el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi

***Devamı***

***Devamı***

Ölülerin Hayattakilerden Yararlanmaları


Ehl-i sünnet, ölülerin hayatta olanların yaptıkları işlerden şu iki yolla yararlanacaklarını ittifakla kabul etmektedirler:
1- Ölünün hayatta iken sebeb olduğu işler.
2- Müslümanların ölene dua etmeleri, mağfiret dilemeleri, sadaka ve haccetmeleri.
Bununla birlikte haccın sevabından ölüye ne ulaşacağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Muhammed b. el-Hasen -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Ölüye sadece hac için yapılan harcamanın sevabı ulaşır. Haccetmenin sevabı ise haccedenedir.
Genel olarak ilim adamları ise, haccın sevabı kendisi adına hac yapılanadır, sahih olan görüş de budur.
Oruç, namaz, Kur’ân okumak ve zikir gibi bedenî ibadetler hususunda da görüş ayrılığı vardır. Ebu Hanife, Ahmed ve selef’in cumhuru, ulaşacağı görüşündedirler. Şafiî’nin meşhur görüşü ile Malik’in görüşü, ulaşmayacağı şeklindedir.
Kelamcılardan bid’at ehli bazı kimselerin kanaatine göre ise, ne dua ne de başka hiçbir şey ölüye ulaşmaz. Onların bu kanaatleri ise Kitab ve sünnet’le reddolunur. Şu kadar var ki onlar Yüce Allah’ın müteşabih bir takım buyruklarını da delil göstermişlerdir: "İnsan için çalıştığından başkası yoktur." (en-Necm, 53/39); "Ve siz ancak işlediğinizin karşılığını görürsünüz." (Yâsin, 36/54); "Herkesin kazandığı kendisine, yaptığı da aleyhinedir." (el-Bakara, 2/286)
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in da şöyle buyurduğu sabittir: "Âdemoğlu öldüğü takdirde ameli kesilir. Üç şey müstesnâ: Sadaka-i cariye, yahut kendisine dua edecek salih bir evlat, yahut kendisinden sonra kendisiyle yararlanılacak bir ilim."[175]
Peygamber, böylelikle kendisi hayattayken sebeb olduğu hayırlardan faydalanabileceğini haber vermektedir. Kendisi hayatta iken eğer sebeb olmamışsa bunların sevabı kendisinden kesilir, ona ulaşamaz.
Sadece sadaka ve hac gibi vekaletin söz konusu olduğu ibadetlerin ulaşacağını kabul edenler de şunu delil gösterirler: İslam’a girmek, namaz, oruç ve Kur’ân okumak gibi herhangi bir şekilde vekaletin caiz olmadığı ibadet türlerinin mükafatı onları yapana hastır, onu aşıp başkasına ulaşmaz. Nasıl ki hayatta iken bunları kimse kimsenin yerine yapamıyor ve bu fiillerde kimse başkasının yerine vekalet edemiyorsa (öldükten sonra da böyledir.) Nesaî senedini kaydederek, İbn Abbas’ın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: "Kimse kimsenin yerine namaz kılamaz. Kimse kimsenin yerine oruç tutamaz, ancak onun adına herbir gün karşılığında bir mud buğday yedirir."[176]
Ölünün kendisinin sebeb olmadığı amellerden de faydalanacağına delil ise Kitab, sünnet, icma ve sahih kıyastır.
Kitabtan delil Yüce Allah’ın şu buyruğudur: "Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle...’" (el-Haşr, 59/10)
Yüce Allah kendilerinden önceki mü’minlere mağfiret diledikleri için onlardan övgüyle söz etmektedir. İşte bu, önceden gidenlerin hayatta olanların kendilerine mağfiret dilemelerin den faydalandıklarının delilidir. Yine ümmetin icma’ı da cenaze namazında ölüye yapılan duadan ölünün faydalanacağına delil teşkil etmekdir.
Sünnet’te cenaze namazı duaları oldukça büyük bir yekûn tutmaktadır. Definden sonra ölüye yapılan dua da böyledir.
Ebu Davud’un, Sünen’inde Osman b. Affan -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-, ölünün defni bittikten sonra mezarı başında durur ve şöyle derdi: "Kardeşinize mağfiret dileyiniz, ona sebat dileyiniz. Çünkü şu anda ona soru sorulmaktadır."[177]
Aynı şekilde kabirlerin ziyareti esnasında onlara dua yapılacağı da pek çok rivayetle sabittir. Nitekim Müslim’in Sahih’inde Bureyde b. el-Husayb’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- onlara kabristana gittiklerinde şu sözleri söylemelerini öğretiyordu: "Ey mü’min ve müslümanlardan sakinlerin bulunduğu bu diyarın ehli! selam sizlere! Şüphesiz bizler de Yüce Allah’ın izniyle sizlere kavuşacağız. Bize de, size de Allah’tan esenlik dileriz."[178]
Yine Müslim’in Sahih’inde, Aişe -Radıyallahu anh-dan Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e şöyle sorduğu rivayet edilmektedir: Kabirdekilere mağfiret dilediğin vakit ne söylersin? Peygamber şöyle buyurdu: "Şöyle de:
Ey mü’min ve müslümanlardan oluşan bu diyarın ehli! Selam sizlere. Allah bizden önden gidenlere de, sonradan kavuşacak olanlara da rahmet buyursun. Şüphesiz biz de inşaallah size kavuşacağız."[179]
Sadakanın sevabının ulaşacağı ile ilgili olarak Buharî ve Müslim’de, Âişe -Radıyallahu anh-dan gelen rivayete göre bir adam Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek şöyle dedi: Ey Allah’ın Rasûlü! Annem ansızın öldü ve bir vasiyette bulunamadı. Zannederim konuşabilseydi, tasadduk’ta bulunurdu. Ben onun yerine sadaka verecek olursam, onun için ecir almak söz konusu olur mu? Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: "Evet" diye buyurdu.[180]
Buharî’nin Sahih’inde Abdullah b. Abbas -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Sâd b. Ubâde’nin annesi -kendisi yanında bulunmadığı bir sırada- vefat etti. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek: Ey Allah’ın Rasûlü, dedi. Annem ben onun yanında bulunmadığım bir vakitte vefat etti. Onun yerine ben tasadduk’ta bulunacak olursam, ona bir faydası olur mu? Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine Sâd dedi ki: Ben seni el-Mihraf denilen yerdeki bahçemi onun adına sadaka olarak bağışladığıma şahit tutuyorum.[181]
Buna benzer sünnet te pek çok rivayet vardır.
Orucun sevabının ulaşacağına gelince, Buharî ile Müslim’de Âişe -Radıyallahu anh-dan nakledildiğine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Her kim üzerinde oruç borcu olduğu halde vefat ederse, onun velisi onun yerine oruç tutar."[182] Buharî’de bunun benzeri daha başka rivayetler de vardır.
Fakat Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ölü adına oruç tutmaktansa, yemek yedirme görüşünü benimsemiştir. Buna sebeb de az önce geçen İbn Abbas yoluyla gelen hadis-i şerif’tir. Bu husustaki açıklamalar ise fıkıh kitaplarından öğrenilebilir.
Haccın sevabının ulaşması hususunda da Sahih-i Buharî’de İbn Abbas -Radıyallahu anh- dan şu rivayet delil teşkil etmektedir: Cüheyne’den bir kadın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek şöyle sordu: Benim annem haccetmeyi adamıştı, fakat ölünceye kadar haccedemedi. Ben onun yerine haccedeyim mi? Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, onun yerine haccet. Eğer annenin üzerinde bir borç bulunsaydı, ne dersin sen o borcu öder miydin? Allah’ın hakkını ödeyiniz, çünkü Allah hakkı ödenmeye en layık olandır."[183]
Bunun benzeri de pek çoktur.
Müslümanlar borcun ödenmesi halinde ölünün zimmetinin ibrâ olacağını icma ile kabul etmişlerdir. İsterse bu ödemeyi yapan yabancı birisi olsun ve terikesinden yapmamış olsun. Buna Ebu Katade yoluyla gelen hadis delil teşkil etmektedir. Çünkü o ölen birisi adına borcu olan iki dinarı ödemeyi taahhüd etmişti. Bunları ödeyince Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Şimdi onun teninin (sıcaktan kurtularak) serinlemesini sağladın."[184]
Bütün bunlar şer’î kaidelere uygundur ve kıyas da bunu göstermektedir. Mükâfat amelde bulunanın bir hakkıdır, o bunu müslüman kardeşine bağışlayacak olursa buna engel olunmaz. Hayatta iken malından ona bir şeyler bağışlaması ve vefatından sonra da borcunu ibrâ etmesi engellenmediği gibi.
Şarî’ orucun sevabının ulaşacağını belirterek, kıraatin ve benzeri bedeni ibadetlerin sevabının da ulaşacağına dikkatlerimizi çekmektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Oruç, nefsin oruç bozucu hususlardan niyet ile birlikte alıkonulmasıdır. Şarî’ orucun sevabının ölene ulaşacağını açıkça ifade etmiştir. Hem amel, hem de niyet olan kıraat nasıl ulaşmasın?

"İnsan İçin Çalıştığından Başkası Yoktur" Buyruğunun Anlamı


Yüce Allah’ın: "İnsan için çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/39) buyruğunun delil gösterilmesine karşılık verilecek cevaba gelince, ilim adamları buna çeşitli cevaplar vermişlerdir. Bunların en sahih olanları şu iki cevabtır:
1- Kişi kendi çalışmasıyla, güzel geçimiyle arkadaş kazanır, çocuk sahibi olur, eşleri olur, hayırlarda bulunur, insanları sever, sevilir, onlar da ona rahmet okurlar, dua ederler, itaatlerin sevabını ona hediye ederler. İşte bu, onun çalışmasının, sa’yinin bir neticesidir. Hatta müslümanın İslam akide bağı çerçevesinde müslümanlar arasına girmesi dahi bütün müslümanların menfaatinin kişiye hayattayken de, ölümünden sonra da ulaşmasında en büyük sevaplar arasındadır. Müslümanların yaptıkları dua da onların hepsini çepeçevre kuşatır.
Yüce Allah’ın, imanı kişinin mü’min kardeşlerinin dua ve çalışmalarıyla yararlanmalarına sebep kılmış olması buna açıklık getirmektedir. Kişi iman etti mi artık bütün bunların kendisine ulaşabilmesini sağlayan sebeb uğrunda gerekli sa’yi, gayreti göstermiş demektir.
2- Bu birincisinden daha güçlüdür. Şöyle ki Kur’ân-ı Kerîm, bir kimsenin başkasının çalışması ve gayretinden faydalanmayacağını belirtmemektedir. Aksine sadece kişinin kendi öz çalışmasından başkasına malik olmasını kabul etmemektedir. Her iki durum arasında ise açık bir fark vardır. Yüce Allah insanın ancak kendi çalışmasına malik olacağını haber veriyor. Başkasının çalışması ise o çalışmayı yapanın mülküdür. Eğer bir kimse bu mülkünü başkasına bağışlamak isterse, bağışlayabilir. Kendisinin kalsın isterse, bunu da yapabilir.
Yüce Allah’ın: "Hiçbir kimse başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/38-39) buyrukları muhkem iki âyettirler ve Yüce Rabbin adaletini gerektirmektedir.
Birinci âyet-i kerîme -dünya hükümdarlarının yaptıklarının aksine- kimsenin başkasının suçunun cezasını çekmemesini, kimsenin başkasının günahından sorumlu tutulmamasını gerektirir.
İkincisi de kişinin ancak kendi ameli ile kurtulabileceğini hükme bağlamaktadır. Böylelikle herkes atalarının, geçmişlerinin, hocalarının, şeyhlerinin ameli ile kurtulacağından yana ümidini kessin. Yalan yere umutlanan kimseler gibi olmasın. Ama Yüce Allah:Kendi çalışmasından başka hiçbir şeyden faydalanmaz, da dememektedir.
Yüce Allah’ın: "Kazandığı kendisinedir." (el-Bakara, 2/286); "Siz işlediğinizin ancak karşılığını görürsünüz" (Yâsin, 36/54) buyrukları da bu şekildedir. Bu âyet-i kerîme’ler kulun başkasının amelinin cezasını çekmeyeceğine delildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde hiçbir kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz ve siz işlediğinizin ancak karşılığını görürsünüz." (Yâsin, 36/54)
Karşı görüşü savunanların, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in; "Âdemoğlu öldü mü, artık onun ameli kesilir" hadisini delil göstermelerine gelince, bu yerinde olmayan bir delillendirmedir. Çünkü hadis "faydalanması kesilir" dememektedir, amelinin kesileceğini haber vermektedir. Başkasının ameli ise o ameli işleyene aittir, eğer o amelin sahibi onu ölene bağışlayacak olursa amelde bulunan kimsenin yaptığı amelin sevabı da ona ulaşır. Kendisinin amelinin sevabı değil. Bu da bir kimsenin başkasına ait olan borcu ödemesine benzer. Böylelikle borçlu, borçtan kurtulur. Ancak borcunun ödenmesini sağlayan şey, kendisine ait olan bir şey değildir.
Malî ibadetler ile bedenî ibadetler arasında fark gözetenlere gelince, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- az önce de geçtiği üzere ölen yerine oruç tutmayı meşru kılmıştır. Halbuki oruçta vekalet cereyan etmemektedir. Cabir -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. O dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte kurban bayramı namazı kıldım. Namazı bitirdikten sonra bir koç getirildi ve onu boğazladı ve şöyle buyurdu: "Bismillahi vallahu ekber. Allah’ım bu hem benim adıma, hem de ümmetimden kurban kesmeyenlerin adına olsun." Hadisi Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizî rivayet etmiştir.[185]
Diğer taraftan iki koç kestiğine dair bir başka hadis de vardır. Bunlardan birisi hakkında: "Allah’ım, bu benim bütün ümmetimin adına olsun" demiş, diğerini keserken de: "Allah’ım, bu Muhammed adına ve Muhammed’in aile halkı adına olsun" demiştir.[186]
Kurban kesmekte Allah’a yakınlaştırıcı taraf kanın akıtılmasıdır. Görüldüğü gibi burada bu yakınlığı (ibadeti) başkası adına yapmıştır.
Aynı şekilde hac ibadeti de bedeni bir ibadettir. Mal sahibi olmak haccın bir rüknü değildir, sadece bir araçtır. Nitekim Mekke’de bulunan bir kimseye -mal şartı aranmaksızın- Arafat’a yürüyebilmesi halinde hac farzdır. Daha kuvvetli görülen görüş de budur, yani haccın malî ve bedeni bir ibadet şeklinde mürekkeb bir ibadet olmayıp, -Ebu Hanife mezhebine mensub müteahhir ilim adamlarından bir topluluğun da açıkça belirttiği gibi- sadece bedeni bir ibadet olduğu görüşü daha kuvvetlidir.
Bir de kifaye farzlarda bir kısmın yerine getirmesiyle, diğerlerinin de adına yerine getirmiş olduklarına bir bakalım.
Çünkü bu da bir sevabın bağışlanmasıdır. Vekâlet kabilinden değildir. Nitekim hususi bir ecir (işçi)nin kendisinden başkasını vekil tutmak hakkı yoktur, ama aldığı ücreti dilediğine verme hakkına sahiptir.

Kur’ân Tilaveti Karşılığında Ücret


Kur’ân okumak ve onu ölüye hediye etmek üzere Kur’ân okuyucularını ücretle tutmaya gelince, bu işi selef’ten hiçbir kimse yapmış değildir. Din imamlarından kimse de bunu emretmediği gibi, ruhsat da vermemiştir.
Bizatihi tilavet için ücretle tutmak herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu olmaksızın caiz değildir.
Görüş ayrılığı Kur’ân öğretmek ve buna benzer başkasına da ulaşan bir faydası bulunan hususlar için ücret almanın caiz olup olmadığı ile ilgilidir. Sevabın ölüye ulaşması ise, ancak amelin Allah için yapılması halinde söz konusudur. Ücretle yapılan böyle bir amel ise halis bir ibadet değildir. Dolayısıyla bundan elde edilecek sevap, ölülere hediye edilecek nitelikte de olamaz. Bundan dolayı hiçbir kimse oruç tutacak, namaz kılacak ve bunun sevabını ölüye hediye edecek bir kimseyi kiralar dememiştir. Ancak Kur’ân okuyan ve Kur’ân öğreten ve öğrenen kimseye, Kur’ân ehline bu konuda bir yardım ve destek olmak üzere bir şeyler verecek olursa, bu ölü adına verilen bir sadaka kabilinden olur ve caizdir.
el-İhtiyar, da şöyle denilmektedir: Şâyet malının bir bölümünün kabri başında Kur’ân okuyacak kimseye verilmesini vasiyet edecek olursa, bu vasiyet batıldır. Çünkü böyle bir şey (bu iş için) ücret manasınadır.
ez-Zahidî, el-Kınye adlı eserde şöyle demektedir: Şâyet kabri üzerinde Kur’ân okuyacak kimselere bir vakıf yaparsa, böyle bir tayin batıl olur.

Ücret Almaksızın Kur’ân Okuyup Sevabını Ölüye Hediye Etmek


Ücretsiz olarak kendi bağışı olmak üzere Kur’ân okuyup onu ölüye hediye etmeye gelince; bu da ölüye -oruç ve haccın sevabının ulaştığı gibi- ulaşır.
Şâyet: Bu selef arasında bilinen bir şey değildi. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de onlara böyle bir yol göstermiş değildir, denilecek olursa cevabımız şu olur:
Bu soruyu soran kişi eğer hac, oruç ve dua’nın sevabının ulaşacağını kabul eden bir kimse ise ona şöyle denilir: Peki bunlar ile Kur’ân okumanın sevabının ulaşması arasındaki fark nedir? Selef’in böyle bir şeyi yapmamış olmaları sevabının ulaşmayacağına dair bir delil değildir. Biz böyle genel bir nefyi nereden çıkartabiliyoruz?
Şâyet: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- oruç, hac ve sadaka’nın ulaşacağını onlara göstermiş, ancak Kur’ân’ın sevabının ulaşacağını göstermemiştir, denilecek olursa şöyle denilir:
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bizzat öncelikle onlara böyle bir yol göstermiş değildir. Aksine onun bu yol göstermesi onların sorularına bir cevap vermesi suretiyle olmuştur. Birisi ölmüş yakını adına haccetmeye dair ona soru sormuş, bu hususta ona izin vermiş. Diğeri ölen yakını adına oruç tutmaya dair ona soru sormuş, ona da bu hususta izin vermiştir. Bunların dışında kalan hususları da onlara yasaklamamıştır. Şimdi mücerred bir niyet ve orucu bozan şeylerden uzak durmak (imsak)den ibaret olan orucun sevabının ulaşması ile, Kur’ân ve zikrin sevabının ulaşması arasındaki fark nerededir?
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e sevabı bağışlamak hususunda ne dersiniz? diye sorulursa, ona da şöyle cevab veririz: Müteahhirin’den bunu müstehab görenler olduğu gibi, bid’at görenler de vardır. Çünkü Ashab-ı Kiram böyle bir şey yapmadılar. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de ümmetinden hayır işleyen herbir kimsenin amelinin aldığın ecrin mislini alır ve amelde bulunan kimsenin ecrinden de bir şey eksilmez. Çünkü ümmetine her türlü hayrın yolunu gösteren ve o hayra kendilerini irşad eden odur.
Ölü yakınında okunan Kur’ân-ı Kerîm’den -Allah’ın kelâmını işitiyor olması dolayısıyla- faydalanır, diyenlerin görüşlerine gelince, bu hususta meşhur imamlardan herhangi birisinin böyle bir görüşe sahip olduğu sahih değildir. Ölünün okunan Kur’ân’ı işittiğinde şüphe yoktur. Ancak Kur’ân’ı dinlemekle faydalandığı görüşü sahih olarak gelmemiştir. Çünkü dinleme dolayısıyla sevap kazanmak hayatta olma şartına bağlıdır ve bu ihtiyarî bir ameldir. Ölüm ile ihtiyar ortadan kalkar, hatta belki ondan dolayı zarar da görebilir ve acı da çekebilir. Çünkü bu kimse hayatta iken Allah’ın emirlerini ve yasaklarını yerine getirmeyen bir kişi olabilir, yahut ta fazla hayır yapmamış bir kimse de olabilir.

Kabir Başında Kur’ân Okumanın Hükmü


İlim adamları kabir başlarında Kur’ân okumanın hükmü hususunda üç farklı görüş ortaya koymuşlardır: Mekruhtur, sakıncası yoktur; defin vaktinde sakıncası yoktur; ondan sonra mekruhtur şeklinde.
Ebu Hanife, Malik ve bir rivayete göre Ahmed gibi mekruh olduğunu söyleyenler şöyle derler: Çünkü bu muhdes’tir (sonradan çıkmış bir bid’attir.) Bu hususta da sünnet varid olmuş değildir. Kıraat de namaza benzer. Kabirlerin yanında namaz ise yasaklanmıştır, kıraat de böyledir.
Muhammed b. el-Hasen ve bir rivayete göre de Ahmed gibi, sakıncası yoktur, diyenler de İbn Ömer -Radıyallahu anh-dan nakledilen şu rivayeti delil göstermişlerdir: İbn Ömer -Radıyallahu anh- defnedileceği vakit kabrinin başında Bakara suresinin ilk âyetleri ile son âyetlerinin okunmasını tavsiye etmişti. Muhacir’lerden birisinden de Bakara suresinin okunmasını vasiyet ettiği de nakledilmiştir.
Sadece defin zamanında mahzur yoktur -ki bu Ahmed’den gelen bir rivayettir- diyenler de bu konuda İbn Ömer ve muhacirlerden birisinden nakledilen rivayeti delil alırlar.
Bundan sonra kabirlerin başlarında nöbetleşe Kur’ân okumaya gelince; bu mekruh’tur. Çünkü bu konuda sünnet varid olmuş değildir, selef’ten herhangi bir kimseden de asla böyle bir şey nakledilmemiştir. Bu görüş konu ile ilgili her iki delili de bir arada değerlendirdiğinden ötürü, diğerlerinden belki de daha güçlüdür.

"Yüce Allah duaları kabul eder, ihtiyaçları karşılar."

Dua’nın Kabulü


Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbiniz buyurdu ki:’ ‘Bana dua edin, ben de duanızı kabul edeyim...’" (el-Mu’min, 40/60); "Kullarım sana Beni sorarlarsa, işte muhakkak Ben pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenlerin duasına karşılık verir, kabul ederim." (el-Bakara, 2/186)
Hem müslümanlar, hem sair dinlere mensub olanlar ve başkaları büyük bir çoğunlukla duanın menfaatleri sağlamak, zararları önlemek hususunda en güçlü sebeblerden birisi olduğunu kabul etmektedirler. Yüce Allah kâfirlerin denizde bir sıkıntı ile başbaşa kaldıkları takdirde dinlerini Allah’a halis kılarak O’na dua ettiklerini, insana bir zarar dokunacak olursa yanı üzere bulunurken, otururken yahut ayaktayken dua ettiğini bizlere haber vermektedir.
Yüce Allah’ın kulunun duasını kabul etmesi -müslüman ya da kâfir olsun- ve dileğini ona vermesi, onlara rızık vermesi, onlara yardımcı olması kabilindendir. Bu, Yüce Allah’ın kulunun mutlak olarak Rabbinin olmasının bir gereğidir. Diğer taraftan duanın kabulü kişi hakkında bir zarar ve bir fitne sebebi de olabilir, eğer onun kâfirliği ve fasıklığı bunu gerektirmekte ise.
İbn Mace’nin, Sünen’inde Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Allah’tan dua edip dilekte bulunmayana Allah gazab eder."[187]

Dua’nın Faydasız Olduğunu İddia Edenlere Cevab


Bir takım filozoflar ile aşırı mutasavvıfların kanaatine göre duanın bir faydası yokmuş. Bunlar derler ki: İlahi meşiet şâyet istenen şeyin var olmasını gerektirmiş ise duaya gerek yoktur, eğer gerektirmemiş ise bu sefer duanın faydası yoktur.
Hatta onların bazıları âriflerden havas olanlarının özel bir makamı olduğunu kabul ederler. Ancak bu kimi şeyhlerin hatalarından birisidir. Böyle bir kanaatin İslam dininin gerçeklerinden ve aklın kabul ettiği hükümlerden kesin olarak tutarsızlığı bilindiği gibi, duanın faydalı olduğu, ümmetlerin tecrübeleriyle, ittifakla sabit olmuş bir husustur. Hatta filozoflar şöyle derler: İbadet için yapılmış heykeller etrafında çeşitli dillerle ve şekillerle yükselen sesler, etkin feleklerin bağladığı düğümleri çözer.
Ancak bu, müşriklerin bir vehmidir.
(Filozoflarla, aşırı mutasavvıfların) şüphesine verilecek cevab ileri sürdükleri iki önermenin de yersiz olduğunu belirtmekten ibarettir. Onların ilahî meşîet ile ilgili olarak belirttikleri, ilahî meşîet ya bunu gerektirir, ya gerektirmez şeklindeki önermelerinin dışında üçüncü bir önerme daha vardır. O da şudur: İlahi meşiet, duada istenilen şeyi bir şart ile öngörmüş, şartsız olarak öngörmemiştir. Dua etmek, bunun şartı olabilir.
Nitekim ilahi meşietin salih amel olması halinde mükafatı gerekli kılması, olmaması halinde bunu gerektirmemesi buna benzer. Ayrıca ilahi meşiet yemek ve içmek halinde tok olunacağını ve su ihtiyacının karşılanacağını gerektirmiş, bunların yapılmaması halinde böyle bir şeyi gerektirmemiştir. Evlilikle çocuğun hasıl olacağını, ekinin tohumla hasıl olacağını hükme bağlamıştır... Eğer duada istenen şeyin meydana gelmesi dua ile birlikte olması halinde takdir edilmiş ise, duanın faydası yoktur, demek doğru olamaz. Tıpkı yemenin, içmenin, tohum ekmenin vs. sebeblerin faydası yoktur, denilemeyeceği gibi. O halde bu gibi kimselerin, bu sözleri şeriate muhalif olduğu gibi, aynı şekilde hisse ve fıtrata da muhaliftir.
Bir kesim ilim adamının söylediği şu görüş bilinmesi gereken hususlardandır: Esbaba iltifat etmek tevhid’de bir şirktir. Esbabı silerek, onların esbab olmayacaklarını kabul etmek de aklî bakımdan bir eksikliktir. Esbab’tan büsbütün yüz çevirmek ise şeriati tenkid etmektir. Tevekkül ve umudun manası ise, tevhid’in, aklın ve şeriatın gereklerini yerine getirmekle gerçekleşir.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Sebebe yönelmek demek, kalbin ona güvenip dayanması; ondan ümit beslemek demek, kalbin ona bel bağlamasıdır. Ancak mahlukat arasında buna layık hiçbir kimse, hiçbir şey yoktur. Çünkü hiçbir mahluk tek başına ve bağımsız olarak var değildir. Onun bir takım ortaklarının ve zıtlarının da bulunması kaçınılmazdır. Bütün bunlarla birlikte eğer esbab’ın müsebbibi onu musahhar kılmayacak olursa, o sebeb müsahhar kılınmaz.
Dua’yı faydasız görenlerin: Eğer ilahi meşîet istenenin gerçekleşmesini hükme bağlamış ise duaya gerek yoktur, sözlerine karşılık şu cevabı veririz: Aksine bazen ister dünyevî, ister uhrevî bir maslahatın elde edilebilmesi ve ister dünyevî, ister uhrevî bir başka zararın önlenebilmesi için duaya gerek duyulabilir.
Yine duayı gereksiz görenlerin: Şâyet ilahi meşiet bunu gerekli görmüyorsa onda bir fayda yoktur, sözlerine karşılık da şöyle deriz: Aksine dua’nın menfaatleri sağlamak, zararları önlemek bakımından pek büyük faydaları vardır. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bunlara dikkatimizi çekmiştir. Hatta dua sebebiyle kula acilen dünyada verilen Rabbini bilip tanımak, O’nun rububiyetini ikrar ve itiraf etmek, O’nun herşeyi işiten, pek yakın, herşeye kadir, herşeyi bilen, merhameti sonsuz olduğunu dile getirmek, kul olarak kendisinin O’na muhtaç olduğunu, zorunlu olarak O’nsuz olamayacağını dile getirmek ve buna bağlı olarak pek üstün bilgiler ve pek değerli haller -ki bunlar en büyük talepler ve istekler arasında yer alırlar- dua ile gerçekleşirler.
Denilse ki: Eğer kendisinden istekte bulunulan kimsenin, istekte bulunana bir şeyler vermesinden aklımızla kavradığımız şekilde, Yüce Allah’ın bir şeyler vermesi, kul’un (dua etmek şeklindeki) fiiline bağlı ise; o takdirde bu dua eden kimsenin kendisine dua edilene -istediğini verinceye kadar- etki etmiş olmaz mı?
Deriz ki: Kul’u kendisine dua etmek üzere harekete getiren de Yüce Rabbimizdir. Bu hayır O’ndandır, O’nun kuluna hayrını tamamlamasının bir tecellisidir.
Nitekim Ömer -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Ben dua’mın kabul edilip, edilmeyeceğini düşünmem. Beni düşündüren dua edebilmektir, o bakımdan bana dua etmem ilham edildiği takdirde duamın kabulü de onunla birlikte demektir.
Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu anlamı dile getirmektedir: "O herşeyi gökten yere doğru tedbir eder (düzenler.) Sonra miktarı sizin saymanıza göre bin yıl olan bir günde O’na yükselir." (es-Secde, 32/5) Yüce Allah bu buyruğu ile tedbir’i kendisinin başlattığını, sonra da tedbir ettiği bu işin kendisine yükseldiğini haber vermektedir. O halde kulun kalbine dua etme duygusunu veren ve bunu kendisine vereceği hayırlara sebeb kılan O’dur. Tıpkı amellere karşılık mükafat vermesi gibi. Kulu tevbe etmeye muvaffak kılan, sonra o tevbeyi kabul eden de O’dur. Kulu amelde bulunmaya muvaffak kılıp sonra da mükâfatlandıran O’dur. İşte dua etme tevfık’ini kul’a veren de, sonra bu duayı kabul eden de O’dur. Mahlukattan hiçbir şey bu hususta O’na etki etmiş olamaz. Aksine bizzat O, yaptığı birşeyi yapacağı bir şeye sebeb kılmıştır. Tabiîn’in imamlarından birisi olan Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şihhîr şöyle der: Ben bu işe baktım, iyice düşündüm. Baktım ki başlangıcı da Allah’tandır, tamamlamak ta Allah’a aittir. Bütün bunların anahtarının da dua olduğunu gördüm.

"O herşeye mâlik’tir, hiçbir şey O’na mâlik olamaz. Bir göz açıp kırpacak bir an dahi Allah’a muhtaç olmamak düşünülemez. Bir göz açıp kırpacak kadar bir süre Allah’a muhtaç olmadığını zanneden küfre sapar ve helâk olanlardan olur."

Bu, açık bir gerçek ve hiçbir kapalılığı bulunmayan bir ifadedir.

"Yaratıklardan kimseye benzemesi söz konusu olmaksızın Allah hem gazab eder, hem razı olur."

Allah’ın Gazabı ve Rızası


Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan razı olmuştur." (el-Maide, 5/119, el-Mücadele, 58/22, el-Beyyine, 93/8); "Andolsun ki ağacın altında sana bey’at ederlerken, Allah mü’minlerden razı olmuştur." (el-Feth, 48/18)
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah’ın kendilerine lanet ettiği, üzerlerine gazab ettiği... kimseler" (el-Maide, 5/60); "Allah ona gazab etmiş, lanet etmiş..." (en-Nisa, 4/93); "Allah’tan gelen bir gazaba uğradılar." (el-Bakara, 2/61) Buna benzer buyruklar pek çoktur.
Selef’in vs. imamların benimsediği görüş gazab, rıza, adalet, velâyet, sevmek, buğzetmek ve buna benzer Kitab ve sünnette varid olan sıfatları kabul etmek, diğer taraftan bunları Yüce Allah’a yakışan gerçek manalarından uzaklaştıracak türden olan te’vili de benimsememek şeklindedir. Nitekim semi’, basar, kelam vs. sıfatlar hakkında da buna benzer kanaattedirler. Tahâvî de -Allah ona rahmet etsin- daha önce geçen: "Çünkü ru’yetin (Allah’ın görülmesinin) te’vili ve rububiyete izafe olunan herbir anlamın te’vili, te’vili terketmektir, teslime yapışmaktır. Rasûllerin dini de bu şekildedir." sözleriyle işaret etmiş idi.
İstivâ sıfatının nasıl olduğu hususunda İmam Malik -Radıyallahu anh-ın verdiği şu cevaba da dikkatle bakalım: İstiva’nın ne demek olduğu bilinmektedir, keyfiyeti ise meçhulümüzdür. Yine Ummu Seleme -Radıyallahu anh-dan mevkuf olarak bu cevab nakledildiği gibi, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e merfu olarak da nakledilmiştir. Aynı şekilde Tahâvî de -Allah ona rahmet etsin- daha önceden şunları söylemiştir: Her kim nefy’den ve teşbih’ten korunmazsa ayağı kayar ve tenzih’i isabet ettiremez. İleride de şu sözleri gelecektir: "Gerçek şu ki İslam ifrat ile tefrit arasıdır. Teşbih ile ta’til arasıdır."
Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Mahlukattan hiçbir kimse gibi olmamak üzere" ifadesi teşbih’i nefyetmektedir.
Rıza iyilik yapmak iradesi, gazab da intikam almak iradesidir denilemez. Çünkü böyle bir açıklama sıfatı nefyetmektir. Ehl-i sünnet de ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Allah sevdiği ve razı olduğu şeyleri emreder. Velev ki bunları irade ve meşîeti ile istemesin. Buna karşılık gazab ettiği ve hoşlanmadığı, buğzettiği şeyleri nehyeder ve bunları yapanlara da gazab eder. Bunu meşîet ve iradesiyle istemiş olsa dahi. Çünkü Yüce Allah irade etmemekle birlikte bir takım hallerini sevip razı olabilir. Bununla birlikte irade ettiği bazı şeylere de gazab edebilir.
Gazab’ı ve rıza’yı iyilik yapma isteği diye te’vil edenlere: Niye böyle bir te’vil’de bulundun? diye sorulursa, şüphesiz şu cevabı verecektir: Çünkü gazab kalbteki kanın kaynayıp coşması, rıza ise eğilim ve arzu duymak demektir. Böyle bir şey ise Yüce Allah’a yakışmaz.
Ona şöyle cevab verilir: Kalbteki kanın kaynayıp coşması insanoğlunda gazab sıfatından meydana gelen bir haldir, yoksa o gazabın kendisi değildir. Yine şöyle denilir: Bizim irade ve meşietimiz, hayatta olan kimsenin bir şeye ya da kendisine uygun ve mülayim gelene eğilim duymasıdır. Bizden hayatta olan bir kimse ancak kendisine fayda sağlayacak yahut ta bir zararı önleyecek bir şeyi irade eder ve iradesiyle istediği şeye muhtaçtır. İsteğini elde etmekle de varlığı artar, etmemesi halinde de eksilir. Buna göre (siz bu te’vili yaparken) Allah hakkında uygun görmediğiniz mana ile sizin uygun gördüğünüz mana arasında hiçbir fark yoktur. Eğer bu caiz ise öteki de caizdir, bu caiz değilse öteki de caiz değildir.
Dese ki: Herbirisinin bir hakikati bulunsa bile Allah’ın sıfatı olan iradenin, kulun sıfatı olan irade gibi anlaşılmasından korkulur. Ona şöyle cevab verilir: Bunun yerine: Herbirisinin bir hakikati olmakla birlikte, Allah’ın sıfatı olan gazab ve rıza, kulun vasfı olan gazab ve rıza’ya muhaliftir, de. Eğer irade ile ilgili olarak söyledikleri bu sıfatlar hakkında da söylenebiliyor ise o takdirde te’vil kaçınılmaz bir yol olmaktan çıkar, aksine terkedilmesi gerekir. Çünkü bu durumda sen çelişkiden kurtulmuş olacağın gibi, Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını gereksiz yere ta’til etmekten de kurtulmuş olursun. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’i gereksiz yere zahirî anlamından ve hakikatinden başka manalara çekip yorumlamak haramdır. Başka manaya çekip, yorumlamayı gerektiren de kişinin aklının gösterdiği sebeb olamaz. Zira akıllar farklı farklıdır, çünkü herkes başkasının söylediğinden farklı bir şeyi aklının gösterdiğini söylemektedir.
Bu sözler; "Bu adın verildiği sıfatlar mahlukta da vardır. O bakımdan Yüce Allah hakkında bunları düşünmek imkansızdır" gerekçesiyle Yüce Allah’ın sıfatlarından herhangi birisini nefyeden herkese aynen söylenebilir. Çünkü varlık sıfatı dahil, insanın bilip tanıdığından farklı olmayan herhangi bir şeyi Yüce Allah hakkında kabul etmek kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü kulun vücudu (varlığı) ona yakışan bir şekildedir. Yaratıcının vücud sıfatı da O’na yakışan bir şekildedir. Yüce Allah’ın vücud sıfatı hakkında yokluk imkansızdır. Mahluk’un vücud sıfatı hakkında ise yokluk imkansız değildir. Yüce Rabbimizin kendi zatına isim olarak verdikleri ile mahlukatına verilen isimler -Hayy, Alim, Kadir gibi- yahut ta gazab ve rıza gibi kullandığı bazı sıfatları aynı şekilde bir takım kulları hakkında kullanılmış ise şunu bilelim ki bizler, akıllarımızla, kalplerimizle Yüce Allah hakkında bu isimlerin manalarını idrak edip kavrayabiliriz. Bunlar haktır, sabittir ve vardır. Aynı şekilde bu isimlerin mahlukat hakkında kullanılması halinde ne manaya geldiklerini de kavrayabiliyoruz. Her iki mana arasında bir ortak noktanın bulunduğunu kavramakla birlikte, elbetteki bu ortak noktanın hariçte (zihnin dışında varlık aleminde) varlığı söz konusu değildir. Çünkü küllî müşterek mana ancak zihinlerde ortak olarak bulunur, hariçte ise ancak muayyen ve tahsis edilmiş (şart, sıfat ve nitelikleri belirlenmiş) olarak var olabilir. Böylelikle halik ile mahluk arasında ortak sıfatların herbirisi ilgili olduğu zat hakkında ona yakışan şekilde sabit olur.
Hatta: Cehennem bekçisi olan mâlîk’in gazabı ile meleklerden bir başkasının gazabı söz konusu edilecek olursa, bu gazabların Ademoğullarının gazab keyfiyetinin aynısı olması icab etmez. Çünkü melekler dört unsurun karışımından meydana gelmiş varlıklar değildir ki insanoğlunun kızması halinde kalbindeki kanın kaynaması gibi, onların da kalblerindeki kanın kaynaması söz konusu olabilsin. O halde Yüce Allah’ın gazabının, Ademoğlunun gazabından farklı olması öncelikle söz konusudur.

"Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabını sever, onlardan herhangi birisinin sevgisinde aşırıya kaçmayız. Onlardan herhangi birisinden de beri olduğumuzu söylemeyiz. Onlara buğzedenlere ve hayırdan başka türlü onları yadedenlere biz de buğzederiz. Onlardan ancak hayırla söz ederiz. Onları sevmek dindir, imandır, ihsandır. Onlara buğzetmek ise küfürdür, nifaktır, tuğyândır."

Ashab’ı Sevmenin Gereği


Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-, Rafızîler’in ve Nevasıb’ın kanaatlerinin reddine işaret etmektedir. Yüce Allah da, Rasûlü de Ashab-ı Kiram’dan övgüyle söz etmiş, onlardan razı olmuş ve onlara el-Hüsna’yı (cennet’i) vadetmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İleriye geçen muhacir ve ensar ile onlara güzellikle uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır. Bunlar için orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu en büyük kurtuluştur." (et-Tevbe, 9/100)
"Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Onunla birlikte olanlar, kâfirlere karşı sert ve katı, kendi aralarında merhametlidirler." (el-Feth, 48/29) Surenin sonuna kadar.
"Andolsun ki ağacın altında sana bey’at ederlerken, Allah mü’minlerden razı olmuştur." (el-Feth, 48/18)
"İman edip, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle (onları) barındırıp yardım edenler (ensar); işte onlar birbirlerinin velileridirler..." (el-Enfal, 8/72) surenin sonuna kadar.
"Aranızdan fetih’ten önce infak edip, savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz. Onların dereceleri fetih sonrasında infak edip savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de el-Hüsna’yı (cenneti) vadetmiştir. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (el-Hadid, 57/10)
"(O fey) yurtlarından ve mallarından çıkartılıp, uzaklaştırılmış olan ve Allah’ın lutuf ve rızasını isteyen, Allah’a ve peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte onlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan evvel Medine’yi yurt edinip iman’a sahip olanlar ise kendilerine hicret edenleri severler ve bunlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir. Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle, kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma. Rabbimiz şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin."(el-Haşr, 59/8-10)
Bu âyet-i kerîme’ler muhacir ve ensar’a, onlardan sonra gelip onlar için mağfiret dileyen, Yüce Allah’tan kalplerinde onlara karşı bir kin bırakmamasını isteyenlere övgüleri ihtiva ettiği gibi, fey’de hak sahibi olanların da işte bunlar olduğu hükmünü de ihtiva etmektedir. Kalbinde iman edenlere karşı bir kin besleyen, onlar için mağfiret dilemeyen bir kimse Kur’ân nass’ı ile fey’de hak sahibi değildir.
Buharî ve Müslim’de, Ebu Said el-Hudrî -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Halid b. el-Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında bir anlaşmazlık oldu. Halid ona sövecek oldu, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Ashab’ımdan kimseye sövmeyiniz. Sizden herhangi bir kimse eğer Uhud dağı kadar altın infak edecek olsa, onlardan birisinin infak ettiği bir mudde ve hatta onun yarısına dahi erişemez."[188] Halid’in, Abdurrahman’a sövmesini sadece Müslim söz konusu etmekte, Buharî ondan söz etmemektedir.
İşte Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Halid’e ve benzerlerine: "Ashab’ıma sövmeyiniz" diyor ve bununla Abdurrahman ve benzerlerini kastediyor. Çünkü Abdurrahman b. Avf ve benzerleri ilk iman edenler arasındadırlar. Onlar ayrıca Fetih’ten önce İslam’a girip savaşmış olanlardır. Rıdvan bey’atinde de bulunmuşlardır. O bakımdan onlar, Rıdvan bey’atinden sonra İslam’a giren kimselere nisbetle daha faziletlidirler ve onun daha has ashab’ıdırlar. Diğerleri ise Hudeybiye’den sonra ve Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Mekke’lilerle barış yapmasından sonra İslam’a girmişlerdir. Halid b. el-Velid de onlardan birisidir. Bunlar da Mekke fethedilinceye kadar müslüman olmaları geciken kimselerden daha önce müslüman olmuşlardır. Mekke fethedildiği gün İslama girenlere de "et-Tulaka" adı verilmiştir. Ebu Sufyan ile onun iki oğlu Yezid ve Muaviye de bunlardandır.
Hadis’ten maksad Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in sonradan ashab arasına karışmış olanların, önceden ashab’dan olanlara dil uzatmalarını yasaklamaktır. Çünkü bunların sonradan ashab arasına katılanlara göre bir imtiyazları vardır ve sonradan ashab arasına katılanların bu hususta onlara ortak olmalarına imkan yoktur. Hatta onlardan birisi Uhud dağı kadar altın infak edecek olsa dahi bu, diğerlerinden birisinin infak ettiği bir mudde yahut onun yarısına dahi denk düşmez.
Hudeybiye’den sonra -Mekke’nin fethinden önce olsa bile- İslam’a girenlerin hali bu olduğuna göre, hiçbir şekilde ashab arasında sayılmayan kimselerin ashab’a karşı durumu ne olur? Allah onların hepsinden razı olsun.
Ensar ve muhacir’lerden ilk İslam’a girenler Fetih öncesinden infak edip, savaşan kimselerdir. Rıdvan bey’atinde bulunanların hepsi de onlardandır ve bunların sayısı bindörtyüz kişiden fazla idi.
Şöyle de açıklanmıştır: "İlk önde gidenler" iki kıbleye doğru da namaz kılanlardır. Ancak bu zayıf bir görüştür, çünkü Kudüs’e doğru namaz kılmak neshedilmiş bir hükümdür, tek başına bir fazilet değildir. Çünkü nesh onların işi değildir, ayrıca bu şekilde bir namaz kılmanın daha faziletli olduğuna delil olabilecek şer’î bir delil de yoktur. Halbuki infak ile cihad ile ve ağaç altında Rıdvan bey’atinde bulunmak suretiyle öncelikli oluşun faziletine dair delil teşkil eden buyruklar vardır.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den rivayet edilen: "Ashab’ım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz."[189] hadisine gelince; bu zayıf bir hadistir. el-Bezzar der ki: Bu, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sahih olarak gelen bir hadis değildir, güvenilir hadis kitaplarında da yoktur.
Müslim’in Sahih’inde ise Cabir’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Âişe -Radıyallahu anha-ya: Bazı insanlar Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabını hatta Ebu Bekr ve Ömer’i dillerine doluyorlar denilince, dedi ki: Siz bunun neresine hayret ediyorsunuz ki? Onların amelleri (vefatlarıyla) kesildi, Yüce Allah da onların ecirlerinin kesilmesini murad etmedi.
İbn Batta, sahih bir isnad ile İbn Abbas’ın şöyle dediğini kaydetmektedir: "Muhammed’in ashab’ına sövmeyiniz. Onlardan herhangi birisinin -Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte- bir anlık bulunması, sizden herhangi birisinin kırk yıllık amelinden daha hayırlıdır."[190] Vekî’ yoluyla gelen rivayette de: "Sizden herhangi birisinin ömür boyu ibadetinden daha hayırlıdır" denilmektedir.
Buharî ile Müslim’de, İmran b. Husayn ve başkalarının rivayet ettiği hadise göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "İnsanların en hayırlısı benim çağdaşlarımdır, sonra onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonra gelenler." İmran dedi ki: Kendi çağından sonra iki mi, üç mü çağ zikretti bilemiyorum.[191]
Müslim’in Sahih’inde, Cabir -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ağaç altında bey’at edenlerden hiçbir kimse cehennem ateşine girmeyecektir."[192]
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Allah peygamberini de içlerinden bir gurubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken dar zamanda ona tabi olan muhacir’lerle ensar’ı da tevbeye muvaffak etti. Sonra onların bu tevbelerini kabul buyurdu..." (et-Tevbe, 9/117 ile ondan sonraki diğer âyetler...)
Andolsun ki Abdullah b. Mes’ud -Radıyallahu anh- şu sözleriyle onları nitelendirirken doğru söylemiştir: Allah kulların kalplerine nazar etti. Muhammed’in kalbinin kulların kalplerinin en hayırlısı olduğunu gördü. O bakımdan onu kendisi için seçti ve risaletiyle onu gönderdi. Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in kalbinden sonra diğer kulların kalplerine nazar etti. Ashab’ının kalplerinin, kulların kalplerinin en hayırlısı olduğunu gördü. O bakımdan onları peygamberinin yardımcıları yaptı, dini uğrunda savaştılar. Müslümanların güzel gördükleri şey bundan dolayı Allah nezdinde de güzeldir, onların kötü gördükleri şey bundan dolayı Allah nezdinde de kötüdür.
Bir başka rivayette şu şekildedir: Muhammed’in ashab’ının tamamı Ebubekr’i halife seçmek görüşünde birleştiler.
İbn Mes’ud’un: Sizden her kim bir sünnete uyacaksa, ölmüş olanların sünnetine tabi olsun... şeklindeki sözleri Tahâvî’nin: "Ve biz sünnet’e ve cemaate tabi oluruz" sözlerini açıklarken geçmiş idi.
Mü’minlerin en hayırlılarına ve Yüce Allah’ın peygamberlerden sonraki gerçek dostlarının efendilerine, önderlerine kalbinde bir kin taşıyan bir kimseden daha sapık kim olabilir? Hatta onlara kin duyanlardan yahudi ve hristiyanlar bir hasletleriyle bu bakımdan onlardan üstündürler. Çünkü yahudiler’e: Sizin ümmetinizin en hayırlıları kimlerdir? diye sorulduğunda onlar: Musa’nın ashab’ıdır, derler. Hristiyanlar’a: Sizin ümmetinizin en hayırlıları kimdir? diye sorulunca onlar da: İsa’nın ashab’ıdır derler. Rafızî’lere: Ümmetinizin en kötüleri kimdir? diye sorulunca, onlar da: Muhammed’in ashab’ıdır der, çıkarlar ve aralarından çok az kimseler dışında istisna da yapmazlar. Halbuki onların dil uzatıp, sövdüğü kimseler arasında istisna ettikleri kimselerden kat kat daha hayırlıları bile vardır.
Tahâvî’nin - Allah ona rahmet etsin- : "Onlardan herhangi birisinin sevgisinde aşırıya kaçmayız" yani onlardan kimseyi sevmekte -Şia’nın yaptığı gibi- haddi aşmayız. O takdirde biz haddi aşanlardan oluruz. Yüce Allah ise: "Ey kitab ehli! Dininizde aşırıya gitmeyin" (en-Nisa, 4/171) diye buyurmaktadır.

Ashab’dan Herhangi Bir Kimse Hakkında Haddi Aşmak Caiz Değildir


Tahâvî’nin - Allah ona rahmet etsin-: "Rafızî’lerin yaptıkları gibi onlardan herhangi birisinden beri olduğumuzu da söylemeyiz" sözlerine gelince, çünkü Rafızîlere göre Berâ olmaksızın velâ olmaz. Yani Ebu Bekr ve Ömer -Radıyallahu anh-dan teberri etmedikçe (onlardan uzak olmadıkça) ehl-i beyt tevelli (dost) edinilmez.
Ehl-i sünnet ise onların hepsini veli edinirler ve layık oldukları konumlarında görürler. Bu konuda adalet ve insaf ölçülerini kullanırlar, heva ve taassubla hareket etmezler. Çünkü bütün bunlar haddi aşmanın ta kendisi olan bağy’in bir bölümüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendilerine ilim geldikten sonra ancak aralarındaki bağy’den dolayı anlaşmazlığa düştüler." (el-Câsiye, 45/17)
İşte seleften birisinin şu sözünün manası da şudur: Şehadet te bid’attır, beraet te bid’attir. Hatta bu ashab ve tabiîn’den olan bir grub seleften dahi rivayet edilmektir. Ebu Said el-Hudrî, Hasan-ı Basrî, İbrahim en-Nehaî, ed-Dahhak ve başkaları bunlar arasındadır.
Burada sözü geçen şehadet’in anlamı şudur: Müslümanlardan muayyen bir kimse hakkında cehennemliklerden olduğuna yahut kâfir olduğuna -bu hususta Allah’ın onun vefatı halindeki durumuna dair bir bilgisi olmaksızın- şahitlik etmek demektir.
Tahâvî’nin- Allah ona rahmet etsin-: "Onları sevmek din’dir, iman’dır, ihsan’dır" sözlerine gelince, çünkü bu daha önce kaydettiğimiz nass’larda sözü geçen Allah’ın emirlerine uymak demektir.
Tirmizî, Abdullah b. Muğaffel’in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "Ashab’ım hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan. Benden sonra onları (atışlarınıza, saldırılarınıza) hedef edinmeyin. Çünkü onları seven beni sevdiği için onları sever, onlara buğzeden de bana olan buğzundan dolayı onlara buğzeder. Onlara kim eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş demektir. Allah’a eziyet edeni de fazla zaman geçmeden Allah yakalar."[193]
Ashab’ı sevmeye iman demek, Tahâvî - Allah ona rahmet etsin- adına izahı zor bir şeydir. Çünkü sevmek kalbin bir amelidir, tasdik ile de aynı şey değildir. Buna göre amel de iman adının kapsamı içerisine girmektedir. Halbuki daha önce onun: "İman dil ile ikrar ve kalb ile tasdiktir" dediğini görmüştük ve o ameli iman kapsamı içerisine sokmamaktadır. Ebu Hanife mezhebinin bilinen görüşü budur. Ancak böyle bir adlandırma mecazi kabul edilirse, izah edilmiş olur.
"Onlara buğzetmek küfür’dür, münafık’lıktır ve tuğyan’dır" sözlerine gelince, bid’at sahibi kimselerin tekfir’i ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Burada sözü edilen küfür de Yüce Allah’ın: "Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, onlar kâfirlerin ta kendileridir" (el-Maide, 5/44) buyruğunda sözü edilen küfrü andırmaktadır. Bu hususa dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sonra, halifeliği ilk -ve onun faziletinin, bütün ümmetin de önünde oluşunun bir belirtisi olarak- Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu anh- için sabit kabul ederiz."
 
***Devamı***

***Devamı***

Ebu Bekr -Radıyallahu anh- ın Halifeliği Ne İle Sabit Olmuştur?


Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu anh-ın halifeliği nass ile mi, yoksa ihtîyar (seçim) ile mi sabit olduğu hususunda ehl-i sünnet arasında görüş ayrılığı vardır.
Hasan-ı Basrî ve hadis ehlinden bir topluluk bunun gizli nass ve işaret ile sabit olduğu görüşündedir. Onlardan açık nass ile sabit olmuştur, diyenler de vardır. Hadis ehlinden, Mutezile ve Eşarîyeden, bir grubun kanaatine göre ise halifelik ihtîyar ile sabit olur.
Ebu Bekr -Radıyallahu anh- hakkında halifeliğin nass ile sabit olduğuna delil olabilecek bazı rivayetler bulunmaktadır.
Bunlardan birisi Buharî’nin senedini kaydederek Cubeyr b. Mutim -Radıyallahu anh-dan kaydettiği şu rivayettir: Bir kadın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- e geldi, o kadına kendisine tekrar geri gelmesini emretti. Kadın -ölümü kastedercesine-: Şâyet gelip de seni bulamayacak olursam ne emredersin? diye sorunca: "Beni bulamazsan Ebu Bekir’e git" diye buyurdu.[194]Buharî bu hadisin bir başka şeklini de ve daha başka hadisler de kaydetmektedir. İşte bunlar Ebu Bekir’in imameti hususunda açık bir nass’tır.
Huzeyfe b. el-Yeman dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Benden sonraki iki kişiye Ebu Bekir ve Ömer’e uyunuz." Bunu da Sünen sahipleri rivayet etmiştir.[195]
Buharî ile Müslim’de Âişe -Allah ondan ve babasından razı olsun-'nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-, hastalığı başladığı günü yanıma geldi ve bana: "Bana babanı ve kardeşini çağır ki Ebu Bekir’e bir kitap (ahidnâme) yazayım." Sonra da şöyle buyurdu: "Zaten Allah da, müslümanlar da Ebu Bekir’den başkasını kabul etmez."
Bir rivayette: "Bu işe hiçbir kimse göz dikmesin." denilmektedir.
Bir diğer rivayette de şöyle buyurmuştur: "Bana Abdu’r-Rahman b. Ebu Bekr’i çağır ki Ebu Bekir’e -ona karşı muhalefet olmasın diye- bir yazı (ahidname) yazayım. Sonra da şöyle buyurdu: "Ebu Bekir hususunda mü’minlerin ihtilafa düşmelerinden Allah’a sığınırım."[196]
Namazda imamete geçirilmesi ile ilgili hadisler ise hem meşhurdur, hem de bilinmektedir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ebu Bekir’e emredin, insanlara namaz kıldırsın."[197]
Buharî ile Müslim’de ki rivâyete göre Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-da dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "Ben uyurken kendimi bir kuyu başında gördüm. Kuyunun üzerinde bir kova vardı. Allah’ın dilediği kadar o kuyudan su çektim. Sonra o kovayı benden Ebu Kuhafe’nin oğlu (Ebu Bekir) aldı. Kuyudan bir ya da iki kova çekti, çekişinde biraz zayıflık vardı. Allah ona mağfiret buyursun. Sonra bu kova daha da büyük bir kova halini aldı ve İbnu’l-Hattab (Ömer) onu aldı, insanlar arasında onun çekişi gibi çeken müthiş birisini görmedim. Öyle ki sonunda insanlar onun etrafında kalabalık bir şekilde toplandılar."[198]
Sahih hadiste de belirtildiğine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- minberi üzerinde şöyle demiştir: "Eğer yeryüzündekilerden bir halil (candan dost) edinecek olsaydım, elbetteki Ebu Bekir’i halil edinirdim. Mescid’e açılan ne kadar kapı varsa -Ebu Bekir’in kapısı müstesna- hiçbirisi açık kalmasın, kapatılsın."[199]
Ebu Davud’un Sünen’inde ve başkalarında da el-Eş’âs, el-Hasen’den, o Ebu Bekre’den gelen rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bir gün: "Aranızdan kim rüya gördü" diye sorunca, bir adam: Ben gördüm dedi, sanki semadan bir terazi indirildi. Sen ile Ebu Bekir tartıldınız, sen Ebu Bekir’e ağır bastın. Sonra Ömer ile Ebubekir tartıldi, Ebu Bekir ağır bastı. Sonra Ömer ve Osman tartıldı, Ömer ağır bastı. Sonra da terazi kaldırıldı. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in yüzünde hoşlanmadığının belirtilerini gördüm: şöyle buyurdu: "(Bu) nubuvvet hilâfetidir, sonra Yüce Allah mülkü dilediğine verecektir."[200]
Böylelikle Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bunların yönetimlerinin nebevî halifelik olduğunu, bundan sonra ise melik’lik olacağını beyan etmektedir.
Bu hadiste Ali -Radıyallahu anh-dan söz edilmeyişinin sebebi, insanların onun döneminde birlik olmayışından dolayıdır. Aksine onlar ihtilaf halinde idiler. Onun döneminde ne nebevî hilafet düzenli bir şekilde vardı, ne de mülk.
Yine Ebu Davud’da yer alan rivayete göre Cabir -Radıyallahu anh-, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğunu naklederdi: "Bu gece salih bir adam rüyasında Ebu Bekir’in Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e askıyla bağlandığını, Ömer’in de Ebu Bekr’e aynı şekilde bağlandığını, Osman’ın da Ömer’e öylece bağlandığını gördü." Cabir dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yanından kalkınca şöyle dedik: "Salih adam, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-dır. Biri diğerine bağlanan kişiler de Allah’ın peygamberi ile göndermiş olduğu bu işteki yöneticilerdir."[201]
Yine Ebu Davud’da yer alan Semura b. Cündeb’den gelen rivayete göre bir adam şöyle demiş: Ey Allah’ın Rasûlü, sanki sema’dan kova gibi bir şey sarkıtıldığını rüyamda gördüm. Ebu Bekir geldi ve bu kovanın ağzında bulunan değneği tuttu, az birşey içti. Sonra Ömer de geldi, azğzındaki değneği tuttu ve doyasıya içti. Arkasından Osman geldi, o da değneğinden tuttu ve o da doyasıya içti. Sonra Ali gelip değneğinden tuttu ve suyu sıçratacak şekilde çalkalandı, onun üzerine de ondan biraz su döküldü."[202]
Said b. Cuhman’dan, o Süfeyne’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Nubuvvet hilafeti otuz senedir. Sonra Allah dilediği kimseye mülkünü -yahut mülkü- verir."[203]
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- halife olarak kimseyi tayin etmemiştir diyenler de bu hususta rivayet edilen haberi delil gösterirler. Abdullah b. Ömer’den, o da Ömer’den -Radıyallahu anh- şöyle dediğini nakletmektedir: Eğer ben halife tayin edersem, benden daha hayırlı olan halife tayin etmiştir. -Ebu Bekir’i kastediyor.- Şâyet halife tayin etmezsem, yine benden daha hayırlı olan -Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-ı kastediyor- halife tayin etmemiştir.[204]
Âişe -Radıyallahu anh-dan gelen şu rivayeti de delil gösterirler: Ona Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- eğer halife tayin etmiş olsaydı, kimi tayin ederdi, diye sorulmuştur.[205]
Kuvvetli görünen görüşe göre, -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır- o kimseyi halife tayin etmemiştir, diyenlerin maksadı yazılı bir ahidnâme bırakmamıştır, şeklindedir. Eğer yazılı bir ahidname bırakmış olsaydı, bunu Ebu Bekir -Radıyallahu anh- lehine yazacaktı. Çünkü o böyle bir ahidname yazmayı istemiş, sonra da bundan vazgeçmiş ve: "Allah da, müslümanlar da Ebu Bekir’den başkasına razı olmazlar" demiştir.[206]
İşte bu mücerred bir ahidname bırakmaktan daha beliğ’dir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- müslümanlara Ebu Bekir’i halife tayin etme yolunu göstermiş ve onlara bu yolu söz ve fiilleriyle bir çok yolla göstermiştir. Onun halife olacağını, bu işten hoşnud olan ve bundan övgü ile söz eden bir eda ile haber verdiği gibi, bu hususta bir ahidname yazmayı da kararlaştırmış idi. Sonra da müslümanların onun etrafında birleşeceğini bildiği için bununla yetinerek yazılı bir ahidname bırakmayı terketmiştir. Sonra hastalığı esnasındaki perşembe günü de buna karar vermiş, ancak bazılarının bu hususta acaba onun bu sözleri hastalığın bir etkisi ile midir yoksa uyulması gereken bir söz müdür? diye şüpheye düşmesi üzerine[207] yazı yazmayı terkederek Yüce Allah’ın da, mü’minlerin de Ebu Bekir’i halifelik makamına seçeceklerini bilmekle yetinmiştir.
Eğer tayin ümmet için şüpheye düşülen bir husus olacak olsaydı, elbetteki bunu bu hususta bir mazeret kalmaması için kat’î bir şekilde açıklayacaktı, fakat Ebu Bekir’in halife seçilmesi gereğini bir çok yolla onlara gösterip onlar da bunu anladıklarından maksat hasıl olmuştur. Bundan dolayı Ömer -Radıyallahu anh- muhacir ve ensar’ın hazır bulunduğu bir sırada irad ettiği hutbesinde şunları söylemiştir: Sen bizim en hayırlımızsın, efendimizsin. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in aramızda en çok sevdiği kişi sensin.
O bu sözleri söylediği halde kimse onun bu sözlerine karşı çıkmadığı gibi, Ashab-ı Kiram’dan bir kimse kalkıp hayır Ebu Bekir’den başka muhacir’lerden herhangi bir kimse hilafet’e ondan daha bir hak sahibidir, demediği gibi, ensar’dan bir kaç kişi dışında -ensar’dan bir emir, muhacir’lerden de bir emir olur umuduyla- halifeliği hususunda kimse onunla tartışmamıştır.
Daha sonra ensar bütünüyle -Sâd b. Ubade müstesna- Ebu Bekir’e bey’at ettiler. Çünkü Sad’ın kendisi yöneticiliğe talibti. Ashab’tan hiçbir kimse asla: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den; Ebu Bekir dışında Ali, Abbas veya bir başkası olsun -bid’at ehlinin söyledikleri gibi- diye açık ifadeler kullandığını söyleyen olmamıştır.
Özetle: Ebu Bekir’den başkasının yönetime talib olduğu nakledilenlerin hiçbirisi dini ve şer’î bir delil zikretmediği gibi Ebu Bekir’den başkasının ondan daha faziletli yahut bu işe daha layık ve hak sahibi olduğunu da belirtmemiştir. Bu husustaki ifadeler sadece kabilesini ve kavmini sevdiğinden ortaya çıkmıştır. Onlar Ebu Bekir -Radıyallahu anh-ın faziletini, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in onu sevdiğini biliyorlardı. Nitekim Buharî ile Müslim’de yer alan rivayete göre Amr b. el-Âs’ı, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Zatu’s-Selasil Gazvesi’ne giden ordunun başında kumandan olarak göndermişti. Amr der ki: Peygamberin yanına vardım, ona: İnsanlar arasında en çok kimi seviyorsun? diye sordum. O: "Âişe’yi" diye buyurdu. Ben: Erkeklerden? diye sordum. O: "Babasını" diye cevap verdi. Sonra kimi diye sordum: "Ömer’i" dedi ve daha başka şahıslar saydı.[208]
Yine Buharî ile Müslim’de yer alan rivayete göre Ebu’d-Derdâ şöyle demiştir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in yanında oturuyordum. Aniden Ebu Bekir elbisesinin bir yanını diz kapakları açığa çıkıncaya kadar tutmuş olarak geldi. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Sizin bu arkadaşınız, birisiyle tartışmış ve öfkelenmiştir." Sonra gelip, selam verdi ve şöyle dedi: Benimle Hattab’ın oğlu arasında bir anlaşmazlık oldu. Ben acele ederek ona ağır sözler söyledim, sonra pişman oldum. Beni affetmesini istedim, kabul etmedi. Ben de senin yanına geldim. Peygamber: "Allah sana mağfiret buyursun. Ey Ebu Bekir" dedi ve üç defa bu sözünü tekrarladı. Daha sonra Ömer de pişman oldu. Ebu Bekir’in evine gitti ve: O burada mı diye sordu, hayır dediler. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in huzuruna geldi, ona selam verdi. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in yüzü değişmeye başladı. Ebu Bekir korktu, dizleri üzerine çökerek: Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’a yemin ederim, daha haksız idim, dedi ve bu sözlerini iki defa tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Allah beni size peygamber gönderdi. Sizler: Yalan söylüyorsun, dediniz. Ebu Bekir doğru söylüyorsun, dedi. Malıyla, canıyla bana karşı fedakarca davrandı. Şimdi siz arkadaşımı bana (ona zarar vermeksizin) bırakmaz mısınız?" Bu sözlerini de iki defa tekrarladı. Bundan sonra kimse Ebu Bekir’i rahatsız edecek bir iş yapmadı.[209]
Ebu Bekir’in faziletlerini sayıp dökmeye bu küçük hacimli eserimiz yeterli değildir.
Yine Buharî ile Müslim’de kaydedildiğine göre Âişe -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- vefat ettiği sırada, Ebu Bekir es-Sunh’da bulunuyordu. -Hadisi nakletti ve şunları söyledi-: Ensar, Sâd b. Ubade’nin etrafında Benu Saide Sakife’sinde toplandı ve bizden bir emir olsun, sizden de bir emir olsun dedi. Ebu Bekir, Ömer b. el-Hattab ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrah onların yanına varıp gitti. Ömer konuşmak istedi, Ebu Bekir onu susturdu. Ömer şöyle derdi: Allah’a yemin ederim. Ben konuşmak isterken beni memnun edecek şekilde tasarladığım bir konuşmayı yapmak istemiştim ve Ebu Bekir’in bunları söylemeyeceğinden korkmuştum. Daha sonra Ebu Bekir konuştu ve insanların en beliğ konuşanı olarak sözlerini söyledi. Bu konuşmasında dedi ki: Emir’ler bizleriz, vezir’ler de sizlersiniz. Hubab b. el-Münzir dedi ki: Allah’a yemin olsun, böyle yapmayacağız. Bizden bir emir, sizden bir emir olsun. Ebu Bekir şu cevabı verdi: Hayır ama emir’ler bizleriz, vezir’ler sizlersiniz. Onlar (Kureyş’liler) Arap’ların her bakımdan en uygunlarıdır. Şeref ve mevkileri itibariyle en azizleridir. O bakımdan Ömer’e yahut Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’a bey’at ediniz. Bunun üzerine Ömer: Hayır, biz sana bey’at edeceğiz, sen bizim efendimizsin, bizim hayırlımızsın. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in aramızda en sevdiği kişi sensin. Sonra Ömer elini yakaladı, ona bey’at etti. Daha sonra da insanlar ona bey’at ettiler. Onlardan birisi: Sâd’ı öldürdünüz, dedi. Bu sefer Ömer: Onu öldüren Allah’tır, diye cevap verdi.[210]
Sunh ise el-Aliye diye bilinen yerdir ve bu, Medine bahçelerinden bu isimle bilinen bir bahçedir.

"Sonra Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu anh-ın halife’liğini (kabul ederiz.)"

Ömer el-Farûk’un Halifeliği


Yani Ebu Bekir’den sonra halifeliği Ömer -Radıyallahu anh- için sabit kabul ederiz. Bu da Ebu Bekir -Radıyallahu anh-in halifeliği ona havale etmesi ve ondan sonra da ümmetin bu hususta Ömer üzerinde ittifakı ile olmuştur. Faziletleri inkar olunamayacak kadar ünlü, zikredilemeyecek kadar çoktur.
Muhammed b. el-Hanefiye’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben babama: Babacığım, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sonra insanların en hayırlıları kimdir? O şöyle dedi: Oğulcağızım, bilmiyor musun? Ben: Hayır, dedim. O: Ebu Bekir’dir, dedi. Ben: Sonra kimdir? diye sordum. O: Ömer’dir, dedi. Bu sefer sonra Osman’dır, diyeceğinden korktuğum için hemen: Sonra sen, değil mi? dedim. Şöyle dedi: Ben ancak müslümanlardan bir adamım.[211]
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "Benden sonraki iki kişiye Ebu Bekir ve Ömer’e uyunuz." şeklindeki buyrukları da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Müslim’in Sahih’inde, İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ömer divan’ına (teneşire) konuldu. İnsanlar -cenazesi kaldırılmadan- etrafını sardılar övgüyle söz edip ona dua etmeye koyuldular. Aralarında ben de vardım, arkamdan birisinin omuzumu yakaladığını farkettim. Ona döndüm: Ali olduğunu gördüm. Ömer’e rahmetler diledi ve şöyle dedi: Geriye yaptığı amelin bir benzerini yaparak, Allah’ın huzuruna çıkmayı senden daha çok istediğim bir kimse bırakmadın. Allah’a yemin ederim ki ben Allah’ın seni iki arkadaşın ile birlikte bulunduracağını sanıp durmuştum. Çünkü ben Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "Ben Ebu Bekir ve Ömer geldik. Ben Ebu Bekir ve Ömer girdik. Ben Ebu Bekir ve Ömer çıktık, dediğini çok duyuyordum. O bakımdan ben Allah’ın seni o ikisi ile beraber kılacağını ümit ederdim -yahut zannederdim.-"[212]
Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-ın Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in gördüğü rüyasına dair hadisi de daha önceden geçmişti. Bu hadise göre Peygamber, gördüğü rüyasında önce kendisi bir kuyudan su çekiyor, daha sonra Ebu Bekir su çekiyor. Daha sonra su çektikleri kova büyükçe bir kovaya dönüşüyor, sonra İbnu’l-Hattab (Ömer) bunu alıyor. (Peygamber de şöyle buyuruyor): "Ben insanlar arasında Ömer’in çektiği gibi muazzam bir şekilde su çeken kimse görmedim. Öyle ki insanlar onun etrafında çok kalabalık bir şekilde toplandı."
Buharî ile Müslim’de, Sâd b. Ebi Vakkas’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ömer b. el-Hattab, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in huzuruna girmek için izin istedi. Huzurunda Kureyş’ten ve onunla yüksek sesle konuşan Kureyş’ten bazı kadınlar vardı... Bu hadiste Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Yeter, ey Hattab’ın oğlu! Nefsim elinde olana yemin ederim ki, şeytan senin gitmekte olduğun bir yolda seninle karşılaşacak olursa, mutlaka senin gittiğin yoldan başka bir yolu izler."[213]
Yine Buharî ile Müslim’de, kaydedildiğine göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle dermiş: "Sizden önceki ümmetlerde ilhama mazhar insanlar vardı. Eğer benim ümmetimde onlardan birisi varsa şüphesiz ki Ömer b. el-Hattab onlardandır."[214]

"Sonra Osman -Radıyallahu anh- için (halifeliği sabit görürüz.)"

Osman -Radıyahllahu anh.-ın Halifeliği


Yani halifeliği Ömer’den sonra Osman -Radıyallahu anh- için sabit kabul ederiz.
Buharî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Ömer -Radıyallahu anh-ın öldürülmesi ile şûra’nın durumunu ve Osman -Radıyallahu anh-a bey’at edilmesini, Sahih’inde kaydetmiş bulunmaktadır. Ben de onun rivayet ettiği şekilde senediyle bu rivayeti serdetmeyi uygun gördüm:
Amr b. Meymun’dan dedi ki: Ömer -Radıyallahu anh-ı Medine’de öldürülmesinden birkaç gün önce gördüm. Huzeyfe b. el-Yeman ile Osman b. Huneyf’in yanında durdu ve: Ne yaptınız? diye sordu. Sizler araziye (Irak sevad’ına) kaldıramayacağı kadar bir yük yükletmiş olmaktan korkuyor musunuz? Onlar, biz o araziye kaldırabileceği kadar bir yük yükledik. Çünkü yüklediğimiz fazla bir şey değildir. Onlara: Yine sizler o araziye kaldıramayacağı kadar bir yük yükletmiş olup olmadığınızı gözden geçirin, dedi. Onlar: Hayır (fazla yük yüklemedik) dediler. Bunun üzerine Ömer -Radıyallahu anh- şöyle dedi: Eğer Allah bana esenlik verecek olursa, Irak ahalisinin dul kadınlarını benden sonra hiçbir erkeğe muhtaç bırakmayacağım. (Amr) dedi ki: Üzerinden dört gün geçmeden öldürüldü.
(Amr devamla) dedi ki: Öldürüldüğü gün sabahı ben (safta) ayakta duruyordum ve benimle onun arasında sadece Abdullah b. Abbas vardı. İki saf arasından geçti mi: Saflarınızı düzeltiniz, derdi. Nihayet saflar arasında bir bozukluk görmedi mi bu sefer öne geçer ve tekbir alırdı. Bazen Yusuf yahut Nahl suresini ya da buna yakın uzunluktaki bir sureyi ilk rek’atte okurdu ki insanlar (cemaate) toplanmış olsun. Tekbir alır almaz; onun: O köpek beni öldürdü -yahut beni yedi- sözlerini hançerlediği vakit söylediğini duydum.
Kâfir iki uçlu bıçak ile kaçıp gitti. Kimin yanından, sağında ya da solunda olsun geçtiyse mutlaka ona hançerini saplıyordu. Böylece onüç kişiyi yaraladı, bunların yedisi öldü. Müslümanlardan birisi onun bu durumunu görünce, üzerine bir bornoz attı. O yakalandığını anlayınca intihar etti.
Ömer, Abdurrahman b. Avf’ın elinden tutarak onu mihraba geçirdi. Ömer’in arkasında bulunanlar benim gördüklerimi gördü, ancak mescidin uzak yerlerinde bulunanlar ise sadece Ömer’in sesini işitmediler ve başka bir şeyin farkına varmadılar. Onlar subhanallah, subhanallah deyip durdular. Abdu’r-Rahman cemaate kısa bir namaz kıldırdı. Namaz bitince ey İbn Abbas, bak bakalım beni kim öldürdü, dedi. Bir süre dolaştıktan sonra geri geldi ve el-Muğire’nin kölesi dedi. O sanatkar köle mi? diye sordu. İbn Abbas, evet dedi. Ömer: Allah kahretsin onu, halbuki ben onun için iyilikte bulunmasını (efendisi Muğire’ye) emretmiştim. Ölümümü müslüman olmak iddiasında bulunan bir adam eli ile gerçekleştirmeyene hamdolsun. Sen ve baban Medine’de bu kâfirlerin çoğalmasını arzu ederdiniz. Abbas da onlardan en çok kölelere sahip olan bir kimse idi. (İbn Abbas): Dilersen böyle bir şey yaparım yahut ta ben istersem (onları) öldürürüz dedi. Ömer, artık bunu yapamazsınız, onlar sizinle aynı dili konuşuyorlar, sizin kıble’nize dönüp namaz kılıyorlar, haccettiğiniz gibi haccediyorlar.
Sonra onu evine taşıdılar, biz de onunla birlikte gittik. İnsanlar sanki bundan önce hiçbir musibetle karşılaşmamış gibiydiler. Kimisi korkulacak bir şey yoktur diyordu, kimisi: Ben onun için korkuyorum, diyordu. Ona, nebiz (şıra) getirildi, içti. Karnından dışarı çıktı, sonra ona süt getirildi, o da karnından çıktı. Artık öleceğini anladılar.
Yanına girdik, insanlar gelip ondan övgüyle sözetmeye başladılar. Genç bir adam gelip: Allah’ın müjdesiyle müjdeler olsun sana ey mü’minlerin emiri! Çünkü sen Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ile arkadaşlık ettin. Erken dönemlerde İslam’a girdin ve bildiğin şeyleri yaptın. Sonra yönetimin başına getirildin, adil davrandın, sonra da işte şehid oluyorsun, dedi. Şu cevabı verdi: Bu işin başabaş çıkmasını çok arzu ederdim. Ne lehime olsun, ne de aleyhime. Geri döndüğünde adamın elbisesinin etekleri yere değiyordu. O delikanlıyı yanıma geri çağırınız, dedi. Ona şunları söyledi: Kardeşimin oğlu, elbiseni yukarı çek. Böylesi elbiseni daha temiz tutar ve Rabbine karşı daha takvalı olursun. Ey Ömer’in oğlu Abdullah, üzerimdeki borçları tesbit et, dedi.
Hesabını yaptılar, ****enaltıbin veya ona yakın miktarda olduğunu tesbit ettiler. (Ömer) dedi ki: Şâyet Ömer ailesinin malı bunu ödemeye yeterli gelirse, mallarından o borcu öde. Aksi takdirde Adiy b. Ka’b oğullarının bunu tamamlamasını iste. Onların da malları buna yetmezse, bu sefer Kureyş arasında bunu tamamlamalarını iste ve artık onlardan başka da kimseden birşey isteme ve benim yerime bu borcu sen öde. Mü’minlerin annesi Âişe’ye git ve ona de ki: Ömer’in sana selamı var, ama sakın mü’minlerin emiri demeyesin. Çünkü ben bugün mü’minlerin emiri değilim artık ve de ki: Ömer b. el-Hattab iki arkadaşının yanında defnedilmek için izin istiyor.
O da gitti, selam verib izin istedi, sonra yanına girdi. Oturmuş ağlamakta olduğunu gördü, babam Ömer b. el-Hattab sana selâm söyledi ve iki arkadaşı yanında defnedilmek için izin istedi dedi. Aişe dedi ki: Orayı ben kendim için düşünüyordum fakat bugün ben onu kendime tercih edeceğim.
İbn Ömer geri döndüğünde, işte Abdullah geliyor denildi. (Ömer) dedi ki: Beni doğrultunuz, bir adam onu kendisine dayadı. Ona: Ne haber? diye sordu. İstediğin oldu ey emir, izin verdi dedi. Buna karşılık dedi ki: Allah’a hamdolsun, bundan daha fazla hiçbir şeyi sevmiyordum. Artık benim işim bittikten sonra beni oraya taşıyınız, sonra yine selam ver ve de ki: Ömer b. el-Hattab izin istiyor, şâyet bana izin verirse beni içeri sokunuz. Eğer beni geri çevirecek olursa, siz de beni müslümanların kabristanına geri götürünüz.
Mü’minlerin annesi Hafsa ve onunla birlikte kalabalık halinde başka hanımlar da geldi. Onu görünce ayağa kalktık, ona kapandı ve yanında bir süre ağladı. Daha sonra yanına girmek üzere erkekler izin istedi. Ben de onlarla birlikte girdim, içerden onun ağlayışını duydum.
Huzurunda bulunanlar: Ey mü’minlerin emiri vasiyet et, halife tayin et dediler. O şu cevabı verdi: Ben bu işe şu kimselerden yahut ta şu şahıslardan daha hak sahibi kimseyi bulamıyorum. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- onlardan razı olduğu halde vefat etmişti, deyip Ali, Osman, Zubeyr, Talha, Sa’d ve Abdu’r-Rahman’ın isimlerini verdi ve şunları ekledi: Abdullah b. Ömer de aranızda hazır bulunacak fakat bu hususta onun herhangi bir yetkisi olmayacak. Bu da onu bir çeşit teselli idi. Şâyet emir’lik Sa’d’a isabet ederse, o bu işe ehil’dir. Aksi takdirde hanginiz emir olursanız, onun yardımını alınız. Şüphesiz ki ben onu ne acizliğinden, ne de hainliğinden dolayı azletmiş değildim.
(Ömer -Radıyallahu anh.- devamla) dedi ki: Benden sonraki halifeye ilk muhacirleri tavsiye ediyorum. Onların haklarını gözetsin, onların saygınlıklarını korusun. Ensar hakkında da ona hayır tavsiye ederim, onlar muhacirlerden önce (Medine denilen) yurtta yerleşmiş ve iman sahibi kimselerdir. İyilik yapanlarını güzellikle mükafatlandırsın, kötülük yapanlarını da bağışlasın. Sair İslam diyarlarında bulunan insanlara da hayırla davranmasını tavsiye ederim, çünkü onlar İslam’ın desteğidir. Malı toplayanlardır, düşmanın öfkesidir. Onlardan ancak arta kalanlarından ve gönül hoşluklarıyla alacağını alsın. Bedevîler hakkında da ona hayırla davranmasını tavsiye ederim, çünkü onlar Arapların esası, İslam’ın ana maddesidirler. Mallarının en iyi olanlarından değil, öbürlerinden alsın, fakirlerine versin. Ona Allah’ın ve Rasûlünün zimmeti ile (zimmî’lik) akdi yapmış olanlara ahidlerinin gereklerini eksiksiz olarak yerine getirmesini ve onları korumak için savaşmasını tavsiye ederim, takatlerinden fazlasının onlara yükletilmemesini de tavsiye ederim.
Ruh’unu teslim ettikten sonra onu aldık ve cenazesi ile yürüdük. Abdullah b. Ömer selam verdi ve dedi ki: Ömer b. el-Hattab izin istiyor. (Âişe) dedi ki: Onu içeri getiriniz, içeri alındı ve orada iki arkadaşı ile birlikte konuldu.
Defin işi bittikten sonra bu kişiler bir araya gelip toplandılar. Abdu’r-Rahman b. Avf dedi ki: Aranızdaki bu işi, aranızdan üç kişiye havale ediniz. ez-Zubeyr dedi ki: Ben hakkımı Ali’ye verdim, Talha da: Ben de hakkımı Osman’a verdim dedi. Sa’d da: Ben de hakkımı Abdu’r-Rahman’a verdim. Abdu’r-Rahman dedi ki: İkinizden hangisi bu işten ferağat ediyorsa (halife tayini) işini ona verelim. O da Allah’ın hakkı ve İslam için kendi nefsinde hangisinin daha faziletli olduğuna bir baksın (ve ona görevi versin.)
İki yaşlı (Ali ile Osman) sustular. Abdu’r-Rahman, peki bu işi (tesbit yetkisini) bana verir misiniz? Allah’a yemin ediyorum, ben sizin en faziletliniz kimse onu bulup çıkarmaktan geri kalmayacağım. Her ikisi de evet dedi, onlardan birisinin elini tuttu ve şunları söyledi: Sen Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ile akrabasın, İslam’da da bildiğin şekilde bir önceliğin vardır. Allah adına sana ant veriyorum, şâyet seni emir tayin edecek olursam, mutlaka adaletle hareket edeceğine ve eğer başkasını sana emir tayin edecek olursam, mutlaka dinleyip itaat edeceğine (söz veriyor musun?) Sonra diğeri ile başbaşa kaldı, ona da aynı şeyleri söyledi. Bu şekilde söz aldıktan sonra; elini kaldır, ey Osman dedi ve ona bey’at etti. Ali de ona bey’at etti, daha sonra evde bulunanlar içeri girip, onlar da ona bey’at ettiler.[215]
Humeyd b. Abdu’r-Rahman’dan dedi ki: el-Misver b. Mahreme’nin kendisine haber verdiğine göre: Ömer’in tayin ettiği kimseler bir araya gelip, istişare ettiler. Abdu’r-Rahman’da onlara: Ben bu hususta sizinle yarışa girecek değilim, fakat sizler arzu ederseniz aranızdan sizin için birisini seçerim. Bunun üzerine bu işi Abdu’r-Rahman’a havale ettiler. İşlerini Abdu’r-Rahman’a havale ettikten sonra insanlar Abdu’r-Rahman’a yöneldi. Öyle ki insanlardan kimsenin öbür kimselerin arkasından gittiğini, ayak bastıkları yerlere ayak bastıklarını görmez oldum. İnsanlar Abdu’r-Rahman’a yöneldiler ve o geceler boyunca onunla istişare ettiler. Nihayet sabahı ettiğimiz o gece geldi, biz de Osman’a bey’at ettik. el-Misver b. Mahreme dedi ki: Gece karanlığı iyice bastıktan sonra Abdu’r-Rahman yanıma geldi, kapıyı çaldı, nihayet uyandım. Bana: Uyuduğunu görüyorum, dedi. Allah’a yemin ederim, bu üç gece boyunca pek fazla uyumadım. Haydi kalk bana ez-Zubeyr ile Sa’d’i çağır. Onları Abdurrahman’ın yanına çağırdım. Onlarla istişare etti, sonra beni çağırdı. Bu sefer: Bana Ali’yi çağır dedi, onu çağırdım. Gece karanlığı aydınlanıncaya kadar onunla başbaşa konuştu. Sonra Ali onun yanından -umuda kapılmış olarak- kalkıp gitti. Abdurrahman, Ali’den bir hususta çekiniyordu. Sonra bana Osman’ı çağır dedi, onu çağırdım, onunla da başbaşa konuştu. Nihayet müezzin sabah ezanını okuyunca ayrıldılar. İnsanlar sabah namazını kılıp da o kimseler minberin yanında bir araya gelip toplandıklarında muhacir ve ensar’dan hazır olanlara ve ordu kumandanlarına haber gönderdi. Onlar o hac mevsiminde Ömer ile birlikte idiler. Bütün bunlar bir araya gelip toplandıklarında, Abdurrahman kelime-i şehadet getirdikten sonra şunları söyledi: İmdi ey Ali, ben insanların durumunu tetkik ettim. Onların Osman’a denk kimse görmediklerini gördüm. Sakın kendi aleyhine bir yola sebebiyet vermeyesin. Sonra Osman’a şöyle söyledi: Ben sana Allah’ın sünneti, Rasûlünün sünneti, ondan sonra gelen iki halife’nin sünneti üzerine bey’at ediyorum deyip, Abdu’r-Rahman ona bey’at etti. Daha sonra diğer insanlar, muhacirler, ensar, ordu kumandanları vs. müslümanlar ona bey’at ettiler.[216]
Osman -Radıyallahu anh-ın özel faziletleri arasında onun Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-ın iki kızını da nikahlamış olmasıdır. (Bunlar da Rukayye ve Ummu Külsum -Allah ikisinden de razı olsun- idiler.)
Müslim’in Sahih’inde, Âişe -Radıyallahu anh-ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- evinde baldırları yahut bacakları açık olduğu halde uzanmış yatıyordu. Ebu Bekir (huzuruna girmek üzere) izin istedi, ona izin verdi ve bu hali üzere de kaldı. Onunla bir süre konuştu. Sonra Ömer izin istedi, ona da bu hali ile izin verdi, bir süre konuştu. Sonra Osman izin istedi, bu sefer Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- oturdu ve elbisesine çeki düzen verdi. Osman girdi ve bir süre konuştu. Çıkıp, gittikten sonra Aişe -Radıyallahu anh- dedi ki: Ebu Bekir girdi, onu karşılamak için durumunu değiştirmedin ve aldırmadın. Sonra Ömer girdi, yine durumunu değiştirmedin ve aldırmadın. Daha sonra Osman girdi, oturdun, elbiselerine de çeki düzen verdin. Şu cevabı verdi: "Kendisinden meleklerin dahi haya ettiği bir adamdan ben nasıl haya etmem."[217]
Sahih(-i Buharî)deki rivayete göre Rıdvan Bey’ati gününde, Osman -Radıyallahu anh-ı Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Mekke’ye göndermişti. Rıdvan Bey’ati de, Osman’ın Mekke’ye gidişinden sonra olmuştu. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- sağ elini gösterib: "Bu Osman’ın eli" dedi ve bunu öbür eline koydu ve: "Bu da Osman içindir" dedi.[218]

"Sonra Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh- için (halifeliği sabit görürüz.)"

Ali -Radıyallahu anh-ın Halifeliği ve Fazileti


Yani Osman -Radıyallahu anh-dan sonra halifeliği Ali -Radıyallahu anh- için sabit görürüz.
Osman -Radıyallahu anh-ın öldürülmesinden ve Ali -Radıyallahu anh-a bey’at edilmesinden sonra o itaat edilmesi vacib hak bir imam olmuştur. Kendi döneminde nebevi hilafet halifesi idi. Az önce geçen Süfeyne yoluyla gelen hadis de buna delalet etmektedir. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Nubuvvet hilafeti otuz senedir. Sonra Allah mülkünü dilediği kimseye verir."[219]
Ebu Bekir es-Sıddîk -Radıyallahu anh-ın halifeliği iki yıl üç ay idi. Ömer -Radıyallahu anh-ın halifeliği onbuçuk yıl sürdü. Osman -Radıyallahu anh-ın halifeliği oniki yıl devam etti, Ali -Radıyallahu anh-ın halifeliği de dört yıl dokuz ay sürdü. Oğlu el-Hasen’in halifeliği de altı ay sürdü.
Müslümanların ilk melik’i Muaviye -Radıyallahu anh-dır. O müslümanların melik’lerinin en hayırlısıdır. Şu kadar var ki o, el-Hasen b. Ali -Radıyallahu anh- ona halifeliği devredince hak bir imam oldu. Çünkü el-Hasen -Radıyallahu anh-a babasının vefatından sonra Irak’lılar bey’at etmişti. Bundan altı ay sonra o işi Muaviye’ye devretti ve böylece Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "Benim bu oğlum seyyid’dir. Allah onun vasıtasıyla müslümanlardan iki büyük kesiminin arasını bulacaktır."[220] hadisinin doğruluğu da böylelikle ortaya çıkmış oldu.
Halifelik Osman -Radıyallahu anh-dan sonra Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh-ın lehine, Ashab-ı Kiram’ın bey’atiyle sabit olmuştur. Ancak Muaviye ve Şam ahalisi bey’at etmediler.
Hak, Ali -Radıyallahu anh- tarafında idi. Osman -Radıyallahu anh-ın şehadetiyle sonuçlanan bir takım olaylar gelişmişti. Gerek Osman -Radıyallahu anh- aleyhinde, gerekse de Ali, Talha, ez-Zübeyr gibi ashab’ın ileri gelenlerinden olup Medine’de bulunan ashab aleyhinde çokça yalanlar uydurulmuştur. Durumu bilmeyen kimseler için de şüphe içinden çıkılamayacak kadar bir hal almıştı. Yurtları Şam ahalisinden uzaklarda bulunanlar arasından heva ve heveslerinin arkasından gidenlerin nefislerinde çeşitli arzular güç kazanmıştı.
Osman -Radıyallahu anh-ı sevenler ise ileri gelenler hakkında kötü zanlar besliyordu. Onlara dair bir takım haberler de ulaşmıştı. Bu haberlerin bir bölümü yalan, bir bölümü tahrif edilmişti, bir bölümü de nerden geldiği bilinmiyordu. Buna yeryüzünde üstünlük sağlamak isteyen bir topluluğun hevaları da katıldı.
Ali -Radıyallahu anh-ın askerleri arasında Osman -Radıyallahu anh-ı o haddi aşmış ve ayaklanmış kimselerden de vardı. Ancak bunların kim oldukları muayyen olarak bilinemiyordu. Kimisi kabilesi tarafından destekleniyor, kimisinin de aleyhine yaptığına dair delil ortaya konulamıyordu. Kimisinin kalbinde münafıklık var, fakat bunu büsbütün açığa çıkaramıyordu. Talhâ ve Ebu’z-Zübeyr mazlum şehidin intikamının alınmadığı görüşüne kapıldılar. Fesad ve düşmanlık yapanların kökünün kazınmadığını kabul ettiler. Aksi takdirde (Hz. Ali’ye itaat etmedikleri için) yüce Rabbin gazabı ve cezası onlar hakkında vacib olurdu. Bunun sonucunda ne Ali’nin, ne Talha’nın, ne de Zübeyr’in tercihi olmaksızın Cemel fitnesi cereyan etti. Bu fitneyi kışkırtanlar, önce müslüman olmuş olanların tercihi olmaksızın, fesatçılar oldu.
Sonra da görüş ayrılığı sebebiyle Sıffîn fitnesi ortaya çıktı. Şöyle ki; Şam halkı hakkında adaleti uygulayamıyor yahut ta adaleti uygulama imkanını bulamıyordu. Onlar ise bir şeye ilişmiyorlardı, ümmet söz birliği edinceye kadar böyle kalacaklardı. Diğer taraftan onlar, orduda bulunanların mazlum şehide haksızlık ettikleri gibi, kendilerine de haksızlık edeceklerinden korkuyorlardı.
Ali -Radıyallahu anh- ise itaat olunması gereken raşid ve mehdî (hidayet üzere) halife idi. Ümmetin onun etrafında birleşmesi gerekiyordu. O bakımdan Şam’lıların da hakkında vacib olan itaat ve cemaatin, ancak onlarla savaşmak suretiyle gerçekleşeceğine inandı. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in dönemiyle, ondan sonraki iki halife döneminde olduğu gibi; bunların da kalpleri te’lif edilecek kimseleriden oldukları kanaatinde değildi.
İşte onun sahib olduğu; onlara haddi uygulamayı, onları telife çalışmak söz konusu olmaksızın ayaklanmaları önlemeyi şeklindeki dinî kanaati kendisini onlarla savaşmaya itti.
İleri gelenlerin büyük çoğunluğu ise savaşmaktan uzak kaldılar: Çünkü onlar bu hususta fitne zamanlarında oturmayı emreden nassları duymuş ve bellemişlerdi. Fesadı maslahatından daha ileri derecede olan bu fitneyi görünce savaştan uzak durdular.
Bununla birlikte hepsi hakkında da güzel söz söylemek gerekir: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle. Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma. Rabbimiz, şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin." (el-Haşr, 59/10)
Onun dönemindeki fitnelere karışmaktan Yüce Allah ellerimizi korumuş bulunuyor. O’ndan dilediğimiz lütuf ve keremiyle, dillerimizi de korumasıdır.
Mü’minlerin emiri Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh-ın faziletlerinden birisi de Buharî ile Müslim’deki şu rivayette dile getirilmektedir: Sa’d b. Ebi Vakkas -Radıyallahu anh-dan dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Ali’ye şöyle buyurdu: "Senin bana karşı durumun Harun’un Musa’ya karşı durumu gibidir. Şu kadar var ki benden sonra peygamber yoktur."[221]
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Hayber günü şöyle buyurdu: "Yarın bu sancağı Allah’ı ve Rasûlünü seven, Allah ve Rasûlünün de kendisini sevdiği bir kişiye vereceğim." Hepimiz bunu temenni ettik. Şöyle buyurdu: "Bana Ali’yi çağırın." Gözlerinden rahatsız olduğu halde Ali’yi getirdiler. Gözlerine tükürdü ve sancağı ona verdi. Yüce Allah ona zafer nasip etti."[222]
Şu: "De ki: ‘Geliniz oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, biz kendimizi ve siz de kendinizi çağıralım...’" (Al-i İmran, 3/61) âyeti nazil olunca, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Ali, Fatıma, Hasan ile Hüseyin’i çağırdı ve: "Allah’ım, işte bunlar benim aile halkımdır" diye buyurdu.[223]

"İşte raşid halifeler ve hidayete iletilmiş olan imamlar bunlardır."
 
***Devamı***

***Devamı***

Dört Raşid Halife


Sünen’de sabit olup Tirmizî’nin sahih olduğunu belirttiği el-İrbâd b. Sâriye yoluyla gelen hadis daha önceden geçmiş bulunmaktadır. el-İrbâd dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bize oldukça etkileyici bir öğüt verdi. Bundan dolayı gözler yaşardı, kalpler titredi. Birisi: Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Bu veda eden birisinin öğüdüne benziyor. Bize neyi tavsiye edersin? Şöyle buyurdu: "Size dinleyip, itaat etmeyi tavsiye ediyorum. Gerçek şu ki aranızdan benden sonra yaşayacak olanlar pek çok ayrılıklar göreceklerdir. Siz benim sünnetime ve benden sonra hidayete iletilmiş raşid halifelerin sünnetine uymaya bakınız. Ona sımsıkı sarılınız, onu azı dişlerinizle kavrayınız. Sonradan uydurulmuş işlerden (bid’atlerden) çokça sakınınız, çünkü herbir bid’at sapıklıktır."[224]
Raşid halifelerin -Allah hepsinden razı olsun- fazilet itibariyle sıralanışı, halifelikteki tertibleri gibidir. Ebu Bekir ve Ömer -Radıyallahu anh-ın ayrıca bir meziyeti de vardır. Şöyle ki: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bizlere raşid halifelerin sünnetine tabi olmayı emretmiştir. Ancak fiilleri itibariyle Ebu Bekir ve Ömer’den başkalarının fiillerine uymamızı emretmemiştir. O: "Benden sonraki iki kişiye iktida ediniz: Ebu Bekir’e ve Ömer’e."[225] Bu sözleriyle raşid halifelerin sünnetine tabi olmak ile onlara iktida etme arasında bir fark olduğuna dikkatimizi çekmektedir. Ebu Bekir ve Ömer’in durumu, Osman ve Ali’nin durumundan daha üstündür. -Allah hepsinden razı olsun.-
Ebu Hanife’den Ali’yi, Osman’a takdim ettiğine dair rivayet gelmişse de mezhebinde zahir (kuvvetli) olan Osman’ı takdim ettiğidir. Ehl-i sünnet’in geneli de bu kanaattedir.
Abdurrahman b. Avf’ın, Ali -Radıyallahu anh-a söylediği şu söz daha önceden geçmiş bulunuyor: Ben insanların durumuna bir baktım, onların Osman’a kimseyi denk tuttuklarını görmedim.
Eyyub es-Sahtıyanî dedi ki: Osman’ı, Ali’ye takdim etmeyen bir kimse muhacir ile ensar’ı küçümsüyor demektir.
Buharî ile Müslim’de de İbn Ömer’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- hayatta iken biz şöyle diyorduk: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-ın ümmeti arasında ondan sonra en faziletli kimse Ebu Bekir’dir, sonra Ömer’dir, sonra da Osman’dır.[226]
"Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in isimlerini saydığı ve kendilerini cennet ile müjdelediği on kişinin de, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in lehlerine yaptığı şehadete binâen, cennetlik olduklarına biz de şahitlik ederiz. Çünkü onun sözü hakkın kendisidir. Bunlar: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, ez-Zübeyr, Sa’d, Said, Abdu’r-Rahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’dır ki o bu ümmetin de eminidir. Allah hepsinden razı olsun."

Cennet’le Müjdelenmiş On Sahabi


Dört halifenin faziletlerine dair bazı açıklamalar daha önceden geçmişti. Onun geriye kalan altısının fazileti -Allah hepsinden razı olsun- ile ilgili bir rivayeti Müslim kaydetmektedir: Âişe -Radıyallahu anh-dan: Bir gece Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- uyuyamadı. "Keşke ashab’ından salih bir adam bu gece gelse de bana bekçilik yapsa" diye buyurdu. (Âişe) dedi ki: Bu esnada silah sesi duyduk, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: "Bu kim?" diye buyurdu. Sa’d b. Ebi Vakkas dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü, seni korumaya geldim. Bir diğer lafızda: İçimden Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e bir tehlike gelir diye bir korku geçti, onu korumaya geldim, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ona dua etti ve sonra uyudu.[227]
Buharî ile Müslim’deki rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e Uhud günü Sa’d b. Ebi Vakkas’a hem annesi, hem de babasını zikrederek: "Ok at, anam babam sana feda olsun" demiştir.[228]
Müslim’in Sahih’inde de Kays b. Ebi Hâzim’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Ben Talha’nın Uhud günü, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-i kendisi ile koruduğu elini felç olmuş haliyle gördüm.[229]
Yine Müslim’de Ebu Osman en-Nehdî’den şöyle dediği kaydedilmektedir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in fiilen savaştığı o günlerin birisinde Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte Talha ile Sa’d’dan başka kimse kalmamıştı.[230]
Buharî ile Müslim’de -lafız Müslim’in- Cabir b. Abdullah’dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Hendek günü ileri atılacak er istedi, ez-Zubeyr ileri atıldı. Sonra onlardan aynı isteğini tekrarladı, yine ez-Zubeyr atıldı. Sonra onlara aynı isteğini tekrarlayınca yine ez-Zubeyr atıldı. Bunun üzerine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Herbir peygamberin bir havarisi vardır. Benim havarim de ez-Zubeyr’dir."[231)
Buharî ile Müslim’de, ez-Zubeyr -Radıyallahu anh-dan gelen rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Kim Kureyza oğullarına gidip bana onlara dair haber getirebilir?" Ben yola koyuldum, geri döndüğümde Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bana anne ve babasını bir arada zikrederek: "Anam-babam sana feda olsun" dedi.[232]
Müslim’in Sahih’inde, Enes b. Malik’ten şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Muhakkak her bir ümmetin bir emini vardır. Elbette bizim eminimiz de ey ümmet: Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’dır."[233]
Buharî ile Müslim’de, Huzeyfe b. el-Yeman’dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Necran’lılar, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek şöyle dediler: Ey Allah’ın Rasûlü sen bize emin bir kişi gönder. Şöyle buyurdu: "Ben size gerçekten emin bir adam göndereceğim." Herkes ben olurum diye ümide kapıldı. Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’ı gönderdi.[234]
Said b. Zeyd -Radıyallahu anh-dan dedi ki: Şahitlik ederim ki Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "On kişi cennettedir: Peygamber cennettedir, Ebu Bekir cennettedir, Ömer cennettedir, Osman cennettedir, Ali cennettedir, Talha cennettedir, ez-Zubeyr cennettedir, Sa’d b. Malik cennettedir, Abdu’r-Rahman b. Avf cennettedir." İstesem onuncusunun da adını veririm. O kimdir? diye sordular. Said b. Zeyd dedi ki: Onlardan herhangi birisinin Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte yüzünün tozlanması sonucunu verecek bir konumda bulunması, sizden herhangi birisinin -Nuh ömrü kadar yaşayacak olsa dahi- amelinden daha hayırlıdır.[235] Bu hadisi Ebu Davud, İbn Mace ve Tirmizî rivayet etmiştir. Tirmizî sahih olduğunu belirtmiştir, yine Tirmizî bunu Abdurrahman b. Avf’tan da rivayet etmiştir.
Abdu’r-Rahman b. Avf -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ebu Bekir cennettedir, Ömer cennettedir, Ali cennettedir, Osman cennettedir, Talha cennettedir, ez-Zubeyr b. el-Avvam cennettedir, Abdurrahman b. Avf cennettedir, Said b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl cennettedir, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah cennettedir."[236]
Bu hadisi de İmam Ahmed Müsned’inde rivayet ettiği gibi, Ebu Bekir b. Ebi Hayseme de bunu rivayet etmiş ve rivayetinde Osman -Radıyallahu anh-ı, Ali -Radıyallahu anh-dan önce zikretmiştir.
Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha ve ez-Zubeyr ile birlikte Hira dağının üzerinde bulunuyorlardı. Kaya sarsılır oldu. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurdu: "Sakin ol, senin üzerinde bulunanların her biri ya bir peygamberdir, ya bir sıddîk’tır, ya bir şehid’dir." Bu hadisi Müslim, Tirmizî ve başkaları rivayet etmiştir.[237] Farklı yollardan da rivayet edilmiştir.

Bu On Kişiye Saygı Gösterme Gereği


Bu on kişinin ta’zim edilip onlara öncelik tanınması ehl-i sünnet tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Çünkü onların faziletleri ve üstün menkıbeleri pek ünlüdür.
On lafzını söylemekten hoşlanmayan yahut onu bulacak bir iş yapmaktan hoşlanmayan kimseden daha cahil kim olabilir? Onların bundan hoşlanmayış sebebleri ise ashab’ın en hayırlılarına buğzetmeleridir. Bunlar ise cennetlik olduklarına şahitlik edilen kimselerdir. Ancak bu kimseler Ali -Radıyallahu anh-ı istisna ederler. Hayret edilecek bir husus da on kişiden dokuzuna buğz ettikleri halde, dokuz lafzını da benimserler. Ağacın altında Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e bey’at eden, öncelikli olarak İslam’a girmiş bulunan muhacir ve ensardan geri kalanlarına da hep buğzederler. Bunlar da bindörtyüz kişi idiler.[238]
Yüce Allah da şu buyruğunda olduğu gibi, onlardan razı olduğunu belirtmiş bulunmaktadır: "Andolsun ki ağacın altında sana bey’at ederlerken Allah mü’minlerden razı olmuştur." (el-Feth, 48/18)
Müslim’in Sahih’inde ve başka kaynaklarda Câbir’den sabit olan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ağaç altında bey’at eden hiçbir kimse cehennem ateşine girmeyecektir."[239]
Yine Müslim’in Sahih’inde, Cabir’den rivayete göre Hatıb b. Ebi Beltea’nın kölesi: Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Andolsun Hâtıb ateşe girecektir. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Yalan söyledin, o ateşe girmeyecektir. Çünkü o hem Bedir’e katılmıştır, hem de Hudeybiye’de bulunmuştur."[240]
Rafızî’ler ise bunların büyük çoğunluğundan beri olduklarını söylerler. Hatta yaklaşık on küsur kadar az sayıdaki sahabi dışında, Allah Rasûlünün bütün ashabından beri olduklarını ilan ederler.
Bilindiği gibi eğer dünyada insanlar arasında küfrü en aşırı on kişinin varlığı kabul edilse yine bundan dolayı on adını terketmek icab etmez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi vardı." (en-Neml, 27/48) (Bu böyledir diye) asla dokuz lafzını terketmek icab etmez. Hatta Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’in bazı yerlerinde, on adının ad olduğu varlıkları övmüştür bile: "İşte bunlar tam on gün eder." (el-Bakara, 2/196); "Musa ile otuz gece sözleştik ve buna ayrıca on gece daha kattık." (el-A’raf, 7/142); "Andolsun fecre ve on geceye" (el-Fecr, 89/1-2)
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de Ramazan’ın son on gününde itikafa çekilirdi.[241]
Kadir gecesi hakkında da şöyle buyurmuştur: "Onu ramazan ayının son on gecesinde arayınız."[242]
Yine şöyle buyurmuştur: "Salih ameli Yüce Allah on günde sevdiği kadar hiçbir günde sevmez."[243] Burdaki on günden kasıt zü’l-hicce ayının ilk on günüdür.

İmamiye’nin Kabul Ettiği Oniki İmam


Rafızî’ler ise cennetle müjdelenmiş on kişi yerine, oniki imamı veli edinirler. Bunların ilki Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh-dır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in vasisi olduğunu iddia ederler. Ancak bu iddialarının bir delili yoktur. Sonra el-Hasen -Radıyallahu anh-, sonra el-Huseyn -Radıyallahu anh-dır. Daha sonra sırasıyla Ali b. el-Huseyn b. Zeyne’l-Âbidîn, Muhammed b. Ali el-Bakır, Cafer b. Muhammed es-Sadık, Musa b. Ca’fer el-Kazım, Ali b. Musa er-Radî, Muhammed b. Ali el-Cevad, Ali b. Muhammed el-Hadî, el-Hasen b. Ali el-Askerî, sonra da Muhammed b. el-Hasen gelir.
Bunlara sevgi beslemekte aşırıya giderler ve haddi aşarlar.
Oniki imam ancak onların görüşlerini red ve iptal edecek bir surette (nasslarda) zikredilmiştir. Bu da Buharî ve Müslim’in, Sahih’lerinde kaydettikleri şu rivayettir: Cabir b. Semura’dan dedi ki: Ben babam ile birlikte Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in huzuruna girdim, şöyle buyurduğunu işittim: "İnsanların işi, başlarına oniki kişi yönetici olarak geldiği sürece yolunda gitmeye devam edecektir." Sonra Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- anlayamadığım bir söz söyledi, babama: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- ne buyurdu? diye sordum, o: "Hepsi Kureyş’ten..." dedi.
Bir diğer lafız da: "İslam oniki halife gelinceye kadar aziz kalmaya devam edecektir."
Bir diğer lafızda da; "Oniki halife’ye kadar bu iş aziz kalmaya devam edecektir." şeklindedir.[244]
Gerçekten durum Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in buyurduğu gibi olmuştur. Bu oniki kişi, dört raşit halife, Muaviye, oğlu Yezid, Abdu’l-Melik b. Mervan ve onun dört çocuğu ile aralarında halifelik devri geçen Ömer b. Abdu’l-Aziz’dir. Daha sonra iş çözülmeye başladı.
Rafızî’lere göre ümmet bunların döneminde işleri hep bozuk ve hep iyi gitmemiştir. Başlarına zalimler ve haddi aşanlar yönetici olmuştur, hatta münafıklar ve kâfirler onları yönetmiştir. O dönemde hak ehli yahudilerden daha zelil imiş. Onların bu sözlerinin batıl olduğu açıkça ortadadır. Aksine bu oniki kişinin döneminin her günü İslam’ın izzeti artarak devam etmiştir.

"Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashab’ı, her türlü pislikten tertemiz zevceleri ve her türlü kirlilikten uzak mukaddes zürriyetleri hakkında güzel söz söyleyen kimse münafıklıktan beri olur."

Ehl-i Beyt


Ashab-ı Kiram’ın faziletlerine dair kitab ve sünnet’te varid olmuş bazı nasslar önceden kaydedilmiş bulunmaktadır.
Müslim’in Sahih’inde, Zeyd b. Erkam’dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bize Hum diye bilinen Mekke ile Medine arasındaki bir yerdeki bir su yakınında bir hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: "İmdi ey insanlar! Ben ancak bir beşerim. Belki aradan fazla zaman geçmeden, Rabbimin elçisi bana gelir, ben de Rabbimin çağrısını kabul ederim. Ben, sizin aranızda iki ağır (emaneti) bırakıyorum. Bunların ilki Allah’ın Kitabıdır, onda hidayet ve nur vardır. Allah’ın Kitabının gereğini yerine getiriniz ve ona sımsıkı sarılınız." Böylece Allah’ın Kitabına sarılmaya teşvik edip durdu, sonra şöyle buyurdu: "Diğeri de benim ehl-i beytim’dir. Ehl-i beytim hususunda size Allah’ı hatırlatırım" dedi ve bunları üç defa tekrarladı.[245]
Buharî’de Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu anh-ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Muhammed’in hatırını, ehl-i beyt’ini gözeterek gözetiniz."[246]

Rafızî’liği İlk İhdas Eden Münafık ve Zındık Birisidir


Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Münafıklıktan beri olur" demesinin sebebi Rafızî’liğin aslını ortaya koyanın münafık ve zındık bir kimse oluşundan dolayıdır. Bu kişinin maksadı İslam dinini ortadan kaldırmaktı. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i tenkid edip ona dil uzatmaktı.
Nitekim ilim adamları bunu böylece zikretmişlerdir. Çünkü Abdullah b. Sebe’ müslüman olduğunu ortaya koyunca, hile ve desiseleriyle, kötü maksatlarıyla İslam dinini ifsad etmek istemişti. Tıpkı Pavlos’un hristiyanlığa yaptığının benzerini yapmaya çalışmıştı.
Abdullah b. Sebe’ önce çok âbid birisi olduğu izlenimini verdi. Daha sonra iyiliği emredip münker’den alıkoyar göründü ve nihayet Osman -Radıyallahu anh- dönemindeki fitneyi ve onun öldürülmesi fitnesini körükledi. Daha sonra Kufe’ye geldiğinde Ali -Radıyallahu anh- hakkında aşırı kanaatler ortaya koydu. Böylelikle maksatlarına ulaşma imkanını bulmak istiyordu.
Bu husus Ali -Radıyallahu anh-a ulaşınca, öldürülmesini istedi. Ondan kurtulmak için Karkisiya’ya kaçtı. Ona dair bilgiler tarih kitaplarında bilinen şeylerdir. Ancak batıl peşinde olanların nefislerinde Harici’ler arasında bulunan Haruri’ler ile Şia’nın bid’atlerinin tohumları varlığını sürdürdü.
İşte bundan dolayı Rafızî’lik de bir çeşit zındıklıktır. Nitekim Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib’in, Batınî’lere dair naklettikleri ve onların İslam dinini nasıl ifsad ettiklerine dair açıklamaları da bu kabildendir. O şöyle der: Dai’ye (propagandiste) dediler ki: Sen müslüman diye çağırdığın birisini bulacak olursan, ilk yapacağın iş senin Şiî’liği din ve şiar edindiği kanaatini onda uyandırmaktır. Onu etkilemeyi deneyeceğin ilk kapı selef’in Ali’ye nasıl zulmettiklerini ve Huseyn’i öldürdüklerini ortaya koymak olmalıdır. Teym oğullarından, Adiyy oğullarından, Ümeyye oğullarından ve Abbas oğullarından teberri ettiğini (uzak olduğunu) anlatmalısın. Ali’nin gayb’ı bildiğini ve âlemin yaratılmasının ona havale edildiğini ortaya koymalısın ve buna benzer Şia’nın hayret verici ve cehaletlerini ortaya koyan şeylerini telkin edib durdular. Nihayet şunları söyledi: Sen kimi şiî’lerin bu davetine icabet ettiklerini ve buna kulak verdiklerini tesbit edecek olursan, bu sefer Ali’nin ve onun çocuklarının kusurlarını onlara anlatmaya koyulmalısın...
Şüphesiz Ashab’a sövmekten yola çıkıldıktan sonra, Ehl-i beyt’e, ondan sonra da Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e sövüp dil uzatmaya kadar gidilir.

"Önceki selef âlimleri ile onlardan sonra gelen tabiîn -haber ve eser ehli ile fıkıh ve nazar ehli- ancak güzellikle anılırlar. Onlardan kötülükle söz eden, hak yolun dışında bir yol üzerindedir."

Mü’minleri ve İlim Ehli’ni Veli Edinmenin Gereği


Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber’e karşı gelir, Mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir!" (en-Nisa, 4/115)
O halde her müslümanın Allah ve Rasûlünü veli edindikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’inde açıkça belirttiği gibi mü’minleri veli edinmesi gerekir. Özellikle peygamberlerin mirasçısı olan ve Yüce Allah’ın kendilerini yıldız konumuna çıkarttığı, kara ve denizin karanlıklarında kendileriyle yolun bulunduğu kimseleri. Müslümanlar onların hidayet ve dirayet sahibi olduklarını icma ile kabul etmişlerdir.
Çünkü Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in peygamber olarak gönderilmesinden önce herbir ümmetin alimleri, o ümmetin en kötüleri olmuştur, müslümanlar bundan müstesnadır. Onların alimleri en hayırlılarıdır, onlar Allah Rasûlünün ümmeti arasındaki halife’leridir, sünnetinden ölenleri diriltenlerdir. Kitab onlar vasıtasıyla dimdik ayaktadır, onlar da Kitab’la ayakta kalırlar. Kitab onlar vasıtasıyla konuşur, onlar da Kitab’la konuşurlar. Hepsi de kat’î olarak Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e tabi olmanın farziyyetini ittifakla kabul ederler. Ancak onlardan herhangi birisinin bir görüşüne muhalif sahih bir hadis tesbit edilecek olursa, mutlaka o hadisi almamasında o alimin haklı bir mazereti vardır.
Bu mazeretlerin özü de üç türlüdür:
1- Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in o sözü söylediğine inanmaması.
2- O söz ile bu meseleyi kastettiğine inanmaması.
3- O sözün ihtiva ettiği hükmün mensuh olduğuna inanması.
Onlar bizden önce geldiklerinden ve Allah Rasûlü ile gönderilenleri bizlere tebliğ ettiklerinden, bizim için kapalı olan hususları açıkladıklarından dolayı bizden üstündürler ve bizim onlara karşı minnet duygularımız vardır. Allah onlardan razı olsun ve onları hoşnud kılsın: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle. Kalblerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma. Rabbimiz, şüphesiz ki Sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin." (el-Haşr, 59/10)

"Hiçbir veli zatı, hiçbir peygamber’den -hepsine selam olsun- üstün tutmayız. Hatta: Bir tek peygamber dahi bütün veli’lerden daha faziletlidir, deriz."

İnsanlar Arasında Peygamberlerden Üstün Yoktur


Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-, vahdet-i vücut’çuların ve cahil mutasavvıf’ların kanaatlerinin reddine işaret etmektedir. Yoksa istikamet ehli olan kimseler ilme tabi olmayı, şeriata tabi olmayı tavsiye ederler. Yüce Allah bütün insanlara peygamberlere tabi olmayı farz kılmıştır. O şöyle buyurmaktadır: "Biz gönderdiğimiz herbir peygamber’i Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Şâyet kendilerine zulmettiklerinde sana gelib de Allah’tan mağfiret dileselerdi... Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (en-Nisa, 4/64-65); "De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafur’dur, Rahim’dir." (Al-i İmran, 3/31)
Ebu Osman en-Neysaburî dedi ki: Sünnet’i nefsine söz ve fiilleriyle tatbik eden bir kimse hikmet ile konuşur. Nefsine hevâ’yı hakim kılan kimse ise bid’at konuşur.
Bir ilim adamı da şöyle demiştir: Kim sünnet’ten bir şey (bilerek) terkederse bu ancak nefsindeki bir kibirden dolayıdır.
Durum gerçekten de dediği gibidir. Zira bir kimse eğer Allah Rasûlünün getirmiş olduğu emre tabi olmuyor ise o, nefsinin iradesiyle amel ediyor demektir. Dolayısıyla Allah’tan gelen bir hidayet olmaksızın hevasına uyan bir kimse olur. Bu ise nefsin aldatmasıdır ve bu da kibirden kaynaklanır, bu hal; "Allah’ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz." (el-En’âm, 6/124) diyenlerin sözlerinin bir dalını teşkil eder. Halbuki; "Allah, peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir." (el-En’âm, 6/124)
Bu kabilden olanlardan pek çok kimse ibadetteki olanca gayret ve riyazetiyle, nefsini arındırmakla, peygamberlerin ulaştığı mertebeye -onların yollarını izlemeksizin- ulaşabileceklerini zannederler.
Hatta onlar arasından artık peygamberlerden daha üstün olduğunu zannedenler de bulunur.
Yine aralarından: Peygamberler ve Nebîler Allah’a dair bilgiyi, Hatemu’l-Evliya (velilerin sonuncusu)nun nurundan alırlar, diyen ve kendisinin Hatemu’l-Evliya olduğu iddiasında bulunan da var.
Böyle bir ilim ise aslında Firavun’un söylediği sözün bizzat kendisidir. O da şudur: Şu görülen varlık alemi bizatihi vacib’tir (varlığı zorunludur.) Onun ondan ayrı bir yaratıcısı yoktur.
Hatta böyleleri: Bu bizzat Allah’tır, derler. Firavun inkârı büsbütün açığa, ortaya koymuştu. Fakat Firavun içten içe Allah’ı onlardan daha iyi bilip, tanıyan bir kimseydi. Çünkü o bir yaratıcının varlığını kabul ediyordu, bunlar ise yaratılmış olan bu varlık alemini, yaratıcının varlığı zannettiler, İbn Arabî ve benzerleri gibi. Zahir hükümleriyle şeriatın değiştirilmesine imkan olmadığını görünce, şöyle demeye koyuldu: Peygamberlik sona ermiştir, fakat velilik sona ermemiştir. O öyle bir velilik iddiasında bulundu ki, nubuvvetten de daha büyük, peygamber ve rasûllerin sahib oldukları makamlardan da daha üstündür. Hatta (onlara göre) peygamberler velilikten istifade ederler, nitekim şöyle demiştir:
"Nubuvvet makamı bir berzah’ta (ara bir yerde)dır.
Rasûl’den biraz üstte, fakat veli’den aşağıdadır."
Bu ise şeriatı altüst etmektir. Çünkü velilik, takva sahibi bütün mü’minler için sabittir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip, takvalı davrananlardır." (Yunus, 10/62-63) Nubuvvet ise velilikten daha özel bir makamdır. Risalet te, nubuvvetten daha özeldir. Nitekim daha önceden buna dikkat çekilmişti.
Yine İbn Arabî "Fususu’l-Hikem" adlı eserinde şöyle demektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- nubuvveti kerpiç’ten yapılmış bir duvara benzetti. Bu duvarın bir kerpiç’lik yer dışında tamamlandığını gördü. İşte o kerpiç’in yeri onun idi. Hatemu’l-Evliya (velilerin sonuncusu)nın da bu rüya’dan mutlaka bir payı vardır. O da peygamber’in kendisine ait temsili gördüğü gibi görür ve Hatemu’l-Evliya kendisini o duvarda iki kerpiç’in yerinde görür. Nefsinin o iki kerpiçin tabiatını kazandığını görür. Böylelikle duvarı tamamlar. Onun iki kerpiç olarak görmesini gerektiren sebeb de şudur: Duvar, bir kerpiç gümüşten, bir kerpiç altındandır. Gümüşten olan kerpiç onun zahir ve ona tabi olan ahkam’ı temsil eder. Nitekim o suretin zahirinde ona tabi olur görüneni sır’da (gizli halde) Allah’tan alır. Çünkü o (Hatemu’l-Evliya) durumu gerçek mahiyetiyle gördüğünden bunu (temsili duvar’ı) da böyle görmesi kaçınılmazdır. Bu ise bâtın’da altın olan kerpiç’in yeridir. Çünkü o rasûl’e vahiy getiren meleğin aldığı madenin kaynağından alacağını alır. İşte bizim işaret ettiğimiz bu hususu anladı isen, sen faydalı bilgiyi elde etmiş oldun demektir.

İbn Arabî ve Benzerlerinin Küfrü


Kendisine altın kerpiç’i, Allah Rasûlüne de gümüş kerpiç’i örnek gösteren ve böylelikle kendisini rasûl’den daha üstün ve faziletli gösteren kimseden daha kâfir kim olabilir? Bu onların kuruntularıdır: "Şüphesiz onların göğüslerinde asla kendisine ulaşamayacakları bir kibirden başka bir şey yoktur." (el-Mu’min, 40/56)
Bu sözleri söyleyen bir kimsenin küfrü nasıl açıkça görülmez ki? Onun bu kabilden daha başka sözleri de vardır. Bu sözler arasında küfrün açıkça görülebildiği sözleri de vardır, küfrün gizli saklı bulunduğu sözleri de vardır. Bundan dolayı böyle birisinin sözlerinin sahteliğinin ortaya çıkması için iyi bir sarrafa ihtiyacı yoktur. Bu gibi sahtelikler herkes tarafından açıkça görülebilir. Bazı ifadeler ise ancak çok becerikli ve maharetli sarraflar tarafından anlaşılabilir. Ancak İbn Arabî ve benzerlerinin küfrü; "Allah’ın peygamberlerine verilen gibi, bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz." (el-En’âm, 6/124) diyenlerin küfürlerinden daha da ileri derecededir.
Fakat İbn Arabî ve benzerleri münafık, zındık, cehennemin en alt basamaklarında vahdet-i vücut’çudurlar. Münafıklara ise -müslüman olduklarını açığa vurduklarından- müslüman muamelesi yapılır. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- hayatta iken münafıklar da böylece müslüman olduklarını -küfrü içlerinde gizledikleri halde- açığa vuruyorlardı, o da onlara zahir olan durumları dolayısıyla müslüman muamelesinde bulunurdu. Şâyet onlardan herhangi bir kimse içinde sakladığı küfrü açığa vuracak olursa, ona da mürted hükmü uygulanır. Şu kadar var ki tevbesinin kabulü hususunda görüş ayrılığı vardır, doğru görüş tevbesinin kabul olunmayacağıdır. Ebu Hanife -Radıyallahu anh-dan, Mualla’nın rivayeti de budur. Allah’tan yardımını taleb ederiz.

"Onların (evliya’nın sahih yolla) gelen kerametlerine ve güvenilir kimselerden sahih olarak bize ulaşan rivayetlerine inanırız."

Mucize, sözlük’te olağan üstü herbir şeyi kapsar. İmam Ahmed b. Hanbel ve diğerleri -ki onlar buna "âyet’ler" adını da verirler.- Önceki ilim ehli’nin örfünde "keramet" de bu anlamda kullanılmıştır. Fakat sonraki ilim adamlarının bir çoğu lafız itibariyle aralarında fark gözetirler. O bakından mucize’yi peygamber için, kerameti veli için kabul ederler. Her ikisinin ortak yönü ise olağan üstü olmalarıdır.

Evliya’nın Kerameti


Kemal sıfatları üç hususa raci’dir: İlim, kudret ve muhtaç olmayış (gani’lik). Bu üç husus kemal şekliyle ancak Allah için söz konusudur. O herşeyi ilmiyle kuşatmıştır. O, herşeye kadir olandır ve O, âlemlere muhtaç olmayandır. Bundan dolayı Yüce Allah şu buyruğuyla peygamberine bu üç hususa sahib olmak iddiasından uzak olduğunu bildirmesini emretmektedir: "De ki: ‘Ben size yanımda Allah’ın hazineleri vardır, demiyorum. Ben gayb’ı da bilmem, şüphesiz ben bir meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.’" (el-En’âm, 6/50)
Nuh -Aleyhisselam- da böyle demiştir. O ulu’l-azm peygamberlerin ilkidir. Allah’ın yeryüzü insanlarına gönderdiği ilk rasûldür. İşte peygamberlerin ve ulu’l-azm’in sonuncusu da, aynı şekilde hususlardan uzak olduğunu belirtmiştir. Buna sebeb ise muhatablarının onlardan;
Kimi zaman: "Sana kıyamet hakkında onun ne zaman kopacağını sorarlar" (en-Naziat, 79/42) buyruğunda olduğu gibi gayb’a dair soru sormaları;
Kimi zaman: "Dediler ki: ‘Bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız." (el-İsra, 17/90 vd.) buyruğunda olduğu gibi etkin olmasını;
Kimi zaman da: "Bu nasıl peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır... dediler" (el-Furkan, 25/7) buyruğunda olduğu gibi beşer olarak bir takım şeylere muhtaç oluşunu ayıplamaya kalkışmalarıdır.
Rasûlullah onlara, onların istediklerini gerçekleştirme imkanına sahib olmadığını bildirmekle emrolundu. O bu üç hususa Allah’ın kendisine bağışladığı kadarıyla sahib olabileceğini bildirdi. O Allah’ın kendisine öğrettiği kadarını bilir. Allah’ın kendisini muktedir kıldığı şeylere güç yetirebilir ve kesintisiz adete muhalif olan yahut ta çoğu insanların adetlerine muhalif olan işlerden ancak Yüce Allah’ın muhtaç kılmadığı şeylerden müstağni kalabilir. İşte bütün mucizeler ve kerametler bu üç tür hususun dışına çıkmamaktadır.
Diğer taraftan olağanüstü bir olayın şâyet dinde arzulanan bir faydası gerçekleşirse, bu dinen ve şer’an emrolunan salih amellerdendir ve bu tür amel ya vacibtir, yahut müstehabtır. Eğer bununla mübah olan bir husus gerçekleşiyorsa, bu da Yüce Allah’ın şükür gerektiren dünyevî nimetlerinden birisidir. Eğer haram yahut kerahet manasına bir yasağı (nehyi) ihtiva ediyor ise o takdirde bu, azaba ya da buğzedilmeye sebebtir. Kendisine verilen bir takım âyetlerden sıyrılıp, uzaklaşan Bel’âm b. Baurâ buna örnektir. Bu ise ya bir içtihada yönelmek, yahut taklid, yahut akıl ve ilim eksikliği, yahut bir halin etkin olması, acizlik ya da zaruret dolayısıyla olur.
Buna göre olağanüstü haller üç türlüdür: Dinde öğülen hal, yerilen hal ve mübah olan hal. Şâyet mübah olan halde bir fayda varsa, bu bir nimet olur, aksi takdirde hiçbir faydası bulunmayan sair mübahlar gibi olur. Ebu Ali el-Cüzecanî der ki: Sen keramete değil, istikamete talib ol! Çünkü nefsin, keramet talebinde harekete geçer. Rabbin ise senden istikameti ister.
Şeyh es-Sühreverdî de "Avarifu’l-Meârif" adlı eserinde şunları söylemektedir: Bu, bu hususta çok büyük bir esastır. Çünkü kendilerini ibadete vermiş ve bu hususta çok gayret göstermiş pek çok kimse önceden gelmiş, selef-i salih’i ve onlara ihsan edilmiş kerametlerle harkulade olayları işitip durmuşlardır. Bundan dolayı nefisleri sürekli bunların bir kısmını arzulayıp durmuştur. Bunlardan bir parça kendilerine de rızık verilmesini isterler. Hatta böyle bir kimse, böyle bir olağanüstü olaya sahib ve mazhar olamadığı için amelinin sıhhati hususunda nefsini itham eder durur ve kalbi kırık haliyle kalıverir. Eğer bunun sırrını bilselerdi, mesele onlar için basitleşirdi. Yüce Allah bir takım sadık mücahidlere bundan bir kapı açabilir. Bundaki hikmet ise bu kimsenin gördüğü olağanüstü olaylar ile kudretin emaresini yakînen müşahede edip dünyadaki zahidlik ile hevâ’nın gereğini yerine getiren hususların dışına çıkmak hususundaki kararlılığını pekiştirmektir. O halde davasında sadık olan kimselerin izleyeceği yol, nefsin istikametine talib olmaktır, işte bütün keramet budur.
Şüphesiz ki kalplerin bedenlere göre daha büyük bir te’siri söz konusudur. Ancak kalpler salih ise etkileri de salih olur. Bozuk olursa, etkileri de bozuktur. Hallerin etkisi de kimi zaman Yüce Allah tarafından sevilir, kimi zaman da hoşlanılmayan bir şeydir.
Fukahâ batınen başkasını öldüren kimseye kısas’ın vacib olduğu hususunu söz konusu etmişlerdir. Bunlar ise batın ve kalpleriyle kevnî emre tanıklık ederler ve herhangi birilerinin sahip olduğu mücerred, olağanüstü durumu Allah’tan kendisine verilmiş bir keramet sayarlar. Halbuki onlar hakikatte kerametin istikametten ayrılmamak olduğunu, Yüce Allah’ın sevdiği ve razı olduğu hususlarda kendisine muvafakat etmekten daha büyük bir kerameti hiçbir kuluna lutfetmemiş olduğunu bilmezler. O’nun sevip razı olduğu hususlarda, O’na muvafakat etmek ise Allah’a ve Allah’ın Rasûlüne itaat etmek, O’nun dostlarını dost edinmek, düşmanlarına da düşmanlık etmektir. İşte bunlar Yüce Allah’ın haklarında: "Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir." (Yunus, 10/62) diye buyurduğu Allah’ın velileridirler.
Yüce Allah’ın rahatlık zamanlarında olağanüstü bir halle yahut başkasıyla ya da darlık zamanlarında mübtela kıldığı (sınadığı) hususlara gelince; Bunlar kulun Rabbi nezdinde keramet sahibi olduğundan yahut ta değersiz olduğundan dolayı değildir. Bilakis kimi topluluklar O’na itaat ettikleri takdirde bu olağanüstü halden dolayı bahtiyar olmuşlardır. O’na isyan ettiklerinden de kimileri bundan dolayı bedbaht olmuşlardır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ama insan Rabbi kendisini sınayıp da ona ikramda bulunup nimetler verse: ‘Rabbim beni şereflendirdi, bana lutfetti’ der. Fakat ne zaman onu deneyip, rızkının daraltırsa, bu sefer: ‘Rabbim, beni alçalttı’ der. Hayır..." (el-Fecr, 89/15-17)
İşte bundan dolayı insanlar bu hususlarda üç kısımdırlar: Bir kısmının olağanüstü olay sebebiyle dereceleri yükselir, bir kısmı bundan dolayı Allah’ın azabına maruz kalır, bir kısmı için de bu -önceden de geçtiği gibi- mübah’lar seviyesinde kalır.

Allah’ın Kelimeleri Kevnî ve Dini Olmak Üzere İki Türlüdür


Keşf ve te’sirin çeşitliliği, Allah’ın kelimelerinin çeşitliliğine göredir. Allah’ın kelimeleri ise kevnî ve dinî olmak üzere iki türlüdür:
Allah’ın kevnî kelimeleri, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu sözlerinde kendileri ile Allah’a sığındığı sözlerdir: "İyi olsun, kötü olsun hiçbir kimsenin kendilerini aşamadığı Allah’ın eksiksiz kelimeleri ile (Allah’a sığınırım.)" Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "O bir şeyi diledi mi ona emri sadece "ol" demesidir. O da oluverir." (Yasin, 36/82); "Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından eksiksizdir. O’nun kelimelerini değiştirebilecek yoktur." (el-En’âm, 6/115)
Kainatın ve oluşların tamamı, vesair olağan üstülükler bu kelimelerin kapsamına girmektedir.
İkinci tür kelimeler ise dinî kelimelerdir. Bunlar da Kur’ân-ı Kerîm’dir, Yüce Allah’ın kulu ile birlikte gönderdiği şeriatidir. Bu şeriat te O’nun emri, yasağı ve haberini ihtiva eder. Kulun bunlardan alacağı pay, bunu bilmek, gereğince amel etmek, Allah’ın emrettiklerini emretmektir. Nitekim kulların özel ve genel olarak payları da kevniyatı bilip onları etkilemektir. Yani kevniyatın gereğince etkili olmaktır.
Buna göre birinci tür kelimeler tedbirî ve kevnî’dir, ikinci tür ise şer’î ve dinî’dir. Birinci türün keşfi, açıklanması kevnî olayları bilmekle gerçekleşir. İkincilerinin keşfi ve açığa çıkartılması ise şer’î emirlere dair bilgi edinmektir.
Birinci tür kelimeler ile ilgili kudret sahibi olmak, kevniyatta etki ile ortaya çıkar. Bu da ya su üzerinde yürüyüp havada uçmak, ateşin üzerinde oturmak gibi bizzat kendi nefsinde cereyan eden olaylarla ortaya çıkar yahut ta sağlığa kavuşturmak, helak etmek, zengin ya da fakir kılmak suretiyle başkasını etkilemekle olur.
İkinci tür kelimelerin gücü ise şer’î hususlarda etkili olmakla kendisini gösterir. Bu da ya Allah ve Rasûlüne itaat edip Allah’ın Kitabına, Rasûlünün sünnetine batınen ve zahiren sıkı sıkıya yapışmak suretiyle bizzat kişinin kendisinde olur yahut ta Allah’a ve Rasûlüne itaati emrederek bu hususta şer’î bir surette ona itaat edilmek suretiyle başkasını etkilemek şeklinde ortaya çıkar.
Bu husus, bu şekilde ortaya çıktığına göre şunu bilmek gerekir ki; ilim ve kudret itibariyle olağanüstülüklere sahip olmamak müslümana dini bakımdan zarar vermez. Gayb olan hususlardan herhangi bir şey kendisine açılmayan, kevnî olaylardan herhangi bir şey kendisine müsahhar kılınmayan bir kimsenin bu hali, Allah’ın nezdindeki mertebesini eksiltmez.
Aksine böyle bir halin olmaması -şâyet dinine bağlı bir kimse ise- onun için daha faydalıdır. Aksi takdirde kişi dünyada da, ahirette de helak olur. Şüphesiz ki olağanüstü olaya mazhar olmak, dine bağlı olmakla birlikte de görülebilir, olmamakla birlikte yahut dinin fesadı ya da bağlılığın eksikliği ile birlikte de görülebilir.
O halde faydalı olan olağanüstü haller dine tabidir ve ona hizmet edicidir. Nitekim faydalı olan başkanlık bizzat dine tabi olandır, faydalı olan mal da aynı şekilde. Nitekim faydalı haliyle sultan (otorite) ve mal Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in, Ebu Bekir ve Ömer’in... elinde idi.
Bizzat bunları maksat olarak gözeten kimse ise dini bunlara tabi ve bunlar için bir araç kılmış olur. Bizzat asıl din için bunları vasıta kılmış olmaz. Bunu yapan bir kimse dini ileri sürerek, dünyalığı yiyen kimseye benzer.
Böyle bir kimsenin hali elbetteki azab korkusu yahut ta cennet ümidi ile dine bağlanan kimsenin hali gibi değildir, çünkü böylesi emrolunan bir husustur. Bu şekilde dine bağlanan bir kimse kurtuluş yolu üzerindedir, doğru bir şeriat üzere yol almaktadır.
Hayret edilecek bir husus ta şudur: Gayretinin artık ateşten korkmanın yahut cennete talib olmanın çok üstüne çıktığını iddia edenlerin bir çoğu, dini vasıtası ile bütün gayretini dünyadaki olağanüstü hallerin asgarisine dahi yöneltmeye kalkışır.
Diğer taraftan şunu bilelim ki: Bir kimse sahib olduğu dindarlık, ilim ve amel itibariyle olduğu takdirde, böyle bir kimsenin muhtaç olması halinde olağanüstü bir hali gerektirmesi de (ortaya koyması) kaçınılmazdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah’tan korkarsa ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir." (et-Talak, 65/2-3); "Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız, O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış (furkan) verir..." (el-Enfal, 8/29); "Kendilerine verilen öğütleri yerine getirselerdi, elbette haklarında çok daha hayırlı ve daha bir sebat verici olurdu. O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükafat da verirdik ve onları elbette dosdoğru yola iletirdik." (en-Nisa, 4/66-68); "Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip, takvalı davrananlardır. Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müjde vardır." (Yunus, 10/62-64)
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Mü’minin ferasetinden sakınınız, çünkü o Allah’ın nuru ile bakar." Daha sonra Yüce Allah’ın: "Elbette bunda basiret sahibi olanlar için ibretler vardır." (el-Hicr, 15/75) ayetini okudu." Bu hadisi Tirmizî, Ebu Said el-Hudrî yoluyla rivayet etmiştir.[247]
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in bize rivayet ettiğine göre de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Benim bir velime (dostuma) düşmanlık ederse, Bana teketek savaş ilan etmiş demektir. Kulum Bana kendisine farz kıldığım şeylere benzer hiçbir amelle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle Bana yaklaşmayı devam ettirir ve nihayet Ben onu severim. Onu sevdim mi de kendisiyle işittiği kulağı, kendisiyle gördüğü gözü, kendisiyle yakaladığı eli, kendisiyle yürüdüğü ayağı olurum ve andolsun Ben’den isterse ona veririm. Bana sığınırsa, onu himayeme alırım. Ben yapacağım hiçbir işte -kişi için kaçınılmaz olan ve Ben’im kendisine kötülük yapmak istemediğim fakat ölümden de hoşlanmayan- mü’min kulumun canını almakta tereddüt ettiğim kadar tereddüt etmem."[248]
Böylelikle istikametin Rabbe ait olan bir pay, kerameti taleb etmenin ise nefse ait olan bir pay olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Başarı Allah’tandır.
Keramet’in inkarı ile ilgili Mutezile’nin söylediklerinin batıl olduğu açıkça ortadadır. Bu tıpkı hissedilen maddi şeyleri inkar etmeye benzer. Onlar: Keramet’in doğru olduğu kabul edilirse, o vakit bu mucizeye benzer (ona karışır.) Dolayısıyla insanlar peygamber ile veli’yi birbirine karıştırırlar, bu ise caiz değildir, derler.
Böyle bir iddia veli olan kimsenin olağanüstü hali göstermekle birlikte peygamberlik iddiasında bulunması halinde doğru kabul edilebilir. Ancak böyle bir şey görülmemektedir, zaten peygamberlik iddiasında bulunacak olursa veli olamaz. Aksine o yalancı bir peygamberlik taslayıcısı olur. Peygamber ile yalancı peygamber arasındaki farka dair açıklamalar ise daha önceden Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Ve şüphesiz Muhammed, O’nun seçilmiş kulu ve seçkin peygamberidir" sözlerini açıklarken geçmiş bulunmaktadır.

"Deccal’in çıkması, Meryem oğlu İsa -Aleyhisselam-nın sema’dan inişi gibi Kıyamet alametlerine de iman ederiz. Güneşin batısından doğacağına, Dâbbetu’l-arz’ın bulunduğu yerden çıkacağına da inanırız."

Kıyamet Alametlerine İnanmak


Avf b. Malik el-Eşcaî’den dedi ki: Tebuk Gazvesi’nde, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in huzuruna -o deriden bir çadır içerisinde iken- vardım. Şöyle buyurdu: "Kıyametten önce gerçekleşecek altı şeyi sayıyorum: Ölümüm, sonra Beytu’l-makdis’in fethedilmesi, sonra aranızda koyunlar arasında salgın ölümleri andıran çokça ölümlerin olması, sonra malın oldukça artması öyle ki bir kişiye yüz dinar dahi verilecek olsa yine razı olmaz. Sonra Arap evlerinden girmedik hiçbir ev bırakmayacak olan bir fitne, sonra sizler ile Sarı oğulları arasındaki bir ateşkes antlaşması, onlar bu antlaşmayı bozacaklar, size herbirisi altında onikibin asker olmak üzere ****en sancak altında saldıracaklar."[249] Bu hadisi Buharî, Ebu Davud, İbn Mace ve Taberanî de rivayet etmiş bulunmaktadır.[250]
Huzeyfe b. Esid’den dedi ki: Biz Kıyamet hakkında konuşurken Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- yanımıza çıkageldi "Neden söz ediyorsunuz?" diye sordu. Kıyametten söz ediyoruz, dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "On tane alamet görülmedikçe Kıyamet asla kopmayacaktır: Duman, Deccal, Dabbe, güneşin batı’sından doğması, Meryem oğlu İsa’nın inmesi, Ye’cuc ile Me’cuc(un çıkması), birisi doğu’da birisi batı’da ve birisi Arap yarımadasında olmak üzere üç kara parçasının yerin dibine geçmesi. Bunların sonuncusu ise Yemen’den çıkıp insanları mahşerlerine doğru önüne katıp sürükleyecek olan bir ateştir." Bunu da Müslim rivayet etmiştir.[251]
Lafız Buharî’nin olmak üzere, Buharî ile Müslim’de, İbn Ömer -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in huzurunda Deccal’in sözü geçti. Şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah size gizli kalmaz (onu tanırsınız.) Muhakkak Allah’ın bir gözü kör değildir -deyip eliyle gözüne işaret etti.- Şüphesiz Mesih Deccal’in ise sağ gözü kördür, onun gözü adeta kurumuş bir üzüm tanesini andırır."[252]
Enes b. Malik -Radıyallahu anh-dan dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Kavmini bir gözü kör deccal ile uyarıp korkutmamış hiçbir peygamber yoktur. Şunu bilin ki onun bir gözü kördür ve elbetteki Rabbiniz kör değildir. Deccal’in gözlerinin arasında "kâfir" yazılıdır."[253]
Buharî ve başkalarının rivayetine göre Ebu Hureyre -Radıyallahu anh- dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki fazla zaman geçmeyecek, aranızda Meryem oğlu (İsa) adil bir hakem olarak inecek. Haç’ı kıracak, domuzu öldürecek, cizye’yi kaldıracak. Mal o kadar çoğalacak ki hiç kimse onu kabul etmeyecek, öyle ki bir tek secde dahi dünyadan ve dünyadaki herşeyden hayırlı olacak." Daha sonra Ebu Hureyre der ki: Dilerseniz Yüce Allah’ın: "Kitab ehlinden ölümünden evvel ona iman etmeyecek kimse yoktur. O da Kıyamet günü aleyhlerinde bir şahid olacaktır." (en-Nisa, 4/159) buyruğunu okuyunuz.[254]
Deccal ile Meryem oğlu İsa -Aleyhisselam-ın sema’dan inip onu öldüreceğine dair hadisler ile Ye’cuc ile Me’cuc’ün Deccal’i (İsa'nın) öldürmesinden sonra onun döneminde çıkacağını ve Yüce Allah’ın onların hepsini, onlara beddua etmesinin bereketiyle tek bir gecede helak edeceğini belirten hadisler bu kısa kitaba sığmayacak kadar çoktur.
Dâbbe’nin çıkışı, güneşin batı’dan doğuşu ile ilgili olarak da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O söz aleyhlerine gerçekleşince, Biz onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız. Onlara: ‘İnsanlar âyetlerimize inanmıyorlardı’ diye söyler." (en-Neml, 27/82)
"Onlar kendilerine meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden yahut Rabbinin âyetlerinden birisinin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden biri geldiği gün daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez. De ki: ‘Bekleyin, biz de beklemekteyiz.’" (el-En’âm, 6/158)
Buharî bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Güneş batı’sından doğmadıkça kıyamet kopmaz. İnsanlar onu göreceklerinde yeryüzünde bulunanların hepsi iman edecektir. İşte daha önceden iman etmiş olması hali müstesnâ hiçbir nefse iman etmenin fayda vermeyeceği zaman o zamandır."[255]
Müslim’in rivayetine göre de Abdullah b. Amr şöyle demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den ezberlemiş olduğum bir hadis var ki onu henüz unutmadım. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "İlk çıkacak olan alamet güneşin batısından doğmasıdır. (Sonra) kuşluk vaktinde Dâbbe’nin insanların üzerine çıkmasıdır. Bunların hangisi diğerinden önce olursa, ötekinin de hemen arkasından çıkması pek yakın demektir."[256]
Alışılmadık alametlerin ilkini kastetmektedir. Deccal ve İsa -Aleyhisselam-ın sema’dan inmesi her ne kadar bunlardan önce olacaksa da aynı şekilde Ye’cuc ile Me’cuc’ün çıkışı da böyle ise de; bütün bunlar bir çeşit alışılmışlık özelliğine sahiptir, çünkü bunlar beşer’dirler. Bunların benzerlerini görmek alışılmış bir şeydir. Fakat alışılmadık bir şekilde Dâbbe’nin çıkması, sonra bunun insanlarla konuşması sonra da onları mü’min ve kâfir diye damgalaması olağanüstü bir iştir. İşte bu da yeryüzündeki bu tür alametlerin ilkidir. Nitekim güneşin batısından alışılmış adetine muhalif olarak doğması da semada görülecek alâmetlerin ilki olacaktır.
İlim adamları kıyametin alametleri ile ilgili hadislere dair özel ve meşhur eserler tasnif etmişlerdir. Bu kısa şerh bunların hepsini burada kaydetmeye elverişli değildir.

"Hiçbir kâhin’i, hiçbir arrâf’ı; Kitab’a, sünnet’e ve ümmetin icmâ’ına muhalif herhangi bir iddiada bulunanı da tasdik etmeyiz."
 
***Devamı***

***Devamı***

Kahin ve Arraf’ın Tasdiki


Müslim ve İmam Ahmed, Safiye bint Ebi Ubeyd’den, o Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in hanımlarından birisinden, o Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den, dedi ki: "Her kim bir arrâf’a gider de ona birşeye dair soru soracak olursa, kırk gün süreyle onun namazı kabul olunmaz."[257]
İmam Ahmed de Müsned’inde, Ebu Hureyre’den kaydettiği rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Kim bir arraf ya da kahin’e gider de söylediklerini doğrularsa, o Muhammed’e indirilene kâfir olur."[258]
Müneccim de bazı ilim adamlarına göre arrâf ismi kapsamındadır. Bazıları o manaya gelir demektedir. Soranın durumu bu olduğuna göre ya kendisine sorulanın hali ne olacaktır!
Buharî ile Müslim’de ve İmam Ahmed’in Müsned’inde, Âişe -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bazı kimseler Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e kahinler hakkında soru sordu, şöyle buyurdu: "Onlar birşey değildir." Bu sefer: Ey Allah’ın Rasûlü! Onlar bazen bir şeyi söylüyorlar ve gerçek oluyor. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "İşte o cin’in bellediği hak sözdendir. O cin bunu (insanlardan olan) dostunun kulağına fısıldar. Onlar da buna yüz yalandan fazlasını katar, karıştırırlar."[259]
Sahih(-i Müslim)de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Köpeğin bedeli pistir. Fahişe’nin ücreti pistir. Kahin’in ücreti pistir."[260]
Müneccime, putların önündeki oklarla kısmet arayan kimseye, çakıl taşları atana, kumda çizgi çizene (falcıya) verilen ücret de onun kapsamı içerisindedir. Bütün bunlara verilen ücret haramdır. Bunların haram olduklarına dair icma’ı birden çok ilim adamı nakletmiş bulunmaktadır. Beğavi, Kadı İyad ve başkaları gibi.
Buharî ile Müslim’de, Zeyd b. Halid’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Hudeybiye’de bize bir hutbe irad etti. Geceleyin yağmur yağmıştı, şöyle buyurdu: Bu gece Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?" Bizler: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedik. Şöyle buyurdu: "Kullarımdan kimisi bana iman etmiş, kimisi de beni inkar etmiş olarak sabahı etti. Her kim Allah’ın lütfu ve rahmeti ile bize yağmur yağdırıldı, dediyse işte o bana iman etmiş demektir. Yıldızları da inkar etmiştir. Her kim de şu, şu yıldızın doğuşu dolayısıyla bize yağmur yağdırıldı demişse o da beni inkar etmiş, yıldızlara iman etmiş kişidir."[261]
Müslim’in Sahih’i ile İmam Ahmed’in Müsned’inde Ebu Malik el-Eşarî’den gelen rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin arasında cahiliye işinden dört şey kalacaktır ve onları terketmeyeceklerdir: Soylarla, soplarlar övünmek, neseplere dil uzatmak, yıldızların hareketleri ile yağmur yağdırılmasını istemek ve ölüler arkasından ağıt yakmak."[262]
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den, ashab’ından ve diğer imamlardan bu hususlara dair yasaklayıcı ifadeler ihtiva eden nass’lar buraya sığmayacak kadar pek çoktur.
Muhtevası bir şeyi muhkem kılmak ve (başkalarını) etkilemek demek olan müneccimlik sanatına gelince, bu sanat yeryüzündeki olaylara felekî hallerin (yıldız ve gezegenlerin yörüngelerindeki degişikliklerin) yahut ta felekî güç ile yeryüzündeki gaileleri birbirine katıp mütalaa ederek bir takım sonuçlar çıkartmayı öngören bir sanattır ve bu sanat Kitab ve sünnet ile haram kılınmıştır. Hatta bütün peygamberler vasıtasıyla haram kılınmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Büyücü ise nereye giderse iflah olmaz." (Tâ’hâ, 20/69); "Şu kitaptan kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın? Cibt’e ve tağut’a inanıyorlar..." (en-Nisa, 4/51)
Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu anh- ve başkaları cibt, büyücülük demektir demişlerdir. Sahih-i Buharî’de, Âişe -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Ebu Bekir’in getirdiği gelirlerden yediği bir kölesi vardı. Birgün birşeyler getirdi, Ebu Bekir’de ondan yedi. Köle ona: Bunun neyin kazancından alındığını biliyor musun? O: Bu, neyin nesidir? diye sordu. O da şöyle dedi: Cahiliye döneminde birisine kahin’lik yapmıştım. Halbuki ben kahin’liği de bilen birisi değildim, ancak onu aldatmıştım. Benimle karşılaştı, bana bunları verdi. İşte senin o yediklerin bundandır. Ebu Bekir elini ağzına soktu ve karnında ne varsa hepsini dışarı çıkardı.[263]
Yönetici ve yetki sahiplerinin ve gücü yeten herkes, bu müneccimleri, kahinleri, arrâfları, kuma, taşa vurarak remil yoluyla fal açanları, falcıları engellemekle görevlidir. Onları dükkanlarda yahut yollarda oturmaktan ya da bu maksatla insanların evlerine girmekten engellemelidir. Bunların haram olduğunu bilip buna güç yetirmekle birlikte ortadan kaldırmaya çalışmayan kimselere de Yüce Allah’ın: "Onlar işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Onların yapmakta oldukları gerçekten ne kötü bir şeydi!" (el-Maide, 5/79) buyruğu tehdit olarak yeterlidir.
Bu lanet olasıca kimselerin günah sözler söyleyip haram’ı yedikleri hususunda müslümanlar icma etmişlerdir. Sünen’de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Ebu Bekir es-Sıddîk’in rivayetiyle şöyle buyurduğu sabittir: "İnsanlar münker’i gördükleri halde, eğer onu değiştirmeyecek olurlarsa fazla zaman geçmeden Allah kendi katından onların hepsini bir azaba düçar kılar."[264]
Kitab ve sünnet’in dışında bu tür fiiller işleyen bu gibi kimseler bir kaç çeşittir.
Onların kimisi gerçeği gözden kaçırıp başka türlü gösterme, yalan ve aldatma yolunu seçerler. Bu onlardan herhangi bir kimse cinlerin kendisine itaat ettiğini söyler yahut ta uyduruk, yalancı şeyhlerden yahut yalancı miskinlerden ya da hilebaz tarikatçılardan olup batıl ehli kimselerden hal sahibi birisi olduğunu iddia eder.
Böyleleri hem kendilerini hem de benzerlerini bu tür yalan iddialardan ve insanlara karşı batıl üzere oldukları halde hak ehli imiş gibi kendilerini göstermekten alıkoyacak bir şekilde etkin bir cezalandırmayı hakederler. Hatta bu gibileri arasında öldürülmeyi hakedenler dahi olabilir. Bir takım abuk sabuk laflarla, peygamberlik iddiasında bulunanlar yahut ta şeriatten bir şeylerin değiştirilmesi talebinde bulunanlar vb. gibi.
Bir başka tür de bu hususlar hakkında çeşitli sihirlerle ciddi ve gerçekmiş gibi söz söyler, konuşur. İlim adamlarının büyük çoğunluğu ise büyücünün öldürülmesini öngörürler. Nitekim Ebu Hanife, Malik ve Ahmed’in görüşü budur. Ömer, oğlu (Abdullah), Osman ve bunların dışında (Allah hepsinden razı olsun) kalan bir çok sahabe-i kiram’dan nakledilen görüş de bu doğrultudadır.
Ancak bu görüşün sahipleri büyücünün tevbe etmesi istenir mi, istenmez mi? Büyü yapmakla küfre girer mi, girmez mi? ve yeryüzünde fesad çıkarttığı için mi öldürülür? hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: Sihirbaz yaptığı büyü ile başkasının ölümüne sebeb olmuşsa öldürülür, aksi takdirde eğer söz ve amelinde küfür yoksa ölümden daha aşağı bir ceza ile cezalandırılır. Şafiî’den nakledilen görüş budur, Ahmed’in mezhebindeki bir görüş de bu şekildedir. -Allah’ın rahmeti hepsine olsun.-


Büyünün Hakikati ve Çeşitleri


İlim adamları büyü’nün hakikati ve çeşitleri hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluk der ki: Büyü yapılan kişinin ölümüne, hastalanmasına -zahiren ona bir şey ulaşması tesbit edilmeksizin- etki edebilir. Bazılarının iddiasına göre de büyü mücerred bir hayal göstermekten ibarettir.
Hepsi de ittifakla şunu kabul ederler: Yedi gezegene yahut başkalarına dua etmek ya da onlara hitab etmek yahut onlara secde etmek ve onlara uygun düşen elbise, yüzük, tütsü vb. şeyler ile yakınlaşmaya çalışmak türünden olan işler küfürdür ve bu, şirkin en büyük kapılarından birisidir. Bu kapının kapanması hatta açılmamak üzere tıkanması gerekir. Bu gibi işler İbrahim -Aleyhisselam-ın kavminin yaptığı türdendir. Bundan dolayı Yüce Allah bizlere onun şu durumunu nakletmektedir: "Derken yıldızlara bir defa baktı da: ‘Muhakkak ben hastayım’ dedi." (es-Saffat, 37/88-89)
Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Gece onu (İbrahim’i) bürüyüp, örtünce bir yıldız gördü: ‘Bu muymuş benim Rabbim’ demişti... İman edenler ve imanlarına da zulüm karıştırmayanlara gelince işte onlaradır güvenlik ve onlardır hidayete ermiş olanlar." (el-En’âm, 6/76-82)
Yine bütün ilim adamları ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Allah’a şirk koşmayı ihtiva eden herbir okuma yahut kasem ve yemin’i telaffuz etmek, kesinlikle caiz değildir. İsterse bu sözleriyle cinler ya da başkaları ona itaat etsin. Aynı şekilde küfür ihtiva eden hiçbir sözün telaffuzu caiz olmadığı gibi, anlamı bilinmeyen sözler de söylenmez. Çünkü bu sözlerde bilinmeyen türden bir şirk bulunabilir. Bundan dolayı Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Şirk olmadığı sürece rukye (okumak) da bir mahzur yoktur."[265]
Cinlere sığınmak caiz değildir. Çünkü bundan dolayı Yüce Allah kâfir’leri yermiş ve şöyle buyurmuştur: "Bir gerçek de şu ki: İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı." (el-Cin, 72/6)
Dediklerine göre bir insan, bir vadide konaklayacak olursa, bu vadinin şer’lilerinden bu vadi’inin en büyüğü kimse ona sığınırım, der ve böylelikle sabaha kadar güvenlik ve himaye altında uyurmuş. İşte "bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı" buyruğu insanlar cinlere sığınmak suretiyle, onların günahlarını, azgınlıklarını, cüretkârlıklarını ve kötülüklerini arttırmış oluyorlar, buna sebeb teşkil ediyorlardı. Bu azgınlıkları da onların: Biz cinlerin de, insanların da efendileri olduk, demeleri idi. Cinler kendi kendilerine büyükleniyorlar ve insanlar bu şekilde onlarla muamele ettikçe, onların küfürleri de sürekli artıyordu. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "O günde onların hepsini haşredecek, sonra da meleklere şöyle diyecek: Bunlar mı size ibadet ederlerdi? Melekler diyecekler ki: Tenzih ederiz seni. Bizim velimiz (mabudumuz) onlar değil, sensin. Aksine onlar cin’lere ibadet ediyorlardı. Bunların çoğu onlara inanıyorlardı." (Sebe’, 34/40-41)
İşte kendi kanaatlerine göre meleklere dua edip bu dualarıyla onlara hitab ettiklerini ve meleklerin üzerlerine indiklerini zanneden bu kimseler, sapık kimselerdir. Aslında onların üzerine inen (melekler değil) şeytan’lardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hepsini toplayacağı o günde: ‘Ey cin topluluğu! İnsanlardan bir çoğunu kendinize uydurdunuz’ (buyuracak.) O zaman onların dostları olan insanlar da şöyle diyecek: ‘Rabbimiz, kimimiz kimimizden faydalandık. Nihayet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik.’ Şöyle buyuracak: ‘Allah’ın dilediği müstesna olmak üzere, içinde ebedi kalıcılar olarak ateş sizin barınağınızdır.’ Şüphesiz Rabbin hikmeti sonsuz olandır, herşeyi bilendir." (el-En’âm, 6/128)
İnsanlardan olanın, cinlerden olandan faydalanması, ihtiyaçlarını karşılaması, emirlerini yerine getirmesi, gaybe dair bir takım hususları kendisine haber vermesi vb. hususlarla olur. Cinlerden olanın, insanlardan faydalanması ise insanın onu ta’zim etmesi, onun yardımını istemesi, ona sığınması ve ona boyun eğip itaat etmesidir.
Bu kabilden iş yapanların bir başka çeşidi de şeytanî halleri, keşifleri söz konusu eden gayb ricali ile konuşan ve Allah’ın velileri olmalarını gerektiren olağanüstü hallerinin bulunduğunu iddia ederler. Bu kimseler arasından müşriklere karşı müslümanlara yardım edenler de vardı. Bunlar şöyle derler: Rasûl kendisine müşriklerin yanında yer alarak, müslümanlarla savaşmayı emretmiştir, çünkü müslümanlar artık isyankardırlar. Böyleleri hakikatte müşriklerin kardeşleridir.
Bunların aralarında bulunan ilim ehli kimseler üç gruba ayrılırlar:
Bir grub gayb rical’inin varlığını yalan kabul ederler. Ancak insanlar da bunları görür yahut görenlerden bunların varlıkları sabit olursa yahut ta bunlara güvendikleri kimseler gördüklerini anlatacak olursa, kendileri de bunları görmeleri halinde, artık varlıklarına kesin inanırlar ve onlara boyun eğerler.
Bir başka kesim bunların varlığını bilip kabul ederler ve kadere raci’dir deyip, batın’da Yüce Allah’ın peygamberlerin yolu dışında bir yolunun da bulunduğuna inanırlar.
Bir başka kesim de rasûlün dairesi dışında bir veli’nin varlığını kabul etmenin mümkün olmadığını gördüklerinden şöyle derler: Her iki kesime de yardımcı olan rasûlün kendisidir. Bunlar rasûl’ü ta’zim eden kimseler olmakla birlikte onun dinini ve şeriatini bilmeyen cahillerdir.
Gerçek şudur: Böyleleri şeytanlara tabi olan kimselerdir. Gayb rical’i denilenler de cin’lerin ta kendileridir ve onlara "rical" diye ad vermişlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir gerçek de şu ki insanlardan bazı kimseler (rical) cinlerden bazı kimselere (rical’e) sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı." (el-Cin, 72/6)
Bu, böyledir. Çünkü insanlar görülür ve müşahede olunurlar. İnsan belki bazı zamanlar görülmeyebilir, ancak her zaman için insanların gözlerinden kaybolması söz konusu değildir. Bunların insan olduklarını zannedenler bu konuda hata ediyorlar ve cahilliklerinden bu kanaate kapılıyorlar. Sapmalarının sebebi de kendilerindedir. Bu üç kesimin böyle bir ayrılık içerisinde olmasının sebebi, şeytan’ın velileri ile Rahman’ın velileri arasındaki farkı bilememektir.
Bazı kimseler: Fakirler kendi hallerine bırakılırlar, demektedirler. Ancak bu batıl bir sözdür, aksine onların fiillerini ve hallerini Muhammed-î Şeriat’e arzetmek gerekir. Ona uygun düşen kabul edilir, muhalif olan da reddedilir. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Her kim bizim bu işimize uygun düşmeyen bir amelde bulunursa, o merduttur."[266] Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Kim bizim bu işimizde ondan olmayan bir şeyi ortaya çıkartırsa, o merduttur."
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in tarikati dışında tarikat, onun getirdiği hakikatin dışında hakikat, şeriatı dışında şeriat, akidesi dışında akide yoktur. Ondan sonra hiçbir kimse zahiren ve batınen ona tabi olmadıkça Allah’a, Allah’ın rızasına, cennetine, kerâmetine (lütuf ve ihsanına) erişemez.
Onun verdiği haberleri tasdik etmeyen, kalplerle ilgili batınî hususlara dair emirlerinde olsun, bedenlere dair zahirî amellerde olsun ona itaate bağlanmayan bir kimse Yüce Allah’ın velisi olması şöyle dursun, mü’min olması dahi söz konusu değildir. İsterse havada uçsun, suyun üzerinde yürüsün, isterse gaybdan dilediği harcamaları yapsın, cebinden altın çıkarsın ve isterse her türlü harikulade olayı göstersin. Emrolunduğu fiilleri terkediyorsa, o ancak kişiyi Allah’tan uzaklaştıran, O’nun gazabına ve azabına yaklaştıran, şeytanî hallerin sahibi bir kimsedir.
Ancak mükellef olmayan çocuk ve delilerden mesuliyet kaldırılmıştır, onlar cezalandırılmazlar. Zaten onların zahiren de, batınen de kendilerini Allah’ın mukarreb velileri arasına katacak, kurtuluşa eren hizbinden ve galip gelen askerleri arasına katacak iman ve takvaları da olmaz. Ancak bunlar babalarına tabi olarak İslam’a girmiş olarak kabul edilirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İman edenlerin soyları da iman ile kendilerine uyanların, Biz evlatlarını da kendilerine katarız. Amellerinden bir şey eksiltmeyiz. (Çünkü) her kişi kendi kazandıkları karşılığında bir rehinedir." (et-Tur, 52/21)

Bazı Salak’ların Veli’liklerine İnanmak Bid’at ve Dalâlettir


Bir takım ahmak ve salak kimselerin -söz, fiil ve hallerinde Allah Rasûlüne tabi olmayı terketmekle birlikte- Allah’ın veli’lerinden olduklarına inanan ve bunların Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in tarikatine tabi olanlardan üstün olduğuna inanan kimseler dalâlettedir, bid’atçidir. Bu inanışlarında yanılmışlardır, çünkü böyle bir salak ya şeytan ve zındık’tır, yahut ta zahiren başkasına zahid ve abid birisi olduğu intibaını veren birisidir yahut ta mazur görülebilecek bir delidir. Böyle bir kimse nasıl olur da Allah’ın dostlarından, Rasûlüne uyan kimselerden daha faziletli ve üstün görülebilir yahut ta ona eşit kabul edilebilir?
Bu kişi her ne kadar zahiren peygamber’e tabi olmayı terkediyor ise de batınen ona tabi olabilir, denilemez. Çünkü bu da bir hata’dır. Aksine Allah Rasûlüne hem zahiren, hem batınen tabi olmak icab eder. Yunus b. Abdi’l-A’la es-Sadefî der ki: Şafiî’ye dedim ki: Bizim arkadaşımız el-Leys şöyle derdi: Bir adamın su üzerinde yürüdüğünü görseniz dahi, onun halini Kitab ve sünnet’e arzetmediçe, onun bu haline itibar etmeyiniz. Bunun üzerine Şafiî şöyle dedi: Leys -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- biraz müsamahalı bir ifade kullanmış. Hayır, siz bir adamın suda yürüdüğünü ve havada uçtuğunu görseniz dahi, onun halini Kitab ve sünnet’e arzetmedikçe ona itibar etmeyiniz, demesi gerekirdi.
Bazı kimselerin Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "Ben cennet’e muttali oldum. Ora ehlinin çoğunluğunun ebleh’lerden oluştuğunu gördüm" diye buyurduğunu söylemelerine gelince, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in böyle bir söz söylediği sahih olarak rivayet edilmiş değildir. Bunun ona nisbet edilmemesi gerekir. Çünkü cennet ancak özlü akıl sahibleri için yaratılmıştır. Akıllarının ve zihinlerinin kendilerini Allah’a, melek’lerine, kitab’lara, rasûllerine ve âhiret gününe iman etmeye irşad ettiği özlü akıl sahibleri için. Yüce Allah cennet ehlini Kitab-ı Kerim’inde nitelikleriyle zikretmiş bulunmaktadır. Onların nitelikleri arasında şu kıt akıllı, zayıf akıllı ebleh’lik yoktur. Aksine Peygamber: "Ben cennete muttalî oldum da ahalisinin çoğunluğunu fakirler gördüm."[267] diye buyurmuştur "ama ebleh’leri" dememiştir.
Melamiye taife’sine gelince, bunlar kınanmalarını gerektirecek işleri yapar ve biz batın’da şeriate tabi kimseleriz, derler. Bu sözleriyle de riyakâr kimselerin yaptığı gibi amellerini gizlediklerini anlatmak isterler. Onlar kendi batıl’larını bir başka batıl’la çürütmektedirler. Sırat-ı Müstakîm ise bu ikisinin arasındadır.

Güzel Nağmeler Dinlemek (Semâ’)


Güzel nağmeler dinlediklerinde baygın düşen kimseler de aynı şekilde bid’atçi ve sapık’tırlar. Hiçbir zaman insanın aklının başından gitmesine sebeb teşkil edecek şeyleri gerektirecek işler yapmamalıdır. Ashab-ı Kiram ile Tabin arasında Kur’ân’ı dinledikleri zaman dahi böyle hareket eden olmamıştır. Aksine onlar Yüce Allah’ın kendilerini nitelendirdiği şu halde idiler: "Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu) onların imanını arttırır ve onlar ancak Rablerine dayanıp, güvenirler." (el-Enfal, 8/2); "Allah sözün en güzelini müteşabih, tekrar edilen (mesani) bir kitab halinde indirmiştir. Ondan dolayı Rablerine kalpten saygı duyanların derileri ürperir, sonra Allah anıldığı için derileri ve kalpleri yumuşar. Bu Allah’ın hidayetidir, onunla dilediğine hidayet verir. Allah’ın saptırdığı kimseyi doğru yola ileten olmaz." (ez-Zümer, 39/23)
İlim adamlarının kendilerinden hayırla söz ettiği akıllılar arasından çıkan delilere gelince, bunlar bir zamanlar hayırlı kimselerdiler. Daha sonradan akılları zail olmuştur. Bu gibi kimselerin bir alameti de şudur: Bunların deliliklerinde bazen ayılma ve kendine gelme hasıl olursa, kalplerinde bulunan imanın gereği ile konuşurlar. Hatta akıllarının zail olduğu halde bile bu hususları hezeyanlarında söylerler. Fakat bir çeşit ayılıp kendilerine geldiklerinde küfür ve şirk sözler söyleyen ve akıllarının zevali esnasında da hezeyanlarında bu tür şeyler söyleyenler böyle değildirler. Deli olmadan önce kâfir ya da fasık olan bir kimsenin sonradan deli olması daha önceden sabit olmuş küfür ya da fasık’lığını izale etmez. Aynı şekilde mü’min ve takva sahibi kimseler arasından deliren bir kimse de mü’min ve takva sahibi kimseler arasında haşredilecektir.
Delilik ya da başka bir sebeble aklın zail olması, böyle bir kimse ister delirmiş veya delirtilmiş diye adlandırılsın, önceki iman ve takva halinde bir fazlalığı gerektirmez. Aksine önceden hayır ve şer kabilinden neyin üzerinde ise öylece kalır. Yani delilik onun halinde bir artış ya da bir eksikliğe sebeb değildir. Ancak delirmesi daha fazla hayır yapmaktan kendisini mahrum eder, diğer taraftan şerre karşılık çekeceği cezasını da engeller. Ancak delilikten önceki kötülüklerini de silmez.
Neşelendirici nağmeleri, semâ’ı dinlemesi halinde bir takım hezeyanlarda bulunan ve kendisinin alışılagelmiş konuşmasından başka ve ondan farklı bazı dillerle konuşmalarına şahid olunan kimselere gelince, bu o kimsenin dili ile konuşan bir şeytanın söylediği sözlerdir. Nitekim şeytanın saraya yakalanmış kimsenin diliyle konuşması da bu kabildendir. Bütün bunlar şeytanî hallerdendir.
Hem aklın zevali, dalalet ehli pek çok kimsenin zannettiği gibi Allah’ın veli’si olmaya bir sebeb yahut şart veya buna yakınlaşmaya bir gerekçe olarak nasıl görülebilir? Öyle ki bu gibi kimselerden birisi şöyle demiştir:
"Onlar öyle bir topluluktur ki düzeni çözmüşler, duvarı yıkmışlar.
Onlar için ne farz vardır, ne nafile.
Delidir onlar, şu kadar var ki deliliklerinin sırrı,
Çok değerlidir; onun kapılarında akıl secde eder."
Ancak bu sapık, hatta kâfir bir kimsenin söyleyebileceği bir sözdür. Çünkü böyle bir kimse deliliğin, kapısında secde etmesini bir sırrının bulunduğunu zannedecek hale gelmiştir. Bu sözleri söylemelerine sebeb ise bazı delilerin bir çeşit mükâşefede bulunduklarını yahut ta olağanüstü hayret verici bazı tasarruflarının olduğunu görmüş olmalarıdır. Bu da sihirbaz ve kahinler hakkında söz konusu olduğu gibi, kimi şeytanların bu işe katılmaları sebebiyle olur. O sapık kişi de böylelikle mükâşefede bulunan yahut olağanüstü bir iş yapan herkesi Allah’ın velisi zanneder. Böyle birşeye itikad eden ise kâfirdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size şeytanların kimin üzerine indiğini haber vereyim mi? Her yalancı günahkâr üzerine inerler." (eş-Şuara, 26/221-222) Şeytanın üzerine nazil olacağı herbir kimsenin de mutlaka yalancılığı ve facir’liği (günahkarlığı) vardır.
Bir takım riyazetlerde bulunarak, halvete çekilerek ibadet eden, cumalara, cemaatlere katılmayı terkeden kimselere gelince, onlar da iyilik yaptıklarını zannetmekle birlikte, dünya hayatındaki çalışmaları sapıklık noktasına ulaşmış kimselerdir. Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Nitekim sahih hadis’te Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu sabittir: "Kim mazeretsiz olarak ve ehemmiyet vermeyerek üç cuma’yı terkedecek olursa, Allah onun kalbine mühür vurur."[268]
Allah Rasûlünün sünnetini izlemeyerek başka yol izleyen bir kimse eğer bu sünneti bilen birisi ise gazaba uğramış bir kimsedir, değilse sapıktır. Bundan dolayı Yüce Allah bizlere her namazda bizleri en güzel arkadaş olan ve kendilerine nimetlerini ihsan etmiş olduğu peygamberlerin, sıddîkların, şehidlerin ve salihlerin yoluna -kendilerine gazab edilmiş ve sapmışların yoluna değil- iletmesini dilemeyi bize teşri buyurmuştur.
Musa -Aleyhisselam-ın ve Hızır -Aleyhisselam-ın başlarından geçen kıssayı ilahi tevfıke mazhar olmamış bazı kimselerin iddia ettiği şekilde "ledünnî ilmi" vahye muhtaç olmamanın cevazı hususunda delil diye gösterenlere gelince, bunlar inkârcı ve zındıktırlar.
Çünkü Musa -Aleyhisselam-, Hıdır’a peygamber olarak gönderilmiş değildir. Hıdır da, Musa -Aleyhisselam-a tabi olmakla emrolunmamıştı. Bundan dolayı ona: Sen İsrailoğullarının Musa’sı mısın? diye sormuştu. O da: Evet, diye cevap vermişti. Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- ise bütün cinlere ve insanlara peygamber olarak gönderilmiştir, eğer Musa ve İsa da hayatta olsalardı, onlar dahi onu tabi’lerinden olurlardı. İsa -Aleyhisselam-da yeryüzüne ineceğinde ancak Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in şeriati ile hükmedecektir.
Her kim Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e karşı durumunun, Hıdır’ın Musa -Aleyhisselam-a karşı durumu gibi olduğunu iddia edecek olursa yahutta bunu ümmetten herhangi bir kimse için caiz diye kabul ederse, o kimse İslam’ını tazelesin ve yeniden kelime-i şehadet getirsin. Çünkü o Allah’ın velilerinden olmak şöyle dursun, tamamen İslam dininden ayrılan bir kimsedir. Böyle bir kimse ancak şeytanın velilerinden olabilir.
İşte bu, zındıkları istikamet sahibi kimselerden ayıran önemli bir ölçüdür. Tetkik eden görür.
Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, bir takım insanların etrafında dönüp tavaf yaptığını söyleyenlere gelince, Hudeybiye’de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Kâbe’ye ulaşması engellendiğinde niye Kâbe yerinden ayrılıp Allah Rasûlünün etrafında tavaf etmedi? Halbuki peygamber onu bir defa olsun görmeyi çok arzuluyordu. Bunlar Yüce Allah’ın şu buyruğu ile nitelendirdiği kimselere benzer: "Hatta onlardan herbiri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister. Asla, doğrusu onlar âhiretten korkmazlar..." (el-Muddessir, 74/52-53)

"Cemaati hak ve doğru, tefrika’yı sapıklık ve azab olarak görürüz."

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın. Parçalanıp, ayrılmayın." (Al-i İmran, 3/103)
"Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp, ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır." (Âl-i İmran, 3/105)
"Dinlerini parça parça edip, fırka fırka ayrılanlar var ya? Senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi (cezalarını vermek) ancak Allah’a aittir. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (el-En’âm, 6/159)
"Onlarsa hala anlaşmazlık içerisindedirler. Rabbi’nin rahmet ettikleri müstesnâ." (Hud, 11/118-119)
Böylelikle rahmet’e mazhar olan kimseleri ihtilâfa düşmekten istisnâ etmiştir.
"Bunun sebebi: Allah’ın, Kitabı hak ile indirmesidir. Muhakkak ki Kitab hakkında anlaşmazlığa düşenler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler." (el-Bakara, 2/176)
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu hadisi daha önceden de geçmişti: "Şüphesiz iki Kitab ehli dinlerinde yetmişiki fırkaya ayrılmışlardır ve şüphesiz bu ümmet yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. -Hevâ ehli fırkaları kastetmektedir.- Hepsi ateştedir, bir tanesi müstesnâ; o cemaattir."[269]
Bir rivayette de ashab: O hangisidir, ey Allah’ın Rasûlü? diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiştir: "Benim ve ashab’ımın üzerinde olduğu yol."
Böylelikle genel olarak ihtilafa düşenlerin helak içerisinde olduklarını, ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in bundan müstesnâ olduğunu, ihtilafın ise mutlaka ve kaçınılmaz bir şey olduğunu beyan etmektedir.
İmam Ahmed’in rivayetine göre de Muâz b. Cebel’den, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki şeytan insanın kurdudur. Tıpkı koyunların sürüden ayrılmış olanı kapması gibi. O bakımdan sakın kenardaki uzak yollara gitmeyin. Size cemaate, umumi olarak müslümanlarla birlikte olmaya ve mescide devam etmenizi tavsiye ederim."[270]
Buharî ile Müslim’de kaydedildiğine göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Yüce Allah’ın: "De ki: "O size üstünüzden" buyruğundan sonra,Peygamber: "Sana sığınırım" dedi. "Yahut ayaklarınızın altından" buyruğundan sonra, Peygamber: "Sana sığınırım" dedi. "Bir azab göndermeye ya da sizi birbirinize katıp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadir olandır." buyruğundan sonra, (el-En’âm, 6/65) Peygamber: "İşte bu ikisi daha da ehven’dir." diye buyurdu.[271]
Bu buyruk onları fırka fırka birbirlerine katmasının ve onlardan kimisinin hıncını kimisine tattırmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ise bu halden beridir. Onlar bu halde olacaklarında bir çeşit cahiliye içerisinde bulunacaklardır, bu sebebten ez-Zührî şöyle demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashab’ı daha pek çok iken fitne meydana geldi. Onlar, Kur’ân’ın te’vili neticesinde akıtılan herbir kan yahut telef edilen herbir mal yahut herbir ırzın heder olduğunu icma ile kabul ettiler ve bu halleri bir çeşit cahiliye konumunda değerlendirdiler.
Malik de sabit isnadı ile Âişe -Radıyallahu anh-dan şunu rivayet etmektedir: Âişe şöyle derdi: İnsanlar şu âyet-i kerîme gereğince amel etmeyi terkettiler. O bu sözleriyle Yüce Allah’ın: "Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri ile çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin." (el-Hucurat, 49/9) buyruğunu kastediyordu. Müslümanlar birbirleriyle çarpıştıklarında farz olan, Yüce Allah’ın emrettiği şekilde aralarını düzeltmek idi, ancak gereğince amel olunmayınca fitne ve bir çeşit cahiliye ortaya çıktı.

İhtilaf Konuları Allah’a ve Rasûlüne Havale Edilmelidir


İşte bu şekilde ümmetin usul ve furû’a dair anlaşmazlığa düştüğü anlaşmazlık konuları şâyet Allah’a ve Rasûlüne havale edilmeyecek olurlarsa o konularda hak apaçık ortaya çıkmaz. Aksine anlaşmazlık içerisinde olanlar işlerinde herhangi bir delil üzere hareket etme imkânını kaybederler. Eğer Allah onlara rahmet buyuracak olursa, biri diğerinin hakkını teslim eder ve biri diğerine haksızlık etmez. Nitekim Ömer ve Osman -Radıyallahu anh-ın halifeliklerinde bir takım içtihadi meselelerde anlaşmazlığa düşenlerin biri diğerinin hakkını teslim eder ve ne kendisi haksızlık eder, ne başkasına haksızlık ederdi.
Şâyet onlara rahmet olunmayacak olursa, bu sefer aralarında hoş görülmeyen ihtilaf meydana gelir, biri diğerine haksızlık eder. Bu haksızlık ya mesela kâfir ve fasık olduğunu söylemek gibi sözle olur yahut ta o kimseyi hapsetmek, dövmek ve öldürmek suretiyle fiil ile olur. Kur’ân’ın yaratılması meselesiyle insanları mihnete düşürenler işte bu kabilden idiler. Onlar bir bid’at ortaya attılar ve bu bid’atte kendilerine muhalif olanların kâfir olduklarını söylediler. Ona haklarının verilmemesini ve onun cezalandırılmasını helal kabul ettiler.
İnsanlar şâyet Yüce Allah’ın, Rasûlü ile gönderdiklerinin bir kısmını farkedemiyecek olurlarsa, bu hallerinde ya adaletlidirler yahut zalimdirler. Aralarında adaletli olan kimseler kendisine ulaşan ve peygamberlerden gelen gereğince amel eder, başkasına zulmetmez. Zalim ise başkasına haksızlık eden kimsedir, bunların çoğunluğu ise zulmettiklerini bile bile zulmederler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine kitap verilenler ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ayrılığa düştüler." (Al-i İmran, 3/19)
Yoksa bildikleri kadarıyla adalet yolunu izleyecek olurlarsa, biri diğerinin hakkını teslim eder. Nitekim taklid edenler ilmin önderlerine karşı bu tavrı takınırlar. Mukallitler kendilerinin Yüce Allah’ın ve Rasûlünün taklit ettikleri meselelerde Allah’ın hükmünü bilmekten aciz olduklarını bilip kabul ederler. O bakımdan kendi taklit ettikleri imamlarını Allah Rasûlünün vekili konumuna getirir ve şöyle derler: Bu bizim gücümüzün ulaşabildiği noktadır. Onlardan adaletli olan başkasına zulmetmez ve söz ya da fiiliyle haksızlık etmez. Ortaya koyacağı bir delil olmaksızın taklit ettiği zatın görüşünün sahih olduğunu iddia etmek ve -müçtehid mazur olmakla birlikte- taklit ettiği kimsenin görüşüne muhalefet edenleri yermek, böyle bir haksızlıktır.

İhtilâf’ın Çeşitleri


Tefrika ve ihtilâf asıl itibariyle: Çeşitlilik arzeden ihtilâf ile çelişki arzeden ihtilâf olmak üzere iki türlüdür.
Çeşitlilik arzeden ihtilâf da birkaç şekilde olur. Bir şeklinde iki görüş yahut iki fiilin herbirisi ayrı ayrı hak ve meşru olabilir. Ashab-ı Kiram’ın hakkında ihtilaf ettiği kıraatlerde olduğu gibi. Öyle ki Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- (haklılık iddiasında bulunmaktan) vazgeçmelerini söylemiş ve: "Her ikiniz de güzel okumaktasınız." demiştir.[272]
Ezanın, ikamet getirmenin, istiftâhın (iftitâh tekbirinden sonra dua okumanın), sehv secdesinin yapılacağı yerin, teşehhüd, korku namazı, bayram tekbirleri ve buna benzer hepsi de meşru olan türlü ihtilaflar da bu kabildendir. Bazı çeşitleri diğerlerine göre daha tercihe şayan veya faziletli olsa bile bu böyledir.
Ümmetin pek çoğunun bu hususta ikametin çift yahut tek ve buna benzer getirilmesi dolayısıyla bazı kesimlerin birbiriyle çarpışmalarını gerektirecek kadar ayrılığı ileri götürdüklerini görüyoruz. Ancak bu, bizzat haram olan bir iştir. Yine onların bir çoğunun kalbinde bu türlerden herhangi birisini daha çok sevdiğini, diğerinden ise yüz çevirip nehyettiğini -ve böylelikle Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in nehyettiği tefrikanın kapsamı içerisine düştünüğü- görüyoruz.
Kimi ihtilâflarda da her iki görüşün herbirisi diğer görüş ile aynı manaya gelebilmektedir. Ancak kullanılan ifadeler farklıdır. Bir çok insanların tariflerin lafızlarını, delilleri sıralamalarını, eşyaya verdikleri isimleri ve buna benzer hususlarda ihtilâf etmeleri buna örnektir. Diğer taraftan cehalet yahut zulüm bu iki görüşten birisinin övülmesine yorumlanır, diğerinin ise yerilmesine ve o sözü söyleyene haksızlığa kadar gider ve buna benzer tutumlar.
Çelişki türünden ihtilâfa gelince, bu da ya usul ya da furûda birbirini nefyeden iki ayrı görüştür. Bu gibi ihtilaflar hakkında cumhur: İsabet eden bir kişidir, demektedir. Bu tür ihtilafta iş daha zordur, çünkü her iki görüş birbirini nefyetmektedir. Ancak bunların bir çoğunun tartışma içerisinde bulunduğu karşı tarafın batıl görüşünde bir dereceye kadar hak hususlar da bulunduğunu yahut ta onunla birlikte bir dereceye kadar hakkı gerektiren bir delil bulunduğunu ve bu reddedilirken dolayısıyla hak ve batıl’ın beraberce reddedildiğini ve nihayette bunu reddedenin de kısmen batıl içerisinde kalmaya devam ettiğini -karşı görüşü savunanın asıl itibariyle batıl içerisinde olduğu gibi- görüyoruz. Bu da ehl-i sünnet arasında çokça görülen bir durumdur.
Bid’at ehline gelince, onların durumu açıkça ortadadır. Allah’ın kendisine bir hidayet ve bir nur kıldığı kimseler bunu açıkça görür ve kendisine faydalı olmak üzere Kitab ve Sünnette varid olan bu ve benzeri hususlar ile ilgili nehyi idrak eder. Eğer kalpler sağlıklı ise bu gibi bid’atleri reddeder fakat kimi nur, kimisinden üstündür.
Çeşitlilik ihtilâfı türünden olan birinci ihtilâfta yermek, diğerine haksızlık eden kimse hakkında söz konusudur. Kur’ân-ı Kerîm böyle bir durumda eğer haksızlık husule gelmeyecek olursa her iki kesimin her birisinin de övülebileceğine delil teşkil etmektedir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz yahut onu kökleri üzere dikili bırakmanız hep Allah’ın izni ile olmuştur." (el-Haşr, 59/5) Halbuki daha önce ağaçların kesimi hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdi. Kimileri ağaç kesmiş, kimileri kesmemişti.[273]
Yüce Allah’ın şu buyruğunda da benzeri bir durum dile getirilmektedir: "Davud ve Süleyman’ı da (an.) Hani kavmin koyunlarının girdiği ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz onların hükümlerine tanık idik. Biz onu hemen Süleyman’a kavratmıştık, bununla beraber herbirine hikmet ve ilim verdik." (el-Enbiya, 21/78-79)
Böylelikle Yüce Allah, Süleyman’ı olayı kavramak özelliği ile zikrederek her ikisinden de hüküm ve bilgi sahibi olmakla övgüyle söz etmiş bulunmaktadır.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in, Kureyza oğulları gününde ikindi namazını vaktinde kılanların da Kureyza oğulları diyarına ulaşıncaya kadar erteleyenlerin de uygulamalarına itiraz etmemiş olması da bu türdendir.[274]
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "Hakim içtihad edip de isabet ederse, onun için iki ecir vardır. İçtihad edip, hata ederse onun için bir ecir vardır"[275] buyruğunda da benzeri bir durum söz konusudur ve buna benzer diğer hususlar da böyledir.
İkinci tür ihtilâfta ise iki kesimden birisinden övgü ile söz edilir, diğeri ise yerilir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile getirildiği gibi: "Eğer Allah dileseydi, onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler de kimi iman etti, kimi de kâfir oldu." (el-Bakara, 2/253)
Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu kabildendir: "Bunlar Rableri hakkında davalaşan iki hasımdırlar. Kâfir olanlar için ateşten elbiseler biçilir..." (el-Hac, 22/19...)
Ümmet arasında sonuç itibariyle hevâların peşine takılmaya götüren ihtilâfın büyük çoğunluğu birinci kısma girer. Aynı şekilde bu, kanların dökülmesine, malların mübah görülmesine, düşmanlığa ve nefretleşmeye de götürür. Çünkü iki kesimden biri diğerinin sahib olduğu hakkı kabul etmediği gibi, ona insafla da muamele etmemektedir. Hatta kendisinin sahib olduğu hakka daha başka batıllar ilave etmek yoluna gider, diğeri de böyle davranır. İşte bundan dolayı Yüce Allah şu buyruğunda bu tür ihtilâfın kaynağını haddi aşmaya bağlamıştır: "Halbuki kendilerine o kitabın verildiği kimseler ancak apaçık deliller onlara geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan (haksızlıktan) dolayı ona dair anlaşmazlığa düştüler." (el-Bakara, 2/213)
Çünkü bağy (haksızlık, kıskançlık) haddi aşmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus, bu ümmete ibret teşkil etmesi için bir kaç yerde söz konusu edilmiştir.
Buharî ile Müslim’in Sahih’lerinde rivayet ettikleri şu hadiste bu tür ihtilafa benzer bir durumu dile getirmektedir: "Ebu’z-Zinâd el-A’rec’den, o Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayetine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ben size ilişmediğim sürece siz de beni bırakınız. Çünkü sizden öncekiler ancak çokça soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri dolayısıyla helâk olmuşlardır. Bundan ötürü ben size bir şeyi yasaklayacak olursam, ondan uzak durunuz. Size bir hususu emredecek olursam, gücünüz yettiği kadarıyla onu yerine getiriniz."[276]
Böylelikle peygamber onlara emrolunmadıkları husus hakkında soru sormamalarını emretmektedir. Buna sebeb de öncekilerin helâk olmalarının ancak çokça soru sormaları, sonra da masiyetleriyle peygamberlere muhalefet etmeleri olduğunu göstermiştir.

Kitab Etrafında İhtilaflar


Kitab’ı kabul edenlerin, kitab ile ilgili ihtilafları iki türlüdür:
1- Kitab’ın indirilişi ile ilgili ihtilaf,
2- Te’vili ile ilgili ihtilaf. Her ikisinde de bir bölümüne iman söz konusudur, bir bölümüne de değil.
Birinci türe örnek, Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’i kelâm olarak söylemiş olması ve indirilmesi ile ilgili ihtilâf gösterilebilir. Bir kesim şöyle demiştir: Bu kelam O’nun kudret ve meşîeti ile hasıl olmuştur, ancak bu kelam O’nunla kaim olmayıp, O’ndan başkasında mahluktur.
Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Kelâm O’nun zatı ile kaim bir sıfatıdır ve mahluk değildir. Fakat O, kendi meşîet ve kudretiyle konuşmaz.
Her iki kesimin de görüşlerinde hak ile batıl bir arada bulunmaktadır. O bakımdan görüşlerindeki bir kısım hak dolayısıyla mü’mindir, diğerinin görüşündeki hakkı da yalanlamaktadır. Bu hususlara dair işaret daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Bir bölümüne imanı ihtiva etmekle birlikte, bir bölümüne de imanı ihtiva etmeyen te’vilindeki ihtilaf örnekleri ise pek çoktur. Buna örnek olarak Amr b. Şuayb’ın babasından, onun da dedesinden rivayet ettiği şu hadistir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bir gün kader ile ilgili tartışmakta iken ashabının yanına çıktı. Bu bir âyet-i kerîme’yi delil gösteriyor, diğeri bir başka âyeti. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in yüzünden adeta nar tanecikleri gibi terler boşaldı, şöyle buyurdu: "Size emrolunan bu mudur? Yoksa size bu işler mi görev olarak verildi? Allah’ın Kitabını bir bölümünü, diğer bölümüne vurmak mı? Size ne emrolunduysa ona bakın ve ona uyun, size ne yasaklandıysa ondan da uzak durun."[277]
Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Ey kavmim sizden önceki ümmetler bununla sapıttılar. Peygamberlerine muhalefet etmekle ve kitab’ın bir bölümünü diğeri bölümüne çarpıştırmakla. Gerçek şu ki Kur’ân-ı Kerîm bir bölümünü diğeriyle çarpıştırasınız diye indirilmemiştir. Ama Kur’ân bir bölümü diğerini tasdik ederek nazil olmuştur. Ondan bildiğiniz ile amel ediniz, sizin için müteşâbih görünene de iman ediniz."
Bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: "Sizden önceki ümmetler ihtilâfa düşünceye kadar lanete uğramadılar. Şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerîm hakkında inatlıca tartışmak küfürdür." Bu hadis meşhur bir hadis olup, müsned’lerde ve sünenler’de rivayet edilmiştir.
Bu hadisin aslını Müslim, Sahih’inde rivayet etmektedir. Abdullah b. Rebah el-Ensarî’nin rivayetine göre Abdullah b. Amr şöyle demiştir: Bir gün öğle sıcağında Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yanına gittim. Bir âyet hakkında ihtilâf eden iki adamın seslerini işitti. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yüzünden öfkeli olduğu okunur haliyle yanımıza çıkıp geldi ve şöyle buyurdu: "Sizden öncekiler ancak Kitab hakkındaki ihtilâfları sebebiyle helak oldular."[278]
Bütün bid’at ehli Kur’ân’ın te’vili hususunda ihtilâf etmektedirler. Bir bölümüne iman ederken, bir bölümüne etmemektedirler. Yani onlar görüşlerine uygun düşen âyetleri kabul ederler, muhalif olanları da etmezler. Ya sözleri yerlerinden tahrif edecek bir şekilde o muhalif âyetleri te’vil ederler, yahut ta: Bu müteşabih’tir, kimse bunun manasını bilmez, diyerek Allah’ın indirmiş olduğu manalarının bir bölümünü inkar ederler. Bu da buna bir çeşit küfür anlamındadır, çünkü bir anlamı olmayan lafza iman, Kitab ehlinin imanı türündendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine Tevrat yükletilip sonra onu yüklenmeyenlerin hali kocaman kitaplar taşıyan eşşeğin hali gibidir." (el-Cuma, 62/5); "Onların arasında kuruntu dışında Kitab’ın ne olduğunu bilmeyen ümmi’ler vardır." (el-Bakara, 2/78) Yani manasını anlamadan onu okumaktan başka bir şey bilmezler.
Böyle bir kimse ise Kur’ân-ı Kerîm’den anlayıp da anladığı kadarıyla amel eden, bir bölümü kendisine müteşabih geldiği takdirde de onun ilmini Allah’a havale eden ve Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "Ondan bildiğiniz kadarı ile amel ediniz. Bilmediğinizin de bilgisini onu bilene havale ediniz" buyruğunda emrettiği şekilde, peygamberinin emrine uyan mü’min gibi değildir.

"Allah’ın yeryüzündeki dini de, semadaki dini de birdir. O da İslâm dinidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah nezdinde din İslâmdır." (Al-i İmran, 3/19) Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve size din olarak İslâm’ı beğenip seçtim." (el-Maide, 5/3) O din aşırı gitmek ile kusurlu kalmak arasında, teşbih ile ta’til arasında, Cebriye ile Kaderiye arasında, kendisini emin hissetmek ile ümit kesmek arasında bir yoldur."

Göklerde ve Yerde Allah’ın Dini Birdir
 
***Devamı***

***Devamı***

Göklerde ve Yerde Allah’ın Dini Birdir


Sahih(-i Buharî)de, Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Muhakkak biz peygamberler topluluğuyuz ve bizim dinimiz birdir."[279] Yüce Allah’ın: "Kim İslam’dan başka bir din ararsa o, ondan asla kabul olunmaz." (Al-i İmran, 3/85) buyruğu ise her zaman için umumidir, ancak şer’î hükümlerde çeşitlilik olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." (el-Maide, 5/48)
Buna göre İslam dini Yüce Allah’ın kulları için peygamberleri vasıtasıyla teşri’ ettiğidir. Bu dinin esasları da, fürû’u da peygamberlerden kalan miraslardır. Bu din gayet açıktır. Küçük büyük, fasih olan ve olmayan, zeki olan ve olmayan, mümeyyiz olan her kimsenin en kısa zamanda bu dine girmesi mümkündür. Bundan daha hızlı bir şekilde de bir kelimeyi inkar etmek, yahut yalanlamak, yahut ona karşı çıkmak, yahut Allah’a iftira etmek, yahut Allah’ın buyruğu hakkında şüpheye düşmek, ya da indirdiğini reddetmek, yahut Yüce Allah’ın şüphe edilmemesini emrettiği hususlarda şüphe etmek veya bu kabilden başka herhangi bir tutum dolayısıyla da bu dinden çıkmak söz konusu olabilir.

İslam’ı Öğrenmek Çok Kolaydır


Kitab ve Sünnet İslam dininin apaçık olduğuna, onu öğrenmenin kolay olduğuna, uzaktan gelen bir kimsenin onu öğrenib aynı zamanda geri dönebileceği kadar kolay öğrenilebildiğine delâlet etmektedir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in bu dini öğretirken bir takım lafızlarda farklılık görülmesi, öğrenen kimsenin durumuna göredir.
Çünkü imam b. Sa’lebe ile en-Necdî ile Abdu’l-Kays hey’etleri[280] gibi yurtları uzak olan kimselere Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bilmemeleri uygun olmayacak türden olan hususları öğretmiştir.
Bununla birlikte o, dininin herbir tarafa yayılacağını biliyordu. Onlara gerek duyacakları sair hususlarda, kendilerine dini öğretecek kimseleri göndereceğini de biliyordu. Kaldığı yurdu yakın olup da, tedrici olarak öğrenebilme imkanı olacak şekilde her vakit gelebilen yahut ta peygamberin, bilmesi kaçınılmaz olan hususları bildiğini tesbit ettiği kimselere de yine soru soranın halinin karinesinin delaletine uygun olarak, durumuna ve ihtiyacına uygun şekilde cevab vermiştir. Onun: "Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol,"[281] buyruğu gibi.
Allah’ın izin vermediği bir dini teşri’ eden kimselere gelince şunu bilmek gerekir ki, böyle bir dinin esaslarının Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den da, ondan başka diğer rasûllerden de nakledilmiş olması imkansız bir şeydir. Çünkü böyle bir din batıldır, batılın gerektirdiği şey de batıldır. Nitekim hakkın gerektirdiği şeyin hak olduğu gibi.

İslam Dini Orta Yoldur


Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Aşırı gitmek ile kusurlu kalmak arasındadır" ifadesi ile ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey kitab ehli! Dininizde aşırı gitmeyin, Allah’a karşı hak olandan başkasını söylemeyin." (en-Nisa, 4/171); "De ki: ‘Ey kitab ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın...’" (el-Maide, 5/72)
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan helal ve tertemiz olarak yiyin ve siz iman ettiğiniz Allah’tan korkun." (el-Maide, 5/87-88)
Buharî ile Müslim’de, Âişe -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabından bazı kimseler Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in hanımlarına insanlardan gizli olarak yaptığı ameline dair sorular sordular. Kimileri: Ben et yemiyeceğim, dedi. (Kimileri): Ben de kadınlarla evlenmeyeceğim, dedi. (Bir diğeri): Ben de yatak üzerinde uyumayacağım, dedi. Bu Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e ulaşınca şöyle buyurdu: "Bir takım kimselere ne oluyor ki onların biri böyle, diğeri böyle diyor? Fakat ben hem oruç tutarım, hem yerim, hem uyurum, hem namaz kılarım, eti de yerim, hanımlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir."[282]
Buharî ile Müslim’den başkasında da: "Onun insanlardan gizli yaptığı ibadetine dair soru sordular ve sanki onu azımsar gibi oldular" denilmektedir.

İslam Teşbih İle Ta’til Arasıdır


Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Teşbih ile ta’til arasındadır" ifadesine gelince, daha önceden de açıkladığımız gibi Yüce Allah kendisinin kendi zatını, Rasûlünün de kendisini vasfettiği şekilde vasfedilmeyi -teşbih (benzetmek) söz konusu olmaksızın- sever. O bakımdan O’nun işitmesi bizimki gibidir, görmesi bizimki gibidir ve buna benzer sözler söylenmez.
Ta’til’e (işlevsiz kılmak) de gidilmez, yani O’nun kendi zatını nitelendirdiği herhangi bir sıfat yahut ta insanlar arasında O’nu en iyi bilen Allah Rasûlünün ona izafe ettiği hiçbir sıfat reddedilmez, çünkü bu ta’til dir. Bu hususa dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Bu sözlerinin bir benzeri de daha önceden söylediği: "Her kim (sıfatları) nefyetmekten ve teşbih’ten sakınmayacak olursa, ayağı kayar ve tenzih’i isabet ettiremez" sözleridir.
Bu mana ise Yüce Allah’ın şu buyruklarından anlaşılmaktadır: "Hiçbir şey O’nun gibi değildir. O herşeyi işitendir, herşeyi görendir" (eş-Şura, 42/11) Yüce Allah’ın: "Hiçbir şey O’nun gibi değildir" buyruğu Müşebbihe’nin görüşlerini reddetmektedir. "O herşeyi işitendir, herşeyi görendir" buyruğu da Muattile’nin görüşlerini reddetmektedir.

İslam Cebriye ile Kaderiye Arasında Orta Yoldur


Tahâvî’nin -Allah onarahmet etsin-: "Cebriye ile Kaderiye arasındadır" ifadesinin anlamına dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Oradaki açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, kul fiil ve sözleri hususunda mecbur değildir. Bunlar felç olmuş kimsenin titreme hareketleri ayarında, ağaçların, rüzgarların ve başka şeylerin hareketleri seviyesinde değildir ve bunlar kul tarafından yaratılmış da değildir. Aksine, fiiller kulun fiili ve kesbidir, Yüce Allah’ın da yaratması ile meydana gelir.

İslam Güven Duymak İle Ümit Kesmek Arasıdır


"Güven duymak ile ümit kesmek arasıdır" şeklindeki ifadelerinin dile getirdiği anlam hakkında da açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır. Kulun, Rabbi’nin azabından korkan, rahmetini ümid eden bir halde olması gerekir. Korku ile ümitin kulu Yüce Allah’a giderken ve ahiret yurduna doğru yol alırken, iki kanadı seviyesinde olduğu belirtilmiş idi.

"İşte bu bizim dinimiz, zahiren ve batınen itikadımızdır. Bizler yüce Allah’a, sözünü ettiğimiz ve açıkladığımız hususlara muhalefet eden herkesten uzak olduğumuzu bildiririz. Yüce Allah’tan bizlere iman üzere sebat vermesini ve iman ile hayatımızı sona erdirmesini, cemaate muhalefet eden, dalâlet ile ahidleşmiş bulunan Müşebbihe, Mutezile, Cehmiye, Cebriye, Kaderiye ve diğer çeşitli hevâlardan, farklı farklı görüşlerden ve bayağı mezheblerden muhafaza buyurmasını dileriz. Biz onlardan uzağız, bize göre onlar sapıklıktırlar, bayağıdırlar. (Bunlardan) koruyacak olan ve başarıyı ihsan edecek olan Allah’tır."

Sapık Fırkalardan Uzaklaşma (Teberri)


Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- "işte bu" sözleri kitabın başından itibaren buraya kadar geçen bütün ifadelere bir işarettir.
Müşebbihe’den kasıt, Yüce Allah’ı sıfatları itibariyle mahlukata benzeten kimselerdir. Onların söyledikleri, hristiyanların söylediklerinin aksidir. Çünkü hristiyanlar mahluk’u -ki o İsa -Aleyhisselam-dır- Yüce Halık’a benzetmişler ve onu ilah diye kabul etmişlerdir. Bunlar ise Halık’ı, mahluk’a benzetmişlerdir. Davud el-Cevaribî ve benzerleri gibi.
Mutezile ise Amr b. Ubeyd, Vasıl b. Atâ el-Ğazzal ve onların kanaatlerini kabul eden kimselerin adıdır. Bu isim onlara merhum Hasan el-Basrî’nin vefatından sonra ikinci yüzyılın başlarında cemaatten i’tizal etmeleri (ayrılıp uzaklaşmaları) üzerine verilmiştir. Onlar başkalarından ayrı, kendi başlarına otururlardı. Katade ve başkası da: İşte onlar mutezile (ayrı duranlar)dir, derdi.

Mutezile’nin Beş Esası


Denildiğine göre Mutezile mezhebinin esaslarını ortaya koyan Vasıl b. Atâ’dır. Hasan-ı Basrî’nin öğrencisi Amr b. Ubeyd de ona tabi olmuştur. Harun er-Reşid döneminde de Ebu’l-Huzeyl, Mutezile’ye dair iki kitab telif etmiş ve bunlarda mezheblerinin beş esasını açıklamıştır. Onlar bu beş esaslarına "adl, tevhid, infâdu’l-vaîd, el-menziletu beyne’l-menzileteyn, el-emr bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münker" adını vermişlerdir. Onlar bu beş esasta hakkı batıl’a karıştırmışlardır. Çünkü böyle bir bid’atin özelliği hem hakkı, hem batıl’ı ihtiva etmektir.
Mutezile fiillerde Müşebbihe’dir, çünkü Mutezile Yüce Allah’ın fiillerini kulların fiillerine kıyas etmişler. Kullar tarafından yapılması halinde güzel görülen hususları Allah’tan da güzel görülür, kullar tarafından yapılması halinde çirkin görülen hususları da Allah tarafından yapılması halinde çirkin kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: Allah için şunu yapmak vacibtir, şu işi yapmak caiz değildir. Bunu da fasit bir kıyas’ın gereği olarak ileri sürmüşlerdir.
• İlkelerinden birisi olan adl (adalet)’in mahiyetine gelince: Bunun altına kader’i reddi gizlemişler ve şöyle demişlerdir: Şüphesiz ki Allah şer diye bir şey yaratmaz ve onu hükmetmez. Zira şer yaratacak, sonra da bundan dolayı kullarını azaplandıracak olursa bu bir zulüm olur. Yüce Allah ise adaletlidir, zulmetmez.
Bu bozuk esaslarına binaen Yüce Allah’ın mülkünde, O’nun irade etmediği şeylerin cereyan etmesi gerekir. O bir şeyi irade ettiği halde, o iş olmaz. Bunun ayrılmaz sonucu ise O’nun âcizlik ile vasıflandırılmasıdır. Yüce Allah bundan münezzehtir.
Tevhid ilkesinin altına da Kur’ân’ın yaratılması görüşünü gizlemişlerdir. Çünkü eğer Kur’ân mahluk değilse, kadim olanların birden çok olması gerekir.
Bu bozuk görüşlerine binaen ise Yüce Allah’ın ilim, kudret vs. sıfatlarının da mahluk olduğunu kabul etmeleri yahut ta çelişkiye düştüklerini kabullenmeleri gerekir.
Vaîd’i şöyle açıklarlar: O kullarından herhangi birisine bir vaîd’de (tehditte) bulunacak olursa, onları azablandırmaması ve va’dini yerine getirmemesi caiz değildir. Çünkü o verdiği va’dinde caymayandır. Dolayısıyla -onlara göre- dilediği kimseyi affetmez, istediği kimseye mağfiret etmez.
el-Menziletu beyne’l-menzileteyn: Onlara göre bir kimse büyük bir günah işlerse imandan çıkar, fakat küfre girmez.
Emr bi’l-ma’ruf: Hakkında şöyle derler: Bizim emrolunduğumuz hususları, başkalarına da emretmek ve bizim için bağlayıcı olan hususların başkaları için de bağlayıcılığını sağlamak bizim vazifemizdir. İşte el-emr bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münker denilen şey budur.
Onlar bu ilkelerinin kapsamına zalimlik etmeleri halinde yöneticiler ile savaşarak karşı çıkmanın caiz olduğu hükmünü de sokmuşlardır.
Bu beş şüphenin cevabı ile ilgili açıklamalar da, ilgili yerlerinde daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Mutezile’ye göre tevhid ve adl (adalet) aklî esaslardan olup semin sıhhati ancak bunlardan sonra bilinebilir. Bu hususlara dair semi deliller getirecek olsalar dahi, onlar bu semi delilleri, semi delillere olan itimad ve güvenlerinden dolayı değil, aklî kanaatlerini pekiştirmek için zikrederler ve şöyle derler: Bu husus sem ile sabit olmamaktadır, aksine bu hususa dair bilgi naklin sıhhatine dair bilgiden öncedir.
Kimileri de bu semi delilleri esaslar ile ilgili olarak söz konusu etmez. Zira onlara göre bunların bir faydası yoktur. Kimileri de sadece semin akla uygunluğunu açıklamak ve onlara güvenip dayanmak maksadıyla değil de insanların bu delillerle konuya daha bir ısınmalarını sağlamak maksadıyla zikrederler.
Onlara göre Kur’ân-ı Kerîm ile hadis bu hususlarda aranan asgari şahit miktarından daha aşağıdaki şahitler seviyesindedir. Kendilerine ihtiyaç bulunmayan askeri gücün daha sonra gelip yardıma katılması ve bir kimsenin hevâsına tabi olurken, şeriatın da onun hevâsına uygun gelmesi seviyesindedir.
Ömer b. Abdu’l-Aziz der ki: Sen hevasına uygun düştüğü vakit hakka tabi olan, hevâsına muhalefet ettiği vakit ona muhalefet eden bir kimse olma. Çünkü o takdirde sen hakka muvafakat ettiğin için mükafat kazanmazsın. Ancak hakkı terkettiğinde, ettiğin kadarıyla cezalandırılırsın, çünkü sen her iki halde de aslında sadece hevâna tabi olmuşsun.
Ameller niyetlere olduğuna göre ve her kişiye ancak niyet ettiğinin karşılığı verileceğine göre, amel de o ameli işleyenin maksat ve iradesine tabi bulunduğuna göre, güçlü itikadın arkasından da aynı şekilde buna dair bir bilgi ve buna dair tasdik gelmelidir. Eğer bu ilim ve tasdik imana tabi ise, bu da imandandır.
Nitekim salih amel, salih bir niyet ile yapılırsa salih olur, aksi takdirde olmaz. Mutezile arasında pek çok zındıklar olduğu gibi, yine onların aralarında güzel bir iş yaptıklarını zannetmekle birlikte dünya hayatında yaptıkları boşa gitmiş olanlar da vardır.

Cehmiye


Cehmiye, Cehm b. Safvân et-Tirmizî’ye müntesib olanlardır. Sıfatları nefyetmeyi ve ta’tili açıkça dile getiren odur. O ise bu kanaatleri Abdullah b. Halid el-Kasrî’nin, Vasıt’ta kurban niyetine kestiği el-Câd b. Dirhem’den almıştır. Halid b. Abdullah kurban bayramı günü insanlara hutbe irad ederken şöyle demişti: Ey insanlar! Kurbanlarınızı kesiniz, Allah keseceğiniz kurbanları kabul buyursun. Ben de el-Câd b. Dirhem’i kurban edeceğim, çünkü o Yüce Allah’ın İbrahim’i halil edinmediğini, Musa ile özel bir şekilde konuşmadığını iddia etmektedir. Yüce Allah el-Câd’in söylediğinden çok yüce ve münezzehtir. Daha sonra minberden inip, el-Câd’ı boğazladı. Bunu ise çağdaşı ilim adamlarından fetva aldıktan sonra yapmıştır ki bunlar da selef-i salih’tirler. -Yüce Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun.-
İşte Cehm, el-Câd’den sonra Horasan’da ortaya çıkmış ve orada onun görüşlerini açığa vurmuştur. Bir takım insanlar da bu görüşleri benimseyerek ona uymuşlardır. Rabbi hususunda şüphe ettiği için kırk gün namazı terkettikten sonra bu açıklamalarda bulunmuştur. Bu şüpheye düşmesi ise bir takım müşrik’lerle tartışmasından sonra olmuştur. Bunlar da Hind filozoflarından es-Sümeniyye diye adlandırılırlar. Bunlar maddi olarak hissedilenler dışındaki şeylerin bilgisini inkar ederler.
Cehm’e şöyle demişlerdi: Senin tapındığın bu Rabbin görülür, koklanır, tadına bakılır yahut elle kendisine dokunulabilir bir şey midir? O: Hayır, deyince, onlar da: O halde O yoktur. Bunun üzerine kırk gün süreyle hiçbir şeye ibadet etmeksizin durdu. Daha sonra kalbinde ibadet edeceği bir ilahın bulunmamasının boşluğunu hissetti, şeytan da onun içine fikriyle yonttuğu bir itikad nakşetti ve o da: Mutlak bir varlık vardır, deyip bütün sıfatları reddetti ve bu görüşleriyle de el-Ca’d’a katılmış oldu.
Şöyle de denilmiştir: el-Ca’d, Harran’lı Sabiî filozoflarla ilişkiye geçmişti. O aynı şekilde dinlerini tahrif eden ve Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-i büyüleyen, büyücü Lebîd b. el-A’sam ile bağlantıları bulunan ve dinlerini tahrif eden bir takım yahudilerden bazı şeyler de öğrenmişti. Cehm, Horasan’da Selm b. Ahvez tarafından öldürülmüştür, ancak o sırada görüşleri insanlar arasında yaygınlaşmış idi, mutezile’de ondan sonra onun bu görüşlerini taklid ettiler. Fakat Cehm, Mutezile’ye göre ta’til’de daha ileri dereceye gitmişti. Çünkü o hakiki isimleri de inkâr ediyordu. Ancak Mutezile hakiki isimleri değil sadece sıfatı inkâr ederler.
İlim adamları Cehmiye’nin, acaba bunlar yetmiş iki fırkanın içinde midirler, değil midirler? hususunda görüş ayrılığı halindedirler. Bu hususta onların iki görüşleri vardır: Onların yetmiş iki fırka içerisinde bulunmadıklarını söyleyenler arasında Abdullah b. el-Mübarek ile Yusuf b. Esbat da vardır.
Cehm’in bu görüşü İmam Ahmed b. Hanbel ile sünnet-i seniye’nin diğer ilim adamlarının mihnete uğramasından itibaren yaygınlık kazanmıştır. Çünkü onlar Me’mun’un emirliğinden itibaren güçlenmiş ve sayıca çoğalmışlardır. Çünkü o da Horasan’da bir süre ikamet etmişti. Onlarla bir araya gelmiş, sonra da 218 yılında Tarsus’tan mihnete dair mektub yazmış ve o senede ölmüştü.
Bunun üzerine İmam Ahmed’i, Bağdat’ta 220 yılına kadar tekrar hapse koymuşlardı. O dönemde de Ahmed b. Hanbel’in, Mu’tasım tarafından mihnete uğratılması gerçekleşmiş ve kelâm sıfatı ile ilgili olarak onlarla tartışmaya girişmişti.
Onların ileri sürdükleri delilleri tek tek çürütüp bu hususlarda onların herhangi bir delillerinin bulunmadığını, insanlardan kendilerine muvafakat etmelerini isteyip, bu uğurda onları mihnete tabi tutmalarının bir cahillik ve bir zulüm olduğunu ortaya koymuştur.
Mu’tasım onu serbest bırakmak istemiş ancak onun yakınlarından birisi maslahatın onu sopalamak olduğu görüşünü belirtmiştir. Böylece ardı arkasına halifeliğin saygınlığının zedelenmesinin önleneceğini belirtmiştir. Onu dövmeye başlamaları üzerine bu sefer herkes bundan dolayı kızıp öfkelenmeye başladı. Yönetim de bundan korkunca onu serbest bıraktı. Buna dair açıklamalar tarih kitaplarında mevcuttur.
Cehm’in tek başına savunduğu kanaatlerden birisi de şudur: Cennet ile cehennem yok olurlar. İman sadece bilgidir, küfür de yalnızca cehaletten ibarettir. Hakikatte hiç kimsenin bir fiili yoktur, yalnız Allah’ın fail oluşu söz konusudur. İnsanların fiilleri, insanlara nisbet etmeleri mecazidir. Ağaç hareket etti, felek (yörünge) deveran etti, güneş batıya kaydı, demeye benzer.
Nakledildiğine göre Ebu Hanife’ye -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- araz ve cisimler hakkında söylenen sözlere dair soru sorulmuş, şu cevabı vermiştir: Allah Amr b. Ubeyd’e lanet eylesin. Bu hususta söz söyleme kapısını ilk açan kişi odur.

Cebriye


Önceden de geçtiği üzere Cebriye’nin görüşlerinin esası el-Cehm b. Safvan’a dayanır. Onlara göre kulun fiili, uzunluğu, boyu, posu ve rengi seviyesindedir. Onlar Kaderi reddeden Kaderiye’nin aksi konumdadırlar. Kaderiye’nin kadere nisbet edilmeleri onu nefyetmelerinden ötürüdür. Nitekim Mürcie de ircaı nefyettikleri için bu adı almışlardır. Onlara göre hiç kimse Allah’ın emrine murce’ (bırakılmış, havale edilmiş) değildir. O, onları ya azablandırır yahut tevbelerini kabul eder.
Cebriye ’ye de bazen Kaderiye adı verildiği olur, çünkü Cebriye de kaderi kabullenmekte aşırıya gitmişlerdir. Nitekim va’d ile vaid namına hiçbir şeyi kabul etmeyenlere de bu ismin verildiği olmaktadır. Bunlar ise her işi irca’ etmekte aşırıya giderler. Onlar tevbe edenin, sevab kazanacağını kesin söylemezler, tevbe etmeyenin ceza göreceğini de kesin söylemezler. tıpkı muayyen bir kimse hakkında kesin bir kanaat belirtmedikleri gibi.
İlk Mürcie mensubları Osman ve Ali -Radıyallahu anh-ın durumlarını da ircâ’da bulunurlar ve ne mü’min olduklarına ne de kâfir olduklarına şehadet ederlerdi.
Kaderiye’nin yerilmesi ile ilgili bir takım hadisler rivayet edilmiştir ki, hadis alimleri bunların sıhhati hususunda bir takım tenkidlerde bulunmuşlardır. Sahih olan bu hadislerin -Harici’lerin zemmedilmesine dair varid olmuş hadislerden farklı olarak- mevkuf olduklarıdır. Çünkü Hariciler’in yerilmesi ile ilgili sadece sahih hadis kitaplarında on hadis yer almaktadır. Buharî bunların üçünü rivayet etmiş, diğerlerini de Müslim rivayet etmiştir.
Ancak Kaderiye’nin mecusilere benzerlikleri açıkça ortadadır. Çünkü Mecusiler iki yaratıcının varlığına inanmışlardır. Kaderiye de (biri Allah, diğeri fiillerini yaratan kul olmak üzere) iki yaratıcının varlığına inanırlar.
Birbirinin zıttı olan bu bid’atler ümmet arasındaki çeşitli zamanlarda ortaya çıkmış fitnelerden meydana gelmiştir. Buharî’nin, Sahih’inde Said b. el-Müseyyeb’den zikrettiğine göre o şöyle demiştir: Birinci fitne yani Osman’ın öldürülmesi fitnesi meydana geldi. Bedir ashab’ından kimseyi geri bırakmadı. Sonra ikinci fitne -el-Harre fitnesini kastediyor- meydana geldi. Bu fitne sonunda da Hudeybiye’ye katılanlardan hiç kimse kalmadı. Sonra üçüncü fitne meydana geldi, insanların başında akıl diye bir şey bırakmadı.[283]
Haricilerle, Şia birinci fitnede ortaya çıktılar. Kaderiye ile Mürcie ikinci fitnede, Cehmiye ve benzerleri ise üçüncü fitneden sonra ortaya çıktılar.
İşte böylelikle dinlerini bölük pörçük edip kendileri de fırkalara ayrılan bu kimseler bid’ate karşılık bid’atle ortaya çıktılar.
Bunların ilki Ali hususunda aşırıya kaçtılar, diğerleri ise onu tekfir edecek noktaya vardılar. Onların kimileri vaîd’de öyle aşırıya gittiler ki kimi mü’minlerin ebedi cehennemde kalacağını söyleyecek hale geldiler, diğerleri vâd’de o kadar aşırıya gittiler ki artık vaîd diye bir şeyin olmadığını kısmen dahi olsa kabul etmeyecek hale geldiler. Bunlardan da kasıt Mürcie’dir.
Kimileri sıfatları nefyedecek hale gelinceye kadar tenzihte aşırıya giderken, diğerleri teşbihe düşünceye kadar sıfatları isbatta aşırıya gittiler.
Bunun sonucunda meşru olmayan bir takım delil ve meseleleri bid’at olarak ortaya koymaya başladılar. Meşru olan emirden ve işlerden de yüz çevirir oldular. Bu bid’at görüşleri savunanlar arasında daha önce gelmiş olan yahudi, hristiyan, mecusî ve sabiî’lerin bir takım görüşlerinden de istifade ettiler.
Çünkü bunlar onların kitaplarını okudular, bunun sonucunda onların sapıklıklarından öğrendiklerinin bir bölümünü kendilerinin gündeme getirdikleri mesele ve delilleri arasına kattılar. Kimi zaman aldıkları bu görüşleri lafzen değiştirdiler, kimi zaman da mana itibariyle değiştirdiler. Böylelikle hakkı batıl’a karıştırdılar. Peygamberlerinin getirmiş olduğu hakkı gizlediler, tefrika’ya düştüler, ihtilaf ettiler. İşte o vakit de cisim, araz, tecsim ile ilgili kabul ve red çerçevesinde görüşler belirttiler.

Sapıklığın Sebebi Sırat-ı Müstakîm’den Uzaklaşmaktır


Bu fırkaların ve benzerlerinin sapıtmalarının sebebi ise Yüce Allah’ın bizlere kendisine tabi olmamızı emretmiş olduğu sırat-ı müstakîm’den sapmaktır, uzaklaşmaktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki bu Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, başka yollara uymayın, sonra sizi O’nun yolundan ayırırlar." (el-En’âm, 6/153); "De ki: ‘İşte bu benim yolumdur. Ben (insanları) Allah’a bir basiret üzere davet ediyorum; Ben de, bana uyanlar da...’" (Yusuf, 12/108)
Görüldüğü gibi Yüce Allah "kendi yolunu: sırat ve sebil" tekil olarak zikrederken, ona muhalif olan "yolları: es-subul" çoğul olarak zikretmiştir.
İbn Mes’ud -Radıyallahu anh- dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- önümüze bir çizgi çizdi ve: "Bu, Allah’ın yoludur." dedi. Sonra o çizginin sağında ve solunda bir takım çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu: "Bunlar da değişik bir takım yollardır. Bu yolların herbirisinin başında ona davet eden bir şeytan vardır." Daha sonra Yüce Allah’ın: "Şüphesiz ki bu Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, başka yollara uymayın. Sonra sizi O’nun yolundan ayırırlar. İşte sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye etti" (el-En’âm, 6/153) buyruğunu okudu.[284]
İşte buradan şunu anlıyoruz: Kulun Rabbinden dosdoğru yola iletilmeyi istemesi her türlü zorunlu ihtiyacın da üstündedir. Bundan dolayı Yüce Allah namazda herbir rek’atte Fatiha’yı okumayı teşri’ buyurmuştur. Bu Fatiha’nın okunması, bu husustaki ilim adamlarının farklı görüşlerine göre ya farz ya da vacib’tir. Buna sebeb kulun bu çok değerli, en üstün ve en şerefli ihtiyacı kapsayan böyle bir duaya muhtaç oluşudur. Yüce Allah bize: "Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğramışlarınkine de, sapıklarınkine de değil" (el-Fatiha, 1/6-7) diye dua etmeyi emretmiştir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den de: "Yahudiler kendilerine gazab edilmiş olanlar, hristiyanlar da sapıtmış olanlardır" dediği sabittir.[285]
Sahih(-i Buharî)de de sabit olduğuna göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Sizden öncekilerin yollarını karış karış izleyeceksiniz. Öyle ki bir kertenkele deliğine girecek olsalar dahi siz de oraya gireceksiniz." Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar yahudilerle, hristiyanlar mıdır? diye sormuşlar. O da: "Başka kim olabilir ki" diye buyurmuştur.[286]
Seleften bazıları şöyle demiştir: İlim adamlarından olmakla birlikte sapanlarda, yahudilerden bir takım şüpheler vardır. İbadete kendilerini vermiş olanlar arasından sapanlarda da hristiyanların bir takım şüpheleri vardır.
İşte bundan dolayı kelâm ehli arasından sapanların çoğunu teşkil eden Mutezile ve benzerlerinde yahudilerinkini andıran bir takım şüpheler vardır. Öyleki yahudi ilim adamları, Mutezile’ye mensub ileri gelen ilim adamlarının kitablarını okuyorlar, onların yöntemlerini güzel bulup benimsiyorlar. Aynı şekilde ileri gelen Mutezile ilim adamları da yahudilere meyleder ve onları hristiyanlara tercih ederler.
İbadete kendilerini veren sapık bir takım mutasavvıf ve benzerlerinde ise hristiyanların şüphelerini andıran şüpheler vardır. Bundan dolayı bunlar da bir çeşit ruhbanlığa ve hulul, ittihad ve buna benzer kanaatlere meyl ederler. Kelâmı ve kelâmcıları da zemmederler. Onların ileri gelen ilim adamları da bunların izledikleri yolu ayıplarlar. Sema’, vecd ve bunların ortaya koymuş oldukları fazla zahidlik ve ibadetin yerilmesine dair de kitaplar yazarlar.

Sapıklık Fırka’larının Vahye Karşı Tutumları


Sapıklık fırkalarının vahye karşı biri tebdil yolu, diğeri de techil (cahil bırakma) yolu olmak üzere iki yöntemleri vardır. Tebdil yapanlar da iki türdür. Vehm ve tahyil (hayallendirme) ehli kimseler ile tahrif ve te’vil yapan kimseler.
Vehm ve tahyîl yapanlar der ki: Peygamberler Allah’tan, ahiret gününden, cennet ve cehennem’den, durumun gerçek vaziyetine uymayan bir takım hususlarla haber vermişlerdir. Onlar durumu gerçeği gibi haber vermek yerine Allah’ın büyük bir şey olduğunu, bedenlerin tekrar diriltileceğini, onların maddi bir takım nimetlere ve maddi ve hissedilir bir takım cezalara ma’ruz kalabileceklerini hayallerinde canlandıracak ve vehmetmelerini sağlayacak bir şekilde hitab etme yolunu seçmişlerdir. Durum böyle olmamakla birlikte cumhur’un maslahatı böyle bir yolu seçmeyi gerektirmektedir, yalan dahi olsa. Bu cumhur’un faydasına söylenmiş bir yalandır. İşte İbn Sina ve onun benzerleri "Kanun"larını bu esasa bina ederek ortaya koymuşlardır.
Tahrif ve te’vil ehline gelince: Bunlar şöyle derler: Peygamberler bu sözleriyle bizatihi hakkı olduğu şekliyle haber verme maksadını gütmemişlerdir. Hak gerçek mahiyeti itibariyle bizim akıllarımızla bilip öğrendiğimiz şeydir.
Bundan sonra bu görüşleri artık çeşitli te’vil yollarıyla kendi kanaatlerine uygun düşecek şekilde te’vil etmek için olanca gayretlerini harcarlar. İşte bundan dolayı onların önemli bir çoğunluğu açıktan açığa te’vil lafzını zikretmez, bunun yerine: Şu kastedilmiş olabilir, demek yolunu seçerler. Bunların bütün bilgileri ise lafzın ihtiva etmesi muhtemel olan manadan ibarettir.
Techil ve tadlîl ehli kimselere gelince, bunların görüşlerinin gerçek mahiyeti şudur: Peygamberlere tabi olanlar cahil ve sapık kimselerdir. Bunlar Allah’ın kendi zatını vasfetmiş olduğu âyetlerden ve peygamberlerin buyruklarından Allah’ın neyi murad ettiğini bilmezler deyip sözlerini şöyle sürdürürler: Nass’ın Allah’tan başka hiçbir kimsenin, ashab ve onlara güzel bir şekilde tabi olanlar şöyle dursun, Cebrail’in de, Muhammed’in de sair peygamberlerin de bilemeyeceği bir te’vilinin olması mümkündür. Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-: "Rahman Arş’a istiva etti." (Tâhâ, 20/5); "Güzel söz yalnız O’na yükselir." (Fatır, 35/10); "Kendi ellerimle yarattığıma secde’den seni ne alıkoydu?" (Sad, 38/75) buyruklarını okurdu ama bu âyet’lerin ne manaya geldiğini bilmezdi. Aksine bu buyrukların delâlet ettiği manayı Allah’tan başkası bilemez, derler ve selef’in yolunun bu olduğunu zannederler.
Kimileri de şöyle der: Bu buyruklardan kasıt, zahirinden anlaşılan medlul değildir, bunların maksadını kimse bilemez. Tıpkı kıyametin ne zaman kopacağının bilinemeyeceği gibi.
Bazıları da şöyle der: Bu gibi buyruklar zahirleri gibi kabul edilir ve zahirlerine göre yorumlanırlar. Bununla birlikte bunların te’vilini Allah’tan başkası bilemez. Böylelikle bu görüşün sahipleri bir taraftan zahirlerine muhalif bir te’villerinin bulunduğunu söylerken, bununla birlikte: Bunlar zahirlerine göre yorumlanır, diyerek çelişkiye düşmektedirler.
Bunların görüşlerinin ortak noktası şudur: Rasûl -kendilerinin- müşkil ya da müteşabih kabul ettikleri nasslardan neyin kastedildiğini açıklamamıştır. Bundan dolayı onların herbir kesiminin müşkil kabul ettiği nasslar diğer bir kesimin müşkil kabul ettiğinden farklıdır.
Kimileri de yine: Bunların manaları bilinmez der ve bunların arasından bazıları şu kanaati ileri sürer: “Bunların ilmini peygamber açıklamamıştır. Bunun yerine, bunları açıklamayı aklî delillere ve bu nassları te’vil etmek yolunda ilimde olanca gayretini harcayan kimselere havale etmişlerdir. Bunların da ortak noktası şudur: Rasûl bilmezdi yahut bildirmedi. Biz hakkı akıllarımızla biliriz, sonra da Allah Rasûlünün kelamını aklımızla kavradıklarımıza uygun şekilde yorumlarız. Peygamberler ve peygamberlere tabi olanlar aklî bilgileri bilemezler, sem’î bilgileri de kavrayamazlar.”
Bütün bunlar ise doğru yoldan bir sapmadır ve başkalarını saptırmadır.
Yüce Allah’tan, kabul edeni cehenneme kadar götüren bu aslı astarı olmayan görüşlerden kurtarıp esenlik ve afiyet ihsan etmesini dileriz.
Onların vasfedegeldiklerinden münezzeh olan, izzetin Rabbi olan senin Rabbin, her türlü eksiklikten münezzehtir. Selam olsun peygamberlere; hamdolsun âlemlerin Rabbi Allah’a.
 
***Son***Slm Aleykum:

***Son***Slm Aleykum:

[1] Buhârî, Halku Ef'âli'l-İbâd, s.69.

[2] Buhârî 3654; Müslim 2382, 2383; Tirmizî 3656; İbn Mâce 93; Müsned, I, 377, 379, 409, 433.

[3] Müslim 532.

[4] Müslim 532

[5]. Ebû Dâvûd 1522; Müsned, V, 245, 247.

[6] Buhârî 3662, 4358; Müslim 2384; Tirmizî 3885

[7] Buhari 50, 4777; Müslim 8,9; Ebû Dâvûd 4695; Tirmizî 2610; Nesaî, VIII, 101-103; İbn Mâce 63, 64; Müsned, I, 28, 51, 52, II, 426…

[8] Buhârî 4008, 5008, 5009, 5040, 5051; Müslim 808.

[9]Müslim 806.

[10]Tirmizî, 2312; İbn Mâce 4190; Müsned, V, 173.

[11] Buhârî ve Müslim ile diğer kaynaklarda yer alan uzunca "İsrâ Hadisi"nden bir bölüm.

[12] Buhârî 391

[13] Buhârî 2410, 3476, 5062; Müsned, I, 393.

[14] Buhârî 4987.

[15] Câmiu'l-Beyân, I, 56-59.

[16] ez-Zehebî, el-Uluvv, s. 140.

[17] Ebû Dâvûd 4901.

[18] Buhârî 3481, 7506; Müslim 2756.

[19] Buhârî 6780.

[20] Buhârî 48, 6044, 7076; Müslim 64.

[21] Buhârî 4403, 6166, 6785, 7077; Müslim 66, 120.

[22] Buhârî 6103.

[23] Buhârî 34, 2459, 3178; Müslim 58.

[24] Buhârî 2475, 5578, 6772, 6810; Müslim 57.

[25] Müslim 82.

[26]Ebû Dâvûd 3904; Tirmizî 135.

[27] Müsned, II, 69, 87, 125; Ebû Dâvûd 3251; Tirmizî 1535; Hâkim, el-Müstedrek, I, 18.

[28] Müslim 67; Müsned, II, 377, 441, 496.

[29] Buhârî 2449, 6534; Tirmizî 2419.

[30] Müslim 2581.

[31] Bk. Buhârî 40, 4486.

[32] Tirmizi 3050, 3051.

[33] Tirmizi 3175; İbn Mâce 4198; Müsned, VI, 159, 205.

[34] Tirmizî 1987; Müsned, V, 153, 158.

[35] Buhârî 5641, 5642; Müslim 2573.

[36] Buhârî 2440, 6535; Müsned, III, 13, 57, 63, 74.

[37]Müsned, III, 491; IV, 106.

[38] Müslim 2877; Ebû Dâvûd 3113; İbn Mâce, 4167; Müsned III, 293.

[39] Buhârî 425.

[40] Müslim 29.

[41] Sahih bir hadis olup, ileride kaynakları gösterilecektir.

[42] Buhârî 3470; Müslim 2766.

[43]Buhârî 3467; Müslim 2245.

[44] Buhârî 2475, 5578, 6772, 6810; Müslim 57; Ebû Dâvûd 4689; Tirmizî 2625; İbn Mâce 3936; Nesaî VIII, 64, 65, 313; Müsned, II, 243, 317, 376, 386, 479.

[45] Ebû Dâvûd 4690

[46] Buhârî 6243, 6612; Müslim 2657; Müsned, II, 276; Ebû Dâvûd 2152.

[47] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, XI, 22.

[48] Buhârî 9; Müslim 35; Ebû Dâvûd 4676; Tirmizî 2614; İbn Mâce 57.

[49] Ebû Dâvûd 2682; Tirmizî 1163; Müsned, II, 250, 472, 527.

[50] Ebû Dâvûd 4161; İbn Mâce 4118.

[51] Müslim 49; Ebû Dâvûd 1140, 4340; Tirmizî 2172.

[52] Müslim 50; Müsned, I, 458, 461, 462.

[53] Müsned, III, 438, 440; Ebû Dâvûd 4681.

[54] Buhârî 52; Müslim 1599; İbn Mâce 3984.

[55] Müslim 79.

[56] Buhârî 15; Müslim 44; Müsned, III, 207, 275, 278.

[57]İbn Ebi Şeybe, İman 108; el-Musannef, XI, 26.

[58] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebir, 8549; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 185.

[59] Buhârî, İman bölümünün başlarında; İbn Ebî Şeybe, İman 105.

[60] İbn Ebî Şeybe, İman 116; el-Musannef, XI, 43.

[61] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, XI, 43.

[62] "İcmâlî ve Tafsilî Bakımdan İmanın Artışı" başlığında zikredilen bu hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir.

[63] Müslim 54.

[64] Müslim 101.

[65] Buhârî 53, 87, 523, 1398, 3095, 4368, 4369; Müslim 17l.

[66] Müsned, III, 135.

[67] Daha önce kaynakları ile birlikte geçmişti.

[68] Müslim 8; Ebû Dâvûd 4695; Nesaî, VIII, 97-101; İbn Mâce 63.

[69] Buhârî 1120, 6317, 7385, 7442, 7499; Müslim.

[70] Buhârî 37, 1478; Müslim 150.

[71] Müsned, IV, 114.

[72]Müslim 249; Ebû Dâvûd 3237; İbn Mâce 4306.

[73] Müslim 1110; Ebû Dâvûd 2389; Muvatta, I, 289; Müsned, VI, 67, 156, 245.

[74] Ebû Nuaym, Hilye, IX, 106; İbn Asâkir, Tarihu Dimaşk, VI/X, 2; Beyhakî Menâkıhu'ş-Şâfiî, I, 474.

[75] Buhârî 1, 54, 2529, 3898, 5070, 6689, 6953; Müslim 1907; Ebû Dâvûd 2201; Tirmizî1647; İbn Mâce 2427; Nesahi, I, 58-60, VI, 158-159, VII, 13...

[76] Buhârî 2535, 6756; Müslim 1506.

[77] Buhârî 5109, 5110; Müslim 1408; Muvatta, II, 532.

[78] Buhârî 2645, 5100; İbn Mâce 1938.

[79] Buhârî 403, 4488, 4490-4494, 5251; Müslim 526.

[80] Buhârî 34, 2459, 3178; Müslim 58; Ebû Dâvûd 4688; Tirmizî 2632; Nesaî, VIII, 117; Müsned, II, 189.

[81]Buhârî 9; Müslim 35; Ebû Dâvûd 4676; Tirmizî 2614; İbn Mâce 57; Müsned, II, 414, 445.

[82] Buhârî 7510; Müslim 193, 326; İbn Mâce 4312; Müsned, III, 116, 244, 247, 248.

[83] Buhârî 6502.

[84] İbn Mâce 4220.

[85]Müsned, V, 411.

[86] Buhârî 50, 4777; Müslim 8, 9; Ebû Dâvûd 4695; Nesâî, VIII, 97, 101-103; İbn Mâce 63, 64; Müsned, I, 28, 51, 52.

[87] Müslim 726.

[88] Müslim 727.

[89] Buhârî 53, 87, 523, 1398, 3095, 4368, 4369, 6176, 7266, 7556; Müslim 17; Tirmizî 2611; Ebû Dâvûd 3692; 4677; Nesai, VIII, 120, 323; Müsned, I, 228.

[90] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, II, 185.

[91] Müslim 771; Ebû Dâvûd 760; Tirmizî 3422; Nesaî II, 130.

[92] Buhârî 799; Nesaî, II, 196; Ebû Dâvûd 770; Müsned, IV, 340; Muvatta, I, 211, 212.

[93] Müslim 876, 477; Ebû Dâvûd 846, 847; Müsned III, 87, IV, 353, 354, 356; Nesaî, II, 198, 199; Tirmizî 3541; İbn Mâce 878.

[94]el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 176.

[95] Bk. İbn Hacer, et-Telhis, II, 43; İbn Şeybe, el-Musannef, II, 378; Beyhakî, es-Sunenu'l-Kubrâ, III, 122.

[96] Buhârî 694.

[97] Buhârî 695.

[98] Buhârî 694.

[99] Ebû Dâvûd 3199; İbn Mâce 1497.

[100] Aşere-i Mübeşşere, yani Hz. Peygamber tarafından cennetlik oldukları ismen belirtilmiş on sahabi Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas, Said b. Zeyd, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve ez-Zubeyr b. el-Avvâm -Radıyallahu anh- dır.

[101]Buhârî 6878; Müslim 1676; Ebû Dâvûd 4352, 4353; Tirmizî 1403; Nesaî, VII, 90, 91, 101, 102, VIII, 13, 23; İbn mâce 2534; Müsned, I, 382, 428, 444, 465, VI, 181.

[102] Buhârî 7137; Müslim 1835.

[103] Müslim 648, 1837; İbn Mâce 2862.

[104] Buharî 693, 696, 7142; Müsned, III, 114; İbn Mâce 2860

[105] Buhârî 2955, 7144; Müslim 1839.

[106] Buhârî 3606, 7084; Müslim 1847.

[107] Buhârî 7053, 7054, 7143; Müslim 1849.

[108] Müsned, IV, 130, 202, V, 344.

[109] Müslim 1855; Müsned, VI, 24, 28.

[110]Müslim 1855; Müsned, VI, 24, 28.

[111] Tirmizî 2676; Ebû Dâvûd 4603; İbn Mâce 42; Müsned, IV, 126, 127.

[112] Müsned, III, 120, 145; İbn Mâce 3992.

[113] Tirmizî 2641.

[114] Ebu Nuaym, Hilye, I, 305.

[115] Buhârî 16, 21, 6941; Müslim 43.

[116] Buhârî 6502.

[117] Buhârî 1384, 6599, 6600; Müslim 2659.

[118] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, 82.

[119] Müsned, IV, 191; İbn Huzeyme 163; Dârakutnî, I, 95; Beyhakî, I, 70. Ayrıca: Buhârî 60, 96, 163, 165; Müslim 241, 242; Ebû Dâvûd 97; Nesaî, I, 77; Tirmizî 41; İbn Mâce 451, 453, 454; Müsned, II, 193, 201, 205, 211, 226, 451, III, 316, VI, 112, 192, 258.

[120] Müslim 1855; Müsned, VI, 24, 28; Beyhakî, VII, 158.

[121] Buhârî 555, 3223, 7429, 7486; Müslim 632; Nesaî, I, 240, 241; Muvatta, I, 170; Müsned, II, 257, 312, 486.

[122] Tirmizî 2800.

[123] Müslim 2814; Müsned, I, 385.

[124] Buharî 7501; Müslim 128.

[125] Müslim 129; Müsned, II, 315.

[126] Müsned, IV, 287, 295-296; Ebû Davûd 4753.

[127] Buhârî 1338, 1374; Müslim 2870.

[128] Buhârî 216, 218, 1361, 1378, 6052; Müslim 292.

[129] Bu Peygamber'e has bir özellik olarak vârid olmuştur: Ebû Dâvûd 2041.

[130] Buhârî 1338, 1346; Müslim 2870.

[131] Müslim 2870; Müsned, V, 190.

[132] Bk. Buhârî 4936, 5301, 6503; Müslim 295.

[133] Buhârî 4814, 4935; Müslim 2955.

[134] Müslim 2577.

[135] Buhârî 103, 4939, 6536, 6537; Müslim 6876.

[136] Buhârî 2411, 3408, 6517, 6518, 7428; Müslim 2373; Ebû Dâvûd 4671; Müsned, II, 264.

[137] Buhârî 2412, 3298, 4238, 6916, 6917, 7427; Müslim 2374.

[138] Tirmizî 2427; İbn Mâce 4277; Müsned, IV, 414.

[139] Müslim 315.

[140] el-Haysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 340-343.

[141] Müslim 2496.

[142] Tirmizî 2639; İbn Mâce 4300; Müsned, II, 213.

[143] Tirmizî 2639; Müsned, II, 221-222.

[144] Buhârî 4729; Müslim 2785.

[145] Müsned, I, 420, 421; Taberânî 8452.

[146] Müslim 223; Tirmizî 3512; Müsned, V, 342.

[147] Buhârî 6406, 6687, 7563; Müslim 2694.

[148] Müsned, II, 423.

[149] Buhârî 4730; Müslim 2849.

[150] Buhârî 3207, 3787; Müslim 164.

[151] Muvatta, I, 239; Buhârî 1379; Müslim 2866.

[152] Müsned, IV, 287, 295-296; Ebû Dûvûd 4753

[153] Buhârî 1212; Müslim 901.

[154] Buhârî 1052; Müslim 907.

[155] Müslim 426.

[156] Muvatta, I, 240; Tirmizi 1641; Nesai, IV, 108; İbn Mâce 1449; Müsned, III, 455, 456, 460, Vı, 386.

[157] Ebû Dâvûd 4744; Tirmizî 2563; Nesaî, VII, 3-4; Müsned, II, 332, 354.

[158] Tirmizî 3458.

[159] Tirmizî 3460, 3461.

[160] Müslim 3836; Müsned, II, 370, 407.

[161] Müslim 2837.

[162]Buhârî 4730; Müslim 2849; Müsned, III, 9.

[163] Bu nakillerin kaynakları ve sıhhat dereceleri ile ilgili etraflı açıklamaları; tercümesini sunduğumuz "Tehzib"in esas şerhini tam olarak yayınlayan ve tahkik eden Dr. et-Türkî ile Şuayb el-Arnavut'un orada kayd ettikleri noktta görmek mümkündür.
Bu nottaki açıklamalardan anlaşıldığına göre; adı geçen bütün sahabilere bu hususta nisbet edilen rivâyetlerin senetleri zayıf olup bu konuda delil olabilmeye elverişli değildir. (s.626-627)

[164] Müslim 987; Ebû Dâvûd 1658; Nesaî, V, 12-14.

[165] Ancak bu buyrukta söz konusu edilenler cennetliklerdir. -Çeviren-

[166] Müslim 2662; Ebû Davûd 4713; Nesaî, IV, 57; İbn Mâce 82.

[167] Bu hususta geniş açıklamalar için Kurtubî, el-Câmi'li Ahkami'l-Kur'ân, I, 160'a bakınız.

[168] Buhârî 5673, 6363; Müslim 2816; İbn Mâce 4201; Müsned, II, 235, 256.

[169] Buhârî 5951, 7558; Müslim 2108.

[170] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 127.

[171] Müslim 2577, Müsned, V, 160.

[172] Ebû Dâvûd 4699; İbn Mâce 77.

[173] Buhârî 5673, 6363, 6464, 6467; Müslim 2816, 2818; Müsned, II, 235, 256..., III, 52, 337, 362, VI, 125.

[174] Buhârî 834, 6326, 8388; Müslim 2705.

[175]Müslim 1631; Tirmizî 1376; Ebû Dâvûd 2880; Nesaî, VI, 251.

[176] Nesaî, es-Sunnenu'l-Kübrâ, IV/43/1; Tahâvî, Müşkilu'l-Âsâr, III, 141, (Mevkuf alarak)

[177]Ebû Dâvûd 3221.

[178] Müslim 249; Ebû Dâvûd 3237; İbn Mâve 4306; Müsned, II, 300, 375, 408...

[179] Müslim 974.

[180] Buhârî 1388, 2760; Müslim 1004.

[181]Buhârî 2756, 2762, 2870; Ebû Dâvûd 2882.

[182] Buhârî 1952; Müslim 1147; Ebû Dâvûd 2400; Müsned, VI, 69.

[183] Buhârî 1852, 6699, 7315; Müsned, I, 279.

[184] Müsned, II, 330.

[185] Müsned, III, 356; Ebû Dhavûd 2810; Tirmizî 1521.

[186] Müsned, VI, 391-392.

[187] İbn Mâce 3827; Müsned, II, 477.

[188] Buhârî 3673; Müslim 2541; Dâvûd 4658.

[189] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, II, 91.

[190]İmam Ahmed, Fedâ-ilu's-Sahâbe 20.

[191] Buhârî 2561, 3650, 6428, 6695; Müslim 2535; Tirmizî 2221, 2222, 2303.

[192] Müslim 2496; Tirmizî 3859; Ebû Dâvûd 4653.

[193] Tirmizî 3862; Müsned, IV, 87, V, 54, 57.

[194] Buhârî 3659, 7220, 7360; Müslim 2386; Müsned, IV, 82.

[195] Tirmizî 3662, 3663; İbn Mâce 97, Müsned, V, 382, 385

[196] Müslim 2387; Müsned, VI, 47, 106, 144.

[197] Buhârî 664, 679, 712, 713, 716.

[198] Buhârî 3664, 7021, 7022, 7475; Müslim 2392.

[199] Buhârî 3654; Müslim 2382, 2383; Tirmizî 3656, İbn Mâce 93; Müsned, I, 377, 379, 409, 433.

[200] Ebû Dâvûd 4634, 2287; Müsned, V, 44, 50.

[201] Ebû Dâvûd 4636; Müsned, III, 355.

[202] Ebû Dâvûd 4637; Müsned, V, 21.

[203] Ebu Dâvûd 4646, 4647.

[204] Buhârî 7218; Müslim 1823; Ebû Dâvûd 2939; Tirmizî 2225; Müsned, I, 43, 47.

[205] Müslim 2385

[206] Az önce geçti.

[207]Buhârî 7366; Müslim 1637.

[208] Buhârî 3662, 4358; Müslim 2384; Tirmizî 3885; Müsned, IV, 203.

[209] Buhârî 3661, 4640

[210] Buhârî 3668.

[211] Buhârî 3651; Ebû Dâvûd 4629.

[212] Buhârî 3677, 3685; Müslim 2389.

[213] Buhârî 3294, 3683; Müslim 2396; Müsned, I, 171.

[214] Buhârî 3469, 3689; Müslim 2398

[215] Buhârî 3700.

[216] Buhârî 7207.

[217] Müslim 2402; Müsned, IV, 15, 62, 155.

[218] Buhârî 3698, 4066; Tirmizî 706.

[219] Ebû Dâvûd 4634, 4635; Tirmizî 2287; Müsned, V, 44, 50.

[220] Buhârî 2704, 3639, 3746, 7109; Tirmizî 3775.

[221] Buhârî 3706, 4416; Müslim 2404; Tirmizî 3764.

[222] Buhârî 3009, 3701, 4210; Müslim 2406.

[223]Müslim 2404.

[224] Ebû Dâvûd 4607; Tirmizî 2678; Müsned, IV, 126, 127.

[225] Tirmizî 3662, 3663; İbn Mâce 97; Müsned, V, 382, 385, 399, 402.

[226] Buhârî 3697.

[227] Müslim 2410; Buhârî 2885, 7231.

[228] Buhârî 2905, 4058, 4059, 6184; Müslim 2411.

[229] Buhârî 3724, 4063.

[230] Buhârî 3724, 4060; Müslim 2414.

[231] Buhârî 2846, 2847, 2997, 3419, 4113, 7261; Müslim 2415

[232]Buhârî 3720; Müslim 2416; Tirmizî 3743.

[233] Buhârî 3744, 4382, 7255; Müslim 2419; Müsned, III, 125.

[234] Buhârî 3745, 4380, 4381, 7254; Müslim 2420.

[235] Ebû Dâvûd 4649, 4650; Tirmizi 3748.

[236] Tirmizî 3748; Müsned, I, 193.

[237] Müslim 2417; Tirmizî 3696; Müsned II, 419.

[238]Buhârî 4152; Müslim 1856.

[239] Müslim 2496; Ebû Dâvûd 4653; Tirmizî 3859; Müsned VI, 362.

[240] Müslim 2495; Tirmizi 3864; Müsned, III, 325, 349.

[241] Buhârî 2026; Müslim 1172.

[242] Buhârî 2017, 2019, 2020; Müslim 1169.

[243] Buhârî 969; Tirmizî 757.

[244] Buhârî 7222, 7223; Müslim 1821.

[245] Müslim 2408; Müsned, IV, 366.

[246] Buhârî 3713, 3751.

[247] Tirmizî 3127.

[248] Buhârî 6502.

[249] Buhârî 3176; Ebû Dâvûd 4293; İbn Mâce 4042.

[250] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, XVIII, 40.

[251] Müslim 2901

[252] Buhârî 3439

[253] Buhârî 7131, 7408; Müslim 2933.

[254] Buhârî 2222

[255] Buhârî 4635.

[256] Müslim 2941.

[257]Müslim 2230; Müsned, IV, 68, V, 380.

[258] Ebû Dûvûd 3904; Tirmizî 135; İbn Mâce 639; Müsned, II, 408, 429, 476.

[259] Buhârî 3210.

[260] Müslim 1564.

[261] Buhârî 846, 1038, 4147, 7503; Müslim 71.

[262] Müslim 934; Müsned, V, 342-343.

[263] Buhârî 3843.

[264] Ebû Dâvûd 4338; Müsned, I, 2 5, 7, 9; Tirmizî 2168, 3057.

[265] Müslim 2200; Ebû Dâvûd 3886.

[266] Buhârî 2697; Müslim 1718; Ebû Dâvûd 4606; İbn Mâce 14; Müsned, VI, 270.

[267] Müslim 2737; Tirmizî 2602.

[268] Tirmizî 500; Ebû Dâvûd 1052; Nesaî, III, 82; İbn Mâce1125

[269] Müsned, IV, 102; Ebû Dâvûd 4597.

[270] Müsned, V, 232-233.

[271] Buhârî 4628, 7313, 7406; Tirmizî 3065.

[272] Buhârî 2410, 3476, 5026; Müsned, I, 393, 412, 456.

[273] Buhârî 4884; Müslim 1746.

[274] Buhârî 946, 4119; Müslim 1770.

[275] Buhârî 7353; Müslim 1716.

[276]Buhârî 7288; Müslim 1337; Müsned, II, 258.

[277] Müsned, II, 181, 185, 195, 196; İbn Mâce 85; Müslim 2666.

[278] Müslim 2666.

[279] Buhârî 3443; Müslim 2365.

[280] Bk. Buhârî 46, 53, 1891, 2678, 6956; Müslim 11, 17; Muvatta, I, 175.

[281] Müslim 38; Tirmizî 2410; Müsned, III, 413, IV, 385.

[282] Bu lafızla: Müslim 1401; Müsned, III, 241, 259.

[283] Buhari 4024 no’lu hadisin akabinde.

[284] Müsned, 1, 435, 465.

[285] Tirmizi 2954, 2955; Müsned, 1V, 378.

[286] Buhari 3456, 7320; Müslim 2669; Müsned; 111, 84, 89, 94.
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks