Vakit ki... Aklımız Çelinmiş Sabahtan

..:naz:..

New member
Boğazımızda heceler seni anınca yüzümüzde mayhoş bir utangaçlık. Şarlayarak üstümüze devrilen zamanın ve genzimi yakan başıboşluğun ortasında serin bir kızıllık arıyoruz. Buruşmuş yılgın senelerin ve rahlede fotoroman okuyan aklımızın ortasında dolaşıp duruyoruz. Sanıyoruz ki iskeletimiz kana karışacak, sanıyoruz ki haylazlığımız saçları kırlaşmış dünyaya meydan okuyacak… İçi kurtlanmış yaralarımız çatlayan tohum gibi toprağa yüzünü çevirmiş.

Her sabah kalıp öpüşmeye heveslendiğimiz dünyanın bağırtıları boğuyor bizi. Tutuşmuş, kaçıyoruz saklanarak kendimizden. Hasat mevsiminde ekine şehirliler gibi davranıyoruz. Şımarık, kendini bilmez, ukala. Eğilip kalkarken ne tuhaf; dağlarla boy ölçüşüyoruz. Sancılarımız biz bilmeden bizi terk etmiyor. Ayartmaya çalıştığımız hısımlarımızın kabuklarını yoluyoruz gözlerimizi kapayıp. Hepimiz çalgıcıyız, hem çalıp hem oynayan.

Vakit galiba senin söylerken gizlerinden iki damla yaş akıtan vakit. Hani hinliğin şeytan pabuç bırakmayanların, kambur çocukları gökdelenlerin en üst katından itenlerin vakti. Her yer sis bulutu, kim açsa gözerini içi irin doluyor. Sarsak şamatasıyla mahşeri andıran dünyanın marşları artık seni anmıyor. Ve hiçbir şef senden bahseden besteleri çalmıyor. İçimizde hiç kimse baharda toprağı yaran çiğdemin senin kokunu hatırlattığını söylemiyor. Boğuk kum fırtınasının yanında hırpalanıyoruz cüretkar kahkahalarımızla. Hepimiz dünyaya koşmakla meşgulüz. Yer yüzünde tek kimse ne seni ne dediklerini yamamıyor kulaklarımıza.

Oysa sen konuşunca gecenin üstü örtülür; bütün maceralar suskun bir çocuğa dönerdi. Ağzından çıkan tek harf ziyan olmasın diye dünyanın etrafında çember olursu seni dinleyen kim varsa. Durulanmış kelimelerin aşktan çatlayan yüreklere dokunan sevgili gibi tesir ederdi pörsümüş çölün ortasında. Kim derdini anlatmaya kalksa bizim kulaklarımız zonkluyor. Yüzümüzde tuhaf bir sıkıntı! Derdimizi anlatacak birilerini bulmak zor artık. Kimsenin derdini işitmek istemiyoruz. Dert bizdeyse en büyük dert bizim oluyor, yara bizdeyse en derin yara kendi yaramız sanıyoruz. Öyle garibiz ki yetimden daha yetim duruyor boynumuz. Bir masum bize dokunmak isteyince.

Ey Peygamberlerin Sultanı!

Parmaklarından sen sular akıtırdın, biz akan suları kana buluyoruz. Kim sana adım atsa sen onlara koşardın. Koşardın da yanından ayırmazdın. Telaş içinde bitecek diyecek korktuğumuz nefesimiz biraz daha cilalı çıksın diye neyimiz varsa büyük şeytanlara peşkeş çıkar olduk. Elimizle kutsal Mushaf’ı gösterip Tevrat’ça yaşıyoruz. Sen hep “kardeşsiniz” derdin. Biz kardeşlerimizi ancak derilerini yamyamlar gibi yüzerken hatırlıyoruz. Nerede cephanelikler havaya uçsa uçuran kardeşlerimiz, uçuşanda. Birkaç kuruş için, biteceğine bir türlü aklımızın ermediği dünya için, siyah yağ için… kantarımızın topuzu iyice kaçtı. Bizim ocağımıza senin onurun lazım.

Varken kayıbız. Çünkü var olduğumuzu sandığımız devrin dipnotunu tutarken sadece kendimizi yazıyoruz sinsi sinsi. Sen ümmiyken mucizeler yazmıştın. Biz kravatlı şehir eşkıyalarına dönüşmüşüz. Elimizde tutuğumuz kalem ancak bir kent züppesinin öyküsünü yazıyor.

İçimiz silik, içimiz huysuz, bunca şeye rağmen utanmaz içimiz. Nereye gideceğini bilmeden ve gitmek için hiçbir eşiği aşamamışken her yeri ve her şeyi sahipleniyoruz. Acıyı omuzlayan sırt yok bizde. Senin nezaketinden yola gelen Ömer’in, komitacıların, heykel tacirlerinin ve kendini günaha adamış insanların nasiplerinden bir katre nasılda dinginleştirirdi içimizi. Sözlerimize otağ kurmuş taşralı vaatlerimizin altında eziliyoruz.

Hepimiz sadece yalnızız. Ev içlerinde kumanda hükümdarlığı için her akşam “kimin eli en çabuk oyunu” oynuyoruz. Kanımıza karışmış bu bencillik zehrinin yüzümüze her gece kezzap attığının farkında değiliz. “Belki” diyoruz başka bir kasabaya koyup gidince tomurcuklanır inançlarımız. Her kasaba hıncını alıyor bizden, gözüme kestirmişsek ona mahal bırakmıyoruz zaten. Hınçlarımız hatalarla bezeli. Kapımızın eşiğinden adım atar atmaz selam cimriliğimiz tutuyor komşularımıza. Hani sen “komşusu açken…” demiştin. Şimdi biz komşularımızla gözükmeme yarışına girişiyoruz. İlişmemesi için gözlerimiz birbirine.

Sahi biz neyiz? Marangoz atölyesinden çıkmış sandalye iskeleti gibi birbirimize benziyoruz. Aynı hizada çetele tutulmuş baş ağrısı olmaktan öteye gidemiyoruz. Gelin konvoylarında camdan sarkan delikanlı gibi ahmak çalımlarımızla yürüyüp gidiyoruz. Yani mahsustan yaşıyoruz. Yani güçlü görünce iliklediğimiz pahalı ceketimizde yaşıyoruz. Yani ıssız duygularımıza yerleştirdiğimiz işgalci karakol zabitleriyle kol kola yaşıyoruz. Yani bir çocuk gibi yaşamıyoruz. Yani elleri duaya çevrilen bir anne gibi yaşamıyoruz. Bir peygamberin sözleriyle yaşamıyoruz. Onun elleriyle, onun gözleriyle, kokusuyla, merhametiyle, sevgisiyle, kitabıyla yaşamıyoruz.

İçimizde ancak bir yer umudu! İsterken o yeri hepimiz eşrefi mahlûkat…


Bülent Parlak
 
Sen ümmiyken mucizeler yazmıştın. Biz kravatlı şehir eşkıyalarına dönüşmüşüz. Elimizde tutuğumuz kalem ancak bir kent züppesinin öyküsünü yazıyor.

oturup bir köşede kendimiz için bir otobiyografi yazsak bukadar gerçekçi olamaz herhalde... Yazarının yüreğine sağlık.Bizi bize getirmesi temennisi ile....
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks