***Devamı***
***Devamı***
Ölülerin Hayattakilerden Yararlanmaları
Ehl-i sünnet, ölülerin hayatta olanların yaptıkları işlerden şu iki yolla yararlanacaklarını ittifakla kabul etmektedirler:
1- Ölünün hayatta iken sebeb olduğu işler.
2- Müslümanların ölene dua etmeleri, mağfiret dilemeleri, sadaka ve haccetmeleri.
Bununla birlikte haccın sevabından ölüye ne ulaşacağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Muhammed b. el-Hasen -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Ölüye sadece hac için yapılan harcamanın sevabı ulaşır. Haccetmenin sevabı ise haccedenedir.
Genel olarak ilim adamları ise, haccın sevabı kendisi adına hac yapılanadır, sahih olan görüş de budur.
Oruç, namaz, Kur’ân okumak ve zikir gibi bedenî ibadetler hususunda da görüş ayrılığı vardır. Ebu Hanife, Ahmed ve selef’in cumhuru, ulaşacağı görüşündedirler. Şafiî’nin meşhur görüşü ile Malik’in görüşü, ulaşmayacağı şeklindedir.
Kelamcılardan bid’at ehli bazı kimselerin kanaatine göre ise, ne dua ne de başka hiçbir şey ölüye ulaşmaz. Onların bu kanaatleri ise Kitab ve sünnet’le reddolunur. Şu kadar var ki onlar Yüce Allah’ın müteşabih bir takım buyruklarını da delil göstermişlerdir: "İnsan için çalıştığından başkası yoktur." (en-Necm, 53/39); "Ve siz ancak işlediğinizin karşılığını görürsünüz." (Yâsin, 36/54); "Herkesin kazandığı kendisine, yaptığı da aleyhinedir." (el-Bakara, 2/286)
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in da şöyle buyurduğu sabittir: "Âdemoğlu öldüğü takdirde ameli kesilir. Üç şey müstesnâ: Sadaka-i cariye, yahut kendisine dua edecek salih bir evlat, yahut kendisinden sonra kendisiyle yararlanılacak bir ilim."[175]
Peygamber, böylelikle kendisi hayattayken sebeb olduğu hayırlardan faydalanabileceğini haber vermektedir. Kendisi hayatta iken eğer sebeb olmamışsa bunların sevabı kendisinden kesilir, ona ulaşamaz.
Sadece sadaka ve hac gibi vekaletin söz konusu olduğu ibadetlerin ulaşacağını kabul edenler de şunu delil gösterirler: İslam’a girmek, namaz, oruç ve Kur’ân okumak gibi herhangi bir şekilde vekaletin caiz olmadığı ibadet türlerinin mükafatı onları yapana hastır, onu aşıp başkasına ulaşmaz. Nasıl ki hayatta iken bunları kimse kimsenin yerine yapamıyor ve bu fiillerde kimse başkasının yerine vekalet edemiyorsa (öldükten sonra da böyledir.) Nesaî senedini kaydederek, İbn Abbas’ın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: "Kimse kimsenin yerine namaz kılamaz. Kimse kimsenin yerine oruç tutamaz, ancak onun adına herbir gün karşılığında bir mud buğday yedirir."[176]
Ölünün kendisinin sebeb olmadığı amellerden de faydalanacağına delil ise Kitab, sünnet, icma ve sahih kıyastır.
Kitabtan delil Yüce Allah’ın şu buyruğudur: "Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle...’" (el-Haşr, 59/10)
Yüce Allah kendilerinden önceki mü’minlere mağfiret diledikleri için onlardan övgüyle söz etmektedir. İşte bu, önceden gidenlerin hayatta olanların kendilerine mağfiret dilemelerin den faydalandıklarının delilidir. Yine ümmetin icma’ı da cenaze namazında ölüye yapılan duadan ölünün faydalanacağına delil teşkil etmekdir.
Sünnet’te cenaze namazı duaları oldukça büyük bir yekûn tutmaktadır. Definden sonra ölüye yapılan dua da böyledir.
Ebu Davud’un, Sünen’inde Osman b. Affan -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-, ölünün defni bittikten sonra mezarı başında durur ve şöyle derdi: "Kardeşinize mağfiret dileyiniz, ona sebat dileyiniz. Çünkü şu anda ona soru sorulmaktadır."[177]
Aynı şekilde kabirlerin ziyareti esnasında onlara dua yapılacağı da pek çok rivayetle sabittir. Nitekim Müslim’in Sahih’inde Bureyde b. el-Husayb’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- onlara kabristana gittiklerinde şu sözleri söylemelerini öğretiyordu: "Ey mü’min ve müslümanlardan sakinlerin bulunduğu bu diyarın ehli! selam sizlere! Şüphesiz bizler de Yüce Allah’ın izniyle sizlere kavuşacağız. Bize de, size de Allah’tan esenlik dileriz."[178]
Yine Müslim’in Sahih’inde, Aişe -Radıyallahu anh-dan Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e şöyle sorduğu rivayet edilmektedir: Kabirdekilere mağfiret dilediğin vakit ne söylersin? Peygamber şöyle buyurdu: "Şöyle de:
Ey mü’min ve müslümanlardan oluşan bu diyarın ehli! Selam sizlere. Allah bizden önden gidenlere de, sonradan kavuşacak olanlara da rahmet buyursun. Şüphesiz biz de inşaallah size kavuşacağız."[179]
Sadakanın sevabının ulaşacağı ile ilgili olarak Buharî ve Müslim’de, Âişe -Radıyallahu anh-dan gelen rivayete göre bir adam Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek şöyle dedi: Ey Allah’ın Rasûlü! Annem ansızın öldü ve bir vasiyette bulunamadı. Zannederim konuşabilseydi, tasadduk’ta bulunurdu. Ben onun yerine sadaka verecek olursam, onun için ecir almak söz konusu olur mu? Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: "Evet" diye buyurdu.[180]
Buharî’nin Sahih’inde Abdullah b. Abbas -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Sâd b. Ubâde’nin annesi -kendisi yanında bulunmadığı bir sırada- vefat etti. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek: Ey Allah’ın Rasûlü, dedi. Annem ben onun yanında bulunmadığım bir vakitte vefat etti. Onun yerine ben tasadduk’ta bulunacak olursam, ona bir faydası olur mu? Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine Sâd dedi ki: Ben seni el-Mihraf denilen yerdeki bahçemi onun adına sadaka olarak bağışladığıma şahit tutuyorum.[181]
Buna benzer sünnet te pek çok rivayet vardır.
Orucun sevabının ulaşacağına gelince, Buharî ile Müslim’de Âişe -Radıyallahu anh-dan nakledildiğine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Her kim üzerinde oruç borcu olduğu halde vefat ederse, onun velisi onun yerine oruç tutar."[182] Buharî’de bunun benzeri daha başka rivayetler de vardır.
Fakat Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ölü adına oruç tutmaktansa, yemek yedirme görüşünü benimsemiştir. Buna sebeb de az önce geçen İbn Abbas yoluyla gelen hadis-i şerif’tir. Bu husustaki açıklamalar ise fıkıh kitaplarından öğrenilebilir.
Haccın sevabının ulaşması hususunda da Sahih-i Buharî’de İbn Abbas -Radıyallahu anh- dan şu rivayet delil teşkil etmektedir: Cüheyne’den bir kadın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek şöyle sordu: Benim annem haccetmeyi adamıştı, fakat ölünceye kadar haccedemedi. Ben onun yerine haccedeyim mi? Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, onun yerine haccet. Eğer annenin üzerinde bir borç bulunsaydı, ne dersin sen o borcu öder miydin? Allah’ın hakkını ödeyiniz, çünkü Allah hakkı ödenmeye en layık olandır."[183]
Bunun benzeri de pek çoktur.
Müslümanlar borcun ödenmesi halinde ölünün zimmetinin ibrâ olacağını icma ile kabul etmişlerdir. İsterse bu ödemeyi yapan yabancı birisi olsun ve terikesinden yapmamış olsun. Buna Ebu Katade yoluyla gelen hadis delil teşkil etmektedir. Çünkü o ölen birisi adına borcu olan iki dinarı ödemeyi taahhüd etmişti. Bunları ödeyince Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Şimdi onun teninin (sıcaktan kurtularak) serinlemesini sağladın."[184]
Bütün bunlar şer’î kaidelere uygundur ve kıyas da bunu göstermektedir. Mükâfat amelde bulunanın bir hakkıdır, o bunu müslüman kardeşine bağışlayacak olursa buna engel olunmaz. Hayatta iken malından ona bir şeyler bağışlaması ve vefatından sonra da borcunu ibrâ etmesi engellenmediği gibi.
Şarî’ orucun sevabının ulaşacağını belirterek, kıraatin ve benzeri bedeni ibadetlerin sevabının da ulaşacağına dikkatlerimizi çekmektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Oruç, nefsin oruç bozucu hususlardan niyet ile birlikte alıkonulmasıdır. Şarî’ orucun sevabının ölene ulaşacağını açıkça ifade etmiştir. Hem amel, hem de niyet olan kıraat nasıl ulaşmasın?
"İnsan İçin Çalıştığından Başkası Yoktur" Buyruğunun Anlamı
Yüce Allah’ın: "İnsan için çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/39) buyruğunun delil gösterilmesine karşılık verilecek cevaba gelince, ilim adamları buna çeşitli cevaplar vermişlerdir. Bunların en sahih olanları şu iki cevabtır:
1- Kişi kendi çalışmasıyla, güzel geçimiyle arkadaş kazanır, çocuk sahibi olur, eşleri olur, hayırlarda bulunur, insanları sever, sevilir, onlar da ona rahmet okurlar, dua ederler, itaatlerin sevabını ona hediye ederler. İşte bu, onun çalışmasının, sa’yinin bir neticesidir. Hatta müslümanın İslam akide bağı çerçevesinde müslümanlar arasına girmesi dahi bütün müslümanların menfaatinin kişiye hayattayken de, ölümünden sonra da ulaşmasında en büyük sevaplar arasındadır. Müslümanların yaptıkları dua da onların hepsini çepeçevre kuşatır.
Yüce Allah’ın, imanı kişinin mü’min kardeşlerinin dua ve çalışmalarıyla yararlanmalarına sebep kılmış olması buna açıklık getirmektedir. Kişi iman etti mi artık bütün bunların kendisine ulaşabilmesini sağlayan sebeb uğrunda gerekli sa’yi, gayreti göstermiş demektir.
2- Bu birincisinden daha güçlüdür. Şöyle ki Kur’ân-ı Kerîm, bir kimsenin başkasının çalışması ve gayretinden faydalanmayacağını belirtmemektedir. Aksine sadece kişinin kendi öz çalışmasından başkasına malik olmasını kabul etmemektedir. Her iki durum arasında ise açık bir fark vardır. Yüce Allah insanın ancak kendi çalışmasına malik olacağını haber veriyor. Başkasının çalışması ise o çalışmayı yapanın mülküdür. Eğer bir kimse bu mülkünü başkasına bağışlamak isterse, bağışlayabilir. Kendisinin kalsın isterse, bunu da yapabilir.
Yüce Allah’ın: "Hiçbir kimse başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/38-39) buyrukları muhkem iki âyettirler ve Yüce Rabbin adaletini gerektirmektedir.
Birinci âyet-i kerîme -dünya hükümdarlarının yaptıklarının aksine- kimsenin başkasının suçunun cezasını çekmemesini, kimsenin başkasının günahından sorumlu tutulmamasını gerektirir.
İkincisi de kişinin ancak kendi ameli ile kurtulabileceğini hükme bağlamaktadır. Böylelikle herkes atalarının, geçmişlerinin, hocalarının, şeyhlerinin ameli ile kurtulacağından yana ümidini kessin. Yalan yere umutlanan kimseler gibi olmasın. Ama Yüce Allah:Kendi çalışmasından başka hiçbir şeyden faydalanmaz, da dememektedir.
Yüce Allah’ın: "Kazandığı kendisinedir." (el-Bakara, 2/286); "Siz işlediğinizin ancak karşılığını görürsünüz" (Yâsin, 36/54) buyrukları da bu şekildedir. Bu âyet-i kerîme’ler kulun başkasının amelinin cezasını çekmeyeceğine delildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde hiçbir kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz ve siz işlediğinizin ancak karşılığını görürsünüz." (Yâsin, 36/54)
Karşı görüşü savunanların, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in; "Âdemoğlu öldü mü, artık onun ameli kesilir" hadisini delil göstermelerine gelince, bu yerinde olmayan bir delillendirmedir. Çünkü hadis "faydalanması kesilir" dememektedir, amelinin kesileceğini haber vermektedir. Başkasının ameli ise o ameli işleyene aittir, eğer o amelin sahibi onu ölene bağışlayacak olursa amelde bulunan kimsenin yaptığı amelin sevabı da ona ulaşır. Kendisinin amelinin sevabı değil. Bu da bir kimsenin başkasına ait olan borcu ödemesine benzer. Böylelikle borçlu, borçtan kurtulur. Ancak borcunun ödenmesini sağlayan şey, kendisine ait olan bir şey değildir.
Malî ibadetler ile bedenî ibadetler arasında fark gözetenlere gelince, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- az önce de geçtiği üzere ölen yerine oruç tutmayı meşru kılmıştır. Halbuki oruçta vekalet cereyan etmemektedir. Cabir -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. O dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte kurban bayramı namazı kıldım. Namazı bitirdikten sonra bir koç getirildi ve onu boğazladı ve şöyle buyurdu: "Bismillahi vallahu ekber. Allah’ım bu hem benim adıma, hem de ümmetimden kurban kesmeyenlerin adına olsun." Hadisi Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizî rivayet etmiştir.[185]
Diğer taraftan iki koç kestiğine dair bir başka hadis de vardır. Bunlardan birisi hakkında: "Allah’ım, bu benim bütün ümmetimin adına olsun" demiş, diğerini keserken de: "Allah’ım, bu Muhammed adına ve Muhammed’in aile halkı adına olsun" demiştir.[186]
Kurban kesmekte Allah’a yakınlaştırıcı taraf kanın akıtılmasıdır. Görüldüğü gibi burada bu yakınlığı (ibadeti) başkası adına yapmıştır.
Aynı şekilde hac ibadeti de bedeni bir ibadettir. Mal sahibi olmak haccın bir rüknü değildir, sadece bir araçtır. Nitekim Mekke’de bulunan bir kimseye -mal şartı aranmaksızın- Arafat’a yürüyebilmesi halinde hac farzdır. Daha kuvvetli görülen görüş de budur, yani haccın malî ve bedeni bir ibadet şeklinde mürekkeb bir ibadet olmayıp, -Ebu Hanife mezhebine mensub müteahhir ilim adamlarından bir topluluğun da açıkça belirttiği gibi- sadece bedeni bir ibadet olduğu görüşü daha kuvvetlidir.
Bir de kifaye farzlarda bir kısmın yerine getirmesiyle, diğerlerinin de adına yerine getirmiş olduklarına bir bakalım.
Çünkü bu da bir sevabın bağışlanmasıdır. Vekâlet kabilinden değildir. Nitekim hususi bir ecir (işçi)nin kendisinden başkasını vekil tutmak hakkı yoktur, ama aldığı ücreti dilediğine verme hakkına sahiptir.
Kur’ân Tilaveti Karşılığında Ücret
Kur’ân okumak ve onu ölüye hediye etmek üzere Kur’ân okuyucularını ücretle tutmaya gelince, bu işi selef’ten hiçbir kimse yapmış değildir. Din imamlarından kimse de bunu emretmediği gibi, ruhsat da vermemiştir.
Bizatihi tilavet için ücretle tutmak herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu olmaksızın caiz değildir.
Görüş ayrılığı Kur’ân öğretmek ve buna benzer başkasına da ulaşan bir faydası bulunan hususlar için ücret almanın caiz olup olmadığı ile ilgilidir. Sevabın ölüye ulaşması ise, ancak amelin Allah için yapılması halinde söz konusudur. Ücretle yapılan böyle bir amel ise halis bir ibadet değildir. Dolayısıyla bundan elde edilecek sevap, ölülere hediye edilecek nitelikte de olamaz. Bundan dolayı hiçbir kimse oruç tutacak, namaz kılacak ve bunun sevabını ölüye hediye edecek bir kimseyi kiralar dememiştir. Ancak Kur’ân okuyan ve Kur’ân öğreten ve öğrenen kimseye, Kur’ân ehline bu konuda bir yardım ve destek olmak üzere bir şeyler verecek olursa, bu ölü adına verilen bir sadaka kabilinden olur ve caizdir.
el-İhtiyar, da şöyle denilmektedir: Şâyet malının bir bölümünün kabri başında Kur’ân okuyacak kimseye verilmesini vasiyet edecek olursa, bu vasiyet batıldır. Çünkü böyle bir şey (bu iş için) ücret manasınadır.
ez-Zahidî, el-Kınye adlı eserde şöyle demektedir: Şâyet kabri üzerinde Kur’ân okuyacak kimselere bir vakıf yaparsa, böyle bir tayin batıl olur.
Ücret Almaksızın Kur’ân Okuyup Sevabını Ölüye Hediye Etmek
Ücretsiz olarak kendi bağışı olmak üzere Kur’ân okuyup onu ölüye hediye etmeye gelince; bu da ölüye -oruç ve haccın sevabının ulaştığı gibi- ulaşır.
Şâyet: Bu selef arasında bilinen bir şey değildi. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de onlara böyle bir yol göstermiş değildir, denilecek olursa cevabımız şu olur:
Bu soruyu soran kişi eğer hac, oruç ve dua’nın sevabının ulaşacağını kabul eden bir kimse ise ona şöyle denilir: Peki bunlar ile Kur’ân okumanın sevabının ulaşması arasındaki fark nedir? Selef’in böyle bir şeyi yapmamış olmaları sevabının ulaşmayacağına dair bir delil değildir. Biz böyle genel bir nefyi nereden çıkartabiliyoruz?
Şâyet: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- oruç, hac ve sadaka’nın ulaşacağını onlara göstermiş, ancak Kur’ân’ın sevabının ulaşacağını göstermemiştir, denilecek olursa şöyle denilir:
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bizzat öncelikle onlara böyle bir yol göstermiş değildir. Aksine onun bu yol göstermesi onların sorularına bir cevap vermesi suretiyle olmuştur. Birisi ölmüş yakını adına haccetmeye dair ona soru sormuş, bu hususta ona izin vermiş. Diğeri ölen yakını adına oruç tutmaya dair ona soru sormuş, ona da bu hususta izin vermiştir. Bunların dışında kalan hususları da onlara yasaklamamıştır. Şimdi mücerred bir niyet ve orucu bozan şeylerden uzak durmak (imsak)den ibaret olan orucun sevabının ulaşması ile, Kur’ân ve zikrin sevabının ulaşması arasındaki fark nerededir?
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e sevabı bağışlamak hususunda ne dersiniz? diye sorulursa, ona da şöyle cevab veririz: Müteahhirin’den bunu müstehab görenler olduğu gibi, bid’at görenler de vardır. Çünkü Ashab-ı Kiram böyle bir şey yapmadılar. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de ümmetinden hayır işleyen herbir kimsenin amelinin aldığın ecrin mislini alır ve amelde bulunan kimsenin ecrinden de bir şey eksilmez. Çünkü ümmetine her türlü hayrın yolunu gösteren ve o hayra kendilerini irşad eden odur.
Ölü yakınında okunan Kur’ân-ı Kerîm’den -Allah’ın kelâmını işitiyor olması dolayısıyla- faydalanır, diyenlerin görüşlerine gelince, bu hususta meşhur imamlardan herhangi birisinin böyle bir görüşe sahip olduğu sahih değildir. Ölünün okunan Kur’ân’ı işittiğinde şüphe yoktur. Ancak Kur’ân’ı dinlemekle faydalandığı görüşü sahih olarak gelmemiştir. Çünkü dinleme dolayısıyla sevap kazanmak hayatta olma şartına bağlıdır ve bu ihtiyarî bir ameldir. Ölüm ile ihtiyar ortadan kalkar, hatta belki ondan dolayı zarar da görebilir ve acı da çekebilir. Çünkü bu kimse hayatta iken Allah’ın emirlerini ve yasaklarını yerine getirmeyen bir kişi olabilir, yahut ta fazla hayır yapmamış bir kimse de olabilir.
Kabir Başında Kur’ân Okumanın Hükmü
İlim adamları kabir başlarında Kur’ân okumanın hükmü hususunda üç farklı görüş ortaya koymuşlardır: Mekruhtur, sakıncası yoktur; defin vaktinde sakıncası yoktur; ondan sonra mekruhtur şeklinde.
Ebu Hanife, Malik ve bir rivayete göre Ahmed gibi mekruh olduğunu söyleyenler şöyle derler: Çünkü bu muhdes’tir (sonradan çıkmış bir bid’attir.) Bu hususta da sünnet varid olmuş değildir. Kıraat de namaza benzer. Kabirlerin yanında namaz ise yasaklanmıştır, kıraat de böyledir.
Muhammed b. el-Hasen ve bir rivayete göre de Ahmed gibi, sakıncası yoktur, diyenler de İbn Ömer -Radıyallahu anh-dan nakledilen şu rivayeti delil göstermişlerdir: İbn Ömer -Radıyallahu anh- defnedileceği vakit kabrinin başında Bakara suresinin ilk âyetleri ile son âyetlerinin okunmasını tavsiye etmişti. Muhacir’lerden birisinden de Bakara suresinin okunmasını vasiyet ettiği de nakledilmiştir.
Sadece defin zamanında mahzur yoktur -ki bu Ahmed’den gelen bir rivayettir- diyenler de bu konuda İbn Ömer ve muhacirlerden birisinden nakledilen rivayeti delil alırlar.
Bundan sonra kabirlerin başlarında nöbetleşe Kur’ân okumaya gelince; bu mekruh’tur. Çünkü bu konuda sünnet varid olmuş değildir, selef’ten herhangi bir kimseden de asla böyle bir şey nakledilmemiştir. Bu görüş konu ile ilgili her iki delili de bir arada değerlendirdiğinden ötürü, diğerlerinden belki de daha güçlüdür.
"Yüce Allah duaları kabul eder, ihtiyaçları karşılar."
Dua’nın Kabulü
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbiniz buyurdu ki:’ ‘Bana dua edin, ben de duanızı kabul edeyim...’" (el-Mu’min, 40/60); "Kullarım sana Beni sorarlarsa, işte muhakkak Ben pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenlerin duasına karşılık verir, kabul ederim." (el-Bakara, 2/186)
Hem müslümanlar, hem sair dinlere mensub olanlar ve başkaları büyük bir çoğunlukla duanın menfaatleri sağlamak, zararları önlemek hususunda en güçlü sebeblerden birisi olduğunu kabul etmektedirler. Yüce Allah kâfirlerin denizde bir sıkıntı ile başbaşa kaldıkları takdirde dinlerini Allah’a halis kılarak O’na dua ettiklerini, insana bir zarar dokunacak olursa yanı üzere bulunurken, otururken yahut ayaktayken dua ettiğini bizlere haber vermektedir.
Yüce Allah’ın kulunun duasını kabul etmesi -müslüman ya da kâfir olsun- ve dileğini ona vermesi, onlara rızık vermesi, onlara yardımcı olması kabilindendir. Bu, Yüce Allah’ın kulunun mutlak olarak Rabbinin olmasının bir gereğidir. Diğer taraftan duanın kabulü kişi hakkında bir zarar ve bir fitne sebebi de olabilir, eğer onun kâfirliği ve fasıklığı bunu gerektirmekte ise.
İbn Mace’nin, Sünen’inde Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Allah’tan dua edip dilekte bulunmayana Allah gazab eder."[187]
Dua’nın Faydasız Olduğunu İddia Edenlere Cevab
Bir takım filozoflar ile aşırı mutasavvıfların kanaatine göre duanın bir faydası yokmuş. Bunlar derler ki: İlahi meşiet şâyet istenen şeyin var olmasını gerektirmiş ise duaya gerek yoktur, eğer gerektirmemiş ise bu sefer duanın faydası yoktur.
Hatta onların bazıları âriflerden havas olanlarının özel bir makamı olduğunu kabul ederler. Ancak bu kimi şeyhlerin hatalarından birisidir. Böyle bir kanaatin İslam dininin gerçeklerinden ve aklın kabul ettiği hükümlerden kesin olarak tutarsızlığı bilindiği gibi, duanın faydalı olduğu, ümmetlerin tecrübeleriyle, ittifakla sabit olmuş bir husustur. Hatta filozoflar şöyle derler: İbadet için yapılmış heykeller etrafında çeşitli dillerle ve şekillerle yükselen sesler, etkin feleklerin bağladığı düğümleri çözer.
Ancak bu, müşriklerin bir vehmidir.
(Filozoflarla, aşırı mutasavvıfların) şüphesine verilecek cevab ileri sürdükleri iki önermenin de yersiz olduğunu belirtmekten ibarettir. Onların ilahî meşîet ile ilgili olarak belirttikleri, ilahî meşîet ya bunu gerektirir, ya gerektirmez şeklindeki önermelerinin dışında üçüncü bir önerme daha vardır. O da şudur: İlahi meşiet, duada istenilen şeyi bir şart ile öngörmüş, şartsız olarak öngörmemiştir. Dua etmek, bunun şartı olabilir.
Nitekim ilahi meşietin salih amel olması halinde mükafatı gerekli kılması, olmaması halinde bunu gerektirmemesi buna benzer. Ayrıca ilahi meşiet yemek ve içmek halinde tok olunacağını ve su ihtiyacının karşılanacağını gerektirmiş, bunların yapılmaması halinde böyle bir şeyi gerektirmemiştir. Evlilikle çocuğun hasıl olacağını, ekinin tohumla hasıl olacağını hükme bağlamıştır... Eğer duada istenen şeyin meydana gelmesi dua ile birlikte olması halinde takdir edilmiş ise, duanın faydası yoktur, demek doğru olamaz. Tıpkı yemenin, içmenin, tohum ekmenin vs. sebeblerin faydası yoktur, denilemeyeceği gibi. O halde bu gibi kimselerin, bu sözleri şeriate muhalif olduğu gibi, aynı şekilde hisse ve fıtrata da muhaliftir.
Bir kesim ilim adamının söylediği şu görüş bilinmesi gereken hususlardandır: Esbaba iltifat etmek tevhid’de bir şirktir. Esbabı silerek, onların esbab olmayacaklarını kabul etmek de aklî bakımdan bir eksikliktir. Esbab’tan büsbütün yüz çevirmek ise şeriati tenkid etmektir. Tevekkül ve umudun manası ise, tevhid’in, aklın ve şeriatın gereklerini yerine getirmekle gerçekleşir.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Sebebe yönelmek demek, kalbin ona güvenip dayanması; ondan ümit beslemek demek, kalbin ona bel bağlamasıdır. Ancak mahlukat arasında buna layık hiçbir kimse, hiçbir şey yoktur. Çünkü hiçbir mahluk tek başına ve bağımsız olarak var değildir. Onun bir takım ortaklarının ve zıtlarının da bulunması kaçınılmazdır. Bütün bunlarla birlikte eğer esbab’ın müsebbibi onu musahhar kılmayacak olursa, o sebeb müsahhar kılınmaz.
Dua’yı faydasız görenlerin: Eğer ilahi meşîet istenenin gerçekleşmesini hükme bağlamış ise duaya gerek yoktur, sözlerine karşılık şu cevabı veririz: Aksine bazen ister dünyevî, ister uhrevî bir maslahatın elde edilebilmesi ve ister dünyevî, ister uhrevî bir başka zararın önlenebilmesi için duaya gerek duyulabilir.
Yine duayı gereksiz görenlerin: Şâyet ilahi meşiet bunu gerekli görmüyorsa onda bir fayda yoktur, sözlerine karşılık da şöyle deriz: Aksine dua’nın menfaatleri sağlamak, zararları önlemek bakımından pek büyük faydaları vardır. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bunlara dikkatimizi çekmiştir. Hatta dua sebebiyle kula acilen dünyada verilen Rabbini bilip tanımak, O’nun rububiyetini ikrar ve itiraf etmek, O’nun herşeyi işiten, pek yakın, herşeye kadir, herşeyi bilen, merhameti sonsuz olduğunu dile getirmek, kul olarak kendisinin O’na muhtaç olduğunu, zorunlu olarak O’nsuz olamayacağını dile getirmek ve buna bağlı olarak pek üstün bilgiler ve pek değerli haller -ki bunlar en büyük talepler ve istekler arasında yer alırlar- dua ile gerçekleşirler.
Denilse ki: Eğer kendisinden istekte bulunulan kimsenin, istekte bulunana bir şeyler vermesinden aklımızla kavradığımız şekilde, Yüce Allah’ın bir şeyler vermesi, kul’un (dua etmek şeklindeki) fiiline bağlı ise; o takdirde bu dua eden kimsenin kendisine dua edilene -istediğini verinceye kadar- etki etmiş olmaz mı?
Deriz ki: Kul’u kendisine dua etmek üzere harekete getiren de Yüce Rabbimizdir. Bu hayır O’ndandır, O’nun kuluna hayrını tamamlamasının bir tecellisidir.
Nitekim Ömer -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Ben dua’mın kabul edilip, edilmeyeceğini düşünmem. Beni düşündüren dua edebilmektir, o bakımdan bana dua etmem ilham edildiği takdirde duamın kabulü de onunla birlikte demektir.
Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu anlamı dile getirmektedir: "O herşeyi gökten yere doğru tedbir eder (düzenler.) Sonra miktarı sizin saymanıza göre bin yıl olan bir günde O’na yükselir." (es-Secde, 32/5) Yüce Allah bu buyruğu ile tedbir’i kendisinin başlattığını, sonra da tedbir ettiği bu işin kendisine yükseldiğini haber vermektedir. O halde kulun kalbine dua etme duygusunu veren ve bunu kendisine vereceği hayırlara sebeb kılan O’dur. Tıpkı amellere karşılık mükafat vermesi gibi. Kulu tevbe etmeye muvaffak kılan, sonra o tevbeyi kabul eden de O’dur. Kulu amelde bulunmaya muvaffak kılıp sonra da mükâfatlandıran O’dur. İşte dua etme tevfık’ini kul’a veren de, sonra bu duayı kabul eden de O’dur. Mahlukattan hiçbir şey bu hususta O’na etki etmiş olamaz. Aksine bizzat O, yaptığı birşeyi yapacağı bir şeye sebeb kılmıştır. Tabiîn’in imamlarından birisi olan Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şihhîr şöyle der: Ben bu işe baktım, iyice düşündüm. Baktım ki başlangıcı da Allah’tandır, tamamlamak ta Allah’a aittir. Bütün bunların anahtarının da dua olduğunu gördüm.
"O herşeye mâlik’tir, hiçbir şey O’na mâlik olamaz. Bir göz açıp kırpacak bir an dahi Allah’a muhtaç olmamak düşünülemez. Bir göz açıp kırpacak kadar bir süre Allah’a muhtaç olmadığını zanneden küfre sapar ve helâk olanlardan olur."
Bu, açık bir gerçek ve hiçbir kapalılığı bulunmayan bir ifadedir.
"Yaratıklardan kimseye benzemesi söz konusu olmaksızın Allah hem gazab eder, hem razı olur."
Allah’ın Gazabı ve Rızası
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan razı olmuştur." (el-Maide, 5/119, el-Mücadele, 58/22, el-Beyyine, 93/8); "Andolsun ki ağacın altında sana bey’at ederlerken, Allah mü’minlerden razı olmuştur." (el-Feth, 48/18)
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah’ın kendilerine lanet ettiği, üzerlerine gazab ettiği... kimseler" (el-Maide, 5/60); "Allah ona gazab etmiş, lanet etmiş..." (en-Nisa, 4/93); "Allah’tan gelen bir gazaba uğradılar." (el-Bakara, 2/61) Buna benzer buyruklar pek çoktur.
Selef’in vs. imamların benimsediği görüş gazab, rıza, adalet, velâyet, sevmek, buğzetmek ve buna benzer Kitab ve sünnette varid olan sıfatları kabul etmek, diğer taraftan bunları Yüce Allah’a yakışan gerçek manalarından uzaklaştıracak türden olan te’vili de benimsememek şeklindedir. Nitekim semi’, basar, kelam vs. sıfatlar hakkında da buna benzer kanaattedirler. Tahâvî de -Allah ona rahmet etsin- daha önce geçen: "Çünkü ru’yetin (Allah’ın görülmesinin) te’vili ve rububiyete izafe olunan herbir anlamın te’vili, te’vili terketmektir, teslime yapışmaktır. Rasûllerin dini de bu şekildedir." sözleriyle işaret etmiş idi.
İstivâ sıfatının nasıl olduğu hususunda İmam Malik -Radıyallahu anh-ın verdiği şu cevaba da dikkatle bakalım: İstiva’nın ne demek olduğu bilinmektedir, keyfiyeti ise meçhulümüzdür. Yine Ummu Seleme -Radıyallahu anh-dan mevkuf olarak bu cevab nakledildiği gibi, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e merfu olarak da nakledilmiştir. Aynı şekilde Tahâvî de -Allah ona rahmet etsin- daha önceden şunları söylemiştir: Her kim nefy’den ve teşbih’ten korunmazsa ayağı kayar ve tenzih’i isabet ettiremez. İleride de şu sözleri gelecektir: "Gerçek şu ki İslam ifrat ile tefrit arasıdır. Teşbih ile ta’til arasıdır."
Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Mahlukattan hiçbir kimse gibi olmamak üzere" ifadesi teşbih’i nefyetmektedir.
Rıza iyilik yapmak iradesi, gazab da intikam almak iradesidir denilemez. Çünkü böyle bir açıklama sıfatı nefyetmektir. Ehl-i sünnet de ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Allah sevdiği ve razı olduğu şeyleri emreder. Velev ki bunları irade ve meşîeti ile istemesin. Buna karşılık gazab ettiği ve hoşlanmadığı, buğzettiği şeyleri nehyeder ve bunları yapanlara da gazab eder. Bunu meşîet ve iradesiyle istemiş olsa dahi. Çünkü Yüce Allah irade etmemekle birlikte bir takım hallerini sevip razı olabilir. Bununla birlikte irade ettiği bazı şeylere de gazab edebilir.
Gazab’ı ve rıza’yı iyilik yapma isteği diye te’vil edenlere: Niye böyle bir te’vil’de bulundun? diye sorulursa, şüphesiz şu cevabı verecektir: Çünkü gazab kalbteki kanın kaynayıp coşması, rıza ise eğilim ve arzu duymak demektir. Böyle bir şey ise Yüce Allah’a yakışmaz.
Ona şöyle cevab verilir: Kalbteki kanın kaynayıp coşması insanoğlunda gazab sıfatından meydana gelen bir haldir, yoksa o gazabın kendisi değildir. Yine şöyle denilir: Bizim irade ve meşietimiz, hayatta olan kimsenin bir şeye ya da kendisine uygun ve mülayim gelene eğilim duymasıdır. Bizden hayatta olan bir kimse ancak kendisine fayda sağlayacak yahut ta bir zararı önleyecek bir şeyi irade eder ve iradesiyle istediği şeye muhtaçtır. İsteğini elde etmekle de varlığı artar, etmemesi halinde de eksilir. Buna göre (siz bu te’vili yaparken) Allah hakkında uygun görmediğiniz mana ile sizin uygun gördüğünüz mana arasında hiçbir fark yoktur. Eğer bu caiz ise öteki de caizdir, bu caiz değilse öteki de caiz değildir.
Dese ki: Herbirisinin bir hakikati bulunsa bile Allah’ın sıfatı olan iradenin, kulun sıfatı olan irade gibi anlaşılmasından korkulur. Ona şöyle cevab verilir: Bunun yerine: Herbirisinin bir hakikati olmakla birlikte, Allah’ın sıfatı olan gazab ve rıza, kulun vasfı olan gazab ve rıza’ya muhaliftir, de. Eğer irade ile ilgili olarak söyledikleri bu sıfatlar hakkında da söylenebiliyor ise o takdirde te’vil kaçınılmaz bir yol olmaktan çıkar, aksine terkedilmesi gerekir. Çünkü bu durumda sen çelişkiden kurtulmuş olacağın gibi, Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını gereksiz yere ta’til etmekten de kurtulmuş olursun. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’i gereksiz yere zahirî anlamından ve hakikatinden başka manalara çekip yorumlamak haramdır. Başka manaya çekip, yorumlamayı gerektiren de kişinin aklının gösterdiği sebeb olamaz. Zira akıllar farklı farklıdır, çünkü herkes başkasının söylediğinden farklı bir şeyi aklının gösterdiğini söylemektedir.
Bu sözler; "Bu adın verildiği sıfatlar mahlukta da vardır. O bakımdan Yüce Allah hakkında bunları düşünmek imkansızdır" gerekçesiyle Yüce Allah’ın sıfatlarından herhangi birisini nefyeden herkese aynen söylenebilir. Çünkü varlık sıfatı dahil, insanın bilip tanıdığından farklı olmayan herhangi bir şeyi Yüce Allah hakkında kabul etmek kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü kulun vücudu (varlığı) ona yakışan bir şekildedir. Yaratıcının vücud sıfatı da O’na yakışan bir şekildedir. Yüce Allah’ın vücud sıfatı hakkında yokluk imkansızdır. Mahluk’un vücud sıfatı hakkında ise yokluk imkansız değildir. Yüce Rabbimizin kendi zatına isim olarak verdikleri ile mahlukatına verilen isimler -Hayy, Alim, Kadir gibi- yahut ta gazab ve rıza gibi kullandığı bazı sıfatları aynı şekilde bir takım kulları hakkında kullanılmış ise şunu bilelim ki bizler, akıllarımızla, kalplerimizle Yüce Allah hakkında bu isimlerin manalarını idrak edip kavrayabiliriz. Bunlar haktır, sabittir ve vardır. Aynı şekilde bu isimlerin mahlukat hakkında kullanılması halinde ne manaya geldiklerini de kavrayabiliyoruz. Her iki mana arasında bir ortak noktanın bulunduğunu kavramakla birlikte, elbetteki bu ortak noktanın hariçte (zihnin dışında varlık aleminde) varlığı söz konusu değildir. Çünkü küllî müşterek mana ancak zihinlerde ortak olarak bulunur, hariçte ise ancak muayyen ve tahsis edilmiş (şart, sıfat ve nitelikleri belirlenmiş) olarak var olabilir. Böylelikle halik ile mahluk arasında ortak sıfatların herbirisi ilgili olduğu zat hakkında ona yakışan şekilde sabit olur.
Hatta: Cehennem bekçisi olan mâlîk’in gazabı ile meleklerden bir başkasının gazabı söz konusu edilecek olursa, bu gazabların Ademoğullarının gazab keyfiyetinin aynısı olması icab etmez. Çünkü melekler dört unsurun karışımından meydana gelmiş varlıklar değildir ki insanoğlunun kızması halinde kalbindeki kanın kaynaması gibi, onların da kalblerindeki kanın kaynaması söz konusu olabilsin. O halde Yüce Allah’ın gazabının, Ademoğlunun gazabından farklı olması öncelikle söz konusudur.
"Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabını sever, onlardan herhangi birisinin sevgisinde aşırıya kaçmayız. Onlardan herhangi birisinden de beri olduğumuzu söylemeyiz. Onlara buğzedenlere ve hayırdan başka türlü onları yadedenlere biz de buğzederiz. Onlardan ancak hayırla söz ederiz. Onları sevmek dindir, imandır, ihsandır. Onlara buğzetmek ise küfürdür, nifaktır, tuğyândır."
Ashab’ı Sevmenin Gereği
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-, Rafızîler’in ve Nevasıb’ın kanaatlerinin reddine işaret etmektedir. Yüce Allah da, Rasûlü de Ashab-ı Kiram’dan övgüyle söz etmiş, onlardan razı olmuş ve onlara el-Hüsna’yı (cennet’i) vadetmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İleriye geçen muhacir ve ensar ile onlara güzellikle uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır. Bunlar için orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu en büyük kurtuluştur." (et-Tevbe, 9/100)
"Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Onunla birlikte olanlar, kâfirlere karşı sert ve katı, kendi aralarında merhametlidirler." (el-Feth, 48/29) Surenin sonuna kadar.
"Andolsun ki ağacın altında sana bey’at ederlerken, Allah mü’minlerden razı olmuştur." (el-Feth, 48/18)
"İman edip, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle (onları) barındırıp yardım edenler (ensar); işte onlar birbirlerinin velileridirler..." (el-Enfal, 8/72) surenin sonuna kadar.
"Aranızdan fetih’ten önce infak edip, savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz. Onların dereceleri fetih sonrasında infak edip savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de el-Hüsna’yı (cenneti) vadetmiştir. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (el-Hadid, 57/10)
"(O fey) yurtlarından ve mallarından çıkartılıp, uzaklaştırılmış olan ve Allah’ın lutuf ve rızasını isteyen, Allah’a ve peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte onlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan evvel Medine’yi yurt edinip iman’a sahip olanlar ise kendilerine hicret edenleri severler ve bunlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir. Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle, kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma. Rabbimiz şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin."(el-Haşr, 59/8-10)
Bu âyet-i kerîme’ler muhacir ve ensar’a, onlardan sonra gelip onlar için mağfiret dileyen, Yüce Allah’tan kalplerinde onlara karşı bir kin bırakmamasını isteyenlere övgüleri ihtiva ettiği gibi, fey’de hak sahibi olanların da işte bunlar olduğu hükmünü de ihtiva etmektedir. Kalbinde iman edenlere karşı bir kin besleyen, onlar için mağfiret dilemeyen bir kimse Kur’ân nass’ı ile fey’de hak sahibi değildir.
Buharî ve Müslim’de, Ebu Said el-Hudrî -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Halid b. el-Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında bir anlaşmazlık oldu. Halid ona sövecek oldu, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Ashab’ımdan kimseye sövmeyiniz. Sizden herhangi bir kimse eğer Uhud dağı kadar altın infak edecek olsa, onlardan birisinin infak ettiği bir mudde ve hatta onun yarısına dahi erişemez."[188] Halid’in, Abdurrahman’a sövmesini sadece Müslim söz konusu etmekte, Buharî ondan söz etmemektedir.
İşte Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Halid’e ve benzerlerine: "Ashab’ıma sövmeyiniz" diyor ve bununla Abdurrahman ve benzerlerini kastediyor. Çünkü Abdurrahman b. Avf ve benzerleri ilk iman edenler arasındadırlar. Onlar ayrıca Fetih’ten önce İslam’a girip savaşmış olanlardır. Rıdvan bey’atinde de bulunmuşlardır. O bakımdan onlar, Rıdvan bey’atinden sonra İslam’a giren kimselere nisbetle daha faziletlidirler ve onun daha has ashab’ıdırlar. Diğerleri ise Hudeybiye’den sonra ve Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Mekke’lilerle barış yapmasından sonra İslam’a girmişlerdir. Halid b. el-Velid de onlardan birisidir. Bunlar da Mekke fethedilinceye kadar müslüman olmaları geciken kimselerden daha önce müslüman olmuşlardır. Mekke fethedildiği gün İslama girenlere de "et-Tulaka" adı verilmiştir. Ebu Sufyan ile onun iki oğlu Yezid ve Muaviye de bunlardandır.
Hadis’ten maksad Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in sonradan ashab arasına karışmış olanların, önceden ashab’dan olanlara dil uzatmalarını yasaklamaktır. Çünkü bunların sonradan ashab arasına katılanlara göre bir imtiyazları vardır ve sonradan ashab arasına katılanların bu hususta onlara ortak olmalarına imkan yoktur. Hatta onlardan birisi Uhud dağı kadar altın infak edecek olsa dahi bu, diğerlerinden birisinin infak ettiği bir mudde yahut onun yarısına dahi denk düşmez.
Hudeybiye’den sonra -Mekke’nin fethinden önce olsa bile- İslam’a girenlerin hali bu olduğuna göre, hiçbir şekilde ashab arasında sayılmayan kimselerin ashab’a karşı durumu ne olur? Allah onların hepsinden razı olsun.
Ensar ve muhacir’lerden ilk İslam’a girenler Fetih öncesinden infak edip, savaşan kimselerdir. Rıdvan bey’atinde bulunanların hepsi de onlardandır ve bunların sayısı bindörtyüz kişiden fazla idi.
Şöyle de açıklanmıştır: "İlk önde gidenler" iki kıbleye doğru da namaz kılanlardır. Ancak bu zayıf bir görüştür, çünkü Kudüs’e doğru namaz kılmak neshedilmiş bir hükümdür, tek başına bir fazilet değildir. Çünkü nesh onların işi değildir, ayrıca bu şekilde bir namaz kılmanın daha faziletli olduğuna delil olabilecek şer’î bir delil de yoktur. Halbuki infak ile cihad ile ve ağaç altında Rıdvan bey’atinde bulunmak suretiyle öncelikli oluşun faziletine dair delil teşkil eden buyruklar vardır.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den rivayet edilen: "Ashab’ım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz."[189] hadisine gelince; bu zayıf bir hadistir. el-Bezzar der ki: Bu, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sahih olarak gelen bir hadis değildir, güvenilir hadis kitaplarında da yoktur.
Müslim’in Sahih’inde ise Cabir’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Âişe -Radıyallahu anha-ya: Bazı insanlar Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabını hatta Ebu Bekr ve Ömer’i dillerine doluyorlar denilince, dedi ki: Siz bunun neresine hayret ediyorsunuz ki? Onların amelleri (vefatlarıyla) kesildi, Yüce Allah da onların ecirlerinin kesilmesini murad etmedi.
İbn Batta, sahih bir isnad ile İbn Abbas’ın şöyle dediğini kaydetmektedir: "Muhammed’in ashab’ına sövmeyiniz. Onlardan herhangi birisinin -Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte- bir anlık bulunması, sizden herhangi birisinin kırk yıllık amelinden daha hayırlıdır."[190] Vekî’ yoluyla gelen rivayette de: "Sizden herhangi birisinin ömür boyu ibadetinden daha hayırlıdır" denilmektedir.
Buharî ile Müslim’de, İmran b. Husayn ve başkalarının rivayet ettiği hadise göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "İnsanların en hayırlısı benim çağdaşlarımdır, sonra onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonra gelenler." İmran dedi ki: Kendi çağından sonra iki mi, üç mü çağ zikretti bilemiyorum.[191]
Müslim’in Sahih’inde, Cabir -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ağaç altında bey’at edenlerden hiçbir kimse cehennem ateşine girmeyecektir."[192]
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Allah peygamberini de içlerinden bir gurubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken dar zamanda ona tabi olan muhacir’lerle ensar’ı da tevbeye muvaffak etti. Sonra onların bu tevbelerini kabul buyurdu..." (et-Tevbe, 9/117 ile ondan sonraki diğer âyetler...)
Andolsun ki Abdullah b. Mes’ud -Radıyallahu anh- şu sözleriyle onları nitelendirirken doğru söylemiştir: Allah kulların kalplerine nazar etti. Muhammed’in kalbinin kulların kalplerinin en hayırlısı olduğunu gördü. O bakımdan onu kendisi için seçti ve risaletiyle onu gönderdi. Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in kalbinden sonra diğer kulların kalplerine nazar etti. Ashab’ının kalplerinin, kulların kalplerinin en hayırlısı olduğunu gördü. O bakımdan onları peygamberinin yardımcıları yaptı, dini uğrunda savaştılar. Müslümanların güzel gördükleri şey bundan dolayı Allah nezdinde de güzeldir, onların kötü gördükleri şey bundan dolayı Allah nezdinde de kötüdür.
Bir başka rivayette şu şekildedir: Muhammed’in ashab’ının tamamı Ebubekr’i halife seçmek görüşünde birleştiler.
İbn Mes’ud’un: Sizden her kim bir sünnete uyacaksa, ölmüş olanların sünnetine tabi olsun... şeklindeki sözleri Tahâvî’nin: "Ve biz sünnet’e ve cemaate tabi oluruz" sözlerini açıklarken geçmiş idi.
Mü’minlerin en hayırlılarına ve Yüce Allah’ın peygamberlerden sonraki gerçek dostlarının efendilerine, önderlerine kalbinde bir kin taşıyan bir kimseden daha sapık kim olabilir? Hatta onlara kin duyanlardan yahudi ve hristiyanlar bir hasletleriyle bu bakımdan onlardan üstündürler. Çünkü yahudiler’e: Sizin ümmetinizin en hayırlıları kimlerdir? diye sorulduğunda onlar: Musa’nın ashab’ıdır, derler. Hristiyanlar’a: Sizin ümmetinizin en hayırlıları kimdir? diye sorulunca onlar da: İsa’nın ashab’ıdır derler. Rafızî’lere: Ümmetinizin en kötüleri kimdir? diye sorulunca, onlar da: Muhammed’in ashab’ıdır der, çıkarlar ve aralarından çok az kimseler dışında istisna da yapmazlar. Halbuki onların dil uzatıp, sövdüğü kimseler arasında istisna ettikleri kimselerden kat kat daha hayırlıları bile vardır.
Tahâvî’nin - Allah ona rahmet etsin- : "Onlardan herhangi birisinin sevgisinde aşırıya kaçmayız" yani onlardan kimseyi sevmekte -Şia’nın yaptığı gibi- haddi aşmayız. O takdirde biz haddi aşanlardan oluruz. Yüce Allah ise: "Ey kitab ehli! Dininizde aşırıya gitmeyin" (en-Nisa, 4/171) diye buyurmaktadır.
Ashab’dan Herhangi Bir Kimse Hakkında Haddi Aşmak Caiz Değildir
Tahâvî’nin - Allah ona rahmet etsin-: "Rafızî’lerin yaptıkları gibi onlardan herhangi birisinden beri olduğumuzu da söylemeyiz" sözlerine gelince, çünkü Rafızîlere göre Berâ olmaksızın velâ olmaz. Yani Ebu Bekr ve Ömer -Radıyallahu anh-dan teberri etmedikçe (onlardan uzak olmadıkça) ehl-i beyt tevelli (dost) edinilmez.
Ehl-i sünnet ise onların hepsini veli edinirler ve layık oldukları konumlarında görürler. Bu konuda adalet ve insaf ölçülerini kullanırlar, heva ve taassubla hareket etmezler. Çünkü bütün bunlar haddi aşmanın ta kendisi olan bağy’in bir bölümüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendilerine ilim geldikten sonra ancak aralarındaki bağy’den dolayı anlaşmazlığa düştüler." (el-Câsiye, 45/17)
İşte seleften birisinin şu sözünün manası da şudur: Şehadet te bid’attır, beraet te bid’attir. Hatta bu ashab ve tabiîn’den olan bir grub seleften dahi rivayet edilmektir. Ebu Said el-Hudrî, Hasan-ı Basrî, İbrahim en-Nehaî, ed-Dahhak ve başkaları bunlar arasındadır.
Burada sözü geçen şehadet’in anlamı şudur: Müslümanlardan muayyen bir kimse hakkında cehennemliklerden olduğuna yahut kâfir olduğuna -bu hususta Allah’ın onun vefatı halindeki durumuna dair bir bilgisi olmaksızın- şahitlik etmek demektir.
Tahâvî’nin- Allah ona rahmet etsin-: "Onları sevmek din’dir, iman’dır, ihsan’dır" sözlerine gelince, çünkü bu daha önce kaydettiğimiz nass’larda sözü geçen Allah’ın emirlerine uymak demektir.
Tirmizî, Abdullah b. Muğaffel’in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "Ashab’ım hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan. Benden sonra onları (atışlarınıza, saldırılarınıza) hedef edinmeyin. Çünkü onları seven beni sevdiği için onları sever, onlara buğzeden de bana olan buğzundan dolayı onlara buğzeder. Onlara kim eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş demektir. Allah’a eziyet edeni de fazla zaman geçmeden Allah yakalar."[193]
Ashab’ı sevmeye iman demek, Tahâvî - Allah ona rahmet etsin- adına izahı zor bir şeydir. Çünkü sevmek kalbin bir amelidir, tasdik ile de aynı şey değildir. Buna göre amel de iman adının kapsamı içerisine girmektedir. Halbuki daha önce onun: "İman dil ile ikrar ve kalb ile tasdiktir" dediğini görmüştük ve o ameli iman kapsamı içerisine sokmamaktadır. Ebu Hanife mezhebinin bilinen görüşü budur. Ancak böyle bir adlandırma mecazi kabul edilirse, izah edilmiş olur.
"Onlara buğzetmek küfür’dür, münafık’lıktır ve tuğyan’dır" sözlerine gelince, bid’at sahibi kimselerin tekfir’i ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Burada sözü edilen küfür de Yüce Allah’ın: "Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, onlar kâfirlerin ta kendileridir" (el-Maide, 5/44) buyruğunda sözü edilen küfrü andırmaktadır. Bu hususa dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sonra, halifeliği ilk -ve onun faziletinin, bütün ümmetin de önünde oluşunun bir belirtisi olarak- Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu anh- için sabit kabul ederiz."
***Devamı***
Ölülerin Hayattakilerden Yararlanmaları
Ehl-i sünnet, ölülerin hayatta olanların yaptıkları işlerden şu iki yolla yararlanacaklarını ittifakla kabul etmektedirler:
1- Ölünün hayatta iken sebeb olduğu işler.
2- Müslümanların ölene dua etmeleri, mağfiret dilemeleri, sadaka ve haccetmeleri.
Bununla birlikte haccın sevabından ölüye ne ulaşacağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Muhammed b. el-Hasen -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Ölüye sadece hac için yapılan harcamanın sevabı ulaşır. Haccetmenin sevabı ise haccedenedir.
Genel olarak ilim adamları ise, haccın sevabı kendisi adına hac yapılanadır, sahih olan görüş de budur.
Oruç, namaz, Kur’ân okumak ve zikir gibi bedenî ibadetler hususunda da görüş ayrılığı vardır. Ebu Hanife, Ahmed ve selef’in cumhuru, ulaşacağı görüşündedirler. Şafiî’nin meşhur görüşü ile Malik’in görüşü, ulaşmayacağı şeklindedir.
Kelamcılardan bid’at ehli bazı kimselerin kanaatine göre ise, ne dua ne de başka hiçbir şey ölüye ulaşmaz. Onların bu kanaatleri ise Kitab ve sünnet’le reddolunur. Şu kadar var ki onlar Yüce Allah’ın müteşabih bir takım buyruklarını da delil göstermişlerdir: "İnsan için çalıştığından başkası yoktur." (en-Necm, 53/39); "Ve siz ancak işlediğinizin karşılığını görürsünüz." (Yâsin, 36/54); "Herkesin kazandığı kendisine, yaptığı da aleyhinedir." (el-Bakara, 2/286)
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in da şöyle buyurduğu sabittir: "Âdemoğlu öldüğü takdirde ameli kesilir. Üç şey müstesnâ: Sadaka-i cariye, yahut kendisine dua edecek salih bir evlat, yahut kendisinden sonra kendisiyle yararlanılacak bir ilim."[175]
Peygamber, böylelikle kendisi hayattayken sebeb olduğu hayırlardan faydalanabileceğini haber vermektedir. Kendisi hayatta iken eğer sebeb olmamışsa bunların sevabı kendisinden kesilir, ona ulaşamaz.
Sadece sadaka ve hac gibi vekaletin söz konusu olduğu ibadetlerin ulaşacağını kabul edenler de şunu delil gösterirler: İslam’a girmek, namaz, oruç ve Kur’ân okumak gibi herhangi bir şekilde vekaletin caiz olmadığı ibadet türlerinin mükafatı onları yapana hastır, onu aşıp başkasına ulaşmaz. Nasıl ki hayatta iken bunları kimse kimsenin yerine yapamıyor ve bu fiillerde kimse başkasının yerine vekalet edemiyorsa (öldükten sonra da böyledir.) Nesaî senedini kaydederek, İbn Abbas’ın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: "Kimse kimsenin yerine namaz kılamaz. Kimse kimsenin yerine oruç tutamaz, ancak onun adına herbir gün karşılığında bir mud buğday yedirir."[176]
Ölünün kendisinin sebeb olmadığı amellerden de faydalanacağına delil ise Kitab, sünnet, icma ve sahih kıyastır.
Kitabtan delil Yüce Allah’ın şu buyruğudur: "Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle...’" (el-Haşr, 59/10)
Yüce Allah kendilerinden önceki mü’minlere mağfiret diledikleri için onlardan övgüyle söz etmektedir. İşte bu, önceden gidenlerin hayatta olanların kendilerine mağfiret dilemelerin den faydalandıklarının delilidir. Yine ümmetin icma’ı da cenaze namazında ölüye yapılan duadan ölünün faydalanacağına delil teşkil etmekdir.
Sünnet’te cenaze namazı duaları oldukça büyük bir yekûn tutmaktadır. Definden sonra ölüye yapılan dua da böyledir.
Ebu Davud’un, Sünen’inde Osman b. Affan -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-, ölünün defni bittikten sonra mezarı başında durur ve şöyle derdi: "Kardeşinize mağfiret dileyiniz, ona sebat dileyiniz. Çünkü şu anda ona soru sorulmaktadır."[177]
Aynı şekilde kabirlerin ziyareti esnasında onlara dua yapılacağı da pek çok rivayetle sabittir. Nitekim Müslim’in Sahih’inde Bureyde b. el-Husayb’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- onlara kabristana gittiklerinde şu sözleri söylemelerini öğretiyordu: "Ey mü’min ve müslümanlardan sakinlerin bulunduğu bu diyarın ehli! selam sizlere! Şüphesiz bizler de Yüce Allah’ın izniyle sizlere kavuşacağız. Bize de, size de Allah’tan esenlik dileriz."[178]
Yine Müslim’in Sahih’inde, Aişe -Radıyallahu anh-dan Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e şöyle sorduğu rivayet edilmektedir: Kabirdekilere mağfiret dilediğin vakit ne söylersin? Peygamber şöyle buyurdu: "Şöyle de:
Ey mü’min ve müslümanlardan oluşan bu diyarın ehli! Selam sizlere. Allah bizden önden gidenlere de, sonradan kavuşacak olanlara da rahmet buyursun. Şüphesiz biz de inşaallah size kavuşacağız."[179]
Sadakanın sevabının ulaşacağı ile ilgili olarak Buharî ve Müslim’de, Âişe -Radıyallahu anh-dan gelen rivayete göre bir adam Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek şöyle dedi: Ey Allah’ın Rasûlü! Annem ansızın öldü ve bir vasiyette bulunamadı. Zannederim konuşabilseydi, tasadduk’ta bulunurdu. Ben onun yerine sadaka verecek olursam, onun için ecir almak söz konusu olur mu? Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: "Evet" diye buyurdu.[180]
Buharî’nin Sahih’inde Abdullah b. Abbas -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Sâd b. Ubâde’nin annesi -kendisi yanında bulunmadığı bir sırada- vefat etti. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek: Ey Allah’ın Rasûlü, dedi. Annem ben onun yanında bulunmadığım bir vakitte vefat etti. Onun yerine ben tasadduk’ta bulunacak olursam, ona bir faydası olur mu? Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine Sâd dedi ki: Ben seni el-Mihraf denilen yerdeki bahçemi onun adına sadaka olarak bağışladığıma şahit tutuyorum.[181]
Buna benzer sünnet te pek çok rivayet vardır.
Orucun sevabının ulaşacağına gelince, Buharî ile Müslim’de Âişe -Radıyallahu anh-dan nakledildiğine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Her kim üzerinde oruç borcu olduğu halde vefat ederse, onun velisi onun yerine oruç tutar."[182] Buharî’de bunun benzeri daha başka rivayetler de vardır.
Fakat Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ölü adına oruç tutmaktansa, yemek yedirme görüşünü benimsemiştir. Buna sebeb de az önce geçen İbn Abbas yoluyla gelen hadis-i şerif’tir. Bu husustaki açıklamalar ise fıkıh kitaplarından öğrenilebilir.
Haccın sevabının ulaşması hususunda da Sahih-i Buharî’de İbn Abbas -Radıyallahu anh- dan şu rivayet delil teşkil etmektedir: Cüheyne’den bir kadın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek şöyle sordu: Benim annem haccetmeyi adamıştı, fakat ölünceye kadar haccedemedi. Ben onun yerine haccedeyim mi? Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, onun yerine haccet. Eğer annenin üzerinde bir borç bulunsaydı, ne dersin sen o borcu öder miydin? Allah’ın hakkını ödeyiniz, çünkü Allah hakkı ödenmeye en layık olandır."[183]
Bunun benzeri de pek çoktur.
Müslümanlar borcun ödenmesi halinde ölünün zimmetinin ibrâ olacağını icma ile kabul etmişlerdir. İsterse bu ödemeyi yapan yabancı birisi olsun ve terikesinden yapmamış olsun. Buna Ebu Katade yoluyla gelen hadis delil teşkil etmektedir. Çünkü o ölen birisi adına borcu olan iki dinarı ödemeyi taahhüd etmişti. Bunları ödeyince Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Şimdi onun teninin (sıcaktan kurtularak) serinlemesini sağladın."[184]
Bütün bunlar şer’î kaidelere uygundur ve kıyas da bunu göstermektedir. Mükâfat amelde bulunanın bir hakkıdır, o bunu müslüman kardeşine bağışlayacak olursa buna engel olunmaz. Hayatta iken malından ona bir şeyler bağışlaması ve vefatından sonra da borcunu ibrâ etmesi engellenmediği gibi.
Şarî’ orucun sevabının ulaşacağını belirterek, kıraatin ve benzeri bedeni ibadetlerin sevabının da ulaşacağına dikkatlerimizi çekmektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Oruç, nefsin oruç bozucu hususlardan niyet ile birlikte alıkonulmasıdır. Şarî’ orucun sevabının ölene ulaşacağını açıkça ifade etmiştir. Hem amel, hem de niyet olan kıraat nasıl ulaşmasın?
"İnsan İçin Çalıştığından Başkası Yoktur" Buyruğunun Anlamı
Yüce Allah’ın: "İnsan için çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/39) buyruğunun delil gösterilmesine karşılık verilecek cevaba gelince, ilim adamları buna çeşitli cevaplar vermişlerdir. Bunların en sahih olanları şu iki cevabtır:
1- Kişi kendi çalışmasıyla, güzel geçimiyle arkadaş kazanır, çocuk sahibi olur, eşleri olur, hayırlarda bulunur, insanları sever, sevilir, onlar da ona rahmet okurlar, dua ederler, itaatlerin sevabını ona hediye ederler. İşte bu, onun çalışmasının, sa’yinin bir neticesidir. Hatta müslümanın İslam akide bağı çerçevesinde müslümanlar arasına girmesi dahi bütün müslümanların menfaatinin kişiye hayattayken de, ölümünden sonra da ulaşmasında en büyük sevaplar arasındadır. Müslümanların yaptıkları dua da onların hepsini çepeçevre kuşatır.
Yüce Allah’ın, imanı kişinin mü’min kardeşlerinin dua ve çalışmalarıyla yararlanmalarına sebep kılmış olması buna açıklık getirmektedir. Kişi iman etti mi artık bütün bunların kendisine ulaşabilmesini sağlayan sebeb uğrunda gerekli sa’yi, gayreti göstermiş demektir.
2- Bu birincisinden daha güçlüdür. Şöyle ki Kur’ân-ı Kerîm, bir kimsenin başkasının çalışması ve gayretinden faydalanmayacağını belirtmemektedir. Aksine sadece kişinin kendi öz çalışmasından başkasına malik olmasını kabul etmemektedir. Her iki durum arasında ise açık bir fark vardır. Yüce Allah insanın ancak kendi çalışmasına malik olacağını haber veriyor. Başkasının çalışması ise o çalışmayı yapanın mülküdür. Eğer bir kimse bu mülkünü başkasına bağışlamak isterse, bağışlayabilir. Kendisinin kalsın isterse, bunu da yapabilir.
Yüce Allah’ın: "Hiçbir kimse başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/38-39) buyrukları muhkem iki âyettirler ve Yüce Rabbin adaletini gerektirmektedir.
Birinci âyet-i kerîme -dünya hükümdarlarının yaptıklarının aksine- kimsenin başkasının suçunun cezasını çekmemesini, kimsenin başkasının günahından sorumlu tutulmamasını gerektirir.
İkincisi de kişinin ancak kendi ameli ile kurtulabileceğini hükme bağlamaktadır. Böylelikle herkes atalarının, geçmişlerinin, hocalarının, şeyhlerinin ameli ile kurtulacağından yana ümidini kessin. Yalan yere umutlanan kimseler gibi olmasın. Ama Yüce Allah:Kendi çalışmasından başka hiçbir şeyden faydalanmaz, da dememektedir.
Yüce Allah’ın: "Kazandığı kendisinedir." (el-Bakara, 2/286); "Siz işlediğinizin ancak karşılığını görürsünüz" (Yâsin, 36/54) buyrukları da bu şekildedir. Bu âyet-i kerîme’ler kulun başkasının amelinin cezasını çekmeyeceğine delildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde hiçbir kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz ve siz işlediğinizin ancak karşılığını görürsünüz." (Yâsin, 36/54)
Karşı görüşü savunanların, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in; "Âdemoğlu öldü mü, artık onun ameli kesilir" hadisini delil göstermelerine gelince, bu yerinde olmayan bir delillendirmedir. Çünkü hadis "faydalanması kesilir" dememektedir, amelinin kesileceğini haber vermektedir. Başkasının ameli ise o ameli işleyene aittir, eğer o amelin sahibi onu ölene bağışlayacak olursa amelde bulunan kimsenin yaptığı amelin sevabı da ona ulaşır. Kendisinin amelinin sevabı değil. Bu da bir kimsenin başkasına ait olan borcu ödemesine benzer. Böylelikle borçlu, borçtan kurtulur. Ancak borcunun ödenmesini sağlayan şey, kendisine ait olan bir şey değildir.
Malî ibadetler ile bedenî ibadetler arasında fark gözetenlere gelince, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- az önce de geçtiği üzere ölen yerine oruç tutmayı meşru kılmıştır. Halbuki oruçta vekalet cereyan etmemektedir. Cabir -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. O dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte kurban bayramı namazı kıldım. Namazı bitirdikten sonra bir koç getirildi ve onu boğazladı ve şöyle buyurdu: "Bismillahi vallahu ekber. Allah’ım bu hem benim adıma, hem de ümmetimden kurban kesmeyenlerin adına olsun." Hadisi Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizî rivayet etmiştir.[185]
Diğer taraftan iki koç kestiğine dair bir başka hadis de vardır. Bunlardan birisi hakkında: "Allah’ım, bu benim bütün ümmetimin adına olsun" demiş, diğerini keserken de: "Allah’ım, bu Muhammed adına ve Muhammed’in aile halkı adına olsun" demiştir.[186]
Kurban kesmekte Allah’a yakınlaştırıcı taraf kanın akıtılmasıdır. Görüldüğü gibi burada bu yakınlığı (ibadeti) başkası adına yapmıştır.
Aynı şekilde hac ibadeti de bedeni bir ibadettir. Mal sahibi olmak haccın bir rüknü değildir, sadece bir araçtır. Nitekim Mekke’de bulunan bir kimseye -mal şartı aranmaksızın- Arafat’a yürüyebilmesi halinde hac farzdır. Daha kuvvetli görülen görüş de budur, yani haccın malî ve bedeni bir ibadet şeklinde mürekkeb bir ibadet olmayıp, -Ebu Hanife mezhebine mensub müteahhir ilim adamlarından bir topluluğun da açıkça belirttiği gibi- sadece bedeni bir ibadet olduğu görüşü daha kuvvetlidir.
Bir de kifaye farzlarda bir kısmın yerine getirmesiyle, diğerlerinin de adına yerine getirmiş olduklarına bir bakalım.
Çünkü bu da bir sevabın bağışlanmasıdır. Vekâlet kabilinden değildir. Nitekim hususi bir ecir (işçi)nin kendisinden başkasını vekil tutmak hakkı yoktur, ama aldığı ücreti dilediğine verme hakkına sahiptir.
Kur’ân Tilaveti Karşılığında Ücret
Kur’ân okumak ve onu ölüye hediye etmek üzere Kur’ân okuyucularını ücretle tutmaya gelince, bu işi selef’ten hiçbir kimse yapmış değildir. Din imamlarından kimse de bunu emretmediği gibi, ruhsat da vermemiştir.
Bizatihi tilavet için ücretle tutmak herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu olmaksızın caiz değildir.
Görüş ayrılığı Kur’ân öğretmek ve buna benzer başkasına da ulaşan bir faydası bulunan hususlar için ücret almanın caiz olup olmadığı ile ilgilidir. Sevabın ölüye ulaşması ise, ancak amelin Allah için yapılması halinde söz konusudur. Ücretle yapılan böyle bir amel ise halis bir ibadet değildir. Dolayısıyla bundan elde edilecek sevap, ölülere hediye edilecek nitelikte de olamaz. Bundan dolayı hiçbir kimse oruç tutacak, namaz kılacak ve bunun sevabını ölüye hediye edecek bir kimseyi kiralar dememiştir. Ancak Kur’ân okuyan ve Kur’ân öğreten ve öğrenen kimseye, Kur’ân ehline bu konuda bir yardım ve destek olmak üzere bir şeyler verecek olursa, bu ölü adına verilen bir sadaka kabilinden olur ve caizdir.
el-İhtiyar, da şöyle denilmektedir: Şâyet malının bir bölümünün kabri başında Kur’ân okuyacak kimseye verilmesini vasiyet edecek olursa, bu vasiyet batıldır. Çünkü böyle bir şey (bu iş için) ücret manasınadır.
ez-Zahidî, el-Kınye adlı eserde şöyle demektedir: Şâyet kabri üzerinde Kur’ân okuyacak kimselere bir vakıf yaparsa, böyle bir tayin batıl olur.
Ücret Almaksızın Kur’ân Okuyup Sevabını Ölüye Hediye Etmek
Ücretsiz olarak kendi bağışı olmak üzere Kur’ân okuyup onu ölüye hediye etmeye gelince; bu da ölüye -oruç ve haccın sevabının ulaştığı gibi- ulaşır.
Şâyet: Bu selef arasında bilinen bir şey değildi. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de onlara böyle bir yol göstermiş değildir, denilecek olursa cevabımız şu olur:
Bu soruyu soran kişi eğer hac, oruç ve dua’nın sevabının ulaşacağını kabul eden bir kimse ise ona şöyle denilir: Peki bunlar ile Kur’ân okumanın sevabının ulaşması arasındaki fark nedir? Selef’in böyle bir şeyi yapmamış olmaları sevabının ulaşmayacağına dair bir delil değildir. Biz böyle genel bir nefyi nereden çıkartabiliyoruz?
Şâyet: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- oruç, hac ve sadaka’nın ulaşacağını onlara göstermiş, ancak Kur’ân’ın sevabının ulaşacağını göstermemiştir, denilecek olursa şöyle denilir:
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bizzat öncelikle onlara böyle bir yol göstermiş değildir. Aksine onun bu yol göstermesi onların sorularına bir cevap vermesi suretiyle olmuştur. Birisi ölmüş yakını adına haccetmeye dair ona soru sormuş, bu hususta ona izin vermiş. Diğeri ölen yakını adına oruç tutmaya dair ona soru sormuş, ona da bu hususta izin vermiştir. Bunların dışında kalan hususları da onlara yasaklamamıştır. Şimdi mücerred bir niyet ve orucu bozan şeylerden uzak durmak (imsak)den ibaret olan orucun sevabının ulaşması ile, Kur’ân ve zikrin sevabının ulaşması arasındaki fark nerededir?
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e sevabı bağışlamak hususunda ne dersiniz? diye sorulursa, ona da şöyle cevab veririz: Müteahhirin’den bunu müstehab görenler olduğu gibi, bid’at görenler de vardır. Çünkü Ashab-ı Kiram böyle bir şey yapmadılar. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de ümmetinden hayır işleyen herbir kimsenin amelinin aldığın ecrin mislini alır ve amelde bulunan kimsenin ecrinden de bir şey eksilmez. Çünkü ümmetine her türlü hayrın yolunu gösteren ve o hayra kendilerini irşad eden odur.
Ölü yakınında okunan Kur’ân-ı Kerîm’den -Allah’ın kelâmını işitiyor olması dolayısıyla- faydalanır, diyenlerin görüşlerine gelince, bu hususta meşhur imamlardan herhangi birisinin böyle bir görüşe sahip olduğu sahih değildir. Ölünün okunan Kur’ân’ı işittiğinde şüphe yoktur. Ancak Kur’ân’ı dinlemekle faydalandığı görüşü sahih olarak gelmemiştir. Çünkü dinleme dolayısıyla sevap kazanmak hayatta olma şartına bağlıdır ve bu ihtiyarî bir ameldir. Ölüm ile ihtiyar ortadan kalkar, hatta belki ondan dolayı zarar da görebilir ve acı da çekebilir. Çünkü bu kimse hayatta iken Allah’ın emirlerini ve yasaklarını yerine getirmeyen bir kişi olabilir, yahut ta fazla hayır yapmamış bir kimse de olabilir.
Kabir Başında Kur’ân Okumanın Hükmü
İlim adamları kabir başlarında Kur’ân okumanın hükmü hususunda üç farklı görüş ortaya koymuşlardır: Mekruhtur, sakıncası yoktur; defin vaktinde sakıncası yoktur; ondan sonra mekruhtur şeklinde.
Ebu Hanife, Malik ve bir rivayete göre Ahmed gibi mekruh olduğunu söyleyenler şöyle derler: Çünkü bu muhdes’tir (sonradan çıkmış bir bid’attir.) Bu hususta da sünnet varid olmuş değildir. Kıraat de namaza benzer. Kabirlerin yanında namaz ise yasaklanmıştır, kıraat de böyledir.
Muhammed b. el-Hasen ve bir rivayete göre de Ahmed gibi, sakıncası yoktur, diyenler de İbn Ömer -Radıyallahu anh-dan nakledilen şu rivayeti delil göstermişlerdir: İbn Ömer -Radıyallahu anh- defnedileceği vakit kabrinin başında Bakara suresinin ilk âyetleri ile son âyetlerinin okunmasını tavsiye etmişti. Muhacir’lerden birisinden de Bakara suresinin okunmasını vasiyet ettiği de nakledilmiştir.
Sadece defin zamanında mahzur yoktur -ki bu Ahmed’den gelen bir rivayettir- diyenler de bu konuda İbn Ömer ve muhacirlerden birisinden nakledilen rivayeti delil alırlar.
Bundan sonra kabirlerin başlarında nöbetleşe Kur’ân okumaya gelince; bu mekruh’tur. Çünkü bu konuda sünnet varid olmuş değildir, selef’ten herhangi bir kimseden de asla böyle bir şey nakledilmemiştir. Bu görüş konu ile ilgili her iki delili de bir arada değerlendirdiğinden ötürü, diğerlerinden belki de daha güçlüdür.
"Yüce Allah duaları kabul eder, ihtiyaçları karşılar."
Dua’nın Kabulü
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbiniz buyurdu ki:’ ‘Bana dua edin, ben de duanızı kabul edeyim...’" (el-Mu’min, 40/60); "Kullarım sana Beni sorarlarsa, işte muhakkak Ben pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenlerin duasına karşılık verir, kabul ederim." (el-Bakara, 2/186)
Hem müslümanlar, hem sair dinlere mensub olanlar ve başkaları büyük bir çoğunlukla duanın menfaatleri sağlamak, zararları önlemek hususunda en güçlü sebeblerden birisi olduğunu kabul etmektedirler. Yüce Allah kâfirlerin denizde bir sıkıntı ile başbaşa kaldıkları takdirde dinlerini Allah’a halis kılarak O’na dua ettiklerini, insana bir zarar dokunacak olursa yanı üzere bulunurken, otururken yahut ayaktayken dua ettiğini bizlere haber vermektedir.
Yüce Allah’ın kulunun duasını kabul etmesi -müslüman ya da kâfir olsun- ve dileğini ona vermesi, onlara rızık vermesi, onlara yardımcı olması kabilindendir. Bu, Yüce Allah’ın kulunun mutlak olarak Rabbinin olmasının bir gereğidir. Diğer taraftan duanın kabulü kişi hakkında bir zarar ve bir fitne sebebi de olabilir, eğer onun kâfirliği ve fasıklığı bunu gerektirmekte ise.
İbn Mace’nin, Sünen’inde Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Allah’tan dua edip dilekte bulunmayana Allah gazab eder."[187]
Dua’nın Faydasız Olduğunu İddia Edenlere Cevab
Bir takım filozoflar ile aşırı mutasavvıfların kanaatine göre duanın bir faydası yokmuş. Bunlar derler ki: İlahi meşiet şâyet istenen şeyin var olmasını gerektirmiş ise duaya gerek yoktur, eğer gerektirmemiş ise bu sefer duanın faydası yoktur.
Hatta onların bazıları âriflerden havas olanlarının özel bir makamı olduğunu kabul ederler. Ancak bu kimi şeyhlerin hatalarından birisidir. Böyle bir kanaatin İslam dininin gerçeklerinden ve aklın kabul ettiği hükümlerden kesin olarak tutarsızlığı bilindiği gibi, duanın faydalı olduğu, ümmetlerin tecrübeleriyle, ittifakla sabit olmuş bir husustur. Hatta filozoflar şöyle derler: İbadet için yapılmış heykeller etrafında çeşitli dillerle ve şekillerle yükselen sesler, etkin feleklerin bağladığı düğümleri çözer.
Ancak bu, müşriklerin bir vehmidir.
(Filozoflarla, aşırı mutasavvıfların) şüphesine verilecek cevab ileri sürdükleri iki önermenin de yersiz olduğunu belirtmekten ibarettir. Onların ilahî meşîet ile ilgili olarak belirttikleri, ilahî meşîet ya bunu gerektirir, ya gerektirmez şeklindeki önermelerinin dışında üçüncü bir önerme daha vardır. O da şudur: İlahi meşiet, duada istenilen şeyi bir şart ile öngörmüş, şartsız olarak öngörmemiştir. Dua etmek, bunun şartı olabilir.
Nitekim ilahi meşietin salih amel olması halinde mükafatı gerekli kılması, olmaması halinde bunu gerektirmemesi buna benzer. Ayrıca ilahi meşiet yemek ve içmek halinde tok olunacağını ve su ihtiyacının karşılanacağını gerektirmiş, bunların yapılmaması halinde böyle bir şeyi gerektirmemiştir. Evlilikle çocuğun hasıl olacağını, ekinin tohumla hasıl olacağını hükme bağlamıştır... Eğer duada istenen şeyin meydana gelmesi dua ile birlikte olması halinde takdir edilmiş ise, duanın faydası yoktur, demek doğru olamaz. Tıpkı yemenin, içmenin, tohum ekmenin vs. sebeblerin faydası yoktur, denilemeyeceği gibi. O halde bu gibi kimselerin, bu sözleri şeriate muhalif olduğu gibi, aynı şekilde hisse ve fıtrata da muhaliftir.
Bir kesim ilim adamının söylediği şu görüş bilinmesi gereken hususlardandır: Esbaba iltifat etmek tevhid’de bir şirktir. Esbabı silerek, onların esbab olmayacaklarını kabul etmek de aklî bakımdan bir eksikliktir. Esbab’tan büsbütün yüz çevirmek ise şeriati tenkid etmektir. Tevekkül ve umudun manası ise, tevhid’in, aklın ve şeriatın gereklerini yerine getirmekle gerçekleşir.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Sebebe yönelmek demek, kalbin ona güvenip dayanması; ondan ümit beslemek demek, kalbin ona bel bağlamasıdır. Ancak mahlukat arasında buna layık hiçbir kimse, hiçbir şey yoktur. Çünkü hiçbir mahluk tek başına ve bağımsız olarak var değildir. Onun bir takım ortaklarının ve zıtlarının da bulunması kaçınılmazdır. Bütün bunlarla birlikte eğer esbab’ın müsebbibi onu musahhar kılmayacak olursa, o sebeb müsahhar kılınmaz.
Dua’yı faydasız görenlerin: Eğer ilahi meşîet istenenin gerçekleşmesini hükme bağlamış ise duaya gerek yoktur, sözlerine karşılık şu cevabı veririz: Aksine bazen ister dünyevî, ister uhrevî bir maslahatın elde edilebilmesi ve ister dünyevî, ister uhrevî bir başka zararın önlenebilmesi için duaya gerek duyulabilir.
Yine duayı gereksiz görenlerin: Şâyet ilahi meşiet bunu gerekli görmüyorsa onda bir fayda yoktur, sözlerine karşılık da şöyle deriz: Aksine dua’nın menfaatleri sağlamak, zararları önlemek bakımından pek büyük faydaları vardır. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bunlara dikkatimizi çekmiştir. Hatta dua sebebiyle kula acilen dünyada verilen Rabbini bilip tanımak, O’nun rububiyetini ikrar ve itiraf etmek, O’nun herşeyi işiten, pek yakın, herşeye kadir, herşeyi bilen, merhameti sonsuz olduğunu dile getirmek, kul olarak kendisinin O’na muhtaç olduğunu, zorunlu olarak O’nsuz olamayacağını dile getirmek ve buna bağlı olarak pek üstün bilgiler ve pek değerli haller -ki bunlar en büyük talepler ve istekler arasında yer alırlar- dua ile gerçekleşirler.
Denilse ki: Eğer kendisinden istekte bulunulan kimsenin, istekte bulunana bir şeyler vermesinden aklımızla kavradığımız şekilde, Yüce Allah’ın bir şeyler vermesi, kul’un (dua etmek şeklindeki) fiiline bağlı ise; o takdirde bu dua eden kimsenin kendisine dua edilene -istediğini verinceye kadar- etki etmiş olmaz mı?
Deriz ki: Kul’u kendisine dua etmek üzere harekete getiren de Yüce Rabbimizdir. Bu hayır O’ndandır, O’nun kuluna hayrını tamamlamasının bir tecellisidir.
Nitekim Ömer -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Ben dua’mın kabul edilip, edilmeyeceğini düşünmem. Beni düşündüren dua edebilmektir, o bakımdan bana dua etmem ilham edildiği takdirde duamın kabulü de onunla birlikte demektir.
Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu anlamı dile getirmektedir: "O herşeyi gökten yere doğru tedbir eder (düzenler.) Sonra miktarı sizin saymanıza göre bin yıl olan bir günde O’na yükselir." (es-Secde, 32/5) Yüce Allah bu buyruğu ile tedbir’i kendisinin başlattığını, sonra da tedbir ettiği bu işin kendisine yükseldiğini haber vermektedir. O halde kulun kalbine dua etme duygusunu veren ve bunu kendisine vereceği hayırlara sebeb kılan O’dur. Tıpkı amellere karşılık mükafat vermesi gibi. Kulu tevbe etmeye muvaffak kılan, sonra o tevbeyi kabul eden de O’dur. Kulu amelde bulunmaya muvaffak kılıp sonra da mükâfatlandıran O’dur. İşte dua etme tevfık’ini kul’a veren de, sonra bu duayı kabul eden de O’dur. Mahlukattan hiçbir şey bu hususta O’na etki etmiş olamaz. Aksine bizzat O, yaptığı birşeyi yapacağı bir şeye sebeb kılmıştır. Tabiîn’in imamlarından birisi olan Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şihhîr şöyle der: Ben bu işe baktım, iyice düşündüm. Baktım ki başlangıcı da Allah’tandır, tamamlamak ta Allah’a aittir. Bütün bunların anahtarının da dua olduğunu gördüm.
"O herşeye mâlik’tir, hiçbir şey O’na mâlik olamaz. Bir göz açıp kırpacak bir an dahi Allah’a muhtaç olmamak düşünülemez. Bir göz açıp kırpacak kadar bir süre Allah’a muhtaç olmadığını zanneden küfre sapar ve helâk olanlardan olur."
Bu, açık bir gerçek ve hiçbir kapalılığı bulunmayan bir ifadedir.
"Yaratıklardan kimseye benzemesi söz konusu olmaksızın Allah hem gazab eder, hem razı olur."
Allah’ın Gazabı ve Rızası
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan razı olmuştur." (el-Maide, 5/119, el-Mücadele, 58/22, el-Beyyine, 93/8); "Andolsun ki ağacın altında sana bey’at ederlerken, Allah mü’minlerden razı olmuştur." (el-Feth, 48/18)
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah’ın kendilerine lanet ettiği, üzerlerine gazab ettiği... kimseler" (el-Maide, 5/60); "Allah ona gazab etmiş, lanet etmiş..." (en-Nisa, 4/93); "Allah’tan gelen bir gazaba uğradılar." (el-Bakara, 2/61) Buna benzer buyruklar pek çoktur.
Selef’in vs. imamların benimsediği görüş gazab, rıza, adalet, velâyet, sevmek, buğzetmek ve buna benzer Kitab ve sünnette varid olan sıfatları kabul etmek, diğer taraftan bunları Yüce Allah’a yakışan gerçek manalarından uzaklaştıracak türden olan te’vili de benimsememek şeklindedir. Nitekim semi’, basar, kelam vs. sıfatlar hakkında da buna benzer kanaattedirler. Tahâvî de -Allah ona rahmet etsin- daha önce geçen: "Çünkü ru’yetin (Allah’ın görülmesinin) te’vili ve rububiyete izafe olunan herbir anlamın te’vili, te’vili terketmektir, teslime yapışmaktır. Rasûllerin dini de bu şekildedir." sözleriyle işaret etmiş idi.
İstivâ sıfatının nasıl olduğu hususunda İmam Malik -Radıyallahu anh-ın verdiği şu cevaba da dikkatle bakalım: İstiva’nın ne demek olduğu bilinmektedir, keyfiyeti ise meçhulümüzdür. Yine Ummu Seleme -Radıyallahu anh-dan mevkuf olarak bu cevab nakledildiği gibi, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e merfu olarak da nakledilmiştir. Aynı şekilde Tahâvî de -Allah ona rahmet etsin- daha önceden şunları söylemiştir: Her kim nefy’den ve teşbih’ten korunmazsa ayağı kayar ve tenzih’i isabet ettiremez. İleride de şu sözleri gelecektir: "Gerçek şu ki İslam ifrat ile tefrit arasıdır. Teşbih ile ta’til arasıdır."
Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Mahlukattan hiçbir kimse gibi olmamak üzere" ifadesi teşbih’i nefyetmektedir.
Rıza iyilik yapmak iradesi, gazab da intikam almak iradesidir denilemez. Çünkü böyle bir açıklama sıfatı nefyetmektir. Ehl-i sünnet de ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Allah sevdiği ve razı olduğu şeyleri emreder. Velev ki bunları irade ve meşîeti ile istemesin. Buna karşılık gazab ettiği ve hoşlanmadığı, buğzettiği şeyleri nehyeder ve bunları yapanlara da gazab eder. Bunu meşîet ve iradesiyle istemiş olsa dahi. Çünkü Yüce Allah irade etmemekle birlikte bir takım hallerini sevip razı olabilir. Bununla birlikte irade ettiği bazı şeylere de gazab edebilir.
Gazab’ı ve rıza’yı iyilik yapma isteği diye te’vil edenlere: Niye böyle bir te’vil’de bulundun? diye sorulursa, şüphesiz şu cevabı verecektir: Çünkü gazab kalbteki kanın kaynayıp coşması, rıza ise eğilim ve arzu duymak demektir. Böyle bir şey ise Yüce Allah’a yakışmaz.
Ona şöyle cevab verilir: Kalbteki kanın kaynayıp coşması insanoğlunda gazab sıfatından meydana gelen bir haldir, yoksa o gazabın kendisi değildir. Yine şöyle denilir: Bizim irade ve meşietimiz, hayatta olan kimsenin bir şeye ya da kendisine uygun ve mülayim gelene eğilim duymasıdır. Bizden hayatta olan bir kimse ancak kendisine fayda sağlayacak yahut ta bir zararı önleyecek bir şeyi irade eder ve iradesiyle istediği şeye muhtaçtır. İsteğini elde etmekle de varlığı artar, etmemesi halinde de eksilir. Buna göre (siz bu te’vili yaparken) Allah hakkında uygun görmediğiniz mana ile sizin uygun gördüğünüz mana arasında hiçbir fark yoktur. Eğer bu caiz ise öteki de caizdir, bu caiz değilse öteki de caiz değildir.
Dese ki: Herbirisinin bir hakikati bulunsa bile Allah’ın sıfatı olan iradenin, kulun sıfatı olan irade gibi anlaşılmasından korkulur. Ona şöyle cevab verilir: Bunun yerine: Herbirisinin bir hakikati olmakla birlikte, Allah’ın sıfatı olan gazab ve rıza, kulun vasfı olan gazab ve rıza’ya muhaliftir, de. Eğer irade ile ilgili olarak söyledikleri bu sıfatlar hakkında da söylenebiliyor ise o takdirde te’vil kaçınılmaz bir yol olmaktan çıkar, aksine terkedilmesi gerekir. Çünkü bu durumda sen çelişkiden kurtulmuş olacağın gibi, Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını gereksiz yere ta’til etmekten de kurtulmuş olursun. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’i gereksiz yere zahirî anlamından ve hakikatinden başka manalara çekip yorumlamak haramdır. Başka manaya çekip, yorumlamayı gerektiren de kişinin aklının gösterdiği sebeb olamaz. Zira akıllar farklı farklıdır, çünkü herkes başkasının söylediğinden farklı bir şeyi aklının gösterdiğini söylemektedir.
Bu sözler; "Bu adın verildiği sıfatlar mahlukta da vardır. O bakımdan Yüce Allah hakkında bunları düşünmek imkansızdır" gerekçesiyle Yüce Allah’ın sıfatlarından herhangi birisini nefyeden herkese aynen söylenebilir. Çünkü varlık sıfatı dahil, insanın bilip tanıdığından farklı olmayan herhangi bir şeyi Yüce Allah hakkında kabul etmek kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü kulun vücudu (varlığı) ona yakışan bir şekildedir. Yaratıcının vücud sıfatı da O’na yakışan bir şekildedir. Yüce Allah’ın vücud sıfatı hakkında yokluk imkansızdır. Mahluk’un vücud sıfatı hakkında ise yokluk imkansız değildir. Yüce Rabbimizin kendi zatına isim olarak verdikleri ile mahlukatına verilen isimler -Hayy, Alim, Kadir gibi- yahut ta gazab ve rıza gibi kullandığı bazı sıfatları aynı şekilde bir takım kulları hakkında kullanılmış ise şunu bilelim ki bizler, akıllarımızla, kalplerimizle Yüce Allah hakkında bu isimlerin manalarını idrak edip kavrayabiliriz. Bunlar haktır, sabittir ve vardır. Aynı şekilde bu isimlerin mahlukat hakkında kullanılması halinde ne manaya geldiklerini de kavrayabiliyoruz. Her iki mana arasında bir ortak noktanın bulunduğunu kavramakla birlikte, elbetteki bu ortak noktanın hariçte (zihnin dışında varlık aleminde) varlığı söz konusu değildir. Çünkü küllî müşterek mana ancak zihinlerde ortak olarak bulunur, hariçte ise ancak muayyen ve tahsis edilmiş (şart, sıfat ve nitelikleri belirlenmiş) olarak var olabilir. Böylelikle halik ile mahluk arasında ortak sıfatların herbirisi ilgili olduğu zat hakkında ona yakışan şekilde sabit olur.
Hatta: Cehennem bekçisi olan mâlîk’in gazabı ile meleklerden bir başkasının gazabı söz konusu edilecek olursa, bu gazabların Ademoğullarının gazab keyfiyetinin aynısı olması icab etmez. Çünkü melekler dört unsurun karışımından meydana gelmiş varlıklar değildir ki insanoğlunun kızması halinde kalbindeki kanın kaynaması gibi, onların da kalblerindeki kanın kaynaması söz konusu olabilsin. O halde Yüce Allah’ın gazabının, Ademoğlunun gazabından farklı olması öncelikle söz konusudur.
"Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabını sever, onlardan herhangi birisinin sevgisinde aşırıya kaçmayız. Onlardan herhangi birisinden de beri olduğumuzu söylemeyiz. Onlara buğzedenlere ve hayırdan başka türlü onları yadedenlere biz de buğzederiz. Onlardan ancak hayırla söz ederiz. Onları sevmek dindir, imandır, ihsandır. Onlara buğzetmek ise küfürdür, nifaktır, tuğyândır."
Ashab’ı Sevmenin Gereği
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-, Rafızîler’in ve Nevasıb’ın kanaatlerinin reddine işaret etmektedir. Yüce Allah da, Rasûlü de Ashab-ı Kiram’dan övgüyle söz etmiş, onlardan razı olmuş ve onlara el-Hüsna’yı (cennet’i) vadetmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İleriye geçen muhacir ve ensar ile onlara güzellikle uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır. Bunlar için orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu en büyük kurtuluştur." (et-Tevbe, 9/100)
"Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Onunla birlikte olanlar, kâfirlere karşı sert ve katı, kendi aralarında merhametlidirler." (el-Feth, 48/29) Surenin sonuna kadar.
"Andolsun ki ağacın altında sana bey’at ederlerken, Allah mü’minlerden razı olmuştur." (el-Feth, 48/18)
"İman edip, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle (onları) barındırıp yardım edenler (ensar); işte onlar birbirlerinin velileridirler..." (el-Enfal, 8/72) surenin sonuna kadar.
"Aranızdan fetih’ten önce infak edip, savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz. Onların dereceleri fetih sonrasında infak edip savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de el-Hüsna’yı (cenneti) vadetmiştir. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (el-Hadid, 57/10)
"(O fey) yurtlarından ve mallarından çıkartılıp, uzaklaştırılmış olan ve Allah’ın lutuf ve rızasını isteyen, Allah’a ve peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte onlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan evvel Medine’yi yurt edinip iman’a sahip olanlar ise kendilerine hicret edenleri severler ve bunlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir. Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle, kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma. Rabbimiz şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin."(el-Haşr, 59/8-10)
Bu âyet-i kerîme’ler muhacir ve ensar’a, onlardan sonra gelip onlar için mağfiret dileyen, Yüce Allah’tan kalplerinde onlara karşı bir kin bırakmamasını isteyenlere övgüleri ihtiva ettiği gibi, fey’de hak sahibi olanların da işte bunlar olduğu hükmünü de ihtiva etmektedir. Kalbinde iman edenlere karşı bir kin besleyen, onlar için mağfiret dilemeyen bir kimse Kur’ân nass’ı ile fey’de hak sahibi değildir.
Buharî ve Müslim’de, Ebu Said el-Hudrî -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Halid b. el-Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında bir anlaşmazlık oldu. Halid ona sövecek oldu, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Ashab’ımdan kimseye sövmeyiniz. Sizden herhangi bir kimse eğer Uhud dağı kadar altın infak edecek olsa, onlardan birisinin infak ettiği bir mudde ve hatta onun yarısına dahi erişemez."[188] Halid’in, Abdurrahman’a sövmesini sadece Müslim söz konusu etmekte, Buharî ondan söz etmemektedir.
İşte Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Halid’e ve benzerlerine: "Ashab’ıma sövmeyiniz" diyor ve bununla Abdurrahman ve benzerlerini kastediyor. Çünkü Abdurrahman b. Avf ve benzerleri ilk iman edenler arasındadırlar. Onlar ayrıca Fetih’ten önce İslam’a girip savaşmış olanlardır. Rıdvan bey’atinde de bulunmuşlardır. O bakımdan onlar, Rıdvan bey’atinden sonra İslam’a giren kimselere nisbetle daha faziletlidirler ve onun daha has ashab’ıdırlar. Diğerleri ise Hudeybiye’den sonra ve Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Mekke’lilerle barış yapmasından sonra İslam’a girmişlerdir. Halid b. el-Velid de onlardan birisidir. Bunlar da Mekke fethedilinceye kadar müslüman olmaları geciken kimselerden daha önce müslüman olmuşlardır. Mekke fethedildiği gün İslama girenlere de "et-Tulaka" adı verilmiştir. Ebu Sufyan ile onun iki oğlu Yezid ve Muaviye de bunlardandır.
Hadis’ten maksad Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in sonradan ashab arasına karışmış olanların, önceden ashab’dan olanlara dil uzatmalarını yasaklamaktır. Çünkü bunların sonradan ashab arasına katılanlara göre bir imtiyazları vardır ve sonradan ashab arasına katılanların bu hususta onlara ortak olmalarına imkan yoktur. Hatta onlardan birisi Uhud dağı kadar altın infak edecek olsa dahi bu, diğerlerinden birisinin infak ettiği bir mudde yahut onun yarısına dahi denk düşmez.
Hudeybiye’den sonra -Mekke’nin fethinden önce olsa bile- İslam’a girenlerin hali bu olduğuna göre, hiçbir şekilde ashab arasında sayılmayan kimselerin ashab’a karşı durumu ne olur? Allah onların hepsinden razı olsun.
Ensar ve muhacir’lerden ilk İslam’a girenler Fetih öncesinden infak edip, savaşan kimselerdir. Rıdvan bey’atinde bulunanların hepsi de onlardandır ve bunların sayısı bindörtyüz kişiden fazla idi.
Şöyle de açıklanmıştır: "İlk önde gidenler" iki kıbleye doğru da namaz kılanlardır. Ancak bu zayıf bir görüştür, çünkü Kudüs’e doğru namaz kılmak neshedilmiş bir hükümdür, tek başına bir fazilet değildir. Çünkü nesh onların işi değildir, ayrıca bu şekilde bir namaz kılmanın daha faziletli olduğuna delil olabilecek şer’î bir delil de yoktur. Halbuki infak ile cihad ile ve ağaç altında Rıdvan bey’atinde bulunmak suretiyle öncelikli oluşun faziletine dair delil teşkil eden buyruklar vardır.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den rivayet edilen: "Ashab’ım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz."[189] hadisine gelince; bu zayıf bir hadistir. el-Bezzar der ki: Bu, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sahih olarak gelen bir hadis değildir, güvenilir hadis kitaplarında da yoktur.
Müslim’in Sahih’inde ise Cabir’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Âişe -Radıyallahu anha-ya: Bazı insanlar Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabını hatta Ebu Bekr ve Ömer’i dillerine doluyorlar denilince, dedi ki: Siz bunun neresine hayret ediyorsunuz ki? Onların amelleri (vefatlarıyla) kesildi, Yüce Allah da onların ecirlerinin kesilmesini murad etmedi.
İbn Batta, sahih bir isnad ile İbn Abbas’ın şöyle dediğini kaydetmektedir: "Muhammed’in ashab’ına sövmeyiniz. Onlardan herhangi birisinin -Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- ile birlikte- bir anlık bulunması, sizden herhangi birisinin kırk yıllık amelinden daha hayırlıdır."[190] Vekî’ yoluyla gelen rivayette de: "Sizden herhangi birisinin ömür boyu ibadetinden daha hayırlıdır" denilmektedir.
Buharî ile Müslim’de, İmran b. Husayn ve başkalarının rivayet ettiği hadise göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "İnsanların en hayırlısı benim çağdaşlarımdır, sonra onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonra gelenler." İmran dedi ki: Kendi çağından sonra iki mi, üç mü çağ zikretti bilemiyorum.[191]
Müslim’in Sahih’inde, Cabir -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ağaç altında bey’at edenlerden hiçbir kimse cehennem ateşine girmeyecektir."[192]
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Allah peygamberini de içlerinden bir gurubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken dar zamanda ona tabi olan muhacir’lerle ensar’ı da tevbeye muvaffak etti. Sonra onların bu tevbelerini kabul buyurdu..." (et-Tevbe, 9/117 ile ondan sonraki diğer âyetler...)
Andolsun ki Abdullah b. Mes’ud -Radıyallahu anh- şu sözleriyle onları nitelendirirken doğru söylemiştir: Allah kulların kalplerine nazar etti. Muhammed’in kalbinin kulların kalplerinin en hayırlısı olduğunu gördü. O bakımdan onu kendisi için seçti ve risaletiyle onu gönderdi. Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in kalbinden sonra diğer kulların kalplerine nazar etti. Ashab’ının kalplerinin, kulların kalplerinin en hayırlısı olduğunu gördü. O bakımdan onları peygamberinin yardımcıları yaptı, dini uğrunda savaştılar. Müslümanların güzel gördükleri şey bundan dolayı Allah nezdinde de güzeldir, onların kötü gördükleri şey bundan dolayı Allah nezdinde de kötüdür.
Bir başka rivayette şu şekildedir: Muhammed’in ashab’ının tamamı Ebubekr’i halife seçmek görüşünde birleştiler.
İbn Mes’ud’un: Sizden her kim bir sünnete uyacaksa, ölmüş olanların sünnetine tabi olsun... şeklindeki sözleri Tahâvî’nin: "Ve biz sünnet’e ve cemaate tabi oluruz" sözlerini açıklarken geçmiş idi.
Mü’minlerin en hayırlılarına ve Yüce Allah’ın peygamberlerden sonraki gerçek dostlarının efendilerine, önderlerine kalbinde bir kin taşıyan bir kimseden daha sapık kim olabilir? Hatta onlara kin duyanlardan yahudi ve hristiyanlar bir hasletleriyle bu bakımdan onlardan üstündürler. Çünkü yahudiler’e: Sizin ümmetinizin en hayırlıları kimlerdir? diye sorulduğunda onlar: Musa’nın ashab’ıdır, derler. Hristiyanlar’a: Sizin ümmetinizin en hayırlıları kimdir? diye sorulunca onlar da: İsa’nın ashab’ıdır derler. Rafızî’lere: Ümmetinizin en kötüleri kimdir? diye sorulunca, onlar da: Muhammed’in ashab’ıdır der, çıkarlar ve aralarından çok az kimseler dışında istisna da yapmazlar. Halbuki onların dil uzatıp, sövdüğü kimseler arasında istisna ettikleri kimselerden kat kat daha hayırlıları bile vardır.
Tahâvî’nin - Allah ona rahmet etsin- : "Onlardan herhangi birisinin sevgisinde aşırıya kaçmayız" yani onlardan kimseyi sevmekte -Şia’nın yaptığı gibi- haddi aşmayız. O takdirde biz haddi aşanlardan oluruz. Yüce Allah ise: "Ey kitab ehli! Dininizde aşırıya gitmeyin" (en-Nisa, 4/171) diye buyurmaktadır.
Ashab’dan Herhangi Bir Kimse Hakkında Haddi Aşmak Caiz Değildir
Tahâvî’nin - Allah ona rahmet etsin-: "Rafızî’lerin yaptıkları gibi onlardan herhangi birisinden beri olduğumuzu da söylemeyiz" sözlerine gelince, çünkü Rafızîlere göre Berâ olmaksızın velâ olmaz. Yani Ebu Bekr ve Ömer -Radıyallahu anh-dan teberri etmedikçe (onlardan uzak olmadıkça) ehl-i beyt tevelli (dost) edinilmez.
Ehl-i sünnet ise onların hepsini veli edinirler ve layık oldukları konumlarında görürler. Bu konuda adalet ve insaf ölçülerini kullanırlar, heva ve taassubla hareket etmezler. Çünkü bütün bunlar haddi aşmanın ta kendisi olan bağy’in bir bölümüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendilerine ilim geldikten sonra ancak aralarındaki bağy’den dolayı anlaşmazlığa düştüler." (el-Câsiye, 45/17)
İşte seleften birisinin şu sözünün manası da şudur: Şehadet te bid’attır, beraet te bid’attir. Hatta bu ashab ve tabiîn’den olan bir grub seleften dahi rivayet edilmektir. Ebu Said el-Hudrî, Hasan-ı Basrî, İbrahim en-Nehaî, ed-Dahhak ve başkaları bunlar arasındadır.
Burada sözü geçen şehadet’in anlamı şudur: Müslümanlardan muayyen bir kimse hakkında cehennemliklerden olduğuna yahut kâfir olduğuna -bu hususta Allah’ın onun vefatı halindeki durumuna dair bir bilgisi olmaksızın- şahitlik etmek demektir.
Tahâvî’nin- Allah ona rahmet etsin-: "Onları sevmek din’dir, iman’dır, ihsan’dır" sözlerine gelince, çünkü bu daha önce kaydettiğimiz nass’larda sözü geçen Allah’ın emirlerine uymak demektir.
Tirmizî, Abdullah b. Muğaffel’in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "Ashab’ım hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan. Benden sonra onları (atışlarınıza, saldırılarınıza) hedef edinmeyin. Çünkü onları seven beni sevdiği için onları sever, onlara buğzeden de bana olan buğzundan dolayı onlara buğzeder. Onlara kim eziyet ederse, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş demektir. Allah’a eziyet edeni de fazla zaman geçmeden Allah yakalar."[193]
Ashab’ı sevmeye iman demek, Tahâvî - Allah ona rahmet etsin- adına izahı zor bir şeydir. Çünkü sevmek kalbin bir amelidir, tasdik ile de aynı şey değildir. Buna göre amel de iman adının kapsamı içerisine girmektedir. Halbuki daha önce onun: "İman dil ile ikrar ve kalb ile tasdiktir" dediğini görmüştük ve o ameli iman kapsamı içerisine sokmamaktadır. Ebu Hanife mezhebinin bilinen görüşü budur. Ancak böyle bir adlandırma mecazi kabul edilirse, izah edilmiş olur.
"Onlara buğzetmek küfür’dür, münafık’lıktır ve tuğyan’dır" sözlerine gelince, bid’at sahibi kimselerin tekfir’i ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Burada sözü edilen küfür de Yüce Allah’ın: "Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, onlar kâfirlerin ta kendileridir" (el-Maide, 5/44) buyruğunda sözü edilen küfrü andırmaktadır. Bu hususa dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sonra, halifeliği ilk -ve onun faziletinin, bütün ümmetin de önünde oluşunun bir belirtisi olarak- Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu anh- için sabit kabul ederiz."