün ki, kanun-u ilâhî yerini bulsun. Sakın ona beni öldürdüğünden dolayı eza ve cefa etmeyin. Çünkü ben dedenizden (s.a.s.) işittim ki «Bir kelp kudursa dahi, onu cefa ve eziyetile öldürmeyiniz» buyurmuştu, dedi.

Hazreti Ali'yi mescitten eve aldılar, bir miktar süt getirdiler ve içmesi için kendisine verdiler. Hazreti Ali Kerremellahü Veçhe, sütün yarısını içtikten sonra, yarısını da iade ederek:

— Bu sütü alın zindandaki garibe götürün, o açtır, buyurdu. Yanındakiler zindandaki garibin kim olduğunu sordular. Hazreti Ali:

— Zindandaki garip beni yaralayandır. Şu anda o açtır, bir şey yememiştir, buyurdular.

Sütü alıp İbni Mülcem'e götürdüler. İbni Mülcem sütü içmedi:

— Bunun içine siz zehir kattınız, beni öldürmek istiyorsunuz, ben bu sütü içmem, dedi.

Hazreti Ali (r.a.) Hazretleri İbni Mülcem'in sütü içmediğini öğrenince çok üzüldü.

— İbni Mülcem neden hakkımızda su-i zan etti. Eğer benim gönderdiğim sütü kabul edip de içse idi, yarın mahşer günü Cennetin kapısına ayağımı dayar, İbni Mülcem'i Cennet'e koymayınca ben de girmezdim, buyurdular.

Aradan çok zaman geçmeden, nice kâfirin canını cehenneme gönderen, Hazreti Peygamberimizin hakkında Haydar-ı Kerrar buyurduğu, harp meydanlarında birkaç müşrikin birden kellesini kesen Allah'ın Arslanı Hazreti Ali Kerremallahü Veçhe, ahirete îrtihal buyurdular.

İşte Allahın Arslanı, Habib-i Hûda Efendimizin kıymetli damadı, Hulafa-i Raşidinin'in sonuncusu Hazreti Ali, kendisini öldürmeye kasdeden bir kimseye, daha yarası iyileşmeden ölüm döşeğinde iken bile iyilik etmeyi düşünüyor ve büyük bir merhamet timsâli olduğunu ve Nizam-ı Islâmın nasıl olduğunu bir kerre daha idrâk sahiplerine anlatmış oluyor...

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]YILANDAN KAMÇI[/h][h=2][/h]İki yolcu arkadaşın başına gelen şu hâdise, din adamlarının sözlerini dinlemeyen ve kendi bildiğine gidip, tuttuğu yolun en doğru yol olduğunu körü körüne müdafaa edenlere güzel bir misâl.

Sabahın erken saatlerinde, iki atlı arkadaş yola çıkmışlar. Fakat iki kişiden birisi âmâ imiş. Giderlerken âmâ olan şahıs, attan aşağıya kamçısını düşürmüş. Fakat itimad edemediği için, öbür arkadaşına da kamçının düştüğünü ve yerden almasını söylememiş, kendisi inip aramaya karar vermiş, inmiş atından el yordamıyla kamçıyı aramış, derken, kendi kamçısını bulamamış ama eline ondan daha güzel yumuşak bir şey geçmiş. Bu kamçı daha güzelmiş diyerek alıp atına binmiş. Fakat o kamçı diye bulup aldığı kamçı değil gecenin soğuğundan hareketsiz hale gelmiş bir yılanmış ve o âmâ gözleri görmediği için onu kamçı sanarak almış.

Derken biraz sonra hayli ilerlemiş olan arkadaşına yetişmiş. Arkadaşı sormuş:

— Yahu neredesin? diye... Âmâ cevap vermiş:

— Kamçımı düşürmüştüm, gerçi düşürdüğüm kamçıyı bulamadım ama, ondan daha güzel ipek kaplamalı bir kamçı buldum, işte v.-odur, demiş.

Tabii gözleri gören adam anlamış onun yılan olduğunu ve arkadaşını ikaz etmiş: .

— At o elindekini, o" kamçı değil, soğuktan hareketsiz hale gelmiş bir yılandır. Biraz sonra ısınırsa sokar seni, demişse de âmâ inanmamış ve:

— Sen yalan söylüyorsun, bana a'ttırıp sen alacaksın değil mi?, diyerek yılanı elinden bırakmamış;

Biraz sonra, havalar ısınıp yılanın sırtı kızdıktan sonra harekete geçen yılan, adamın müsait bir yerinden sokup zehirlemiş ve adamı mahvetmişti. Yılan soktuktan sonra adamın aklı başına gelmiş ama, iş de işten geçmiş tâbi... İşte böyle, adamın hakikati görecek gözü yok, kendisine yol gösterenlere de inanmaz, tabii ki sonu hüsran olacak.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]CENAZE NAMAZINI PAPAZA KILDIRTACAĞIM[/h][h=2][/h]Maneviyat erbabı ile zahiri ulema arasındaki çekişmeler, islâm tarihinde pek meşhurdur.

Şeyhul islâm Ebussuud Efendi ile, Şeyh Sünbülü Sinan Hazretlerinin arasındaki hâdise de oldukça mâruftur. Şöyle ki:

Ebussuud Efendi, ilk zamanlar maneviyata, tarikata, rabıtaya pek inanmaz ve her karşılaştığında da, Sünbül-ü Sinan Hazretlerine çok ağır sözler söyleyerek incitirmiş. Hattâ bir defasında, münakaşa o raddeye gelmiş ki, Ebussuud Efendi, Sünbül Efendiye:

— Senin cenaze namazını papaza kıldırtacağım, demiş.

Sünbül Efendi de, amin diye dua ve istekte bulunmuş. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra, Sünbül Efendi, vefatına yakın bir zamanda, müridlerini toplayıp şöyle bir vasiyette bulunmuş:

— Evlâtlarım! Ben yolcuyum. Öteki âleme göçmek üzereyim. Vefatımdan sonra, musalla taşından kaldırıncaya kadar zinhar ağlamıyacak ve hiç kimseye haber vermiyeceksiniz. Cenazemi Fatih camiine götürüp, namazımı da orada kılacaksınız, demiş.

Sünbül Efendi buyurduğu gibi vefat etmiş, sessizce teçhiz ve tekfîn işi tamamlanıp Fatih Camiine götürülmüş. O gün Osmanlı hanedanından da, bir kadın cenaze bulunuyormuş ki, protokol icabı namazını da, Şeyhülislâm Ebussuud Efendinin kıldırması icap ediyormuş. Ebussuud Efendi, önce erkek cenazenin, yani Sünbül Efendinin namazını (bilmiyerek) kıldırmış, sonra da Sultan hanımınkini kıldırmış. Ağlama yasağı da kendilerinden o anda kalkan Sünbül Efendinin müridleri de ağlamaya başlayınca, Şeyhülislâm cenazenin kim olduğunu sormuş, ama dünya sanki başına yıkılmış. Tabutun üzerine kapanarak, ağlaya ağlaya Sünbül Efendiden af dilemiş. Büyük bir pişmanlık duymuş ki, hemen tarikat erbabı zatların eteğine sarılarak, inkâr ettiği hakikatlarin savunucusu haline gelmiş. Rivayete göre, müslüman cinnilere bile fetva verdiği için «Müftiyüssakaleyn» unvanını almış. (Rahmetullahi aleyhim)

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]MECÛSİLERİN SECDESİ VE İHLAS[/h][h=2][/h]İbrahim (a.s.) cömertliği ve misafirperverliği ile de meşhur büyük bir peygamberdir. Bir gün kendisine, ikiyüz mecûsi misafir oldu. Misafirlerini gayet güzel bir şekilde ağırladı, yedirdi, içirdi. Mecûsî (Ateşe tapan) bu ikiyüz misafir, tam veda edecekleri zaman, aralarında para toplayarak İbrahim (a.s.)'e takdim ettiler. Hz. İbrahim (a.s.) ise kabul etmedi.

— Birkaç gün hizmetinde bulunalım, dediler, bu da kabul olunmadı,

O zaman mecûsîler:

— Ya İbrahim! O halde sen söyle, sana bir iyilikte bulunmak istiyoruz, senin için ne yapmamızı istiyorsun? dediler. Hazreti İbrahim (a.s.):

— Sizden- şahsım için herhangi bir istekte bulunamıyacağım. Ancak sizden isteğim şudur ki, Rabbim Teâlâ Hazretlerine bir defa secde etmenizi istiyorum, dedi.

Mecûsîler aralarında görüşerek kabul ettiler ve saf tutup secde ettiler. Onlar secdeye inerken İbrahim Aleyhisselâm da ellerini dua için kaldırdı ve:

— Allahım ben bu kâfir topluluğuna secde ettirdim. Sence de malûm ki kalblerinde zerre ihlâs yok, Sen de bunlara ihlâs nasip ediver, diye dua etti.

Allahü Teâlâ Halilini kırmadı. Mecûsîlerin kalbine, Allah'a hakîkî mânâda secde edenlerin tattığı lezzeti verdi. Mecûsîler, uzun müddet secdeden kalkamaz oldular. Nihayet kalktıklarında, ömürlerinde, böyle tatlı ibadet yapmadıklarını söylediler ve hepsi Müslüman oldular.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]SEN PUTUNU ÖRTÜYORSUN[/h][h=2][/h]Züleyha, Yusuf Aleyhisselâma kastedip de üzerine gitmezden önce, odasında bulunan putunun üzerini örtmüş ve ondan sonra Yusuf Aleyhisselâmın üzerine yürümüştü. Yusuf Aleyhisselâm, ondan uzaklaşmakta iken arkasından şöyle bağırıyordu:

— Kalbinde zerre kadar da mı insaf yok Yusuf, niçin kaçıyorsun?

Yusuf Aleyhisselâm dönüp kendisine şu cevabı verdi:

— Sen bir taş parçasından ibaret olan putunun üzerini, seni görmesin diye örtüyorsun. Halbuki benim rabbim, beni daima görüyor. Nasıl olur da ben, senin isteğine razı olurum?.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]KİMSE GÖRMEDEN TAVUĞU KİM KESECEK?[/h][h=2][/h]Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri, üstadı Üftade (k.s.) Hazretlerinin hizmetinde daha ilk yıllarında talebe iken birçok talebe arkadaşlarının arasında, üstadının yanında ayrı bir yeri vardı. Üftade Hazretleri, müridleri arasında en çok onunla ilgilenir, birçok iltifatlar eder ve onun yetişmesine ayrı bir ihtimam gösterirdi. Üstadın o talebesi ile, fazla meşgul olmasını etraftan hissedenler ve birçok talebesi çekemezler ve Üftade Hazretlerine derler ki:

— Biz de talebeyiz, onun bizden ne farkı var?.

Talebelerin ve bazı müridlerin bu halini sezen Hazreti Üftade, onları imtihan etmek istedi. Hepsini huzuruna çağırdı, ellerine birer bıçak ve birer de tavuk verip:

— Bunu, gidip kimsenin görmediği bir yerde kesip geleceksiniz. Tek şartım, keserken kimsenin sizi görmemesi ve yalnız olmanızdır. Kim daha çabuk gelirse, benim en çok takdirimi o talebem kazanmış olur, buyurdular.

Bıçakla tavuğu alan talebeler sür'atle etrafa yayıldılar ve kendilerine göre, gizli birer yer bularak kesip getirdiler. Fakat o hakkında dedi-kodu yaptıkları, «Onun bizden ne farkı var» dedikleri talebe, hayli zaman olmasına rağmen ortalıklarda yoktu.

Erken gelenler, kendi aralarında konuşuyorlardı:

— Hocanın huzuruna çıkmaya yüzü yok ki, kesip de gelsin. Kim-bilir şimdi nerelerde dolaşıyor, diyorlardı.

O talebe, hayli zaman sonra elinde canlı tavuk olduğu halde kesmeden çıkıp geldi. Tavuğu kesip gelenler ona gülmeye başladılar:

— Bir tavuğu kesmeyi becerememiş, diyorlardı, kendi kendilerine.

Üftade sordu:

— Herkes kesip geldiği halde, sen nerede kaldın? Hep seni bekliyoruz. Bu zamana kadar nerdesin? diye...

O zaman daha talebelik yıllarını yaşamakta olan, daha sonra büyük bir mürşid olacak olan Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri, şöyle cevap verdi:

— Hocam, sizi beklettiğim için ayrıca özür dilerim. Lâkin ben, nereye gitti isem beni kimsenin göremeyeceği bir yer bulamadım. En kapalı bir yer dahi bulsam, iyi biliyordum ki Allah (C.C.) beni mutlaka görüyordu. Ve böylece, ordan oraya ordan oraya koştum, sizin emrinizi yerine getiremeden geldim, dedi.

Tabii bu hâdiseden sonra, anladılar diğer talebeler, hocasının neden en çok onu sevdiğini ve onunla daha fazla niçin alâkadar olduğunu .. Başlarını önlerine eğip hata ettiklerini anladılar. Çünkü Allah'a gizli olan hiçbir mekân ve zaman yoktu.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]ANA HAKKI[/h][h=2][/h]Hazreti Peygamberimiz (s.a.s.) Selman-ı Farisî Hazretlerine:

— Ya Selman! Seninle garipleri ziyarete gidelim, buyurdular. Selman-ı Farisî Hazretleri:

— Garipler kimlerdir ya Resûlallah? dedi. Peygamberimiz:

— Garipler o kimselerdir ki, dünyadan göçüp gitmişler ve arkalarından da rahmet okuyacak kimseleri kalmayan ölülerdir, buyurup beraberce Medine kabristanlığına gittiler.

Kabristanlığa vardıklarında, Peygamber Efendimiz bir kabrin başına varınca göz yaşlarını dökmeye, hatta hırka-i saadeti ıslanıncaya kadar ağlamaya başladılar. Selman-ı Farisi Hazretleri bu ağlamanın sebeb-i hikmetini anlayamamıştı:

— Ya Hayrelbeşer! Ağlamanızın sebebi nedir? Vahiy mi nazil oldu, yoksa başka bir sebep mi var? dedi. Hazreti Resûl-ü Ekrem Efendimiz:

— Hayır Ya Selman! Vahiy nazil olmadı, bu kabirde yatan bir delikanlıdır; ona şiddetli azap olunmaktadır. Onun azabının şiddeti beni ağlatıyor, buyurdular.

Daha sonra da meseleyi şöyle izah ettiler:

— Kardeşim Cebrail bana geldi. Ben bu ehl-i kabre neden bu kadar azap edildiğini sordum. Cebrail bana anasına asî olduğunu ve anasının da ona hakinı helâl etmediğini ve böylece kıyamete kadar azap olunacağını söyledi. Sen git Medine'ye, Bilâl'a söyle, nida edip bütün Medine halkını buraya çağırsın, buyurdular.

Selman-ı Farisî Hazretleri gidip Bilâl Hazretlerine, emri peygamberi tebliğ etti. Bilâl-i Habeşi Hazretleri yüksek bir yerden Peygamberimizin emrini bütün Medine ehline duyurdu. Medineliler bölük bölük kabristana gelmeye başladılar. Peygamberimiz, gelenlere ve herkese sahibi olduğu kabrin başına varın, buyurdular. Kendileri de o azap gören kabrin başında beklemeye başladılar. Herkes gelip bir kabrin başına vardığı halde o azap gören kabrin başına kimse varmıyordu. Nihayet hayli zaman geçtikten sonra elinde asası olduğu halde yaşlı bir kadın geldi, Peygamber Efendimizin başında beklediği kabrin yanına yaklaşıp durdu.

Efendimiz:

— Burada yatan senin neyin olur? diye sordu. Kadın, «oğlu» olduğunu söyledi. Peygamberimiz:

— Oğluna dargın mı idin? diye sordu.

Kadıncağız dargın olduğunu söyledi ve oğlunun kendisine yaptığı eziyeti şöyle anlattı:

— Birgün eve gece geç gelmişti. Kapıyı birkaç defa çalmış, ben kapıyı açtığım zaman geç açtığım için beni eliyle itti, kolumu ve gönlümü incitti, Ondan sonra da iflah olmayıp bu dünyadan göçüp gitti. Ben ona hakkımı helâl etmemiştim, dedi.

Peygamberimiz, tekrar ona analık hakkını helâl etmesini, oğlunun kabir azabı çektiğini söyledi ise de kadın, ona karşı kalbinin kırık olduğunu ve helâl etmeyi gönlünün istemediğini söyledi.

Bu kerre Hazreti Resûl-i Ekrem Efendimiz ihtiyar kadına:

— Ana bak oğlunun hâline, eğer sen hakkını helâl etmezsen oğlun kıyamete kadar bu azabı çekecek, ondan sonra da cehennem azabı çekecek, diyerek gözlerinden dünya perdesini kaldırdı.

Kadın kabre baktıki oğlu dört yandan hücum eden ateşler içinde kıvranmakta ve:

— Ah anneciğim neredesin! Beni kurtar! diye bağırmakta. Oğlunun bu halini görünce ana yüreği dayanamadı:

— Ya Rabbi! Oğlumu affet, ben ona analık hakkımı helâl ettim, diye Allah'a yalvarmaya başladı.

Cenab-ı Allah da o andan itibaren hemen ondan kabir azabını kaldırıp, başka bir günahı olmayan bu gencin kabrini, cennet bahçesine çevirdi.

Hazreti Peygamber Efendimiz:

— Siz kabri ne zannettiniz, kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya cehennem çukurlarından bir çukurdur, buyurdular.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]HIZIR (A.S.) YAZDIĞI KİTAPLARİ NEHRE ATTIRDI[/h][h=2][/h]İlm-i zahir ve ilm-i bâtın sahibi Imam-ı Kuşeyr'i Hazretleri, öğrendiği ilimle alâkalı olarak başından geçen hâdiseyi şöyle anlatıyor:

Küçük yaşta babamdan yetim kalmıştım. Bir annem vardı, başka da kardeşim yoktu. Ben çevremde mümkün olduğu kadar dini bilgilerimi öğrenmiştim. Fakat bu öğrendiğim bilgiler beni tatmin etmiyordu. Daha fazla okuyup, ilim sahibi olmak istiyordum, ilme karşı büyük bir aşkım vardı. Arkadaşlarım ilim tahsiline gidiyorlardı. Onlarla beraber ben de gitmeye karar verdim, gelip anneme durumu arzedip ilim tahsiline gitmem için izin vermesini istedim. Annem:

— Oğlum, sensiz ben ne yaparım. Senden başka kapımı açacak kimsem yok. Sen de gidersen, ben yapa yalnız kalacağım. Senden uzun müddet ayrı kalmaya yüreğim tahammül etmez, diyerek bana müsaade etmedi. Fakat ben gitmeye kararlı idim. Çok rica minnet ettim. Annem de en sonunda kabul ederek beni uğurladı.

ilim öğrenmek aşkıyla sevinçle evden ayrıldım. Arkadaşlarla beraber yola çıktık. Yolda giderken abdest bozmam icab etti. Bir kenara çekilip defi hacet ederken üzerimi pisledim. Arkadaşlara: — Sîz gidin, ben eve gidip elbisemi değiştireceğim, size yetişirim, dedim.

Eve geldiğimde, anamın içerde hüngür hüngür ağlamakta olduğunu gördüm. Onun ağlamasına yüreğim tahammül "etmedi. Okumak için gitmekten vazgeçtim:

— Anneciğim, artık ağlama sil gözünün yaşını, senin yanında kalacağım, gitmiyorum, dedim

Annem bana ilim tahsiline gitmekten vazgeçmememi söyledi:

— Ben senin okumana mâni olmak istemiyorum. Benim ağlamam her ananın yaptığı bir şeydir, ana yüreği evlâdından ayrı kalmaya dayanamaz. Sen git oku, ben mes'uliyet altına girmeyeyim dedi, ise de ben gitmedim.

Tabii ki anam yanında kalmama sevindi.

Annemle içerde otururken kapı çalındı. Kapıyı açtım ki, yaşlı bir zat benimle görüşmek istediğini, Allah (C.C.) tarafından gönderildiğini ve annemi razı ettiğim için beni evde okutacağını söyledi. Ben onun Hızır Aleyhisselâm olduğunu anladım. Çok sevindim, sonradan kendisinin de açıkladığı Hızır Aleyhisselâmdan, tam üç yıl ders okudum. Üç senede bütün ilimleri bana öğretti. Bu üç sene zarfında bin adet kitap yakmıştı. Üç sene sonra bana icazet verip o yazdığı kitapları memleketimizden geçmekte olan Ceyhun nehrine atmamı söyledi.

Kitapları nehre atmaya kıyamadım, götürüp bir yere sakladım. Akşam eve geldiğimde bana kitapları ne yaptığımı sordu. Ben:

— Nehre attım, dedim..

— Ne gördün? dedi.

— Hiçbirşey görmedim, dedim. Bana:

— Yalan söylüyorsun, kitapları nehre atmadın, dedi. İkinci gün kitapların yerini değiştirip yine nehre atmaya kıyamadım. Akşam bana yine sordu ne gördün diye..; Ben yine:

— Nehre attım ama bir şey görmedim, dedim.

— Yaramaz çocuk kitapları yine nehre atmadın, buyurdu ve bana tekrar kitapları nehre atmamı emretti.

Bu sefer gidip sandığa doldurulmuş olan kitapları nehre attım. Nehre attığımda, nehirden iki el çıktı, kitapları alıp nehrin içinde kayboldu. Eve döndüğümde gördüklerimi anlattım.

— Bu sefer atmışsın, dedi.

Bunun ne mânâya geldiğini sorduğumda:

— Kıyamete yakın bir zamanda Hazreti İsa yer yüzüne gelip, bu kitaplarla bir ümmeti Muhammed olarak amel edecektir, buyurdular.

Ben öyle inanıyorum ki, Hızır Aleyhisselâmın bana Allah tarafından gönderilmesi ve bütün ilimleri bana ta'lim etmesi, annemin:

— Allah sana ilmini nasip eylesin. Sen beni dünyada garip bırakmadığın gibi, Allah da seni dünyada ve ahirette yalnız bırakmasın, diye ettiği duanın kabul olmasındandır.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]BABASINI DAĞA BIRAKTI[/h][h=2][/h]Bir adamın yaşlı bir babası ve babasına bakmaktan bıkan bir de karısı vardı. Karısı kocasına:

— Ya beni bırak, babanla kal, yahut babanı buradan uzaklaştır, beraber kalmaya devam edelim. Eğer sen babanla kalmayı tercih edeceksen, ben ayrılmaya razıyım, diyordu.

Adamcağız ne yapacağını şaşırmıştı:

— Ne yapalım hanım, o benim babam, öldüreyim mi, ne yapabilirim onu? Biz bakmazsak ona bizden başka kim bakar? dediyse de karısı isteğinde ısrar ediyordu.

Adam en sonunda babasını götürüp dağa bırakmaya karar verdi. Yanına oğlunu da alarak arabayı hazırladı. Babasına da:

— Baba, şöyle dağa doğru gitmek istemez misin? Biz torununla beraber oduna gidiyoruz, sen de gel, dedi ve bir yatak bir miktar da yiyecek içecek alıp dağın yolunu tuttu.

Dağda ormanlığın içine doğru epey girmişlerdi. Getirdiği yatağı yere serip ihtiyar babasını üzerine yatırdı:

— Baba sen burada biraz istirahat et! Biz biraz odun yapıp gelelim, dedi, oradan ayrıldılar.

Fakat odun falan yapmamışlardı. Babasını dağa bırakmanın üzüntüsü içinde evin yolunu tuttular.

Yolda adamın oğlu:

— Dedemi almayacak mıyız baba? diye sordu. Adam:

— Dedeni oraya bıraktık. Artık o ihtiyar olduğundan orada kalacak. Biz eve gidelim, dediyse de torun ısrar ediyordu «Ben dedemi isterim...» diye. En sonunda babasına söz dinletemediğini anlayan çocuk:

— Baba, sen ihtiyarladığında ben de senin gibi ev bark sahibi olduğum zaman, seni getirip dağa mı bırakacağım? Sen dedem, ihtiyar olduğu için bıraktığımızı söylüyorsun? deyince adamın aklı başına geldi.

Sonunda kendinin de başına gelecekleri düşününce gidip dağa terkettiği babasını almaya karar verdi.

Dağda yapa yalnız kalmış, kurtların, kuşların kendini parçalama zamanının geldiğini düşünen ve elinden de hiçbir şey gelmeyen ihtiyar, kendisini almak için yoldan geri dönen oğluna:

— Evlâdım sen beni dağa bırakıp gidemezsin. Çünkü ben babamı dağa bırakmadım. Ona ölünceye kadar hizmet ettim, dedi.

Adam babasını alıp eve getirdi. Her ne olursa olsun elinden geldiğince, babasına ölünceye kadar bakmaya karar verdi. Boşuna dememişler: «Bu dünya etme bulma dünyasıdır» diye... Sen ne yaparsan sana da onun aynısının yapılacağı muhakkaktır.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]SIHHAT HAKKINDA[/h][h=2][/h]Üçüncü Mustafa, zamanın velilerinden birine:

— Dünyanın lezzeti nedir? diye sordu. Veli Padişaha:

— Yemek, içmek bir de yellenmek, diye cevap verdi. Velinin böyle kaba cevap vermesine kızan padişah:

— Sen benimle alay mı ediyorsun? diyerek huzurundan kovdu.

Padişahın huzurundan çıkarken veli:

— Padişahım, ye, iç, dışarıya çıkarmak nasip olmasın, diye beddua edip gitti.

Aradan zaman geçti, padişah hastalandı, kabız oldu. Zamanın mütehassıs hekimleri gerekli ihtimamı gösteriyorlarsa da padişah bir türlü sıkıntıdan kurtulamıyordu. En sonunda anladı, velinin bedduasının tuttuğunu... .

Veli'yi huzuruna çağırtıp özür diledi. Kendisini bu halden kurtarmasını rica etti. Veli:

— Padişahım, eğer padişahlığı bana verirsen, seni bir defa yellendiririm, dedi.

Çaresiz kalan padişah velinin isteğini-kabul etmek zorunda idi:

— Olsun, dedi.

Veli, himmetle padişahın karnını eliyle sıvazladı. Padişah bir kere yellendi ve rahatlayarak: -

— Oh! dedi. Veli:

— Padişahım görüyorsun padişahlığını bir yele satın aldım, dedi.

Padişah da ondan memnun olarak yaptırdığı camiye onun ismini verdi. Halen Üçüncü Mustafa'nın yaptırdığı camiye o dervişin ismi ile «Lâleli Camii» denir. Halbuki Lâleli Camiini Padişah Üçüncü Mustafa yaptırmıştır.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]İPİN UCU[/h][h=2][/h]Bir deve yavrusu annesinin peşinden gidiyormuş. Fakat annesi gibi hızlı yürüyemeyince annesine demiş ki:

— Ey anneciğim! Sen çok insafsız bir kadınmışsın meğer. Biraz yavaş yürüsen olmaz mı? Sana bir türlü yetişemiyorum. Annesi:

— Evlâdım! îpi çeken ben değilim ki. Şu önümüzde yularımızı çekendedir esas kabahat. Yoksa ben seni üzer miyim? demiş.

* * *
 

Muhamed Dolaku

New member
Katılım
2 Tem 2011
Mesajlar
5,395
Tepkime puanı
158
Puanları
0
Yaş
78
[h=2]GÖZÜ YÜKSEKLERDE OLANIN HÂLİ[/h][h=2][/h]Zayıf, perişan bir kedi varmış. Evin sahibi ona kuru ekmekten başka birşey vermezmiş. Bir gün bir arkadaşı onu ziyarete gelmiş. Haline çok acımış. Zayıf kedi de onun semizliğine gıpta etmiş. Kendisinin de onunla birlikte gelmesi, oralarda beslenip semizlenmesi için arkadaşına yalvarmış. Arkadaşı haline hamdetmesini söylemişse de anlatamamış. Beraber gitmişler. Gittikleri mahallede de bir adamın civcivlerini günlerdir kediler kapıp duruyormuş. Bu gün bu kedileri bekleyeceğim ve geleni vuracağım diye ahdetmiş. Adam pusuda beklemekte iken tesadüfen o mahalleye yeni gelen zayıf kediyi görmüş ve hemen ateş edip öldürmüş.

* * *
 
Üst Alt