Tasavvufta İnsan-ı Kâmil ve Mevlâna

alem-i ervah

New member
Bayagı uzun bir makale ama dün gece tefavuken gördüm
ve bu sabahta okudum..
Sabredip okursanız gerçekten faideli bilgiler veriyor...

V'esSelam




Olağan üstü denebilecek güçlere sahip olma, maddeye ve tabiat olaylarına söz geçirme, geleceği bilme, her yönüyle mükemmel bir insan olma, yüksek bilinç seviyesine yükselme... kısacası tasavvuf ehlinin tabiriyle kâmil insan yeni tabirle yetkin/kozmik insan olma vaat, arzu ve arayışı ayakların kaydığı zeminlerden birisidir. Nitekim son zamanlarda, mahiyetleri tam bilinemeyen bazı oluşum ve tarikatlar propagandalarında şu tür ifadeler kullanmaktadırlar: “Uzay uygarlığına ulaşmak, bir üst dereceye yükselmek, kozmik insan olmak, yedinci bilinç seviyesine yükselmek… vs. istiyorsanız bize katılın!”

Genelde İslam’ın özelde ise tasavvufun insana bakış açısına kısaca değinerek bu konuda aşırıya gitmenin yanlışlığına işaret etmek istiyoruz. Arkasından da Mevlâna’nın konu ile ilgili görüşlerine değinmeye çalışacağız.

İnsan yaratılmış varlıklar arasında mükemmel bir yaradılışa sahiptir. Ahsen-i takvim (et-Tin, 95/4) sırrına mazhardır ve Allah’ın sıfatlarından tecelliler taşımaktadır. Böyle olmakla birlikte, Allah’a nazaran eksik olan bir varlıktır. Çünkü mutlak kemâl sadece O’na aittir. Kur’an-i Kerim’in insanla ilgili bir kaç ayeti şöyledir: Meleklere hitaben şöyle deniliyor: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72) “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) “ALLAH (c.c.) sizi yeryüzünde halife yaptı.” (En’am, 6/165) “Gerçekten insanoğlunu şerefli/kerim kıldık.” (İsra, 17/70)

Bu ayetlerde insanın ilahî, sermedi, lahutî ve batinî bir yönünün bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Elbette insanın eksikliğini, yetersizliğini, isyankârlığını, nankörlüğünü, zayıflığını vs. vurgulayan ayetler de vardır. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28) “Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır.” (Mearic, 79/19) vb. Ancak tasavvuf geleneğinde, özellikle de vahdet-i vücûd anlayışında, insanın daha çok birinci sırada zikredilen özellikleri öne çıkarılarak bir insan-ı kâmil anlayışı geliştirilmiştir. Özeti şudur: ALLAH (c.c.) fiil ve isimleri ile bilinir (malumdur). Bunların tecelli alanı ise varlık ve olaylardır. İnsan ise, varlığın hem nüvesi (çekirdeği/özü), hem de meyvesidir. Aynı zamanda Allah’ın halifesi olan insan, kemâl derecesine ulaşınca, Allah’ın zat, sıfat ve isimlerinin en mükemmel şekilde tecelli ettiği varlık olur. O ALLAH (c.c.) ile âlem, zahir ile batın arasında bir berzah olduğu gibi, bütün ilahî kemâl manaları kendisinde gerçekleştiren kişidir. Âlem Allah’ın tecelli ettiği bir aynadır. İnsan-ı Kâmil bu aynanın cilasıdır. Zira “ALLAH (c.c.) Âdem’i kendi sûretinde yarattı.”1 Bu durum Hz. Âdem’den sonra da devam etti, nebiler ve veliler bu özelliği taşıdı.

Sûfîler, insan-ı kâmilin, ALLAH (c.c.) ile âlem arasında yer alması konusunu işârî yönden şu ayetle açıklamaktadırlar: “O iki denizi salıverdi. Birbirlerine temas ediyorlar, aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.” (Rahman, 55/19–20) Bu ayetlerin ışığında, ALLAH (c.c.) ile insan-ı kâmilin birleşmesi (ittihad) birbirine girip karışması (hulûl) görüşleri de kendiliğinden çürümektedir. Onun için insan-ı kâmil vasat-ı camiadır.

Diğer taraftan insan-i kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, İslam ve ihsan onun yol ve yörüngesi, ALLAH (c.c.) rızası hedefi, Hakk’ı sevip sevdirmek vazifesi, cennet ve Cemalullah da bu düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir. Varlık ve olaylarla ilgisi ve müdahalesi açısından insan-i kâmil yeryüzünde Allah’ın halifesidir. (el-Bakara, 2/30) O her zaman kendi konumunun farkındadır. Her şeyin Allah’tan geldiği şuuruyla kendi yaratılmışlık ve kulluk sınırlarını korumada hassas hareket eder; ne mazhariyetlerini şatahat vesilesi yapar, ne de ayinedârlığını ayniyet iltibasına düşer.

Tasavvuftaki insan-ı kâmil, özel anlamda ve zirve seviyede Hz. Muhammed (sas)’dir. Her ne kadar bütün nebiler ve onlardan sonra da veliler birer insan-ı kâmil iseler de Allah’ın bütün isimlerini kemâl derecede temsil etmezler. “Herkesin kabiliyetine vabestedir âsâr-ı feyzi” ifadesi buna işaret etmektedir. Bütün enbiya ve evliyada icmal edilen isim ve sıfatlar tafsilî bir şekilde Hz. Muhammed (sas)’de tecelli etmiştir. Kemâli isteyen bir kimse için bütün mertebeleri aşarak Hakikat-ı Muhammediye’ye ulaşmak bir idealdir. Onun için tasavvuf büyükleri ferdî anlamda insan-i kâmil olabilme idealini sürekli canlı tutmuşlardır. Kozmik anlamda en mükemmel varlık olan insan, bu durumunu fert planında da gerçekleştirebilmek için marifet ufkuna yükselmeye ve ilim-amel bütünlüğünü sağlamaya gayret edecektir.

Yapılan izahlardan konuyu şu başlıklar halinde müşahhaslaştırmak mümkündür: Vahdet-i vücûd felsefesinde, vücûd mertebelerinin yedili tasnifine göre ikinci mertebe taayyün-i evvel adını alır. Buna aynı zamanda Hakikat-ı Muhammediye veya insan-ı kâmil adı da verilir. Hakikat-ı Muhammediye, zaman ve mekân sınırlarının dışında saf metafizik bir olgudur. Tasavvuf kitaplarında birçok üstün niteliklerin atfedildiği mertebe/manevî (kozmik) varlık budur. Vahdet-i vücûd felsefesinin merâtib-i vücûd izahına göre bu mertebeyi Zat’tan ayırmak mümkün olmadığı gibi O’nunla aynı saymak da mümkün değildir. Zira aralarında fark vardır.

Başta Kur’an ve Hadis-i şerifler olmak üzere İslam kültürü bütünüyle göz önüne alınınca şöyle bir tasnif ortaya çıkmaktadır:



A. İnsan-i Kâmil

I. Hakikat-ı Muhammediye

a. Varlığın İlk Mertebesi-Hz. Muhammed’in Manevi Varlığı (Batını)- diğer Nebilerin
Manevi Varlığı (Batını) – Hatmu’l-Velayenin Manevi Varlığı (Batını)

Vücûd mertebelerinin yedili tasnifinde ikinci mertebe Taayyün-i Evvel adını alır. Buna aynı zamanda Hakikat-ı Muhammediye veya İnsan-i Kâmil adı da verilir. Burada Hakikat-ı Muhammediye, zaman ve mekân sınırlarının dışında saf metafizik bir ilkedir. Tasavvuf felsefesini ele alan kitaplarda birçok üstün niteliklerin atfedildiği mertebe budur. Vahdet-i vücûd felsefesinin merâtib-i vücûd izahına göre bu mertebeyi Allah’tan (Zat) ayırmak mümkün olmadığı gibi, O’nunla aynı saymak da mümkün değildir.

b. Her Asırda Bir Kişi Tarafından Temsil Edilen Makamın Sahibi

Tasavvufî anlayışta kâinat-ı manen idare eden Ricalu’l-Gaybın başında yer alan ve genelde ‘kutup’ adı verilen kişidir. Her ne kadar bu kişi de mükemmel bir insan ise de birinci şıkta yer alanların seviyesinde değildir. Üstelik bu sadece manevî bir makam da değildir. Zahiren insanlar tarafından bilinmezse bile böyle bir şahıs vardır.



II. Kâmil İnsan

a. Mürşid

Seyr u sulûk esaslarına göre ruhî eğitimini tamamlamış ve irşada ehil olup mürşidi tarafından irşadla görevlendirilen kişidir. Kâmil ve mükemmil bir şahsiyettir.

b. Kâmil Mü’min

Bir tarikata mensup olmazsa bile, Kitap ve sünnete göre Allah’ı tanıyıp mükemmel bir İslamî hayatı ve düşüncesi olan her mü’mindir.

Yine yedili tasnife göre yedinci mertebe olan insan mertebesi, la taayün hariç, daha önceki bütün mertebeleri camidir. Her mertebe bir ilahî ismin mazharı iken insan mertebesi ALLAH (c.c.) isminin mazharıdır. ALLAH (c.c.) ismi, diğer bütün isimleri cami olduğu gibi insan da diğer mertebeleri camidir. Aziz Mahmud Hudayi’nin,

“Ayinedir bu âlem her şey Hakk ile kaim,

Mir’at-i Muhammed’de ALLAH (c.c.) görünün daim”

beyti bu anlayışın ifadesidir.

İkinci mertebedeki insan-i kâmil ile yedinci mertebedeki insan-i kâmil arasındaki fark, ilkinin Allah’ın ilminde/manen (kozmolojik), ikincisinin ise maddeten zuhur etmiş olmalarıdır.

Azizüddin Nesefî, insan-i kâmili “şeriat, tarikat ve hakikatte tam olan insandır” diye tarif eder ve bunu şöyle açıklar: “Kâmil insan, iyi söz, iyi hareket, iyi ahlak ve iyi bilgide tam olandır. Bu dört şeyi kemâle erdiren kemâle ulaşmış sayılır.”2 Öyle ise tasavvufî telakkide her insan, bu ikinci anlamıyla, insan-i kâmil olmaya adaydır. Çünkü insan bu kabiliyette yaratılmıştır. Bu kabiliyetlerini gereğine uygun metotlarla geliştirenler o makama erişebilirler.

Tasavvufî sistemini insan-i kâmil olgusu üzerinde kuran Abdülkerim el-Cilî3, insanların tamamının, insan olmaları açısından, diğer varlıklar arasında kâmil olduklarını belirttikten sonra şu tasnif ve izahı yapar:

1. Bi’l-fiil kâmil olan insanlar. Bunlar da iki guruba ayrılırlar: a. Tarih-i bir şahsiyet olarak Hz. Muhammed (sas) hem kâmil, hem mükemmildir. b. Birer tarihî şahsiyet olarak diğer peygamberler ve veliler. Bunlar mükemmil olmayıp kâmildirler. Bu noktada metafizik, tasavvufî ve epistemolojik açıdan konuya yaklaşılmaktadır.

2. Bi’l-kuvve kâmil olan insanlar. Bu guruba bütün insanlar girer. Bir varlık olarak insan, ilahî isim ve sıfatların kendisinde tecelli ettiği kâmil varlıktır. Diğer varlıklarda parça parça olarak ortaya çıkan ilahî kemal, yalnızca insan vasıtasıyla toplu bir şekilde zuhur eder. Bu anlamda bütün insanlar kâmildir. Çünkü ontolojik yetkinlik insanın yaratılışında vardır. Ne var ki, bu yetkinlik bi’l-fiil değil, bi’l-kuvvedir. Bu noktada konuya kozmik, felsefî ve ontolojik olarak yaklaşılmaktadır.

Kendisinde isim ve sıfatların bi’l-kuvve bulunduğu insan, çeşitli süreç ve mertebeleri aşarak isim, sıfat ve daha sonra da Zatın müşahedesine ulaşır. Böylece insan (sufî) ALLAH (c.c.) ve kendisi hakkında gerçek bilgiyi elde etmiş olur. Öyle ise burada insan-i kâmil, sufî tecrübe yoluyla epistemolojik yetkinliğe ulaşmış insan demektir. Fiili olarak yetkinleşen ve sınırlı olan bu insanlar nebi ve velilerdir.

.........devamını burdan okuyabilirsiniz

http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=268


Prof. Dr. Abdulhakim YÜCE
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks