EL-AKÎDETÜ’T-TAHÂVİYYE VE ŞERHİ
Önsöz:
Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla
Hamd Allah’a mahsustur. Bu şerhi bu şekilde okuyucuya sunarken sayın Dr. Abdullah b. Abdilmuhsin et-Türkî ile Şuayb el-Arnaût tarafından tahkikli neşri yapılmış baskıyı esas aldık. Ayrıca sayın muhakkık’ların koydukları notlardan ve başlıklardan da yararlandık.
Şarih’in ifadeleri ve lafızları eksiksiz bir şekilde dikkatle korunmuş olmakla birlikte, okuyucunun konuyu yeterli bir şekilde izlemesini olumsuz olarak etkileyebilecek ve ihtiyaç duyurmayacak türden tekrarlar ve geniş açıklamalar ile şarih’in asıl metinde izlediği yönteminin dışında kalan karşılıklı tartışmalarda ortaya konulan bir takım deliller ile bazı zayıf hadisler kaydedilmemiştir.
Yüce Allah’tan bu şerhin aslını faydalı kıldığı gibi bizim hazırladığımız bu şeklini de faydalı kılmasını niyaz ederiz.
Allah, Efendimiz Peygamberimiz Muhammed’e, onun aile halkına ve ashabına salât ve selam eylesin.
Salih b. Abdurrahman el-Husayyin
Tahâvî Akidesi’ne Yapılmış Şerhler
Elinizdeki şerhin müellifinden önce de, sonra da Hanefî mezhebine mensup bir çok ilim adamı Tahâvî Akidesi’ni şerhetmiştir.
Bu akideye şerh yazanların bazıları:
1- İsmail b. İbrahim b. Ahmed eş-Şeybânî. Basra, 14 Rebiu’l-Ahir 504 tarihinde doğmuş, 9 Cumade’l-u’lâ 629 Çarşamba günü vefat etmiştir.
2- Necmu’d-Dîn Menkûbars b. Yalınkılıç Abdullah et-Türkî. Vefatı, 652 Hicri. Yazdığı şerhe "en-Nuru’l-Lâmi’ ve’l-Burhanu’s-Sati’ " adını vermiştir.
3- Türkistan’lı ve Türkistan’daki bir şehir olan Tiraz’dan Hibetullah b. Ahmed b. Mualla b. Mahmud Şücaûddin et-Türkistanî el-Hanefî. 733 h. yılında vefat etmiştir.
4- İbn es-Serrac diye bilinen Mahmud b. Ahmed b. Mes’ûd el-Konevî ed-Dımeşkî el-Hanefî. Dımeşk’da 771 h. yılında vefat etmiştir. Keşfu’z-Zunûn müellifinin dediğine göre müellifi bu şerhine: “el-Kalâid fi Şerhi’l-Akâid" adını vermiştir.
5- Siracu’d-Din Umer b. İshak el-Hindî el-⁄aznevî el-Hanefî. 773 h. yılında vefat etmiştir.
6- Muhammed b. Muhammed b. Mahmud Ekmelu’d-Din el-Bâbertî el-Hanefî. 786 h. yılında vefat etmiştir.
7- Hanefî mezhebine mensup Fakih Molla Ebu Abdillah Mahmud b. Muhammed b. Ebi İshak el-Kustantinî. Hacı Halife’nin Keşfu’z-Zunûn’da belirttiğine göre bu şerhi 916 h. yılında bitirmiştir.
8- Hanefî mezhebine mensup Akhisarlı Kâfî Hasen Efendi. 1025 h. yılında vefat etmiştir. Bu şerhine "Nuru’l-Yakîn fî Usuli’d-Din" adını vermiş olup, bunu Estergon Kal’ası’nın 1014 h. yılında muhasarası esnasında tamamlamıştır.
9- Müellifi bilinmeyen ve Seyfu’d-Din en-Nasırî’nin isteği üzerine yazılmış bir şerh. Bu şerh Cota (Gota)da 665, el-Mekteb el-Hindî, 1/4569’da kayıtlıdır.
10- İbn bint el-Himyerî diye bilinen Hanefî Muhammed b. Ebî Bekr el-⁄azzî’nin "Şerhu Akaidi’t Tahâvî" adını verdiği ve 881 h. yılında tamamladığı şerh.
11- el-Meydanî diye meşhur hanefî mezhebine mensup İmam Allame Fakih eş-Şeyh Abdu’l-⁄anî b. Talib b. Hammade el-⁄uneymî ed-Dımeşkî’nin yazdığı şerh. 1298 h. tarihinde vefat etmiştir.
Akide’nin Müellifi İmam et-Tahâvî
Adı ve Nesebi
İmam Ebu Câ’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme b. Seleme b. Abdi’l-Melik el-Ezdî el-Hacrî el-Mısrî et-Tahâvî’dir. Tahâvî, Mısır’da Saîd bölgesindeki kasabalardan Tahâ’ya nisbettir.
Doğumu ve Yetişmesi
Öğrencisi olan İbn Yunus’un rivayetine göre -ki doğrusu da budur- 239 h. yılında doğmuştur. 321 h. yılında vefat ettiği üzerinde de görüş birliği vardır. Yalnız İbnu’l-Nedîm onun vefat tarihini 322 h. olarak vermektedir.
İmam Tahâvî bir ilim ve fazilet yuvasında yetişmiştir. Babası ilim ehli, şiir ve rivayeti hususlarında bilgi sahibi bir kişi idi. Annesi İmam Şafiî’nin ders halkalarına katılan Şafiî’nin mezheb alimleri arasında sayılır. Dayısı ise İmam Şafiî’nin yakın arkadaşları arasında en fakih ve onun ilmini neşreden İmam el-Müzenî’dir. Hadis eserleri sahiplerinden hafız imamlarla ve onların tabakalarında yaşayanlar ile çağdaştır. Bazıları ile aynı senetlerle, aynı rivayetleri ortak olarak kaydetmiştir.
İlmî Seviyesinin Yükselmesi ve İçtihad Derecesine Ulaşması
Yirmi yaşına vardığında ilk görüşlerini terkederek fıkıh’ta Ebu Hanife’nin usulüne yöneldi. Onun bu yönelişinde bir takım sebebler rol oynamıştır:
1- Dayısı Ebu Hanife’nin kitaplarını çokça mütalaa ettiğini, onları çokça incelediğini ve bu kitaplardan etkilendiğini görürdü. Muhammed b. Ahmed eş-Şerûtî kendisine, niçin dayının mezhebine muhalefet ederek Ebu Hanife’nin mezhebini tercih ettin, diye sorunca şu cevabı vermiş: Çünkü ben dayımın Ebu Hanife’nin kitaplarını uzun uzun tetkik ettiğini görüyordum. Bundan dolayı ben de o mezhebe geçtim.
2- İmam Şafiî’nin ileri gelen arkadaşları ile Ebu Hanife mezhebine mensup ilim adamları arasında kendisinin gözü önünde cereyan eden ve kendisinin doğrudan duyup, işittiği ilmî tartışmalar.
3- Her iki mezhebe dair yazılmış eserler ve bunların her birisinde hakkında ihtilâfa düşülmüş meselelerde diğerlerinin görüşlerinin reddedilmesi. el-Müzenî "el-Muhtasar" adlı eserini telif etmiş ve bir çok meselede Ebu Hanife’nin görüşlerini reddetmiştir. Bunun üzerine Kadı Bekkâr b. Kuteybe ortaya çıkarak onun görüşlerini reddeden bir kitap telif etmiştir.
4- Mısır ve Şam diyarına -Kadı Bekkâr b. Kuteybe, İbn Ebi İmran ve Ebu Hazim gibi- kadılık görevini ifa etmek üzere gelen Ebu Hanife mezhebine mensup ilim adamları.
İşte bütün bunlarla birlikte onun sahip olduğu fıtrî istidadı, çeşitli alanlar ile ilgili ilmî birikimleri ve içtihad mertebesine ulaşmak arzusu, onu her iki mezhebi derinlemesine incelemeye, bu iki mezheb arasında karşılaştırmalar yapmaya ve içtihadı ile ulaştığı görüşü tercih edip ona mensub olarak onu savunmaya itmiştir.
Ebu Ca’fer’in bir mezhebten diğerine geçişinde garip kaçacak yahut reddedilmeyi gerektirecek bir husus yoktur. Kendisinden önce yahut kendi çağdaşlarından bir çok ilim adamı bir mezhebten bir diğer mezhebe geçmiş ve çağdaşları olan ilim adamlarından kimse onlara tepki göstermemiştir. Mesela İmam Şafiî’nin Mısır’daki yakın arkadaşlarının bir çoğu İmam Malîk’e tabi kimseler idi. Bunların arasında Tahâvî’nin hocaları da vardır. Çünkü onların bu şekildeki davranmaları taassub, taklid veya ilmî bakımdan gereksiz bir yarışmaya girmekten kaynaklanmıyordu. Onlar bu işi delile, kanaat getirmeğe ve konuyu iyiden iyiye basiretle incelemeye bağlı olarak ve burdan hareketle yapıyorlardı.
İbn Zûlâk dedi ki: Ben Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi Ca’fer et-Tahâvî’yi şöyle derken dinledim: Babamı -Ebu Ubeyd b. Harbeveyhi’nin faziletini ve ne kadar fakih olduğunu söz konusu ederek- şöyle derken dinledim: Çeşitli meselelerle benimle müzakere ederdi. Bir mesele hususunda bir gün kendisine cevap verdim. Bana Ebu Hanife’nin görüşü bu değildir, dedi. Ben de ona şöyle dedim: Ey kadı! Ebu Hanife’nin söylediği herşeyi ben de kabul edip söyleyecek miyim? O da bana: Ben senin sadece bir mukallit olduğunu zannederdim. Bunun üzerine ona şöyle dedim: Peki, mutaassıp bir kimseden başkası körü körüne taklid eder mi? O bana: Yahut ta ahmak bir kimseden, dedi.
Bu sözler Mısır’da büyük bir hızla yayıldı ve bir darb-ı mesel haline geldi, insanlar da bunu ezberledi.
İlim Adamlarının İmam Tahâvî Hakkında Söyledikleri:
İbn Asakir "Tarih"inde (VII, 368) naklettiğine göre İbn Yunus şöyle demiştir: "(Tahâvî) Güvenilir, rivayeti sağlam, fakih, oldukça akıllı ve geriye benzerini bırakmamış bir kişidir."
İbn Hacer "el-Lisan" (I, 276)de naklettiğine göre Mesleme b. el-Kasım "es-Sıla" adlı eserinde şöyle demiştir: "Güvenilir, sağlam, oldukça değerli, fakih, ilim adamlarının farklı görüşlerini iyi bilen, tasnifi basiretli bir kimseydi."
İbnu’n-Nedim "el-Fihrist" (260)de: "O ilim ve zühdü itibariyle zamanında eşsizdi."
"el-Cevahiru’l-Mudiyye"de belirtildiği gibi İbn Abdi’l-Berr şöyle demiştir: "Kûfe’lilerin siyretini, haberlerini ve fıkıhlarını, insanlar arasında en iyi bilmekle birlikte, bütün fukahânın görüşleri hakkında da bilgili idi."
İmam es-Sem’anî de "el-Ensâb" adlı eserinde (VIII, 218) şöyle demektedir: "İmamdı, güvenilir ve sağlam bir kimseydi. Fakih ve alimdi. Geriye kendisine benzer kimse bırakmadı."
İbnu’l-Cevzî "el-Muntazam" adlı eserinde (VI, 250) şöyle demektedir: "Oldukça sağlam, kavrayışlı, fakih ve akıllı bir kimse idi." Torunu da aynı şeyleri söylemiş ve şunları ilave etmiştir: "Fazileti, doğruluğu, zahidliği ve veraı ittifakla kabul edilmiştir."
İbnu’l-Esîr de "el-Lubâb" adlı eserinde (II, 276) şunları söylemektedir: "O imamdı, hanefî mezhebine mensub fakihdi. Güvenilir ve rivayeti sağlam bir kişiydi."
İmam ez-Zehebî "Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ" (XV, 27)de şunları söylemektedir: "İmam, allame, büyük hafız, Mısır diyarının muhaddisi ve fakihi..." Daha sonra şunları söylemektedir: "Bu imamın te’liflerini tetkik eden bir kimse onun ilimdeki mevkiini ve bilgilerinin genişliğini çok iyi anlar."
"Büyük Tarih"inde (Tarihu’l-İslam) otuzüçüncü tabakada (kilerden söz ederken) şunları söylemektedir: "Fakih, muhaddis, hafız, ileri gelen bir kimse idi. Güvenilir, sağlam bir ravi, fakih ve akıllı idi." "Tezkiratu’l-Huffaz" adlı eserinde de (s. 808)de onun biyografisini kaydetmiştir.
es-Safdî "el-Vafî bi’l-Vefeyât" (IIV, 9)da şunları söylemektedir: "Güvenilir, üstün, fakih ve akıllı birisiydi. Kendisinden sonra kendisi gibi birisini bırakmadı."
el-Yafi’î de şöyle demektedir: "Fıkıh ve hadiste oldukça ileri dereceye ulaşmış, çok faydalı eserler tasnif etmiştir."
İbn Kesir de "el-Bidaye"de (XI, 186) şunları söylemektedir: "Hanefî mezhebine mensup fakihtir. Çok faydalı eserlerin müellifidir. Güvenilir ve sağlam ravilerden ve ileri gelen hadis hafızlarından birisidir."
Suyûtî "Tabakatu’l-Huffaz"da (s. 337) şunları söylemektedir: "İmam, büyük ilim adamı, hafız ve harkûlade tasniflerin sahibi... güvenilir, oldukça sağlam ve fakih birisi idi. Kendisinden sonra (benzerini) bırakmadı."
ed-Davudî "Tabakatu’l-Müfessirîn"de (I, 74) şunları söylemektedir: "İmam, büyük alim ve hafız..."
Mahmud b. Süleyman el-Kefevî "Tabakat"ında, -el-Leknevî’nin "el-Feraidu’l-Behiyye"de (s. 31) naklettiğine göre- şunları söylemiştir: "Oldukça üstün değerli bir imamdı, şöhreti her tarafa yayılmıştı. Onun güzel anısı sahifeler arasında dopdoludur. Hadislerde ve haberler bilgisi hususunda imamdı... Oldukça üstün değerli ve itibarlı eserleri vardır."
Eserleri
Tahâvî akide, tefsir, hadis, fıkıh, şurût (şartlar) ve tarihe dair pek çeşitli eserler telif etmiştir. Bunlar oldukça güzel, köklü ve son derece faydalı eserlerdir.
Tarihçiler onun otuz dolaylarında yazmış olduğu kitabını kaydetmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Şerhu Meâni’l-Âsâr.
2- Şerhu Muşkili’l-Âsâr.
3- Hanefî fıkhına dair Muhtasaru’t-Tahâvî.
4- Sünenu’ş-Şafiî. Tahâvî bu eserinde (252 h. yılında) dayısından, onun da Şafiî’den dinlediklerini bir araya getirmiştir.
5- el-Akidetu’t-Tahâviyye. Elinizdeki şerhin esas metnini teşkil etmektedir. Oldukça yaygın bir ünü vardır. Farklı mezheblerine rağmen ehl-i sünnet tarafından kabul görmüş, beğeni ile karşılanmış ve onu şerh edip açıklamışlardır.
6- eş-Şurutû’s-Sağîr.
Vefatı
İmam Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Mısır’da perşembe gecesine rastlayan Zülkade 321’de vefat etmiş ve el-Karâfe’deki Benu’l-Eş’as mezarlığında defnedilmiştir.
Akîde’nin Şârihi İbn Ebi’l-İzz
Adı ve Nesebi
İmam, büyük ilim adamı Sadru’d-Din Ebu’l-Hasen Ali b. Alai’d-Din Ali b. Şemsi’d-Din Ebu Abdillah Muhammed b. Şerefi’d-Din Ebu’l-Berekât Muhammed b. İzzi’d-Din Ebi’l-İzz Salih b. Ebi’l-İzz b. Vuheyb b. Atâ b. Cubeyr b. Cabir b. Vehb’dir. Aslı Ezraî’dir. Hanefî mezhebine mensup Dımeşk’lı ve Salihî(ye)lidir. "İbn Ebi’l-İzz" diye bilinir.
Doğumu
Biyografik eserler onun 22 Zü’l-Hicce 731 yılında doğduğunu ittifakla kabul etmektedir.
Ailesi
Şarih oldukça ünlü, ilim ve önderlik alanında üstün şanı bulunan bir aileye mensubtur. Bu aile başından beri Dımeşk’de Hanefî mezhebinin önderliğini yapmakla bilinegelmiştir. Bu aileden yetişen ilim adamları ders, kaza ve fetvâ makamlarını işgal edegelmişlerdir.
1- Babası Kadı Alau’d-Din Ali b. Ebi’l-İzz el-Hanefî olup, 746 h. yılında vefat etmiştir.
2- Dedesi Kadı Şemsu’d-Din Ebu Abdi’llah Muhammed b. Muhammed b. Ebi’l-İzz olup Hanefî mezhebine mensup ileri gelen ilim adamlarından, önderlerinden ve bir çok ilim dalında oldukça üstün bir seviyeye gelmiş olanlarındandır.
3- Dedesinin babası Muhammed b. Ebi’l-İzz Salih b. Ebi’l-İzz olup Dımaşk’de 723 h. yılında vefat etmiştir.
Yetişmesi
İşte İbn Ebi’l-İzz böyle bir ilmi ailede, ilim tahsili ve tedrisinin oluşturduğu böyle bir ortamda yetişmiştir. Bundan dolayı yüce Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu fıtrî istidad, bilgiye aşırı düşkünlük, susamışlık, oldukça parlak bir zihin ile birlikte, bunların onun ilim ve bilgi noktasında pek büyük bir dereceye ulaşmasında oldukça katkısı olmuştur. Sahib olduğu bu konumu dolayısıyla ders vermiş, hatiplik yapmış, eserler te’lif etmiştir. Bilgi bakımından kemal derecesine ulaşmamış, yüksek bir mevkiye gelmemiş ve aklı da bu konuda gereken eğitimden geçmemiş kimselerin asla ulaşamadığı ilmî makam ve mevkileri üstlenmiştir.
Babası hanefî mezhebine mensub olduğundan dolayı hiç şüphesiz kendisi de hanefî mezhebini dikkatli bir şekilde okuyup incelemiş, meselelerini ortaya çıkarmış ve insanlar arasında bu konuda oldukça özel bir konuma ulaşmış olmalıdır. Onun Dımeşk ve Mısır’da hanefî mezhebi kadılığı görevini üstlenmiş olması bu kanaati pekiştirmektedir.
Mezhebi
Şarih -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bütün fertleri Ebu Hanife mezhebine mensub ve büyük çoğunluğu da bu mezhebin hakimliğini yapmış bir aile ortamında yetişmiştir. Bu mezhebi babasından oldukça dikkatli bir şekilde ders olarak okumuştur ve bu da ona bu mezhebte kadılık görevini üstlenme ehliyetini kazandırmıştır. Ayrıca bu eğitim onu bu mezhebin tedris edilmesi için vakfedilmiş medreselerde ders verme ehliyetine de sahip kılmıştır. Ancak o -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- yüce Allah’ın tevfîki ile daha sonra da sahip olduğu fıtrî istidad ve bilgiye susamışlığı, ilim ehli kimselerin mezheb ve görüşlerine dair geniş bilgisi ve bunları tam anlamıyla kuşatmış olması ile bunlar arasında karşılaştırma yapabilmekteki üstün kudreti sayesinde taklit boyunduruğundan kurtulabilmiş ve çeşitli görüşler ve mezheb kanaatleri arasında delilinin güçlülüğü ve karşıt delil ortaya konulamadığı için doğru olduğunu açıkça tesbit ettiği görüş ve mezhebleri tercih edebilmiştir. İsterse bu kendisinin bağlı bulunduğu mezhebin görüşüne muhalif olsun.
"el-İttibâ’" adlı risalesinde (s. 88) şunları söylemektedir: "Faydalı ilim talep edenin görevi şu ki: Allah’ın Kitabını iyice bellesin ve üzerinde iyice düşünsün. Aynı şekilde sünnetten de kendisi için mümkün olanı bellesin. Bundan kana kana içsin, doyasıya öğrensin. Bununla birlikte konuşmasını düzeltecek kadarıyla Kitap ve Sünneti, selef-i salihin bunların manaları ile ilgili sözlerini kavramasına yardımcı olacak kadar dil ve nahiv öğrensin. Sonra da Ashab-ı Kiram’dan başlayarak ve daha sonra herhangi bir özelleştirme söz konusu olmaksızın kendisi için mümkün olan, onlardan sonra gelen ilim adamlarının görüşlerini tetkik etsin. Eğer icma ile kabul ettikleri bir görüş varsa, onu bırakıp başka bir görüşe yönelmesin. Anlaşmazlığa düştükleri bir husus varsa, o takdirde herhangi bir hevâ, heves ve taassub söz konusu olmadan delillerini incelesin. Bundan sonra ise artık Allah kime hidayet vermişse işte doğruyu bulan odur, kimi saptırmışsa da sen onu doğruya iletecek bir dost bulduğunu göremezsin."
Onun görüşüne göre çağında müslümanların içine düştükleri tefrikanın, ayrılıkların ve zayıflığın sebebi mezhebî taassuptur. Belli bir mezhebe mensup olanların herbirisinin bu mezhebin daha hak olduğuna inanması, diğer mezhebler arasında bütün fer’î görüşlerde bunun taklid edilmesi gerektiği kanaatini taşımasıdır.
Onun kanaatine göre bu görüş ayrılığını genişleten diğer bir etken de, bunu sürdüren ve devam ettiren medreseler ve vakıflar yapanların, vakıf şartnamelerindeki ifadeleridir. Bu vakfın sahipleri, bu medreselerin filan kimselere, diğer medresenin de filan kesime vakfedilmesini şart koşmaları üzerine herbir kesim kendi kabul ettiği kanaate sıkı sıkıya yapışmış ve başkasından yüz çevirmiştir. Bundaki maksat ise böyle bir vakıftan (gelirlerinden) mahrum olmamaktır. Ayrıca buna, bu gibi şartların ve benzerlerinin sahih olup olmaması şüphesini de, bir de vakfedenin şartının şarî’in nassı gibi olduğu görüşünü de eklemek lazım. Şüphe ile arzu bir araya gelince artık hastalık daha bir kök saldı.
Üstelik bazı vakfediciler cahildir. Onların herbirisinin tayin ve tesbit ettikleri bu kesimi tayin etmeye iten, sadece o taife ve o taifenin imamı lehine duydukları taassubtan ibarettir.
Onların asıl maksatları doğrudur, bu da şeriat ilimlerinin canlandırılmasıdır. Bundan dolayı onların yaptıkları vakfın ilim adamlarına tahsis edilmesi doğru fakat bunu o ilim adamları arasından filan taifeye tahsis etmeleri ise batıldır. Çünkü yapılması gereken vakfedenlerin koştukları şartların şeriat ölçüsüne vurulmasıdır. Bu ölçüye uygun olan görüş kabul edilir, aksi takdirde reddedilir. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Bir takım kimselere ne oluyor ki Allah’ın Kitabında yer almayan şartlar koşuyorlar. Allah’ın Kitabında yer almayan herbir şart -yüz tane olsa dahi- bâtıldır."
Yine onun görüşüne göre bu ayrılık ve tefrikanın iyice yerleşmesinin sebeblerinden birisi de her mezhebe mensub ayrı bir hakimin görevlendirilmesidir. Bundan dolayı bir çok haklar kaybolmuştur. Onun görüşüne göre kesinlikle başka bir görüş kabul etmemek şartıyla muayyen bir imamın görüşü ile amel etmekle her zaman insanların menfaatleri gerçekleştirilemez. Onların ayrılığa düştüklerinin görülmesi esnasında tefrikaya düşmelerinin yasaklanması bu ayrılıkları sürdürmelerine göz yummaktan daha iyi idi. Onları ayrılık üzerinde ısrar etmeye iten hususları işlemelerinin engellenmesi daha uygundu. Böyle bir ayrılık yani herbir taifeye (mezheb mensublarına) bağlı bir hakimin tayin edilmesi İslâm’ın ilk dönemlerinde yoktu. Bu el-Melik ez-Zahir Baybars döneminde 664 yılında ortaya çıkmış bir iştir.
Yine Beyt-i Haram’ın yanında, Şam’daki Emevi Camiinde ve diğer mescitlerde düzenli ve muayyen birer imam tayin edip herbir imamın, dışına çıkmamak üzere belli şekillerde namaz kılmaya bağlılığı da bu tefrikanın etkenlerinden ve daha da artmasının sebeblerindendir. Halbuki cemaatin ve birliğin sağlanması için namaza aykırı fiillerle birlikte korku namazı kılmak meşru bir iştir. Korku namazının meşru oluşu, herbir mescitte birden fazla imam tayin etme işlemini durdurmak için yeterli bir delildir.
Özetle: onun görüşüne göre ümmetin yapısını zayıf düşüren, yıkım ile karşı karşıya getiren tefrika sebebleri arasında gördüklerini özetle sıralayacak olursak; bu sebebler mezhep taassubu, ayrı ayrı her mezheb için medreseler inşa etmek, dört mezhebe göre ayrı ayrı hakimler görevlendirmek, herbir mescitte herbir mezhebe ayrı imam ihdas etmek.
Bulunduğu Görevler
Şarih’in hayatı ilim alanında ve ilme hizmette oldukça güzel sonuçlar vermiş, pekçok gayretlerle dolup taşmıştır: Bu meyanda ders vermiş, okutmuş, kitap te’lif etmiştir. Biyografik eserler ışığında yaptıklarını aşağıdaki şekilde özetlememiz mümkündür:
1- Kaymaziyye medresesinde 748 h. yılında hocalık. O sırada henüz onyedi yaşından fazla değildi. Bu medrese hanefî mezhebine aitti.
2- Rükniyye medresesinde hocalık görevi. (777 h.) Bu da hanefîlere ait bir medresedir.
3- Hanefî Kadı el-Humam’ın vefatından sonra el-Aziyye el-Berrâniyye’de 784 h. yılı Rebiu’l-Âhir ayında ders vermeye başladı.
4- Yine hanefî mezhebine göre ders veren medreselerden birisi olan el-Cevheriyye’de de ders verip hocalık yapmıştır.
Büyük bir ihtimalle şarih, vakfedicinin hem hanefî mezhebine mensup hem de onların dışında kalan değişik ilim talebelerine vakfetmiş olduğu el-⁄azziyye Medresesi dışında hanefî mezhebine has olan bu medreselerde sadece hanefî mezhebini tedris etmekle kalmamıştır. Çünkü o -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- eğer Şeriat koyucu’nun nasslarına muhalefet varsa vakfedenin şartnamesinde koşmuş olduğu şartlara bağlı kalmanın vacip olduğu görüşünde değildi. Onun görüşüne göre muayyen bir kesime vakfetmek ve vakfı münhasıran onlara ayırmak birçok bakımdan tutarsız idi:
a- Evvela bu, insanlar arasında tefrikanın daha bir yerleşip kök salmasının etkenlerindendir.
b- Bu medreselerde ders verme görevini üstlenen hocalar bu medreselerin kendisi için vakfedildiği mezhebi öğretmek ile sınırlı kalıyorlar. Bu ise onun bu mezhebin delillerini derinlemesine inceleyip, bu mezheb lehine taassub göstermesine, bu mezhebin düşmüş olduğu hataları tenkide dayanamayan zayıf deliller ile savunmasına iter.
c- Böyle bir medresede tedris edilen fıkhı ders alan öğrenciler de bu hoş olmayan taassubu güçlendirir ve onlarda tenkid, karşılaştırma ve tercih melekesini zayıflatır, hayatları boyunca mukallit kalırlar.
O bakımdan onun ders verirken ele aldığı çeşitli meseleler hakkında imamların görüşlerini enine boyuna ele almış olması, delillerini, gerekçelerini ortaya koyup bunlar arasında gerekli mukayeseyi yapmış olması sonra da delili daha kuvvetli ve nassa daha uygun olanı tercih etmeye yönelmiş olması ihtimali uzak değildir. Bundan maksadı ise öğrencilerini taklid mertebesinden, ittibâ’ mertebesine taşıyacak ve böylelikle bağımsız bir kişilik sahibi olmalarını sağlayacak sağlıklı fıkıh bilgisi edinme melekesini geliştirmek istiyordu.
5- İnsanların İslâmî kültürlerini geliştirmek, kamuoyunu uyanık tutmak, sağlıklı bir şekilde kamuoyunu yönlendirmekte hatipliğin önemli bir rolü olduğundan dolayı şarih el-Efram Camii hatipliğini de üstlenmişti.
6- Aynı şekilde el-Belka bölgesinin stratejik yeri olan Husbân’da da hatiplik görevini üstlenmişti.
7- Muharrem 777 h. tarihinde Mısır hakimliğine tayin edilen amcasının oğlu Necmu’d-Din’in yerine vekâleten Dımaşk’ta 776 h. yılının sonlarında hanefî mezhebi hakimliği görevini üstlenmiştir. Daha sonra Necmu’d-Din yüz gün görev akabinde hakimlikten affedilmeyi istedi ve Dımaşk’a nakledildi. Onun yerine Mısır’daki hanefî mezhebi kadılığını şarih bu yılın Cumade’l-Ahire yılında üstlendi. İki yıl kadar hakimlik yaptıktan sonra affedilmeyi istedi ve istifası kabul edildi. Sonra da Dımaşk’a el-Kaymaziyye ile el-Cevheriyye’deki görevlerine ve hatipliğe geri döndü.
Eserleri
Biyografik eserler onun birçok eserinden söz etmektedir. Bunların bazıları:
1- Selef’in yöntemi üzere İslâm akidesine dair incelikli ve derinlemesine incelemeler, oldukça güçlü ve mükemmel tahkikler ihtiva eden bu nefis şerh.
2- et-Tenbih alâ Müşkilâti’l-Hidâye. Bunu es-Sehavî ve başkaları zikretmiştir.
3- Fıkhî sorulara verilen cevapları ihtiva eden bir risâle.
Bu risalenin ilk sahifesinde şunlar yer almaktadır: Bunlar muhalif mezhebe mensup kimseye namazda uymanın sahih olduğunu, cumayı edâ ettikten sonra kılınan dört rek’atın hükmünü, elbiseye değen abdest suyunun hükmünü ihtiva eden oldukça değerli ve incelikli bir takım notları ihtiva eden bir risaledir. Bu risale büyük ilim adamı muhik (hak ehli) ve muhakkik Ali b. Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Ebi’l-İzz el-Hanefî -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin te’lifidir. Gerçekten yazdıklarını mükemmel ve güzel yazmıştır. Oldukça faydalı satırlarla maksadını dile getirmiştir.
4- en-Nuru’l-Lâmi’ fî mâ Yu’melu bihî fi’l-Camî’. Burada cami’den kasıt Emevî Cami’dir.
5- el-İttiba’. İki defa basılmıştır. Birincisi Pakistan, Lahor’da 1401 h. yılında, ikincisi Amman’da 1405 h. yılında. Bu çağdaşı Ekmelu’d-Din Muhammed b. Mahmud b. Ahmed el-Hanefî (vefatı 786 h.)nin te’lif ettiği bir risaleye bir reddiyedir. Bu ilim adamı yazdığı bu risalesinde Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- mezhebini taklid etme kanaatini tercih ediyor ve bunu teşvik ediyordu. İbn Ebi’l-İzz ise sözü geçen bu risalede açıklanmaya muhtaç bir takım yerler tesbit ettiğinden yasak kılınmış tefrikaya düşülür ve helâke götüren hevâya tabi olunur korkusu ile bu açıklanması gerekli noktalara dikkat çekmek istemişti.
Bu reddiyesinde tam anlamıyla tevfîk’a mazhar olmuştur. O -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ilmi bir yöntem izlemiştir. Onun izlediği bu yöntem tam anlamıyla edeble hareket ettiğini, delilinin kuvvetli olduğunu, ufkunun genişliğini, yerilen taassubtan uzak olduğunu, kalpleri birleştirmeyi ve engelleri ortadan kaldırmayı ısrarla arzu ettiğini ortaya koyan bir reddiyedir.
Vefatı
İmam büyük ilim adamı Sadru’d-Din Ali b. Ebi Ca’fer, Zülka’de 792 h. yılında vefat etti ve Sefh Kasyun’da defnedildi. Yüce Allah ona bol bol rahmet eylesin.
el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi
Hasbiyallahu ve Ni’me’l-Vekîl
(Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.)
Hamd Allah’a mahsustur, O’ndan yardım diler, O’ndan mağfiret isteriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayet verdiğini kimse saptıramaz. O’nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez.
Şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O’nun hiçbir ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Efendimiz Muhammed O’nun kulu ve Rasûludur. Allah’ın pek çok salât ve selâmı onun, aile halkının ve ashabının üzerine olsun.
Dinin Esasları (Akaid) İlmi, İlimlerin En Şereflisidir
Dinin esasları ilmi, ilimlerin en şereflisidir. Çünkü herbir ilim dalının şerefi, konusunun şerefinden gelir. Bu ise fer’î hükümlerin bilgisi demek olan fıkha nisbetle en büyük fıkıh (fıkh-ı ekber)dir. Bundan dolayıdır ki İmam Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- dinin esasları ile ilgili ve bir kaç sahifede topladığı görüşlerini "el-Fıkhu’l-Ekber" diye adlandırmıştır.
Kulların buna ihtiyaçları herşeyden çoktur. Hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek kadar buna zorunlu olarak muhtaçtırlar. Çünkü kalpler rab’lerini, ma’budlarını ve kendilerini yoktan yaratıcılarını isim, sıfat ve fiilleriyle tanımaksızın hayat bulamazlar. Bütün bunlarla birlikte kalplerin herşeyden çok onu sevmeleri gerekir ve bütün gayretleri diğer yaratıklar bir tarafa, sadece O’na kendilerini yakınlaştırmaya yönelik olmalıdır.
Akılların kendi başlarına bunları etraflı bir şekilde bilip, idrâk etmeleri imkânsız bir şeydir. Bundan dolayı aziz ve rahim olan Allah, rahmetinin gereği olarak kendisini tanıtan, yoluna çağıran, çağrılarını kabul edenleri müjdeleyen, kendilerine muhalefet edenleri korkutup uyaran peygamberler göndermiş; onların davetinin anahtarını, risaletlerinin özünü, şanı yüce ma’bûdu isim, sıfat ve fiilleriyle tanımak olarak tesbit etmiştir. Zira risaletin başından sonuna kadar bütün gerekleri bu bilgi üzerine bina edilir.
Sonra bunun arkasından iki önemli esas gelir:
Birincisi kendisine ulaştıran yolun tanımıdır. Bu da emir ve yasaklarını ihtiva eden şeriatidir.
İkincisi kendisine ulaşmalarından sonra bu yolu izleyenlere verilecek olan ebedî nimetleri bildirmektir.
Buna göre insanlar arasında Allah’ı en iyi tanıyanlar kendisine ulaştıran yola en çok uyan ve huzuruna varacakları vakit O’nun yolunu izleyenlerin durumunun ne olacağını en iyi bilen kimselerdir. İşte bundan dolayı yüce Allah, Rasûlüne indirdiklerine "ruh" adını vermiştir. Çünkü gerçek hayat buna bağlıdır. Diğer taraftan hidayet bulmak da O’na bağlı olduğundan ötürü yine bu yolu "nur" diye adlandırmıştır. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O kavuşma günü (kıyamet) ile korkutmak için kendi emrinden ruhu kullarından dilediği kimseye gönderendir." (el-Mu’min, 40/15); "Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin, fakat Biz onu kendisiyle kullarımızdan dilediğimizi hidayete ilettiğimiz bir nur kıldık ve muhakkak ki sen dosdoğru yola iletirsin. Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan Allah’ın yoluna; şunu bilin ki bütün işler Allah’a döner." (eş-Şûrâ, 42/52-53)
Buna göre rasûlün getirdikleri dışında hiçbir şeyde "ruh" yoktur. Onun ile aydınlanmanın dışında da hiçbir yerde nur bulunmaz.
O yine Yüce Allah’ın buyurduğu gibi şifanın da ta kendisidir: "De ki: O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifâdır." (Fussilet, 41/44)
O halde o her ne kadar mutlak olarak bir hidayet ve bir şifâ ise de bundan yararlananlar bizzat mü’minler oldukları için özellikle onlar söz konusu edilmişlerdir.
Yüce Allah, Rasûlünü hidayet ile ve hak din ile göndermiştir. Bundan dolayı onun getirdikleri dışında hiçbir şeyde hidayet yoktur.
İcmalî (Toplu) İman Herkese Farzdır
Şüphe yok ki herkesin Allah Rasûlünün getirdiklerine genel ve icmalî olarak iman etmesi farzdır. Yine Allah Rasûlünün getirdiklerini tafsilatı ile bilmenin farz-ı kifâye olduğunda da şüphe yoktur. Çünkü bu, Allah’ın Rasûlü ile gönderdiklerini tebliği kapsamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’in üzerinde düşünmek, onu akledip kavrayıp anlamanın çerçevesi içerisindedir. Kitabın ve hikmetin bilinmesi, zikrin korunması, hayra çağırıp iyiliği emrederek kötülükten alıkonulması, Yüce Rabbin yoluna hikmet ile güzel öğüt ile davet edilmesi, en güzel yol hangisi ise onunla mücadele edilmesi kapsamı içerisindedir. O bakımdan o (tafsilî iman) onlara kifâye yoluyla farzdır.
Muayyen olarak herbirerlerine farz olana gelince; bu onların güçlerinin, ihtiyaçlarının, bilgilerinin, tek tek yerine getirmekle emrolundukları şeylerin çeşitliliği kadar çeşitlilik arzeder. İlmin az bir bölümünü dahi dinlemekten âciz olan yahut ta onun inceliklerini kavrayamayan kimselere, elbetteki bunlara gücü yeten kimselere farz olan şeyler farz değildir.
Nassları duymuş ve bunları kavramış kimselere vacib olan şeyler, nasları duymamış kimselere vacib değildir. Müftü, muhaddis ve hakim olmayan kimselere vacib (farz) olmayan şeyler bu konumda olan kimselere vacibtir.
Genel Olarak İtikadî Konularda Sapmanın Sebebi
Şu husus bilinmeli ki, bu konuda genel olarak sapıtanlar yahut bu hususta hakkı bilmekten acze düşenlerin bu hallerinin sebebi, Rasûlün getirdiklerine tabi olmakta kusurlu hareket etmeleri ve bu yolu bilmeye ulaştıran dikkatli düşünmeyi ve istidlali terketmeleridir. Böyleleri Allah’ın Kitabından yüz çevirdiklerinden sapıtmışlardır. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: "Benden size bir hidayet geldiğinde kim Benim hidayetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz. Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.
"Der ki: Rabbim niçin beni kör haşrettin, halbuki ben görüyordum."
"Buyurur ki: Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun; bu günde sen böylece unutulursun." (Tâhâ, 20/123-126)
İbn Abbas -Radıyallahu anh- dedi ki: Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup, içindekiler gereğince amel eden kimselere dünya hayatında sapıtmamayı, âhiret hayatında da bedbaht olmamayı garantilemiştir. Daha sonra da bu âyet-i kerîme’yi okumuştur.
Nitekim Tirmizî ve başkaları tarafından kaydedilen Ali -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. Buna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Pek yakında bir takım fitneler baş gösterecektir." Ben: Bunlardan kurtuluş yolu nedir? Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Şöyle buyurdu: "Allah’ın Kitabı. Onda sizden öncekilerin bilgisi, sonrakilerin haberi, aranızdaki (anlaşmazlık)ların hükmü vardır. O hakkı batıldan ayırandır, o bir şaka, bir eğlence değildir. Herhangi bir zorba (zorbalıktan dolayı) onu terkedecek olursa Allah belini kırar. Kim ondan başkasında hidayet ararsa, Allah o kimseyi saptırır. O, Allah’ın kopması mümkün olmayan ipidir. O hikmet dolu zikir (öğüt)dir. O, dosdoğru yoldur. O, hevâların saptırmadığı, dillerin kendisi ile karışmadığı, hayret verici şeyleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. İlim adamları ondan doymaz. Ona dayanarak söz söyleyen doğru söyler, gereğince amel eden mükafat kazanır. Ona göre hükmeden adalet yapar, ona davet edip çağıran dosdoğru yola iletilmiş olur."[1]
Ve buna benzer manaları ifade eden daha bir çok âyet ve hadis-i şerif bu hususu dile getirmektedir.
Yüce Allah öncekilerden de, sonrakilerden de rasûlleri vasıtası ile teşrî buyurmuş olduğu dinine uygun olmayan, din diye kabul edip izledikleri hiçbir yolu kabul etmeyecektir.
Yüce Allah şu buyrukları ile göndermiş olduğu peygamberler dışında, kulların kendisini nitelendirdikleri her türlü nitelikten kendini tenzih etmiş bulunuyor:
"İzzet sahibi olan Rabbim onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun, âlemlerin Rabbi Allah’a da hamd olsun." (es-Saffat, 37/180-182) Yüce Allah kâfirlerin kendisini nitelendirmelerinden, zatını tenzih ettikten sonra gönderdiği peygamberlere de selâm olsun, diye buyurmuştur. Buna sebeb ise peygamberlerin kendisini nitelendirirken ortaya koydukları nitelendirmelerinin her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olmasıdır. Arkasından da kemal derecesinde hamde layık olduğunu ortaya koyan sıfatlara yalnızca kendisi sahip olduğundan dolayı, hamdin kendisine mahsus olduğunu belirtmektedir.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yolunu en hayırlı olan nesiller de aynen takip etti. Bunlar da ashab-ı kiram ile güzel bir şekilde onlara tabi olanlardır. Onların önce olanları, sonra gelenlerine bunu tavsiye ediyor, sonra gelen de bu hususta kendisinden önce gelene uyuyordu. Bütün bunlarda kendileri de Peygamberleri Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e uyuyorlar, onun yolunu izliyorlardı. Nitekim Yüce Allah Kitab-ı Aziz’inde şöyle buyurmaktadır: "Deki: İşte bu benim yolumdur, ben Allah’a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar da." (Yusuf, 12/108)
Eğer "bana uyanlar da" buyruğu "davet ediyorum" buyruğundaki zamire atfedilmiş ise bu ona uyanların Allah’ın yoluna davet edenlerin ta kendileri olduğuna delildir. Şâyet ("ben" anlamındaki) munfasıl zamire atfedilmiş ise o takdirde ona uyan kimselerin peygamberlerinin getirdikleri hususunda herkes bir tarafa bizzat kendilerinin basiret sahibi oldukları noktasında açık bir ifadedir. Her iki anlam da doğrudur.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- dini apaçık bir şekilde tebliğ etmiş, basiret sahibi olanlara delilleri açıkça bildirmiş, nesillerin en hayırlısı da onun yolunu izlemiştir. Fakat daha sonraları hevâlarına uyan, günahlar işleyen, iyi olmayan bir takım nesiller de gelmiştir. Ancak Yüce Allah bu ümmetin dininin esaslarını muhafaza eden kimseleri her zaman takdir buyurmuştur. Nitekim doğru sözlü yüce peygamber de şu buyruğuyla bunu böylece haber vermektedir:
"Ümmetimden bir taife (kesim) hak üzere ve kendilerini yardımsız bırakanların kendilerine zarar vermeleri söz konusu olmaksızın muzaffer olarak kalmaya devam edeceklerdir."[2]
Ebû Ca’fer et-Tahâvî
H. 200. yıldan sonra İslâm âlimleri arasından bu vazifeyi yerine getirenlerden birisi de İmam Ebu Ca’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme el-Ezdî et-Tahâvî -Allah onu rahmetiyle kuşatsın-dir. Bu imam 239 h. yılında doğmuş, 321 h. yılında vefat etmiştir.
İmam, -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- selef-i salihin izlediği yolu bize haber vermiş ve Kûfe’li İmam Ebu Hanife en-Numan b. Sabit ile onun iki arkadaşı Ebu Yusûf Ya’kub b. İbrahim el-Himyerî el-Ensarî ile Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybanî -Allah onlardan razı olsun-nin itikad edip kabul ettikleri ve böylelikle âlemlerin Rabbinin dinine bağlı bulundukları inanç esaslarını onlardan nakletmektedir.
Aradan zaman geçtikçe elbetteki bid’atler ortaya çıkar ve kabul edilsin diye sahiplerince te’vil diye adlandırılan tahrifler çoğalır. Tahrif ile te’vil arasındaki farkı tesbit edebilenler ise pek azdır. Çünkü sözün zahirinden anlaşılan anlamdan uzaklaştırılarak lafzın genel olarak ihtimal dahilinde kastetmesi mümkün olan bir başka manaya geldiğinin bildirilip açıklanması -ortada bunu gerektirecek bir karine bulunmasa dahi- te’vil diye adlandırılmıştır. İşte asıl fesad burdan ortaya çıkmıştır. Onlar bu yanlış yorumlarına te’vil adını verdikleri takdirde kabul görür ve te’vil ile tahrif arasındaki farkı bilemeyenlerce uygun karşılanır, (diye böyle yapmışlardır.)
Bundan dolayı mü’minlerin delillerin açıklık kazanmasına, deliller ile ilgili şüphelerin ortadan kaldırılmasına ihtiyaçları doğdu. Sözler ve yaygaralar artıp durdu. Buna sebeb ise batıl peşinden gidenlerin şüphelerine kulak asmaları ve selef tarafından ayıplanan, tetkik edilmesini, kendisiyle uğraşılmasını, ona kulak verilmesini yasakladıkları, yerilmiş olan kelâma dalmalarıdır. Çünkü bu şekilde davranmaları Rablerinin şu emrini yerine getirmeleri demektir: "Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir." (el-En’âm, 6/68) Şüphesiz ki âyetin manası onları da kapsamına almaktadır.
Tahrifin de, inhirafın da çeşitli mertebeleri vardır. Kimi zaman küfür olabilir, kimi zaman fısk olabilir. Kimi zaman bir masiyet olabilir, kimi zaman da hata olabilir.
İmam Kadı Ali b. Ali b. Muhammed b. Ebi’l-İzz ed-Dımeşkî el-Hanefî
Çeviri:
M. Beşir ERYARSOY
Önsöz:
Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla
Hamd Allah’a mahsustur. Bu şerhi bu şekilde okuyucuya sunarken sayın Dr. Abdullah b. Abdilmuhsin et-Türkî ile Şuayb el-Arnaût tarafından tahkikli neşri yapılmış baskıyı esas aldık. Ayrıca sayın muhakkık’ların koydukları notlardan ve başlıklardan da yararlandık.
Şarih’in ifadeleri ve lafızları eksiksiz bir şekilde dikkatle korunmuş olmakla birlikte, okuyucunun konuyu yeterli bir şekilde izlemesini olumsuz olarak etkileyebilecek ve ihtiyaç duyurmayacak türden tekrarlar ve geniş açıklamalar ile şarih’in asıl metinde izlediği yönteminin dışında kalan karşılıklı tartışmalarda ortaya konulan bir takım deliller ile bazı zayıf hadisler kaydedilmemiştir.
Yüce Allah’tan bu şerhin aslını faydalı kıldığı gibi bizim hazırladığımız bu şeklini de faydalı kılmasını niyaz ederiz.
Allah, Efendimiz Peygamberimiz Muhammed’e, onun aile halkına ve ashabına salât ve selam eylesin.
Salih b. Abdurrahman el-Husayyin
Tahâvî Akidesi’ne Yapılmış Şerhler
Elinizdeki şerhin müellifinden önce de, sonra da Hanefî mezhebine mensup bir çok ilim adamı Tahâvî Akidesi’ni şerhetmiştir.
Bu akideye şerh yazanların bazıları:
1- İsmail b. İbrahim b. Ahmed eş-Şeybânî. Basra, 14 Rebiu’l-Ahir 504 tarihinde doğmuş, 9 Cumade’l-u’lâ 629 Çarşamba günü vefat etmiştir.
2- Necmu’d-Dîn Menkûbars b. Yalınkılıç Abdullah et-Türkî. Vefatı, 652 Hicri. Yazdığı şerhe "en-Nuru’l-Lâmi’ ve’l-Burhanu’s-Sati’ " adını vermiştir.
3- Türkistan’lı ve Türkistan’daki bir şehir olan Tiraz’dan Hibetullah b. Ahmed b. Mualla b. Mahmud Şücaûddin et-Türkistanî el-Hanefî. 733 h. yılında vefat etmiştir.
4- İbn es-Serrac diye bilinen Mahmud b. Ahmed b. Mes’ûd el-Konevî ed-Dımeşkî el-Hanefî. Dımeşk’da 771 h. yılında vefat etmiştir. Keşfu’z-Zunûn müellifinin dediğine göre müellifi bu şerhine: “el-Kalâid fi Şerhi’l-Akâid" adını vermiştir.
5- Siracu’d-Din Umer b. İshak el-Hindî el-⁄aznevî el-Hanefî. 773 h. yılında vefat etmiştir.
6- Muhammed b. Muhammed b. Mahmud Ekmelu’d-Din el-Bâbertî el-Hanefî. 786 h. yılında vefat etmiştir.
7- Hanefî mezhebine mensup Fakih Molla Ebu Abdillah Mahmud b. Muhammed b. Ebi İshak el-Kustantinî. Hacı Halife’nin Keşfu’z-Zunûn’da belirttiğine göre bu şerhi 916 h. yılında bitirmiştir.
8- Hanefî mezhebine mensup Akhisarlı Kâfî Hasen Efendi. 1025 h. yılında vefat etmiştir. Bu şerhine "Nuru’l-Yakîn fî Usuli’d-Din" adını vermiş olup, bunu Estergon Kal’ası’nın 1014 h. yılında muhasarası esnasında tamamlamıştır.
9- Müellifi bilinmeyen ve Seyfu’d-Din en-Nasırî’nin isteği üzerine yazılmış bir şerh. Bu şerh Cota (Gota)da 665, el-Mekteb el-Hindî, 1/4569’da kayıtlıdır.
10- İbn bint el-Himyerî diye bilinen Hanefî Muhammed b. Ebî Bekr el-⁄azzî’nin "Şerhu Akaidi’t Tahâvî" adını verdiği ve 881 h. yılında tamamladığı şerh.
11- el-Meydanî diye meşhur hanefî mezhebine mensup İmam Allame Fakih eş-Şeyh Abdu’l-⁄anî b. Talib b. Hammade el-⁄uneymî ed-Dımeşkî’nin yazdığı şerh. 1298 h. tarihinde vefat etmiştir.
Akide’nin Müellifi İmam et-Tahâvî
Adı ve Nesebi
İmam Ebu Câ’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme b. Seleme b. Abdi’l-Melik el-Ezdî el-Hacrî el-Mısrî et-Tahâvî’dir. Tahâvî, Mısır’da Saîd bölgesindeki kasabalardan Tahâ’ya nisbettir.
Doğumu ve Yetişmesi
Öğrencisi olan İbn Yunus’un rivayetine göre -ki doğrusu da budur- 239 h. yılında doğmuştur. 321 h. yılında vefat ettiği üzerinde de görüş birliği vardır. Yalnız İbnu’l-Nedîm onun vefat tarihini 322 h. olarak vermektedir.
İmam Tahâvî bir ilim ve fazilet yuvasında yetişmiştir. Babası ilim ehli, şiir ve rivayeti hususlarında bilgi sahibi bir kişi idi. Annesi İmam Şafiî’nin ders halkalarına katılan Şafiî’nin mezheb alimleri arasında sayılır. Dayısı ise İmam Şafiî’nin yakın arkadaşları arasında en fakih ve onun ilmini neşreden İmam el-Müzenî’dir. Hadis eserleri sahiplerinden hafız imamlarla ve onların tabakalarında yaşayanlar ile çağdaştır. Bazıları ile aynı senetlerle, aynı rivayetleri ortak olarak kaydetmiştir.
İlmî Seviyesinin Yükselmesi ve İçtihad Derecesine Ulaşması
Yirmi yaşına vardığında ilk görüşlerini terkederek fıkıh’ta Ebu Hanife’nin usulüne yöneldi. Onun bu yönelişinde bir takım sebebler rol oynamıştır:
1- Dayısı Ebu Hanife’nin kitaplarını çokça mütalaa ettiğini, onları çokça incelediğini ve bu kitaplardan etkilendiğini görürdü. Muhammed b. Ahmed eş-Şerûtî kendisine, niçin dayının mezhebine muhalefet ederek Ebu Hanife’nin mezhebini tercih ettin, diye sorunca şu cevabı vermiş: Çünkü ben dayımın Ebu Hanife’nin kitaplarını uzun uzun tetkik ettiğini görüyordum. Bundan dolayı ben de o mezhebe geçtim.
2- İmam Şafiî’nin ileri gelen arkadaşları ile Ebu Hanife mezhebine mensup ilim adamları arasında kendisinin gözü önünde cereyan eden ve kendisinin doğrudan duyup, işittiği ilmî tartışmalar.
3- Her iki mezhebe dair yazılmış eserler ve bunların her birisinde hakkında ihtilâfa düşülmüş meselelerde diğerlerinin görüşlerinin reddedilmesi. el-Müzenî "el-Muhtasar" adlı eserini telif etmiş ve bir çok meselede Ebu Hanife’nin görüşlerini reddetmiştir. Bunun üzerine Kadı Bekkâr b. Kuteybe ortaya çıkarak onun görüşlerini reddeden bir kitap telif etmiştir.
4- Mısır ve Şam diyarına -Kadı Bekkâr b. Kuteybe, İbn Ebi İmran ve Ebu Hazim gibi- kadılık görevini ifa etmek üzere gelen Ebu Hanife mezhebine mensup ilim adamları.
İşte bütün bunlarla birlikte onun sahip olduğu fıtrî istidadı, çeşitli alanlar ile ilgili ilmî birikimleri ve içtihad mertebesine ulaşmak arzusu, onu her iki mezhebi derinlemesine incelemeye, bu iki mezheb arasında karşılaştırmalar yapmaya ve içtihadı ile ulaştığı görüşü tercih edip ona mensub olarak onu savunmaya itmiştir.
Ebu Ca’fer’in bir mezhebten diğerine geçişinde garip kaçacak yahut reddedilmeyi gerektirecek bir husus yoktur. Kendisinden önce yahut kendi çağdaşlarından bir çok ilim adamı bir mezhebten bir diğer mezhebe geçmiş ve çağdaşları olan ilim adamlarından kimse onlara tepki göstermemiştir. Mesela İmam Şafiî’nin Mısır’daki yakın arkadaşlarının bir çoğu İmam Malîk’e tabi kimseler idi. Bunların arasında Tahâvî’nin hocaları da vardır. Çünkü onların bu şekildeki davranmaları taassub, taklid veya ilmî bakımdan gereksiz bir yarışmaya girmekten kaynaklanmıyordu. Onlar bu işi delile, kanaat getirmeğe ve konuyu iyiden iyiye basiretle incelemeye bağlı olarak ve burdan hareketle yapıyorlardı.
İbn Zûlâk dedi ki: Ben Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi Ca’fer et-Tahâvî’yi şöyle derken dinledim: Babamı -Ebu Ubeyd b. Harbeveyhi’nin faziletini ve ne kadar fakih olduğunu söz konusu ederek- şöyle derken dinledim: Çeşitli meselelerle benimle müzakere ederdi. Bir mesele hususunda bir gün kendisine cevap verdim. Bana Ebu Hanife’nin görüşü bu değildir, dedi. Ben de ona şöyle dedim: Ey kadı! Ebu Hanife’nin söylediği herşeyi ben de kabul edip söyleyecek miyim? O da bana: Ben senin sadece bir mukallit olduğunu zannederdim. Bunun üzerine ona şöyle dedim: Peki, mutaassıp bir kimseden başkası körü körüne taklid eder mi? O bana: Yahut ta ahmak bir kimseden, dedi.
Bu sözler Mısır’da büyük bir hızla yayıldı ve bir darb-ı mesel haline geldi, insanlar da bunu ezberledi.
İlim Adamlarının İmam Tahâvî Hakkında Söyledikleri:
İbn Asakir "Tarih"inde (VII, 368) naklettiğine göre İbn Yunus şöyle demiştir: "(Tahâvî) Güvenilir, rivayeti sağlam, fakih, oldukça akıllı ve geriye benzerini bırakmamış bir kişidir."
İbn Hacer "el-Lisan" (I, 276)de naklettiğine göre Mesleme b. el-Kasım "es-Sıla" adlı eserinde şöyle demiştir: "Güvenilir, sağlam, oldukça değerli, fakih, ilim adamlarının farklı görüşlerini iyi bilen, tasnifi basiretli bir kimseydi."
İbnu’n-Nedim "el-Fihrist" (260)de: "O ilim ve zühdü itibariyle zamanında eşsizdi."
"el-Cevahiru’l-Mudiyye"de belirtildiği gibi İbn Abdi’l-Berr şöyle demiştir: "Kûfe’lilerin siyretini, haberlerini ve fıkıhlarını, insanlar arasında en iyi bilmekle birlikte, bütün fukahânın görüşleri hakkında da bilgili idi."
İmam es-Sem’anî de "el-Ensâb" adlı eserinde (VIII, 218) şöyle demektedir: "İmamdı, güvenilir ve sağlam bir kimseydi. Fakih ve alimdi. Geriye kendisine benzer kimse bırakmadı."
İbnu’l-Cevzî "el-Muntazam" adlı eserinde (VI, 250) şöyle demektedir: "Oldukça sağlam, kavrayışlı, fakih ve akıllı bir kimse idi." Torunu da aynı şeyleri söylemiş ve şunları ilave etmiştir: "Fazileti, doğruluğu, zahidliği ve veraı ittifakla kabul edilmiştir."
İbnu’l-Esîr de "el-Lubâb" adlı eserinde (II, 276) şunları söylemektedir: "O imamdı, hanefî mezhebine mensub fakihdi. Güvenilir ve rivayeti sağlam bir kişiydi."
İmam ez-Zehebî "Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ" (XV, 27)de şunları söylemektedir: "İmam, allame, büyük hafız, Mısır diyarının muhaddisi ve fakihi..." Daha sonra şunları söylemektedir: "Bu imamın te’liflerini tetkik eden bir kimse onun ilimdeki mevkiini ve bilgilerinin genişliğini çok iyi anlar."
"Büyük Tarih"inde (Tarihu’l-İslam) otuzüçüncü tabakada (kilerden söz ederken) şunları söylemektedir: "Fakih, muhaddis, hafız, ileri gelen bir kimse idi. Güvenilir, sağlam bir ravi, fakih ve akıllı idi." "Tezkiratu’l-Huffaz" adlı eserinde de (s. 808)de onun biyografisini kaydetmiştir.
es-Safdî "el-Vafî bi’l-Vefeyât" (IIV, 9)da şunları söylemektedir: "Güvenilir, üstün, fakih ve akıllı birisiydi. Kendisinden sonra kendisi gibi birisini bırakmadı."
el-Yafi’î de şöyle demektedir: "Fıkıh ve hadiste oldukça ileri dereceye ulaşmış, çok faydalı eserler tasnif etmiştir."
İbn Kesir de "el-Bidaye"de (XI, 186) şunları söylemektedir: "Hanefî mezhebine mensup fakihtir. Çok faydalı eserlerin müellifidir. Güvenilir ve sağlam ravilerden ve ileri gelen hadis hafızlarından birisidir."
Suyûtî "Tabakatu’l-Huffaz"da (s. 337) şunları söylemektedir: "İmam, büyük ilim adamı, hafız ve harkûlade tasniflerin sahibi... güvenilir, oldukça sağlam ve fakih birisi idi. Kendisinden sonra (benzerini) bırakmadı."
ed-Davudî "Tabakatu’l-Müfessirîn"de (I, 74) şunları söylemektedir: "İmam, büyük alim ve hafız..."
Mahmud b. Süleyman el-Kefevî "Tabakat"ında, -el-Leknevî’nin "el-Feraidu’l-Behiyye"de (s. 31) naklettiğine göre- şunları söylemiştir: "Oldukça üstün değerli bir imamdı, şöhreti her tarafa yayılmıştı. Onun güzel anısı sahifeler arasında dopdoludur. Hadislerde ve haberler bilgisi hususunda imamdı... Oldukça üstün değerli ve itibarlı eserleri vardır."
Eserleri
Tahâvî akide, tefsir, hadis, fıkıh, şurût (şartlar) ve tarihe dair pek çeşitli eserler telif etmiştir. Bunlar oldukça güzel, köklü ve son derece faydalı eserlerdir.
Tarihçiler onun otuz dolaylarında yazmış olduğu kitabını kaydetmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Şerhu Meâni’l-Âsâr.
2- Şerhu Muşkili’l-Âsâr.
3- Hanefî fıkhına dair Muhtasaru’t-Tahâvî.
4- Sünenu’ş-Şafiî. Tahâvî bu eserinde (252 h. yılında) dayısından, onun da Şafiî’den dinlediklerini bir araya getirmiştir.
5- el-Akidetu’t-Tahâviyye. Elinizdeki şerhin esas metnini teşkil etmektedir. Oldukça yaygın bir ünü vardır. Farklı mezheblerine rağmen ehl-i sünnet tarafından kabul görmüş, beğeni ile karşılanmış ve onu şerh edip açıklamışlardır.
6- eş-Şurutû’s-Sağîr.
Vefatı
İmam Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Mısır’da perşembe gecesine rastlayan Zülkade 321’de vefat etmiş ve el-Karâfe’deki Benu’l-Eş’as mezarlığında defnedilmiştir.
Akîde’nin Şârihi İbn Ebi’l-İzz
Adı ve Nesebi
İmam, büyük ilim adamı Sadru’d-Din Ebu’l-Hasen Ali b. Alai’d-Din Ali b. Şemsi’d-Din Ebu Abdillah Muhammed b. Şerefi’d-Din Ebu’l-Berekât Muhammed b. İzzi’d-Din Ebi’l-İzz Salih b. Ebi’l-İzz b. Vuheyb b. Atâ b. Cubeyr b. Cabir b. Vehb’dir. Aslı Ezraî’dir. Hanefî mezhebine mensup Dımeşk’lı ve Salihî(ye)lidir. "İbn Ebi’l-İzz" diye bilinir.
Doğumu
Biyografik eserler onun 22 Zü’l-Hicce 731 yılında doğduğunu ittifakla kabul etmektedir.
Ailesi
Şarih oldukça ünlü, ilim ve önderlik alanında üstün şanı bulunan bir aileye mensubtur. Bu aile başından beri Dımeşk’de Hanefî mezhebinin önderliğini yapmakla bilinegelmiştir. Bu aileden yetişen ilim adamları ders, kaza ve fetvâ makamlarını işgal edegelmişlerdir.
1- Babası Kadı Alau’d-Din Ali b. Ebi’l-İzz el-Hanefî olup, 746 h. yılında vefat etmiştir.
2- Dedesi Kadı Şemsu’d-Din Ebu Abdi’llah Muhammed b. Muhammed b. Ebi’l-İzz olup Hanefî mezhebine mensup ileri gelen ilim adamlarından, önderlerinden ve bir çok ilim dalında oldukça üstün bir seviyeye gelmiş olanlarındandır.
3- Dedesinin babası Muhammed b. Ebi’l-İzz Salih b. Ebi’l-İzz olup Dımaşk’de 723 h. yılında vefat etmiştir.
Yetişmesi
İşte İbn Ebi’l-İzz böyle bir ilmi ailede, ilim tahsili ve tedrisinin oluşturduğu böyle bir ortamda yetişmiştir. Bundan dolayı yüce Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu fıtrî istidad, bilgiye aşırı düşkünlük, susamışlık, oldukça parlak bir zihin ile birlikte, bunların onun ilim ve bilgi noktasında pek büyük bir dereceye ulaşmasında oldukça katkısı olmuştur. Sahib olduğu bu konumu dolayısıyla ders vermiş, hatiplik yapmış, eserler te’lif etmiştir. Bilgi bakımından kemal derecesine ulaşmamış, yüksek bir mevkiye gelmemiş ve aklı da bu konuda gereken eğitimden geçmemiş kimselerin asla ulaşamadığı ilmî makam ve mevkileri üstlenmiştir.
Babası hanefî mezhebine mensub olduğundan dolayı hiç şüphesiz kendisi de hanefî mezhebini dikkatli bir şekilde okuyup incelemiş, meselelerini ortaya çıkarmış ve insanlar arasında bu konuda oldukça özel bir konuma ulaşmış olmalıdır. Onun Dımeşk ve Mısır’da hanefî mezhebi kadılığı görevini üstlenmiş olması bu kanaati pekiştirmektedir.
Mezhebi
Şarih -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bütün fertleri Ebu Hanife mezhebine mensub ve büyük çoğunluğu da bu mezhebin hakimliğini yapmış bir aile ortamında yetişmiştir. Bu mezhebi babasından oldukça dikkatli bir şekilde ders olarak okumuştur ve bu da ona bu mezhebte kadılık görevini üstlenme ehliyetini kazandırmıştır. Ayrıca bu eğitim onu bu mezhebin tedris edilmesi için vakfedilmiş medreselerde ders verme ehliyetine de sahip kılmıştır. Ancak o -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- yüce Allah’ın tevfîki ile daha sonra da sahip olduğu fıtrî istidad ve bilgiye susamışlığı, ilim ehli kimselerin mezheb ve görüşlerine dair geniş bilgisi ve bunları tam anlamıyla kuşatmış olması ile bunlar arasında karşılaştırma yapabilmekteki üstün kudreti sayesinde taklit boyunduruğundan kurtulabilmiş ve çeşitli görüşler ve mezheb kanaatleri arasında delilinin güçlülüğü ve karşıt delil ortaya konulamadığı için doğru olduğunu açıkça tesbit ettiği görüş ve mezhebleri tercih edebilmiştir. İsterse bu kendisinin bağlı bulunduğu mezhebin görüşüne muhalif olsun.
"el-İttibâ’" adlı risalesinde (s. 88) şunları söylemektedir: "Faydalı ilim talep edenin görevi şu ki: Allah’ın Kitabını iyice bellesin ve üzerinde iyice düşünsün. Aynı şekilde sünnetten de kendisi için mümkün olanı bellesin. Bundan kana kana içsin, doyasıya öğrensin. Bununla birlikte konuşmasını düzeltecek kadarıyla Kitap ve Sünneti, selef-i salihin bunların manaları ile ilgili sözlerini kavramasına yardımcı olacak kadar dil ve nahiv öğrensin. Sonra da Ashab-ı Kiram’dan başlayarak ve daha sonra herhangi bir özelleştirme söz konusu olmaksızın kendisi için mümkün olan, onlardan sonra gelen ilim adamlarının görüşlerini tetkik etsin. Eğer icma ile kabul ettikleri bir görüş varsa, onu bırakıp başka bir görüşe yönelmesin. Anlaşmazlığa düştükleri bir husus varsa, o takdirde herhangi bir hevâ, heves ve taassub söz konusu olmadan delillerini incelesin. Bundan sonra ise artık Allah kime hidayet vermişse işte doğruyu bulan odur, kimi saptırmışsa da sen onu doğruya iletecek bir dost bulduğunu göremezsin."
Onun görüşüne göre çağında müslümanların içine düştükleri tefrikanın, ayrılıkların ve zayıflığın sebebi mezhebî taassuptur. Belli bir mezhebe mensup olanların herbirisinin bu mezhebin daha hak olduğuna inanması, diğer mezhebler arasında bütün fer’î görüşlerde bunun taklid edilmesi gerektiği kanaatini taşımasıdır.
Onun kanaatine göre bu görüş ayrılığını genişleten diğer bir etken de, bunu sürdüren ve devam ettiren medreseler ve vakıflar yapanların, vakıf şartnamelerindeki ifadeleridir. Bu vakfın sahipleri, bu medreselerin filan kimselere, diğer medresenin de filan kesime vakfedilmesini şart koşmaları üzerine herbir kesim kendi kabul ettiği kanaate sıkı sıkıya yapışmış ve başkasından yüz çevirmiştir. Bundaki maksat ise böyle bir vakıftan (gelirlerinden) mahrum olmamaktır. Ayrıca buna, bu gibi şartların ve benzerlerinin sahih olup olmaması şüphesini de, bir de vakfedenin şartının şarî’in nassı gibi olduğu görüşünü de eklemek lazım. Şüphe ile arzu bir araya gelince artık hastalık daha bir kök saldı.
Üstelik bazı vakfediciler cahildir. Onların herbirisinin tayin ve tesbit ettikleri bu kesimi tayin etmeye iten, sadece o taife ve o taifenin imamı lehine duydukları taassubtan ibarettir.
Onların asıl maksatları doğrudur, bu da şeriat ilimlerinin canlandırılmasıdır. Bundan dolayı onların yaptıkları vakfın ilim adamlarına tahsis edilmesi doğru fakat bunu o ilim adamları arasından filan taifeye tahsis etmeleri ise batıldır. Çünkü yapılması gereken vakfedenlerin koştukları şartların şeriat ölçüsüne vurulmasıdır. Bu ölçüye uygun olan görüş kabul edilir, aksi takdirde reddedilir. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Bir takım kimselere ne oluyor ki Allah’ın Kitabında yer almayan şartlar koşuyorlar. Allah’ın Kitabında yer almayan herbir şart -yüz tane olsa dahi- bâtıldır."
Yine onun görüşüne göre bu ayrılık ve tefrikanın iyice yerleşmesinin sebeblerinden birisi de her mezhebe mensub ayrı bir hakimin görevlendirilmesidir. Bundan dolayı bir çok haklar kaybolmuştur. Onun görüşüne göre kesinlikle başka bir görüş kabul etmemek şartıyla muayyen bir imamın görüşü ile amel etmekle her zaman insanların menfaatleri gerçekleştirilemez. Onların ayrılığa düştüklerinin görülmesi esnasında tefrikaya düşmelerinin yasaklanması bu ayrılıkları sürdürmelerine göz yummaktan daha iyi idi. Onları ayrılık üzerinde ısrar etmeye iten hususları işlemelerinin engellenmesi daha uygundu. Böyle bir ayrılık yani herbir taifeye (mezheb mensublarına) bağlı bir hakimin tayin edilmesi İslâm’ın ilk dönemlerinde yoktu. Bu el-Melik ez-Zahir Baybars döneminde 664 yılında ortaya çıkmış bir iştir.
Yine Beyt-i Haram’ın yanında, Şam’daki Emevi Camiinde ve diğer mescitlerde düzenli ve muayyen birer imam tayin edip herbir imamın, dışına çıkmamak üzere belli şekillerde namaz kılmaya bağlılığı da bu tefrikanın etkenlerinden ve daha da artmasının sebeblerindendir. Halbuki cemaatin ve birliğin sağlanması için namaza aykırı fiillerle birlikte korku namazı kılmak meşru bir iştir. Korku namazının meşru oluşu, herbir mescitte birden fazla imam tayin etme işlemini durdurmak için yeterli bir delildir.
Özetle: onun görüşüne göre ümmetin yapısını zayıf düşüren, yıkım ile karşı karşıya getiren tefrika sebebleri arasında gördüklerini özetle sıralayacak olursak; bu sebebler mezhep taassubu, ayrı ayrı her mezheb için medreseler inşa etmek, dört mezhebe göre ayrı ayrı hakimler görevlendirmek, herbir mescitte herbir mezhebe ayrı imam ihdas etmek.
Bulunduğu Görevler
Şarih’in hayatı ilim alanında ve ilme hizmette oldukça güzel sonuçlar vermiş, pekçok gayretlerle dolup taşmıştır: Bu meyanda ders vermiş, okutmuş, kitap te’lif etmiştir. Biyografik eserler ışığında yaptıklarını aşağıdaki şekilde özetlememiz mümkündür:
1- Kaymaziyye medresesinde 748 h. yılında hocalık. O sırada henüz onyedi yaşından fazla değildi. Bu medrese hanefî mezhebine aitti.
2- Rükniyye medresesinde hocalık görevi. (777 h.) Bu da hanefîlere ait bir medresedir.
3- Hanefî Kadı el-Humam’ın vefatından sonra el-Aziyye el-Berrâniyye’de 784 h. yılı Rebiu’l-Âhir ayında ders vermeye başladı.
4- Yine hanefî mezhebine göre ders veren medreselerden birisi olan el-Cevheriyye’de de ders verip hocalık yapmıştır.
Büyük bir ihtimalle şarih, vakfedicinin hem hanefî mezhebine mensup hem de onların dışında kalan değişik ilim talebelerine vakfetmiş olduğu el-⁄azziyye Medresesi dışında hanefî mezhebine has olan bu medreselerde sadece hanefî mezhebini tedris etmekle kalmamıştır. Çünkü o -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- eğer Şeriat koyucu’nun nasslarına muhalefet varsa vakfedenin şartnamesinde koşmuş olduğu şartlara bağlı kalmanın vacip olduğu görüşünde değildi. Onun görüşüne göre muayyen bir kesime vakfetmek ve vakfı münhasıran onlara ayırmak birçok bakımdan tutarsız idi:
a- Evvela bu, insanlar arasında tefrikanın daha bir yerleşip kök salmasının etkenlerindendir.
b- Bu medreselerde ders verme görevini üstlenen hocalar bu medreselerin kendisi için vakfedildiği mezhebi öğretmek ile sınırlı kalıyorlar. Bu ise onun bu mezhebin delillerini derinlemesine inceleyip, bu mezheb lehine taassub göstermesine, bu mezhebin düşmüş olduğu hataları tenkide dayanamayan zayıf deliller ile savunmasına iter.
c- Böyle bir medresede tedris edilen fıkhı ders alan öğrenciler de bu hoş olmayan taassubu güçlendirir ve onlarda tenkid, karşılaştırma ve tercih melekesini zayıflatır, hayatları boyunca mukallit kalırlar.
O bakımdan onun ders verirken ele aldığı çeşitli meseleler hakkında imamların görüşlerini enine boyuna ele almış olması, delillerini, gerekçelerini ortaya koyup bunlar arasında gerekli mukayeseyi yapmış olması sonra da delili daha kuvvetli ve nassa daha uygun olanı tercih etmeye yönelmiş olması ihtimali uzak değildir. Bundan maksadı ise öğrencilerini taklid mertebesinden, ittibâ’ mertebesine taşıyacak ve böylelikle bağımsız bir kişilik sahibi olmalarını sağlayacak sağlıklı fıkıh bilgisi edinme melekesini geliştirmek istiyordu.
5- İnsanların İslâmî kültürlerini geliştirmek, kamuoyunu uyanık tutmak, sağlıklı bir şekilde kamuoyunu yönlendirmekte hatipliğin önemli bir rolü olduğundan dolayı şarih el-Efram Camii hatipliğini de üstlenmişti.
6- Aynı şekilde el-Belka bölgesinin stratejik yeri olan Husbân’da da hatiplik görevini üstlenmişti.
7- Muharrem 777 h. tarihinde Mısır hakimliğine tayin edilen amcasının oğlu Necmu’d-Din’in yerine vekâleten Dımaşk’ta 776 h. yılının sonlarında hanefî mezhebi hakimliği görevini üstlenmiştir. Daha sonra Necmu’d-Din yüz gün görev akabinde hakimlikten affedilmeyi istedi ve Dımaşk’a nakledildi. Onun yerine Mısır’daki hanefî mezhebi kadılığını şarih bu yılın Cumade’l-Ahire yılında üstlendi. İki yıl kadar hakimlik yaptıktan sonra affedilmeyi istedi ve istifası kabul edildi. Sonra da Dımaşk’a el-Kaymaziyye ile el-Cevheriyye’deki görevlerine ve hatipliğe geri döndü.
Eserleri
Biyografik eserler onun birçok eserinden söz etmektedir. Bunların bazıları:
1- Selef’in yöntemi üzere İslâm akidesine dair incelikli ve derinlemesine incelemeler, oldukça güçlü ve mükemmel tahkikler ihtiva eden bu nefis şerh.
2- et-Tenbih alâ Müşkilâti’l-Hidâye. Bunu es-Sehavî ve başkaları zikretmiştir.
3- Fıkhî sorulara verilen cevapları ihtiva eden bir risâle.
Bu risalenin ilk sahifesinde şunlar yer almaktadır: Bunlar muhalif mezhebe mensup kimseye namazda uymanın sahih olduğunu, cumayı edâ ettikten sonra kılınan dört rek’atın hükmünü, elbiseye değen abdest suyunun hükmünü ihtiva eden oldukça değerli ve incelikli bir takım notları ihtiva eden bir risaledir. Bu risale büyük ilim adamı muhik (hak ehli) ve muhakkik Ali b. Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Ebi’l-İzz el-Hanefî -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin te’lifidir. Gerçekten yazdıklarını mükemmel ve güzel yazmıştır. Oldukça faydalı satırlarla maksadını dile getirmiştir.
4- en-Nuru’l-Lâmi’ fî mâ Yu’melu bihî fi’l-Camî’. Burada cami’den kasıt Emevî Cami’dir.
5- el-İttiba’. İki defa basılmıştır. Birincisi Pakistan, Lahor’da 1401 h. yılında, ikincisi Amman’da 1405 h. yılında. Bu çağdaşı Ekmelu’d-Din Muhammed b. Mahmud b. Ahmed el-Hanefî (vefatı 786 h.)nin te’lif ettiği bir risaleye bir reddiyedir. Bu ilim adamı yazdığı bu risalesinde Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- mezhebini taklid etme kanaatini tercih ediyor ve bunu teşvik ediyordu. İbn Ebi’l-İzz ise sözü geçen bu risalede açıklanmaya muhtaç bir takım yerler tesbit ettiğinden yasak kılınmış tefrikaya düşülür ve helâke götüren hevâya tabi olunur korkusu ile bu açıklanması gerekli noktalara dikkat çekmek istemişti.
Bu reddiyesinde tam anlamıyla tevfîk’a mazhar olmuştur. O -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ilmi bir yöntem izlemiştir. Onun izlediği bu yöntem tam anlamıyla edeble hareket ettiğini, delilinin kuvvetli olduğunu, ufkunun genişliğini, yerilen taassubtan uzak olduğunu, kalpleri birleştirmeyi ve engelleri ortadan kaldırmayı ısrarla arzu ettiğini ortaya koyan bir reddiyedir.
Vefatı
İmam büyük ilim adamı Sadru’d-Din Ali b. Ebi Ca’fer, Zülka’de 792 h. yılında vefat etti ve Sefh Kasyun’da defnedildi. Yüce Allah ona bol bol rahmet eylesin.
el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi
Hasbiyallahu ve Ni’me’l-Vekîl
(Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.)
Hamd Allah’a mahsustur, O’ndan yardım diler, O’ndan mağfiret isteriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayet verdiğini kimse saptıramaz. O’nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez.
Şehadet ederim ki Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O’nun hiçbir ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Efendimiz Muhammed O’nun kulu ve Rasûludur. Allah’ın pek çok salât ve selâmı onun, aile halkının ve ashabının üzerine olsun.
Dinin Esasları (Akaid) İlmi, İlimlerin En Şereflisidir
Dinin esasları ilmi, ilimlerin en şereflisidir. Çünkü herbir ilim dalının şerefi, konusunun şerefinden gelir. Bu ise fer’î hükümlerin bilgisi demek olan fıkha nisbetle en büyük fıkıh (fıkh-ı ekber)dir. Bundan dolayıdır ki İmam Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- dinin esasları ile ilgili ve bir kaç sahifede topladığı görüşlerini "el-Fıkhu’l-Ekber" diye adlandırmıştır.
Kulların buna ihtiyaçları herşeyden çoktur. Hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek kadar buna zorunlu olarak muhtaçtırlar. Çünkü kalpler rab’lerini, ma’budlarını ve kendilerini yoktan yaratıcılarını isim, sıfat ve fiilleriyle tanımaksızın hayat bulamazlar. Bütün bunlarla birlikte kalplerin herşeyden çok onu sevmeleri gerekir ve bütün gayretleri diğer yaratıklar bir tarafa, sadece O’na kendilerini yakınlaştırmaya yönelik olmalıdır.
Akılların kendi başlarına bunları etraflı bir şekilde bilip, idrâk etmeleri imkânsız bir şeydir. Bundan dolayı aziz ve rahim olan Allah, rahmetinin gereği olarak kendisini tanıtan, yoluna çağıran, çağrılarını kabul edenleri müjdeleyen, kendilerine muhalefet edenleri korkutup uyaran peygamberler göndermiş; onların davetinin anahtarını, risaletlerinin özünü, şanı yüce ma’bûdu isim, sıfat ve fiilleriyle tanımak olarak tesbit etmiştir. Zira risaletin başından sonuna kadar bütün gerekleri bu bilgi üzerine bina edilir.
Sonra bunun arkasından iki önemli esas gelir:
Birincisi kendisine ulaştıran yolun tanımıdır. Bu da emir ve yasaklarını ihtiva eden şeriatidir.
İkincisi kendisine ulaşmalarından sonra bu yolu izleyenlere verilecek olan ebedî nimetleri bildirmektir.
Buna göre insanlar arasında Allah’ı en iyi tanıyanlar kendisine ulaştıran yola en çok uyan ve huzuruna varacakları vakit O’nun yolunu izleyenlerin durumunun ne olacağını en iyi bilen kimselerdir. İşte bundan dolayı yüce Allah, Rasûlüne indirdiklerine "ruh" adını vermiştir. Çünkü gerçek hayat buna bağlıdır. Diğer taraftan hidayet bulmak da O’na bağlı olduğundan ötürü yine bu yolu "nur" diye adlandırmıştır. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O kavuşma günü (kıyamet) ile korkutmak için kendi emrinden ruhu kullarından dilediği kimseye gönderendir." (el-Mu’min, 40/15); "Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin, fakat Biz onu kendisiyle kullarımızdan dilediğimizi hidayete ilettiğimiz bir nur kıldık ve muhakkak ki sen dosdoğru yola iletirsin. Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan Allah’ın yoluna; şunu bilin ki bütün işler Allah’a döner." (eş-Şûrâ, 42/52-53)
Buna göre rasûlün getirdikleri dışında hiçbir şeyde "ruh" yoktur. Onun ile aydınlanmanın dışında da hiçbir yerde nur bulunmaz.
O yine Yüce Allah’ın buyurduğu gibi şifanın da ta kendisidir: "De ki: O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifâdır." (Fussilet, 41/44)
O halde o her ne kadar mutlak olarak bir hidayet ve bir şifâ ise de bundan yararlananlar bizzat mü’minler oldukları için özellikle onlar söz konusu edilmişlerdir.
Yüce Allah, Rasûlünü hidayet ile ve hak din ile göndermiştir. Bundan dolayı onun getirdikleri dışında hiçbir şeyde hidayet yoktur.
İcmalî (Toplu) İman Herkese Farzdır
Şüphe yok ki herkesin Allah Rasûlünün getirdiklerine genel ve icmalî olarak iman etmesi farzdır. Yine Allah Rasûlünün getirdiklerini tafsilatı ile bilmenin farz-ı kifâye olduğunda da şüphe yoktur. Çünkü bu, Allah’ın Rasûlü ile gönderdiklerini tebliği kapsamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’in üzerinde düşünmek, onu akledip kavrayıp anlamanın çerçevesi içerisindedir. Kitabın ve hikmetin bilinmesi, zikrin korunması, hayra çağırıp iyiliği emrederek kötülükten alıkonulması, Yüce Rabbin yoluna hikmet ile güzel öğüt ile davet edilmesi, en güzel yol hangisi ise onunla mücadele edilmesi kapsamı içerisindedir. O bakımdan o (tafsilî iman) onlara kifâye yoluyla farzdır.
Muayyen olarak herbirerlerine farz olana gelince; bu onların güçlerinin, ihtiyaçlarının, bilgilerinin, tek tek yerine getirmekle emrolundukları şeylerin çeşitliliği kadar çeşitlilik arzeder. İlmin az bir bölümünü dahi dinlemekten âciz olan yahut ta onun inceliklerini kavrayamayan kimselere, elbetteki bunlara gücü yeten kimselere farz olan şeyler farz değildir.
Nassları duymuş ve bunları kavramış kimselere vacib olan şeyler, nasları duymamış kimselere vacib değildir. Müftü, muhaddis ve hakim olmayan kimselere vacib (farz) olmayan şeyler bu konumda olan kimselere vacibtir.
Genel Olarak İtikadî Konularda Sapmanın Sebebi
Şu husus bilinmeli ki, bu konuda genel olarak sapıtanlar yahut bu hususta hakkı bilmekten acze düşenlerin bu hallerinin sebebi, Rasûlün getirdiklerine tabi olmakta kusurlu hareket etmeleri ve bu yolu bilmeye ulaştıran dikkatli düşünmeyi ve istidlali terketmeleridir. Böyleleri Allah’ın Kitabından yüz çevirdiklerinden sapıtmışlardır. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: "Benden size bir hidayet geldiğinde kim Benim hidayetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz. Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.
"Der ki: Rabbim niçin beni kör haşrettin, halbuki ben görüyordum."
"Buyurur ki: Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun; bu günde sen böylece unutulursun." (Tâhâ, 20/123-126)
İbn Abbas -Radıyallahu anh- dedi ki: Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup, içindekiler gereğince amel eden kimselere dünya hayatında sapıtmamayı, âhiret hayatında da bedbaht olmamayı garantilemiştir. Daha sonra da bu âyet-i kerîme’yi okumuştur.
Nitekim Tirmizî ve başkaları tarafından kaydedilen Ali -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. Buna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Pek yakında bir takım fitneler baş gösterecektir." Ben: Bunlardan kurtuluş yolu nedir? Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Şöyle buyurdu: "Allah’ın Kitabı. Onda sizden öncekilerin bilgisi, sonrakilerin haberi, aranızdaki (anlaşmazlık)ların hükmü vardır. O hakkı batıldan ayırandır, o bir şaka, bir eğlence değildir. Herhangi bir zorba (zorbalıktan dolayı) onu terkedecek olursa Allah belini kırar. Kim ondan başkasında hidayet ararsa, Allah o kimseyi saptırır. O, Allah’ın kopması mümkün olmayan ipidir. O hikmet dolu zikir (öğüt)dir. O, dosdoğru yoldur. O, hevâların saptırmadığı, dillerin kendisi ile karışmadığı, hayret verici şeyleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. İlim adamları ondan doymaz. Ona dayanarak söz söyleyen doğru söyler, gereğince amel eden mükafat kazanır. Ona göre hükmeden adalet yapar, ona davet edip çağıran dosdoğru yola iletilmiş olur."[1]
Ve buna benzer manaları ifade eden daha bir çok âyet ve hadis-i şerif bu hususu dile getirmektedir.
Yüce Allah öncekilerden de, sonrakilerden de rasûlleri vasıtası ile teşrî buyurmuş olduğu dinine uygun olmayan, din diye kabul edip izledikleri hiçbir yolu kabul etmeyecektir.
Yüce Allah şu buyrukları ile göndermiş olduğu peygamberler dışında, kulların kendisini nitelendirdikleri her türlü nitelikten kendini tenzih etmiş bulunuyor:
"İzzet sahibi olan Rabbim onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun, âlemlerin Rabbi Allah’a da hamd olsun." (es-Saffat, 37/180-182) Yüce Allah kâfirlerin kendisini nitelendirmelerinden, zatını tenzih ettikten sonra gönderdiği peygamberlere de selâm olsun, diye buyurmuştur. Buna sebeb ise peygamberlerin kendisini nitelendirirken ortaya koydukları nitelendirmelerinin her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olmasıdır. Arkasından da kemal derecesinde hamde layık olduğunu ortaya koyan sıfatlara yalnızca kendisi sahip olduğundan dolayı, hamdin kendisine mahsus olduğunu belirtmektedir.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yolunu en hayırlı olan nesiller de aynen takip etti. Bunlar da ashab-ı kiram ile güzel bir şekilde onlara tabi olanlardır. Onların önce olanları, sonra gelenlerine bunu tavsiye ediyor, sonra gelen de bu hususta kendisinden önce gelene uyuyordu. Bütün bunlarda kendileri de Peygamberleri Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e uyuyorlar, onun yolunu izliyorlardı. Nitekim Yüce Allah Kitab-ı Aziz’inde şöyle buyurmaktadır: "Deki: İşte bu benim yolumdur, ben Allah’a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar da." (Yusuf, 12/108)
Eğer "bana uyanlar da" buyruğu "davet ediyorum" buyruğundaki zamire atfedilmiş ise bu ona uyanların Allah’ın yoluna davet edenlerin ta kendileri olduğuna delildir. Şâyet ("ben" anlamındaki) munfasıl zamire atfedilmiş ise o takdirde ona uyan kimselerin peygamberlerinin getirdikleri hususunda herkes bir tarafa bizzat kendilerinin basiret sahibi oldukları noktasında açık bir ifadedir. Her iki anlam da doğrudur.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- dini apaçık bir şekilde tebliğ etmiş, basiret sahibi olanlara delilleri açıkça bildirmiş, nesillerin en hayırlısı da onun yolunu izlemiştir. Fakat daha sonraları hevâlarına uyan, günahlar işleyen, iyi olmayan bir takım nesiller de gelmiştir. Ancak Yüce Allah bu ümmetin dininin esaslarını muhafaza eden kimseleri her zaman takdir buyurmuştur. Nitekim doğru sözlü yüce peygamber de şu buyruğuyla bunu böylece haber vermektedir:
"Ümmetimden bir taife (kesim) hak üzere ve kendilerini yardımsız bırakanların kendilerine zarar vermeleri söz konusu olmaksızın muzaffer olarak kalmaya devam edeceklerdir."[2]
Ebû Ca’fer et-Tahâvî
H. 200. yıldan sonra İslâm âlimleri arasından bu vazifeyi yerine getirenlerden birisi de İmam Ebu Ca’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâme el-Ezdî et-Tahâvî -Allah onu rahmetiyle kuşatsın-dir. Bu imam 239 h. yılında doğmuş, 321 h. yılında vefat etmiştir.
İmam, -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- selef-i salihin izlediği yolu bize haber vermiş ve Kûfe’li İmam Ebu Hanife en-Numan b. Sabit ile onun iki arkadaşı Ebu Yusûf Ya’kub b. İbrahim el-Himyerî el-Ensarî ile Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybanî -Allah onlardan razı olsun-nin itikad edip kabul ettikleri ve böylelikle âlemlerin Rabbinin dinine bağlı bulundukları inanç esaslarını onlardan nakletmektedir.
Aradan zaman geçtikçe elbetteki bid’atler ortaya çıkar ve kabul edilsin diye sahiplerince te’vil diye adlandırılan tahrifler çoğalır. Tahrif ile te’vil arasındaki farkı tesbit edebilenler ise pek azdır. Çünkü sözün zahirinden anlaşılan anlamdan uzaklaştırılarak lafzın genel olarak ihtimal dahilinde kastetmesi mümkün olan bir başka manaya geldiğinin bildirilip açıklanması -ortada bunu gerektirecek bir karine bulunmasa dahi- te’vil diye adlandırılmıştır. İşte asıl fesad burdan ortaya çıkmıştır. Onlar bu yanlış yorumlarına te’vil adını verdikleri takdirde kabul görür ve te’vil ile tahrif arasındaki farkı bilemeyenlerce uygun karşılanır, (diye böyle yapmışlardır.)
Bundan dolayı mü’minlerin delillerin açıklık kazanmasına, deliller ile ilgili şüphelerin ortadan kaldırılmasına ihtiyaçları doğdu. Sözler ve yaygaralar artıp durdu. Buna sebeb ise batıl peşinden gidenlerin şüphelerine kulak asmaları ve selef tarafından ayıplanan, tetkik edilmesini, kendisiyle uğraşılmasını, ona kulak verilmesini yasakladıkları, yerilmiş olan kelâma dalmalarıdır. Çünkü bu şekilde davranmaları Rablerinin şu emrini yerine getirmeleri demektir: "Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir." (el-En’âm, 6/68) Şüphesiz ki âyetin manası onları da kapsamına almaktadır.
Tahrifin de, inhirafın da çeşitli mertebeleri vardır. Kimi zaman küfür olabilir, kimi zaman fısk olabilir. Kimi zaman bir masiyet olabilir, kimi zaman da hata olabilir.