Türk-İslam Birliği
Türkiye’nin, Avrupa Birliği serüveni ile ilgili bir film yapılsa yahut “Teşbihte hata olmaz.” gibilerden bir benzetmede bulunulsa, en iyi kurgu hiç kuşkusuz doğumhane kapısında bekleyen baba namzedi tiplemesi olacaktır. Niye derseniz, bazı akl-ı evvellerin Sovyetler Birliği’ne kapılanma sevdasına düşmesi vs. sebeplerden ötürü, zamanında 'sarı ışık' yakılan bu hayali birlik masalında, onlarca yıl geçmesine rağmen, bir türlü 'gökten üç elma' düşmemektedir. Bu noktada, Türkiye’nin önünde duran ya da durabile-cek seçenekler önem kazanmaktadır. Bize göre, şimdiye kadar deneme yanılma yönte-mine benzer uygulamalarla yapılan tercihlerin doğru olmadığının ortaya çıktığı; geriye son bir seçeneğin kaldığı; bunun da 'D' şıkkında yer alan Türk-İslam Birliği seçeneği olduğu ile ilgili kanaat en mantıklı düşünce kalıbıdır.
İlber Ortaylı Bey, Osmanlı’nın Asya’da kurulmakla birlikte; bir Avrupa devleti oldu-ğunu savunur. Bu görüşü dayandırdığı delil ise, Osmanlı’nın, ilişki kurduğu devletlerin daha çok Batılı devletler olması meselesidir. Yalnız ünlü tarihçimizin burada atladığı bir husus vardır ki o da bu ilişkinin savaş meydanlarında filizlenen bir aşk olduğu gerçeğidir. Zira iki taraf da hiçbir zaman 'ortak duyguları paylaşma' kaygısı gütmemiştir. Ta ki Tanzi-mat ve sonrasında 'kolalı yaka' gömlek düşkünü beyzadelerin ortaya çıkmasına kadar… Günümüzdeki, kolalı içecek müptelâsı zevatın ataları olan zadeler… Hatta bu zadeler, 1856 yılında imzalanan Paris Anlaşması ile Osmanlı Devleti’nin, Batılılarca bir Avrupa devleti olarak kabul edilmesini zil takıp oynayarak kutlamışlardı. Bu düşsel (platonik) aşkın nasıl sonuçlandığı ise malumunuzdur. Koskoca Osmanlı, servetini pavyonda tüke-ten mirasyedi velede dönmüş ve yıkılıp gitmiştir.
Bir kısım 'eski tüfek' gibi, çıkıp da “Avrupa ile ilişkilerimizi donduralım; onlarla selamı, sabahı keselim.” demiyoruz elbette. Yalnız, aptal âşık pozları takınmanın da yersiz olduğunun bilinmesini istiyoruz. Elinizi, vicdanınıza koyup bir düşünün. Bugün, Batılılar ellerini kollarını sallaya sallaya ülkemize girip çıkarken; biz maalesef vize kuy-ruklarında cebelleşiyoruz. Onlar emeğimizi, servetimizi, değerlerimizi yağmalarken; biz elimiz böğrümüzde, otel kapılarında işe giriş formları dolduruyoruz. İyi de otellere verilen onca teşvik primleri niye fabrikalara, sanayi tesislerine verilmemiştir bu ülkede? Ama ne hikmetse bunu sorgulamayı aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz.
Ülkemizde öyle garipliklere şahit oluruz ki, şaşmamak elde değildir. Misal, Slavlar-la birleşelim denince, sazan gibi atlayanlar; Avrupalılarla oturup, kafa çekelim denince, ağızlarının suyu akanlar; hatta Amerika, Kanada ve Meksika’dan oluşan Kuzey Amerika Birliğine (NAFTA) bile razı olanlar, Türk-İslam Birliği denince ne hikmetse kabız olmuş gibi kıvranıp dururlar. Bu ise, insanlarımızın engin dimağlarına soru işaretlerinin takılmasına neden olur. Olmakla da kalmaz, milli ve dini kaygıların oluşmasına da sebep olur. Zira milletimizden, insanlığın ortak değerleri olarak pazarlanan Batı değerleri ile Türk-İslam değerleri arasında bir seçim yapmasını istemek akıl kârı değildir.
Bildiğiniz gibi Sakarya Savaşı, Türkiye Türklüğü açısından bir dönüm noktası olmuştu. Bu savaşla, Türkiye Türklüğünün, Batılılar karşısında iki asırdır süren geri çekil-mesi sona ermişti. 1974 Kıbrıs Harekâtı ile de, Batı aleyhine yayılma safhasına geçilmiş-ti. Bugün Avrupalıların içlerine sindiremedikleri ukde budur cancağızlar. Birinci Körfez Savaşında, Amerika’da yapılan bir toplantıda “Türkler, Kıbrıs’a girdi, çıkmadı; Kerkük’e girmelerine izin verirsek, bir daha çıkaramayız.” diyenler de bizzat Pentagon yetkilileri olmuştu. Buna rağmen ülkemizde, Türk-İslam Birliğine yönelik milli politikaları doksanlı yıllarda görürüz. Özal ve Demirel dönemlerini kapsayan, Türkeş’in doğal lider olduğu Türk Dünyası kurultayları ve Erbakan’ın ortaya attığı İslâm Ülkeleri Birliği (D–8) hem mil-letimiz hem de insanlık için çok önemli girişimlerdi. Misal D-8’i ele alırsak, bir milyarlık bir nüfus, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları; Türkiye’nin lider ülke olduğu bir birlik; kül-tür, tarih ve inanç birliği… diye giden bir büyük birlik projesiydi. Zira sekiz ülkenin nüfusu Amerika ve Avrupa’dan kat be kat fazlaydı. Üstelik Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan, Malezya, Endonezya… diye giden ülkelere Türk, Arap vs. diğer ülkelerin katı-lımlarının da sağlanması ile muazzam bir gücün ortaya çıkması işten bile değildi. Peki, D-8’in eksiği var mıydı? Vardı. Bu birliğe, yeni kurulmuş Türk Devletlerinin dâhil edilme-mesi bir hataydı. Zira Azerbaycan ve Türkistan’da kurulan diğer devletlerin Türkiye’ye yönelik umutları sükût-u hayale uğratılmıştı. Bu belki de aynı anda hem Batı’yı hem de Rusya ve Çin’i karşımıza almamak için yapılan bir manevra idi. Ki temennimiz bu yön-dedir. Sonrasında Türk-İslâm Birliği girişimleri engellenmiş; Türk Milletinin aslına dönme-si önlenerek, 'uyum yasaları' adı altında Avrupa Birliği zokası yutturulmaya; göbeğinden Brüksel’e bağlanmış bir eyalet konumuna (statü) dönüştürülmeye çalışılmıştır. Van Bahçesaraylı Seyit Ahmet Arvasî’nin, raflarda tozlanan kitapları kimin umurunda olsun ki…
Yecüc-Mecüc’den bahsedip, dimağlarınızı bulandırmak gibi bir gayem yok hâliy-le… Ama bugün, yeryüzünde kıtlık çıkaracak kadar çok nüfusuyla (Bir buçuk milyar olduğu söyleniyor.) seddin arkasına hapsedilmiş gibi duran Çin’in bir tehlike olduğu göz ardı edilmemelidir. Rusya’nın, sıcak denizlere olan düşkünlüğü ise bilinen bir vakadır. Avrupa’nın, İslam ülkelerine ne gözle baktığı ise zaten malum… Amerika’yı sorarsanız, “ayinesi iştir kişinin…” demişler. Bu şartlar altında yakın zamanlardaki tek olumlu haber, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ın birleşme çabaları olmuştur. Türkiye’nin, Azer-baycan ve Gürcistan’la yürüttüğü işbirliği de oldukça önemlidir. Devlet Bakanlarımızdan Kürşad Tüzmen Bey’in, Türk Cumhuriyetleri ve Gürcistan, Tacikistan gibi dost ve akraba ülkelerin vatandaşlarına yönelik olarak, vize uygulamasını kaldırma girişimleri de sevin-diricidir. Bugün Türkistan’da altın, elmas, kömür, neft (petrol), doğalgaz; pamuk, buğ-day… diye giden ve saymakla bitmeyen zenginlik kaynaklarını havsalanızda canlandırmaya çalışırsanız, tek başına bir Türk Birliği’nin bile ne anlama geldiğini anlayabilirsiniz. “Sev, seni seveni, Hakk ile yeksan olsa/ Sevme seni sevmeyeni, Mısır’a sultan olsa.” diyen Türk büyüğüne kulak verip, masada bir türlü, mahallede başka türlü konuşan Avru-palılarla değil de yolumuzu gözleyen Türk-İslâm ülkeleri ile işbirliğine gitsek kıyamet mi kopar acaba? Yani canlar, bize göre tarihi İpek Yolu’nun canlandırılmasına, dolayısı ile de Bektaşi Veli Hazretlerinin söylemiyle, Türklüğün “bir, iri ve diri” olmasına yarayacak her türlü girişimin desteklenmesi milli politikamız olmalıdır. Bu politikanın başarıya ulaşması içinse, evrensel düşünen, aynı zamanda da milli hisseden devlet adamlarımıza ihti-yaç vardır. Daha ne diyelim ki cancağızlar… “Yüce Allah, Türk’ü korusun ve yüceltsin!” Serik–13.02.2008
Aziz D. Atabey
azizdolu.blogcu.com
Türkiye’nin, Avrupa Birliği serüveni ile ilgili bir film yapılsa yahut “Teşbihte hata olmaz.” gibilerden bir benzetmede bulunulsa, en iyi kurgu hiç kuşkusuz doğumhane kapısında bekleyen baba namzedi tiplemesi olacaktır. Niye derseniz, bazı akl-ı evvellerin Sovyetler Birliği’ne kapılanma sevdasına düşmesi vs. sebeplerden ötürü, zamanında 'sarı ışık' yakılan bu hayali birlik masalında, onlarca yıl geçmesine rağmen, bir türlü 'gökten üç elma' düşmemektedir. Bu noktada, Türkiye’nin önünde duran ya da durabile-cek seçenekler önem kazanmaktadır. Bize göre, şimdiye kadar deneme yanılma yönte-mine benzer uygulamalarla yapılan tercihlerin doğru olmadığının ortaya çıktığı; geriye son bir seçeneğin kaldığı; bunun da 'D' şıkkında yer alan Türk-İslam Birliği seçeneği olduğu ile ilgili kanaat en mantıklı düşünce kalıbıdır.
İlber Ortaylı Bey, Osmanlı’nın Asya’da kurulmakla birlikte; bir Avrupa devleti oldu-ğunu savunur. Bu görüşü dayandırdığı delil ise, Osmanlı’nın, ilişki kurduğu devletlerin daha çok Batılı devletler olması meselesidir. Yalnız ünlü tarihçimizin burada atladığı bir husus vardır ki o da bu ilişkinin savaş meydanlarında filizlenen bir aşk olduğu gerçeğidir. Zira iki taraf da hiçbir zaman 'ortak duyguları paylaşma' kaygısı gütmemiştir. Ta ki Tanzi-mat ve sonrasında 'kolalı yaka' gömlek düşkünü beyzadelerin ortaya çıkmasına kadar… Günümüzdeki, kolalı içecek müptelâsı zevatın ataları olan zadeler… Hatta bu zadeler, 1856 yılında imzalanan Paris Anlaşması ile Osmanlı Devleti’nin, Batılılarca bir Avrupa devleti olarak kabul edilmesini zil takıp oynayarak kutlamışlardı. Bu düşsel (platonik) aşkın nasıl sonuçlandığı ise malumunuzdur. Koskoca Osmanlı, servetini pavyonda tüke-ten mirasyedi velede dönmüş ve yıkılıp gitmiştir.
Bir kısım 'eski tüfek' gibi, çıkıp da “Avrupa ile ilişkilerimizi donduralım; onlarla selamı, sabahı keselim.” demiyoruz elbette. Yalnız, aptal âşık pozları takınmanın da yersiz olduğunun bilinmesini istiyoruz. Elinizi, vicdanınıza koyup bir düşünün. Bugün, Batılılar ellerini kollarını sallaya sallaya ülkemize girip çıkarken; biz maalesef vize kuy-ruklarında cebelleşiyoruz. Onlar emeğimizi, servetimizi, değerlerimizi yağmalarken; biz elimiz böğrümüzde, otel kapılarında işe giriş formları dolduruyoruz. İyi de otellere verilen onca teşvik primleri niye fabrikalara, sanayi tesislerine verilmemiştir bu ülkede? Ama ne hikmetse bunu sorgulamayı aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz.
Ülkemizde öyle garipliklere şahit oluruz ki, şaşmamak elde değildir. Misal, Slavlar-la birleşelim denince, sazan gibi atlayanlar; Avrupalılarla oturup, kafa çekelim denince, ağızlarının suyu akanlar; hatta Amerika, Kanada ve Meksika’dan oluşan Kuzey Amerika Birliğine (NAFTA) bile razı olanlar, Türk-İslam Birliği denince ne hikmetse kabız olmuş gibi kıvranıp dururlar. Bu ise, insanlarımızın engin dimağlarına soru işaretlerinin takılmasına neden olur. Olmakla da kalmaz, milli ve dini kaygıların oluşmasına da sebep olur. Zira milletimizden, insanlığın ortak değerleri olarak pazarlanan Batı değerleri ile Türk-İslam değerleri arasında bir seçim yapmasını istemek akıl kârı değildir.
Bildiğiniz gibi Sakarya Savaşı, Türkiye Türklüğü açısından bir dönüm noktası olmuştu. Bu savaşla, Türkiye Türklüğünün, Batılılar karşısında iki asırdır süren geri çekil-mesi sona ermişti. 1974 Kıbrıs Harekâtı ile de, Batı aleyhine yayılma safhasına geçilmiş-ti. Bugün Avrupalıların içlerine sindiremedikleri ukde budur cancağızlar. Birinci Körfez Savaşında, Amerika’da yapılan bir toplantıda “Türkler, Kıbrıs’a girdi, çıkmadı; Kerkük’e girmelerine izin verirsek, bir daha çıkaramayız.” diyenler de bizzat Pentagon yetkilileri olmuştu. Buna rağmen ülkemizde, Türk-İslam Birliğine yönelik milli politikaları doksanlı yıllarda görürüz. Özal ve Demirel dönemlerini kapsayan, Türkeş’in doğal lider olduğu Türk Dünyası kurultayları ve Erbakan’ın ortaya attığı İslâm Ülkeleri Birliği (D–8) hem mil-letimiz hem de insanlık için çok önemli girişimlerdi. Misal D-8’i ele alırsak, bir milyarlık bir nüfus, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları; Türkiye’nin lider ülke olduğu bir birlik; kül-tür, tarih ve inanç birliği… diye giden bir büyük birlik projesiydi. Zira sekiz ülkenin nüfusu Amerika ve Avrupa’dan kat be kat fazlaydı. Üstelik Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan, Malezya, Endonezya… diye giden ülkelere Türk, Arap vs. diğer ülkelerin katı-lımlarının da sağlanması ile muazzam bir gücün ortaya çıkması işten bile değildi. Peki, D-8’in eksiği var mıydı? Vardı. Bu birliğe, yeni kurulmuş Türk Devletlerinin dâhil edilme-mesi bir hataydı. Zira Azerbaycan ve Türkistan’da kurulan diğer devletlerin Türkiye’ye yönelik umutları sükût-u hayale uğratılmıştı. Bu belki de aynı anda hem Batı’yı hem de Rusya ve Çin’i karşımıza almamak için yapılan bir manevra idi. Ki temennimiz bu yön-dedir. Sonrasında Türk-İslâm Birliği girişimleri engellenmiş; Türk Milletinin aslına dönme-si önlenerek, 'uyum yasaları' adı altında Avrupa Birliği zokası yutturulmaya; göbeğinden Brüksel’e bağlanmış bir eyalet konumuna (statü) dönüştürülmeye çalışılmıştır. Van Bahçesaraylı Seyit Ahmet Arvasî’nin, raflarda tozlanan kitapları kimin umurunda olsun ki…
Yecüc-Mecüc’den bahsedip, dimağlarınızı bulandırmak gibi bir gayem yok hâliy-le… Ama bugün, yeryüzünde kıtlık çıkaracak kadar çok nüfusuyla (Bir buçuk milyar olduğu söyleniyor.) seddin arkasına hapsedilmiş gibi duran Çin’in bir tehlike olduğu göz ardı edilmemelidir. Rusya’nın, sıcak denizlere olan düşkünlüğü ise bilinen bir vakadır. Avrupa’nın, İslam ülkelerine ne gözle baktığı ise zaten malum… Amerika’yı sorarsanız, “ayinesi iştir kişinin…” demişler. Bu şartlar altında yakın zamanlardaki tek olumlu haber, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ın birleşme çabaları olmuştur. Türkiye’nin, Azer-baycan ve Gürcistan’la yürüttüğü işbirliği de oldukça önemlidir. Devlet Bakanlarımızdan Kürşad Tüzmen Bey’in, Türk Cumhuriyetleri ve Gürcistan, Tacikistan gibi dost ve akraba ülkelerin vatandaşlarına yönelik olarak, vize uygulamasını kaldırma girişimleri de sevin-diricidir. Bugün Türkistan’da altın, elmas, kömür, neft (petrol), doğalgaz; pamuk, buğ-day… diye giden ve saymakla bitmeyen zenginlik kaynaklarını havsalanızda canlandırmaya çalışırsanız, tek başına bir Türk Birliği’nin bile ne anlama geldiğini anlayabilirsiniz. “Sev, seni seveni, Hakk ile yeksan olsa/ Sevme seni sevmeyeni, Mısır’a sultan olsa.” diyen Türk büyüğüne kulak verip, masada bir türlü, mahallede başka türlü konuşan Avru-palılarla değil de yolumuzu gözleyen Türk-İslâm ülkeleri ile işbirliğine gitsek kıyamet mi kopar acaba? Yani canlar, bize göre tarihi İpek Yolu’nun canlandırılmasına, dolayısı ile de Bektaşi Veli Hazretlerinin söylemiyle, Türklüğün “bir, iri ve diri” olmasına yarayacak her türlü girişimin desteklenmesi milli politikamız olmalıdır. Bu politikanın başarıya ulaşması içinse, evrensel düşünen, aynı zamanda da milli hisseden devlet adamlarımıza ihti-yaç vardır. Daha ne diyelim ki cancağızlar… “Yüce Allah, Türk’ü korusun ve yüceltsin!” Serik–13.02.2008
Aziz D. Atabey
azizdolu.blogcu.com