Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tarihi Olaylar

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Yavuz ve Zembilli:
Heybetiyle cihan Padişahlarını ürküten, dünyayı iki hükümdara dar bulan, fermanlarıyla yürekleri titreten Yavuz Sultan Selim, bir İslam alimi önünde boyun bükmüş, Allah huzurunda hesap verememe endişesiyle kendi fermanını yırtmış ve bu olayın ders olması için dilden dile aktarılmıştır…
Bu ibret alınacak hadisenin içeriği şöyle hikayeleştirilir…
Yavuz Sultan Selim Edirne’ye gidiyordu.
Belli bir yere kadar padişahı yolcu ettikten sonra geri dönerken, devrin müftüsü Zembilli Ali Efendi, elleri arkasına bağlanmış 400 kişiye rastladı.
Bunlar padişahın ipek ticaretini yasaklamasına rağmen ferman dinlemeyen tüccarlar olup, hepsi de idama mahkum edilmişti. Bunu duyan müftü efendi atını geri çevirip sürdü.
Padişahın arkasından yetişti, her ikisi de at üzerindeydi.
Zembilli söze başlayıp dedi ki:
-Padişahım! Gördüm ki bazı adamlar bağlamışlar… Eğer muradınız katl ise indAllah helal değildir.
Yavuz Selim Han işine müdahale edilmesine çok sinirlendi, beti - benzi attı.
-Mevlana! Nizam-ı Alem için insanların üçte birini katletmek helal değil midir? diye sordu.
Müftü efendi:
-Helaldir amma, cihanın işleri bozulup, fitneler çıktığı zaman helaldir. diye karşılık verdi.
Yavuz daha çok öfkelenerek, kendi emrine muhalefet etmenin en büyük fitne olduğunu söylediyse de şeyhülislam, meselenin hiç de öyle olmadığını izaha çalıştı.
Bu ısrar Yavuz’u sakinleştireceği yerde büsbütün celallendirdi ve:
-Ben sana dedim ya, saltanat işlerine karışmak senin vazifen değildir! diye çıkıştı.
Zembilli Ali efendi de asabileşmişti:
-Sultanım, bu ahiret işidir. Buna karışmak benim vazifemdir. Eğer affederseniz, kurtulursunuz. Aksi halde büyük bir ilahi cezaya müstahak olursunuz, diyerek selam bile vermeden padişahın huzurundan ayrıldı.
Sultan Selim bir müddet olduğu yerde kalıp, düşünceye daldı.
Devlet erkanı, atlarının üstünde hayret ve dehşet içinde bekleşiyordu.
Yavuz Sultan, suçluların hepsini bağışladı.
Sonrada şeyhülislam Zembilli’ye bir mektup göndererek:
-Anadolu ve Rumeli kazaskerliğini birleştirip, sana verdim. Bildim ki cümle sözünde hak üzeresin, dedi.
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Yavuz Sultan Selim’in Büyük İdeali:
Yeniçerilerin saygısız bazı davranışları, en olmadık zamanda yaptıkları taşkınlıklar Yavuz’u bunaltıyor, canını sıkıyor ve zor durumda bırakıyordu..
Aldığı sert tedbirlerle suçluları derhal cezalandırmak onun gönlünü sakinleştirmiyordu.
Yavuz Padişah, kendi buyruklarına kayıtsız - şartsız bağlı bir orduyla İslam’ı cihana yaymak istiyordu.
Nihayet bir gün yeniçeri ileri gelenlerini huzura çağırarak şunları söyledi:
-Muradınız bu itaatsizlikte devam etmekse haber verin, şimdi nefsimi hükümetten men edeyim. Ben bu saltanatı mücerret İslam’a hizmet için babamın elinden aldım ve İslah-ı alem uğruna birader ve birader zadelerimi feda eyledim. Biat teklif ettim, kabul ettiniz. Ben uykularımı, rahat ve huzurumu terk ile din-i mübinin teyidine uğraşıyorum. Eğer İslam’ı ihya etmek maksadınız değilse, benim de nefsü’l-emir de saltanata kat’a hevesim yoktur.
Osmanlı Korkusu:
1534 yılında Viyana’daki St. Stephen Katedrali’nde Osmanlı Akıncılarını gözlemesi ve Akıncıları görünce çan çalarak haber vermesi için bir memuriyet kuruldu.
Bu memuriyet Viyana Belediye Meclisi’nce:
"Artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından böyle bir memuriyete gerek yoktur."
denilerek ancak 1956 yılında (tam 422 yıl sonra) iptal edilmiştir.
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Doğdular, yaşadılar ve öldüler:
Bir zamanlar doğuda çok akıllı ve bilgili bir hükümdar varmış.
Bu hükümdar, yeryüzünde yaşayan insanlara ilişkin her şeyi bilmek
istiyormuş.
Vezirlerini yanına çağırmış ve:
-Bana dünyadaki tüm ulusların tarihini yazın, geçmişte ve şimdi nasıl
yasadıklarını, hangi savaşlara katıldıklarını ve çeşitli ülkelerde gelişmiş iş ve
sanat kollarını anlatın!" diye buyurmuş.
Ve onlara beş yıl süre tanımış.
Vezirler önünde saygıyla eğilmişler.
Sonra krallıktaki akıllı adamların en akıllılarını bir araya toplamışlar ve
hükümdarlarının dileğini iletmişler.
Beş yıl sonra vezirler sarayda tekrar toplanmışlar.
-Büyük hükümdarım, dileğiniz yerine getirildi! Dışarıya bakarsanız
isteğinizin karşılandığını görürsünüz... demişler.
Hükümdar hayretle gözlerini açmış. Sarayın önünde sonu ufukta kaybolan bir
deve kervanı duruyormuş. Her devenin sırtında iki dev heybe ve her heybenin
içinde de, marokenle güzelce kaplanmış on büyük cilt varmış.
-Bu nedir? diye sormuş hükümdar.
-Bu dünya tarihidir, diye yanıtlamış vezirler.
-Buyruğunuz üstüne bilge kişiler beş yıl durmadan çalıştılar!
-Benimle alay mı ediyorsunuz? diye kükremiş kral.
-Ömrüm bunların onda birini bile okumaya yetmez! Söyleyin kısa bir tarih yazsınlar. Ama tüm önemli olayları içersin.
Ve onlara bir yıl daha süre vermiş.
Bir yıl geçmiş ve yine kervan sarayın önünde durmuş. Bu kez yalnızca on
deve boyundaymış ve her devenin sırtında iki heybe, bunların içinde de on cilt
kitap varmış.
Kral çok öfkelenmiş.
-Bugüne kadar tüm ulusların yaşadığı yalnızca en önemli olayları
yazmalarını söyleyin onlara. Ne kadar süre isterler?
Akıllı adamların en akıllısı öne çıkmış ve:
-Yarın efendim. İsteğinize yarın kavuşacaksınız, demiş.
-Yarın? diye yinelemiş hükümdar şaşkınlıkla.
-Çok iyi. Ama beni aldatıyorsanız başınızı yitireceksiniz!
.Sonunda mavi gökyüzünde güneş yükselmiş, uyku çiçekleri tüm
büyüleyicilikleriyle açmışlar ve hükümdar bilge kişiyi yanına çağırtmış.
Yaşlı bilge elinde ufacık bir tahta kutuyla içeri girmiş.
-Ey ulu hükümdarım, tüm insanlık tarihinde yaşanmış en önemli olayları
burada bulacaksınız, demiş kısık bir sesle.
Kral kutuyu açmış. Kadife bir yastık üstünde küçük bir parça parşömen
duruyormuş. Ve orada tek bir cümle yazılıymış:
"Doğdular, yaşadılar ve öldüler."
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
İstanbul’daki Büyülü Şeyler:
Bir zamanlar Ayasofya’nın güney tarafında, dört mermer sütun üzerine dört büyük meleğin resmi yapılmış. Bunlar dört ayrı bölüme bakarmış. Yılda bir kere Cebrail’i gösteren resim kanat çırpıp bağırınca, doğu bölgelerinde bolluk olur, derlermiş. İsrafil resmi kanat çırparsa, batıda kıtlık olurmuş. Mikail resmi kanat çırparsa, kuzey bölgelerinde bir kahraman çıkarmış. Azrail resmi kanat çırparsa, dünyanın her yerinde veba hastalığının çıkacağına inanılırmış. Hz.Peygamber’in doğduğu gece bir mucize olarak meydana gelen depremde sütunlar yıkılıp yerle bir olmuş.
Evliya Çelebi’ye Babasından Öğüt:
Bir gün “Hoş geldin Bursa seyyahı, sefa getirdin” dedi babam. Oysa benim nereye gittiğimi kimse bilmiyordu. Ya da ben öyle zannediyordum. “Babacığım!Bu fakirin Bursa’da olduğunu nereden bildiniz?” deyince babam:
-Sen 1050 senesi Muharrem ayında kaybolduğun gece, ben nice etkili dualar okudum. O gece rüyamda seni gördüm. Bursa’da, Emir Sultan Tekkesi’ndeydin. Ağlıyordun. Gezi için izin istiyordun. O gece nice canlar, sana izin vermem için bana yalvardı. Ben de izin verdim.
Birlikte Fatiha okuduk. Bak oğlum, bundan sonra sana bol bol seyahat görünüyor anladığım kadarıyla. Ama öğüdümü dinle, dedi. Elimden tutup ayağa kaldırdı. Sağ eliyle sol kulağımı bükerek:
-Oğul!
-Sakın ola besmelesiz yemek yeme. Adam yoksul olur. Sırrın varsa en yakınına bile söyleme. İyi adını kötüye çıkarma. Kötüye yoldaş olma. Zararını çok çekersin. Sen daima ileri yürü! Gözüm benim, geri kalma. Ekili tarlaya basma. Dost payına göz dikme.Bir şey koymadığın yere el uzatma. İki kişi konuşurken dinleme. Ekmek ve tuz hakkını gözet. Davetsiz bir yere gitme. Gidersen, güvendiğin yere, dürüst kimseye git. Sır sakla. Topluluklardan duyduğun sözleri aklında tut. Evden eve söz taşıma. Dedikodu etme, ahlaklı ol. Herkesle iyi geçin. İnatçı ve kötü sözlü olma. Yaşlılara saygı göster. Senden büyüklerin önünde gitme. Her zaman temiz ol. Haram ve yasak olan şeylere yaklaşma. Beş vakit namazını bırakma. İlim ve erdeminle meşhur ol.
Oğul!
Büyük adamlarla, vezirlerle beraber olursun. Dünya için bir şey isteme ki kendinden nefret ettirme. Eline geçen malı boş yere harcama. Tutumlu ol ki kimseye muhtaç olma. Su uyur, düşman uyumaz. Uyanık ol. Allah yardımcın olsun. Bu öğüdümü kulağına küpe et, deyip enseme bir pehlivan tokadı vurmasın mı?
-Yürü! Sonunda hayır ola! Fatiha, dedi.
Tokadın etkisinden kurtulup gözlerimi açınca evimizin içi nurla dolmuştu. Hemen babamın elini öptüm. Bana on iki kitap hediye etti. Bir miktar da para verdi.
-Yürü! Ne tarafa istersen gidebilirsin. Ama gurbet elde tedarikli ol, cömert ol. Dertlilere yardım et.
Alnımdan öptü. Kalp gözüm açılmıştı.Heyecanlanmıştım, sevinmiştim. Ertesi gün, İzmit’e doğru yola çıktık.
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Osman Gazi’nin Rüyası:
Osman Gazi bir gece Şeyh Edebali’nin zaviyesinde misafir kalmıştı. Gece, vakit hayli ilerleyince istirahat etmek üzere odasına çekilmişti. Fakat yatmak üzereyken rafta gözüne ilişen Kuran-ı Kerim’e saygısından dolayı yatamadı. Uyuyamadı. Kuran’ı alıp okumaya başladı.

O gece sabaha kadar Kuran okudu. Tam 6 saat. Hikmet-i İlahi, Osman Gazi Han’ın Kuran’a olan bu saygısından dolayı her okuduğu saate 1 asır lutf edilmiş, hanedanı 6 asır hükümran olmuştur 7 cihana.

Vakit sabah ezanlarına yaklaşmışken, yorgunluk ve uyku da bir hayli bastırmışken, Kuran elinde, yaşlandığı yerde, tatlı bir uykuya daldı Sultan Osman Han.

Uyurken bir rüya gördü. Rüyasında kendisi Şeyh Edebali’nin yanında yatıyordu. Edebali’nin göğsünden bir hilal doğdu. Hilal biraz yükseldikten sonra büyüdü, büyüdü ve dolunay haline gelince kendisinin göğsüne girdi. Daha sonra göğsünden bir ağaç bitip büyümeye, yükselmeye başladı. Bir çınar ağacıydı bu. Büyüdükçe yeşerdi, güzelleşti. Dallarının gölgesiyle bütün dünyayı kapladı.

Ulu çınarın gölgesinde dağlar, dağların dibinde pınarlar gördü. Ağacın yanında ise dört sıra dağlar gördü ki bunlar Kafkas, Atlas, Toros ve Balkanlardı. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna çıkıyordu. Bu nehirde koca koca gemiler yüzüyordu. Tarlalar ekin doluydu. Ağaçlar meyve dolu. Dağların tepeleri ormanlarla örtülüydü. Ruy-i Zemin yemyeşil, asuman masmaviydi. Vadilerde şehirler vardı. Şehirlerde camiler arz-i didar ediyordu. Bunların hepsinin altın kubbelerinde birer hilal parlıyor, minarelerinde müezzinler ezan okuyorlardı. Ezan sesleri ağaç dallarındaki kuşların cıvıltısına karışıyordu. Bir ara ulu çınarın yaprakları kılıç gibi uzamaya başladı. Derken bir rüzgar çıkıp bu yaprakları İstanbul’a doğru çevirdi. Şehir iki denizin ve iki karanın birleştiği yerde iki masmavi firuze ile iki yemyeşil zümrüt arasına oturtulmuş pırıl pırıl bir elmas gibiydi. Sanki bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülke gibi halkalanan bir yüzüğün kıymetli taşını andırıyordu İstanbul.

Ve nihayet Osman Gazi Han bu yüzüğü parmağına takıyorken uyandı.

Sabah ezanları okunuyordu...
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
“Hiç Birinize Kıyamadım.”:
İzmir kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler.
Trene binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar
yaveri, açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır Atatürk.
Yaveri:
-"Ya paşam bu ne hal hiç uyumadınız herhalde niye böylesiniz" der.
-"Ya çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu
yastık yaptım ağrıdı setremi yastık yaptım üşüdüm bende uyumadım kalktım" der.
Yaveri:
-"Aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla
battaniye getirirdik" der.
Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan söylüyor bunları tarihi bir cevap
der ki:
-"Geç fark ettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil milletimin rahat
uyuması"...
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Atatürk ve sakal meselesi:
Atatürk Amasya ziyaretinde Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile
sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri.
Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk’ün
dikkatini çeker.
Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar:
-Kimdir bu?
Vali yanıt verir:
-Efendim kendisi Şıh’tır. Yörede çok hatırlısı vardır.
Atatürk Şıh’ı yanına çağırır ve:
-Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber Efendimizinki gibi kısaltsan, der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir.
Şıh:
-Emrin olur Paşam, diyerek yerine çekilir.
Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya’daki Şıh’ı hatırlar ve valiyi telefonla arayıp durumu sorar.Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh’ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır.
Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazırını çağırıp,yazdığı yazıyı Amasya Valiliği’ne tebliğ etmesini ister.
Ertesi gün Amasya’dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata’yı görmek üzere Ankara’ya yola çıkmış...
Şıh gelir Ata’nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş,sinekkaydı bir
tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür.
Atatürk’ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata’ya sorarlar:
-Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de
kökünden kesmesini sağladınız?
Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp:
-Dün akşam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve Şıh’ı Afyon’a vali
atadığımı bildirdim, der.
Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh’a vermesini
söyler.
Yazıda söyle yazmaktadır:
-İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene
gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın
başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir
ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Hz.Ali’nin Rüyası:
Ashabtan (Peygamberimizin arkadaşları) Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük inekleri sağdığını, hastaların sağları ziyaret ettiğini, kuru bir çay kenarında yemyeşil bahçeler bulunduğunu, minberde (camilerde imamın hutbe okuduğu yer) koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir rüyaya benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı. Bu rüyayı yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi. Hz. Peygamberin "İlim beldesinin kapısı" diye nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir açıklama getirebilirdi. Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz. Ali’ye müracaat etti.

Rüyasını tane tane anlattı ve ne anlama geldiğini yormasını rica etti.

Hz. Ali "Yanlış yorumdan Allah korusun" diyerek söze başladı ve şöyle devam etti.

- "Büyük ineklerin küçük inekleri sağması, yetki ve mevkilerini halkı soymak için kullanan görevlileri (amir ve memurları); hastaların sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini arz etmek için zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında bulunan yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında çok büyük sanılan ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri kupkuru çölden ibaret olan ilim adamlarını; minberde duran koca koca putlar ise, layık olmadığı halde ilmin, dinin ve devletin yüce makamlarına yükselmiş kimseleri ifade eder."
Hz.Süleyman ile Karınca:
Bir gün Süleyman Peygamber bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar.
Karınca da,
-"Bir buğday tanesi yerim" diye cevap verir.
Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır. Ondan sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Kendi kendine meraklanır. Acaba neden yemedi?
Bunun üzerine Hz. Süleyman karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar.
Karınca da:
-"Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah verirdi. Ben de O’na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek, diğer yarısını da ertesi yıla bıraktım" diye cevap verdi.
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Osman Gazi’nin İtirazı:
Osmanlıların bağımsızlıklarını ilan ettikleri ilk günlerde Germiyan vilayetinden bir adam Osman Gazi’ye gelip:
-Pazarın bacını (vergisini) bana satın, dedi.
Osman Gazi sordu:
-Bac nedir ki?
-Pazara her kim yük getirirse ondan on akçe almaktır.
-Sebep nedir ki bunlardan akçe alasın?
-Adettir. Bu bac mülkün padişahı için alınır ve bunu tahsil eden de içinden hisse alır.
-Bu Tanrı buyruğu mudur? Yoksa bunu her yerin padişahı mı ihdas etmiştir?
-Sultan töresidir.
Osman Gazi kızmıştı. Adama:
-Defol, burada durma ki sana ziyanım dokunmaya. Bir kişi ki malını kendi eliyle kazanmış, bana ne borcu ola, diye bağırdı.
Fakat Osman Gazi’nin yanındakiler izahat verdiler ve bu paranın devlet için lazım olduğuna ona ikna ettiler. Neticede ilk Osmanlı kanunu çıktı. O kanunun birinci bendi şu idi:
“Her kişi ki bir yük sata, iki akçe versün, eğer satmaya, hiç nesne vermesün...”
************************************
Ben O Yüzden Ağlamıyorum:
Behlül Dana, bir gün Halife Harun Reşid’in huzuruna gelir. Halife o sırada tahtında olmadığı gibi odasında da yoktur. Fırsattan istifade eden Behlül Dana tahta geçer oturur. Biraz sonra koruma görevlileri bakarlar ki tahtta biri oturuyor, onu hemen aşağıya indirirler ve başlarlar dövmeye... Bir müddet sonra halife gelir ve bakar ki Behlül ağlıyor...
Hemen sorar:
-Niçin ağlıyorsun, ne oldu?
Halife, muhatabından cevap alamayınca, korumalara sorar aynı soruyu:
-Ne oldu buna?
Korumalar şöyle derler:
-Ey müminlerin emiri! Bu adam, sizin makamınızda oturuyordu. Biz de akıllansın diye bir iki vurduk. Ondan ağlar.
Behlül hemen söze karışır:
-Hayır. Ben o yüzden ağlamıyorum, senin için ağlıyorum. Ben ömrümde bir kez bu makama oturduğum için bu dayağı yedim. Sen ki her gün oturuyorsun, acaba ne kadar dayak yiyeceksin?

İki Bardak Su:
Zamanın birinde bir hükümdar varmış, zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.
Hükümdarın yasamda en çok güvendiği, tek akıl hocası bir bilge kişiymiş. Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş:
-Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savaşçılar denli onurlu olsun ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?
Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş:
-Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?
-Verirdim tabii.
-Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?
Hükümdar biraz düşünür ve ardından:
-Ölmemek için evet, der.
Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söyler:
-Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca. Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca iki
bardak sudur.

Atatürk’ün yargıçlara saygısı:
Ölümünden iki yıl önce Atatürk’ün canına kıymak için düzenlenen bir suikast girişimi meydana çıkarılmıştı. Bu girişimde bulunmakla suçlanan kimse Milli Mücadele’den beri Ata’nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.
Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor “Nasıl olur, Nasıl olur!” diyordu, bir türlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu.
Sanık tutuldu, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk’ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı, kimi “bu üzüntülü olayı anmak istemiyor” dedi; kimi de “bunun doğru olduğuna inanmıyor” diye düşündü.
Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı.
İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi:
-Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir.
**********************************
“Türk öldü”:
Kurtuluş Savaşı’nın en karanlık günlerindeydi; anayurdun en verimli yerleri düşman çizmeleri altında inliyordu. Milletin bütün kuvvet kaynakları kurumuş; dışarıdan ve içeriden ihanetler birbirini kovalamıştı. Herkes:
-Türk öldü”.. diyordu.
Türkiye’nin Afrika ve Asya’daki esir ülkeler arasına katıldığı sanılıyordu. Yüzyıllarca Türk egemenliği altında yaşayan milletler, onun son varlığını yağma ediyorlardı. En akıllı görünen birçok yurttaşımız İngiltere’nin veya Amerika’nın himayesini nimet saymaya başlamışlardı.
Atatürk böyle bir zamanda yer yer ayaklanan Türk halkına önder oldu; Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni kurdu. Bir gün Meclis’te söylediği nutkunu, şair Mithat Cemal’in bir manzumesinin şu son beyti ile bitirdi:

“Ölmez bu vatan farz-ı muhal ölse de hatta,
Çekmez kürenin sırtı bu tabutu cesimi...”

Türk vatanının düşman elinde kalmayacağı ve Türk milletinin asla esir olmayacağı hakkındaki iman, Atatürk’ün ruhunda sonsuz bir kuvvet ve sönmez bir ateşti. Bu kuvvet ve ateşi, her fırsatta milletin her ferdine aşılamakta eşsiz bir ustalık gösterirdi.
*********************************
Gazi’nin Bir Anısı:
Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu:
-Merhaba nine.
Kadın Ata’nın yüzüne bakarak hafif bir sesle:
-Merhaba, dedi.
-Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp:
-Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
-Ne sahibiyim, ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı:
-Tabii söyleyeceğim, ben Sincan’ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara’ya geldim.
-Muhtar niçin Ankara’ya gönderdi seni?
-Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da .... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Ben de gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip
saldı Angara’ya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
-Senin Gazi Paşa’dan başka bir isteğin var mı?
Kadının birden yüzü sertleşti.
-Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek.
Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşa’yı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk’ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek:
-Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm,benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum:
-Anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk’ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk’e uzattı:
-Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi:
-Bu anamızı alın, burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine benim bütçemden üç inek verin armağanım olsun.
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Arkadaş:
Eski Türklerde askerler savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca, kaya veya taşa vererek ok atarlarmış.
Atalarımız genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir taş veya kaya olurmuş yıllar sonra bu sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ’dan ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün bile güvenebileceğimiz bizi arkadan vurmayacak olan samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz isimdir.

Bitmeyen Osmanlı Sevgisi:
Balkanlar’dan Orta Doğu’ya kadar büyük bir coğrafyanın 1. Cihan Savaşından sonra elimizden çıkmasına rağmen, o topraklarda yaşayan halkın hala büyük bir hasretle "Osmanlı, Osmanlı" diye sayıkladığını ..

Budapeşte’den gelen bir yazarımıza bir Boşnak’ın, "Madem ki İstanbul’a gidiyorsun Allah aşkına o şehrin toprağını benim için öp Allah benim canımı İstanbul’u görmeden, almasın!" dediğini...

Trablusgarp’daki ihtiyar Cezayirlilerin , boyunlarına muska diye Osmanlı parası taktıklarını,biliyor musunuz?
*************************************
Kendinizi Türklere Emanet Edin:
16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin gelişme yolu üzerinde direnmiş ve Türk orduları ile savaşa tutuşmuş olmasından dolayı Katolik Avrupa tarafından kendisine "Hristiyanlığın şövalyesi" ünvanı verilen Boğdan Beyi Büyük Stefan’ın ölüm döşeğin de, evlatlarına gayet ibretli bir şekilde:

"Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız Asla Rus’a yanaşmayın. Haindir, sizi yok eder. Fakat kendinizi Türklere emanet edin. Adil ve merhametlidirler" diyerek nasihat ettiğini...

Zünnu-i Mısri’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim.Nehrin kenarında dururken ,birde baktımki,görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor.Çok korkmuştum.Beni onun şerrinden koruması için Cenab-ı Hak’ka sığındım.Akrep nehire geldiğinde,sudan büyük bir kurbağa çıkıp akrebe doğru geldi.Akrep kurbağanın sırtına binip suyun üzerinde yüzüp gittiler.Bu bana çok şaşırtıcı gelmişti.Ben de onların nehrin kenarında takip ettim.Nehrin karşı yakasına geçtiklerinde,akrepkurabağayı bırakıp dalları büyük,gölgesi çok olan bir ağacın yanına gitti.
Bir de baktım ki,ağacın altında Allah’a asi bir genç mışıl mışıl uyuyor.Kendi kendime: " La ha’vle vela kuvvete illa billah.Bu akrep nehrin ötesinden buraya kadar,bu genci sokmak için geldi " dedim ve içimden,akrep gence yaklaştığı zaman hemen akrebi öldürmeğe karar verdim.Akrebe yakın bir yerde durdum.Bir de baktım ki karşıdan büyük bir yılan,genci öldürmek için,gence doğru geliyor.Bu sırada akrep yılanın üzerine hücum etti ve başını sokmaya başladı.Akrep yılanın ölmesine kadar başını sokmaya devam etti.Yılan öldükten sonra akrep nehre döndü.Kurabağada onu orada bekliyordu.Akrep tekrar kurbağaya binip nehrin öte yanına geçti.Bende arkalarında bakakaldım.
Sonra gencin yanına geldim,o hala uyuyordu,akabinde baş ucunda kendi kendime şöyle dedim :
- Ey uyuyan genç ; Allah seni,sen farketmesen de karanlığın içindeki her türlü kötülükten korur.Sen uyusan bile Allah uyumaz.O kullarına çok merhametlidir.dedim.
Genç benim bu sözlerim üzerine uyandı ve başından geçen olayları kendisine anlattım.Genç hemen tevbe etti.Bütün yapmış olduğu kötü davranışlarında vazgeçip,iyilerden oldu ve ölünceye kadar hayatı böyle devam etti.Allah ona rahmet etsin.
Kötü olaylara sabretmek:
Ermişlerden birinin bir arkadaşı varmış ; devrin hükümdarı onu hapseder.Ermiş kişi,cezaevinde ki arkadaşının hal ve hatırını sormak için ziyaret eder ve :
- Hapishanede halin nasıldır ?.diye sorar.

Arkadaşı :
- Allah’a şükürler olsun,diye cevap verir.

Sonra,hapishaneye şişman bir mecusiyi getirirler; mesusi ile onu zincirle bir araya bağlarlar.Öyle bir hal alırki,adam,mecusi nereye giderse,onunla birlikte gitmek zorunda kalır.Mecusi helaya gittiğinde,o da gitmeye ve hacetini bitirinceye dek onun yanında durup,pis kokuları çekmeğe mecbur olur ve bunun gibi hayli eziyetler çeker.
O ermiş olan dışarıdaki arkadaşı bu olayı duyar ve arkadaşını ziyaret edip halini sorar,hapisteki arkadaşı yine şöyle cevap verir :
- Allah’a şükürler olsun.der.
Bunu üzerine arkadaşı :
- Ne zamana kadar böyle şükredeceksin,senin içinde bulunduğun beladan,daha büyüğü varmıdır ? der.
Bunun üzerine hapisteki ;
- Ey kardeşim ! ben aslında daha büyük felaketlere müstahakım.Allah’u Teala bu kadarla bana müsamaha etmiş ise,buna şükretmek vacip olmazmı ? Sen hiç işitmedinmi ki,bir büyük zatın üzerine bir tas kül dökülmüş de,o zat secdeye varıp,Allah’a şükretmiş.Kendisine,niçin şükrettiği sorulduğunda ise şöyle cevap vermiş ;
" Ben üzerime bir tas ateş dökülmesinden korkarım.Bir tas kül dökülmekle,daha büyüğünden bağışlandım,Allah’u Teala’ya şükretmiyeyimmi ? " demiş.
**********************************
Sultan Bâyezîd’i ağlatan sözler!:
Sultan İkinci Bâyezîd Han, Bâyezîd Câmii’ni yaptırınca, bir Cumâ günü câminin açılışı için geldi ve Baba Yûsuf Sivrihisârî’yi de dâvet etti. Baba Yûsuf Sivrihisârî, namazdan sonra kürsüye çıkıp vaaz etmeye başladı. Tesirli sözleriyle, Pâdişâh ve câmide bulunan cemâat ağlamaya başladı ve bu ağlama ile câmi inledi. Câminin açılışını seyretmek için gelip, dışarıda bekleyen üç Hıristiyan, Baba Yûsuf hazretlerinin tesirli sözlerinden ve cemâatin topluca ağlamasından çok etkilenmişlerdi. Bu üç Hıristiyan, müslüman olmaya karar verdiler. Hemen câmiye girip, Baba Yûsuf Sivrihisârî’nin huzûrunda müslüman oldular. Bu hâdiseyi gören Sultan İkinci Bâyezîd Han, yaptırdığı Bâyezîd Câmii’nin ilk açılışında böyle bir hâdisenin vukû bulmasından dolayı çok sevindi. Sonra bunlara pek çok para ve mal hediye etti. Ayrıca vezîrlerinin de vermelerini söyledi. Böylece müslüman olmakla şereflenen üç kişi, dünya ve âhiret saâdetine kavuştular
**********************************
Baba-oğul gibiydiler:
İkinci Bâyezîd Han, Baba Yûsuf Sivrihisârî’yi çok sever, sohbetinde bulunurdu. O da Sultanı çok severdi. Baba ve oğulluk sözleşmesi yapmışlardı. Bir sohbetlerinde pâdişâh ona; "Hacca gideceğin zaman mutlaka bana gel görüşelim" demişti. Bundan sonra Baba Yûsuf memleketine dönüp, orada bir müddet kaldı. Memleketinde iken rüyâsında Kâbe’de Hacer-i esved yanında manzûm bir kitap yazması işâret edildi. O zamana kadar hiç şiir yazmamıştı. Bu rüyâdan sonra şiir yazma kâbiliyeti hâsıl oldu. Sonra hacca gitmek üzere hazırlanıp, Pâdişâh İkinci Bâyezîd Hanı görmek üzere İstanbul’a gitti. Pâdişâh ona bir mikdâr altın verip; "Bunlar helâldir. Kendi elimle kazandım. Bu altınları Resûl-i ekrem sallAllahü aleyhi ve sellemin türbe-i mutahherasının kandillerine harcarsın. Mübârek türbesinin yanında, "Yâ ResûlAllah! Ümmetinin koruyucusu, günahkâr kul Bâyezîd sana selâm söyledi ve bu helâl altınları türbenin kandillerine yağ almak için gönderdi" dersin. Sonra; "Bu hediyenin kabûlü için yalvar, senin vâsıtanla kabûl olacağını ümid ediyorum." dedi. O da bu isteğini yerine getirmek üzere altınları alıp, vedâlaştı ve yola çıktı.
**********************************
Yavuz Sultan Selim:
Yavuz sultan selim han mercidabık seferi için hazırlık yapılmasını emir buyurmuş.ordu kısada sürede hazırlanmış ve yola çıkılmış.Uzunca bir yol katedildikten sonra ordu dinlemeye çekilmiş dinlenilecek yerde ise her yer elma ağaçları ile dolu imiş.Ordu burada bir müddet dinlendikten sonra tekrar yola koyulur.bir sonraki dinlenme yerine vardıklarında yavuz sultan selim han vezirini yanına çağırır ve şöyle der:Canım çok elma istedi erlere bir sor bakalım elma varsa versinler der.Vezir dışarı çıkar ve çadır çadır gezmeye başlar ama hiçbirinde elma yoktur.Vezir Yavuz un huzuruna gelir ve efendim bir tane bile elma bulamadım der.Yavuz bunun üzerine şöyle der:Eğer bir tane elma çıksaydı vAllahi bu seferden vazgeçerdim.Haram yiyen bir orduyla zafer kazanılmaz.
**********************************
En Güzel Kubbe:
Mevlana’nın dostlarından Muineddin Pervane bir gün Mevlana’ya gelerekSultanü’l-ulema diye anılan babası Sultan Veled’in mezarı üstüne eşsiz bir kubbe yapmak istediğini, buna izin verip vermeyeceğini sordu. Mevlana şöyle dedi:
-Gerçekten çok güzel, benzeri bulunmayan bir kubbe yapabilirsin. Bir eşi dünyanın başka bir yerinde bulunmayabilir.Ancak hiçbir kubbe ilahi şaheser gök kubbeden güzel ve üstün olamaz. O halde mezar yine Tanrı eseri kubbe altında kalsın.
**********************************
Kanuni ve Ferdinand:
1532 yılında Kanuni büyük bir ordu ile Almanya üzerine yürüdü. Aylarca Almanya’da gezdiği halde, ne Ferdinand ve ne de kardeşi Şarlken, Kanuni ile savaşmaya cesaret edemediler. Bunun üzerine Kanuni Şarlken’i savaş alanına çekebilmek için, aşağıdaki mektubu yazdı:

- "Bu kadar zamandır erlik davası yapıp durursun. Ne senden ne kardeşinden nam ve nişan yok. Sizlere saltanat ve erlik davası haramdır. Belki karından dahi utanmazsın. Belki kadında gayret var sizde yok. Er isen meydana gelesin, takdir ne ise yerine gele. Gel seninle saltanatı Beç (Viyana) sahrasında paylaşalım. Bu kere dahi meydana çıkmazsan avratlar gibi çıkrık alıp padişahlık tacını takmayasın."
**********************************
Ters Hareketler:
Hz.Süleyman bir gün başında tacı ile altın tahtında otururken, rüzgar ters yönden esmeye başladı ve başındaki tacı eğrildi. Hz.Süleyman:
-Ey rüzgar, dedi, neden ters esiyorsun?
Rüzgar da şöyle cevap verdi:
-Sen de ters hareketler yapıyorsun.
Bu sefer Hz. Süleyman başındaki taca:
-Sen neden eğrildin, diye sorunca, taç da şöyle cevap verdi:
-Sen de işlerinde eğrilmektesin...
**********************************
Görev Bilinci:
Osmanlı şeyhülislamlarından olan Molla Fenari şeyhülislam olmadan önce Bursa kadısı idi. Onun kadılığı sırasında bir adam pazardan bir at satın aldı. Fakat alışverişin hemen arkasından atın hasta olduğunu farketti. Geri vermesi gerekiyordu ama satın aldığı adam zorluk çıkartır. Atın hastalığını kabul etmez diye önce kadıya gidip resmi kanaldan işi sağlama bağlamak istedi. Mahkemeye gittiğinde kadı Molla Fenari’yi yerinde bulamadı. İşini ertesi güne bıraktı.
Fakat o gece at öldü. Adam ertesi gün olanları Molla Fenari’ye anlattı, mağdur olduğunu, ne yapması gerektiğini sordu. Molla Fenari:
-Senin zararını ben ödeyeceğim, dedi.
Adam hayretle Molla Fenari’ye baktı:
-Niçin siz ödeyeceksiniz, konuyla ilginiz ve suçunuz yok ki, dedi.
Molla Fenari:
-Evet öyle görünüyor ama aslında benim de suçum büyük. Eğer sen dün makamıma geldiğinde ben yerimde olsaydım, olaya müdahale eder, atı geri verdirir, paranı iade ettirirdim. Bu imkan şimdi yok olmuştur. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep olduğu için zararı ben ödeyeceğim, dedi.
**********************************
Niçin savaşırız:
Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nden başarılı dönmüştü. Bütün halk toplanmış
onu şehre girerken alkışlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Padişah, gece olmadan şehre girmek istemiyordu. Bunun sebebini herkes merak ettiği halde hiç kimse sormaya cesaret edemiyordu.
Sonunda büyük alimlerden olan İbni Kemal:
"Padişahım, bir maruzatım var," dedi.
Padişahın:
"Efendi, ne istediğin varsa hiç çekinmeden söyle," demesi üzerine İbni Kemal cevabı merak edilen soruyu şöyle sordu:
"Askerler merakta, bütün halk sokağa dökülmüş, sizi alkışlamayı beklerken siz hala şehre girmezsiniz. Bunun sebebi hikmeti nedir?"
Yavuz şu şahane cevabı verdi:
“Efendi, sen bizi hala tanıyamadın mı? Biz; şan, şöhret ve alkış toplamak için değil,
Allah rızasını kazanmak için savaşırız."
**********************************
Unutma:
Fatih, İstanbul’u fethetmişti. Şimdi atının üzerinde ordusuyla şehre giriyordu. Dervişlerden biri Fatih’in atının yularına yapışıp Padişaha şöyle dedi:
-Padişahım! İstanbul’u biz dervişlerin duaları sayesinde aldığını unutma.
Fatih, dervişin bu haline ve sözüne hafifçe gülümsedi ve:
-Doğru söylersin, dedi.
Eliyle kılıcını işaret ettikten sonra da şöyle dedi:
-Ama sen de şu kılıcın hakkını unutma.
**********************************
Alçak Sesle Söyle:
Fatih bir gün dilencinin birine bir altın vermişti. Dilenci, Padişahın verdiği altını az bularak şöyle bir soru sordu:
-Bu nasıl olur Padişahım? Ben senin kardeşin olduğum halde nasıl olur da bana bir altın verirsin?
Dilencinin ne demek istediğini tam anlamayan Fatih sordu:
-Sen benim nereden kardeşim oluyorsun?
Dilenci şu açıklamayı yaptı:
-İkimizde de Adem babamız ve Havva anamızdan dünyaya gelmedik mi? Böyle bir durumda kardeş sayılmıyor muyuz?
Fatih gülümsedi. Bu cevap hoşuna gitmişti çünkü. Dilencinin kulağına eğilerek şöyle dedi:
-Aman alçak sesle söyle. Bu söylediğini diğer kardeşlerimiz de işitip gelirlerse, senin payına bir altın bile düşmez.
**********************************
Hasta Olursun Diye Korktum:
Fatih Sultan Mehmed bir Anadolu seferi dönüşünde, Balıkesir’den geçiyordu. Hava oldukça sıcaktı. Bu sıcaktan herkes gibi Fatih Sultan Mehmed de nasibine düşeni almıştı. Öylesine yorgundu ki...
Kendisini bu halde gören bir köylü kadını bir tas içerisinde ona ayran ikram etti. Fatih, ayranın üstündeki saman çöplerini üfleye üfleye ayranı içti. Sonra da kendisini bir ana şefkatiyle seyreden ihtiyar köylü kadına:
-Allah razı olsun, dedi. Ama şu saman çöpleri ayranı bir nefeste içmeme engel oldu.
İhtiyar kadın Fatih’in bu sözlerine anne şefkatinin boyutlarını gözler önüne seren, şu cevabı verdi:
-Oğul, ben onları ayranın üzerine kasıtlı koydum.Sen uzak yoldan geliyorsun. Sonra terlemişsin de. Soğuk ayranı bir yudumda içersin de hasta olursun diye koydum. Hasta olmayasın diye böyle yaptım.
**********************************
Biz Kiminle Savaşacağız:
Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında 1664 yılında Vasvar Antlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşmanın uzun ömürlü olmayacağı belli idi. Ancak Avusturya elçisi bu anlaşmanın 40 yıl sürmesini istiyordu.
Fazıl Ahmed Paşa elçinin bu isteğine kızmış ve şöyle demişti:
-40 yıl sizinle barış halinde bulunursak, sonra biz kiminle savaşacağız?
**********************************
Düşman Yaklaşıyor:
Sultan Alparslan 27 bin askeriyle Bizans topraklarında ilerlerken, keşfe gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla:
-300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der.
Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der:
-Biz de onlara yaklaşıyoruz.
**********************************
Sır Tutarım:
Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
-Sen sır saklamayı bilir misin? diye sormuş.
-Vezir:
-Evet hünkarım, bilirim dediğinde,
Yavuz cevabı yapıştırmış:
-Ben de bilirim. :)
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
III. Selim’in Hoş Bir Sözü:
Bir gün III.Selim’in huzurunda mutluluktan söz ediliyor ve bu hususta kendisine bir takım tatlı fıkralar anlatılıyormuş. Nihayet padişah nedimlerini birden bire susturmuş ve mutluluğun tarifini şöyle yapmış:
-Mutluluk hayvanlara ve bitkileri aittir. Çünkü onlarda akçe gailesi yoktur.

Tarihi Bir Pazarlık:
Abdülaziz’in 1867’deki Paris seyahatinde III.Napolyon, Hariciye nazırı (Dışişleri bakanı) Keçecizade Fuad Paşa ile sohbet ederken, Girit meselesine bir çare bulmak için paşaya,Girit’in Yunanistan’a satılmasını teklif etmiş ve adaya karşılık ne kadar para isteyebileceğini sormuş! Hazır cevaplığı ile ünlü olan Paşa, şu zarif cevabı vermiş:
-Aldığımız fiyata veririz haşmetmeab !

Yanan Mum:
Bir gece Hz. Ömer mektup yazıyordu. Hz. Osman geldi, selam verip oturdu. Hz.Ömer selamı almadı.Az sonra önündeki mumu söndürdü, başka bir mum yaktı ve:
-Kusura bakma Osman demin devletin işlerine ait bir mektup yazıyordum. Mum devletin malı idi. Hususi işlerimi o mumda yapamazdım. Şimdi kendi mumumdur yanan.

Somuncu baba ve Emir sultan:
Türkistan’daki Buhara şehrinden yola çıkarak Mekke - Medine’yi dolaştıktan sonra 1389 yılında Bursa’ya yerleşen Muhammed Şemseddin, gösterdiği kerametlerle bir anda halkın sevgisini ve saygısını topladı.

Yıldırım Bayezıd’ın kızı Hundi Hatun’la evlenen Muhammed Şemseddin halk arasında Emir Sultan adıyla anılır oldu. O, halkı din yoluna çağırırken Padişah’ı da bazı konularda uyarıyor, O’na yardımcı oluyordu.

Bu arada, Emir Sultan’dan önce Bursa’ya gelip yerleşen ve her gün çarşıya gelip, "Somun var müminler, somun var!" diye ekmek satan bir ulu kişi daha vardı ama halk, "Somuncu Baba" dediği bu zatın kerametlerinden habersizdi.

Günlerden bir gün, Yıldırım Bayezıd’ın damadı Emir Sultan hazretleri, elindeki çömlekle birlikte bu zatın fırınına çıkageldi! Ekmeklerle birlikte çömlekteki yemeğin de pişirilmesini istiyordu.

Somuncu Baba, küreğin üzerine koyduğu çömleği fırına sürmeye çalıştı ama, nafile! O küçük çömlek fırına bir türlü girmiyordu!..

Somuncu Baba, geride durup seyreden Emir Sultan’ın yüzüne baktı ve yüzünde beliren tatlı bir tebessümle konuştu: "

- Anladım... Bu işi ancak sen başarabilirsin!"

Emir Sultan küreği aldı ve kolayca içeri sürmeyi başardı. Ama fırının içinde ateş yoktu ve soğuktu. Soran gözlerle ama tatlı bir tebessümle Somuncu Baba’ya baktı. Somuncu Baba yine aynı eda ile konuştu:

"- Bekle... Az sonra pişer!"

Karşılıklı gösterilen kerametlerden sonra iki ulu kişi birbirlerini tanıyıp dost olmuşlardı.

Niğbolu zaferinin anısına Bursa Ulucami’yi yaptıran Yıldırım Bayezıd, açılışı damadının yapmasının uygun olacağını düşünmüştü. Cuma günü, kalabalık cemaatin önünde seslendi:

"- Ya Emir! Kapıları sen aç ve cemaata vaaz edip Namaz kıldır. Veli kişi olduğun için bu şeref sana aittir!"

"- Hayır Sultanım! Bu şerefi Şeyh Ebü Hamideddin-i Aksarayi hazretlerine vermelisiniz!"

"- Bu zat kim ola ki?"

"- Belki duymuşsunuzdur Sultanım... Somuncu Baba derler bir ekmekçi koca vardır. Ulucami işçilerine de ekmek satmıştır. İşte bu zat O’dur!"

Somuncu Baba, "Ne ettin Emirim, bizi ele verdin!" diyerek bütün alçakgönüllülüğüyle camiyi açtı, kürsüye çıkıp vaaz ve nasihatlarda bulundu. Herkes O’na hayran olmuştu.

Rivayete göre Somuncu Baba camiin her kapısından aynı anda çıktı ve herkes elini öptü.


Türk Misafirperverliği:
Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa’ya tanıtmış olmakla meşhur Comte de Marsigli, Türk toplumunun misafirperverliği ile alakalı olarak şöyle bir yorumda bulunmuştur:
-Türkler hiçbir din farkı gözetmeksizin bütün yabancılara karşı son derece misafirperverdirler. Ana yollar civarındaki köylerde oturanlardan hali vakti yerinde olanlar öyleden evvel ve akşamüstü gezintiye çıkıp yolcu bulmaya çalışırlar. Eğer bulacak olurlarsa evlerine davet ederler ve hatta çok defa misafirin hangi evde ağırlanacağını tayin ederken kavgaya bile tutuşurlar.

Haram Yemeyen Ordu:
Osmanlı ordusunun, İslam’ı tek bir bayrak altında toplamak gayesiyle Mısır seferine giderken Gebze yakınlarındaki bağlık-bahçelik bir arazide mola verdiğinde Yavuz Sultan Selim bütün askerlerin heybelerini arattırdı ve hiçbirinde meyve cinsinden bir şey çıkmaması üzerine ellerini Ulu Dergah kaldırıp:
-Allah’ım, sonsuz şükürler olsun. Bana haram yemeyen bir ordu lutfettin. Eğer askerimin içinde tek bir kişi sahibinden izinsiz bir meyve yeseydi ve ben bunu haber alsaydım Mısır seferinden vazgeçerdim, demiştir.

Nerden,Nereye?:
Sözün bir yerinde demiştik ki, "Osmanlı İmparatorluğu bugünkü Amerike Birleşik Devletleri’nden daha güçlü bir devletti!" Evet, öyleydi. Bunun bir örneğini hiç yorum yapmadan sunuyoruz...

Fransa Kralı I. Fransuva Alman İmparatoru ve İspanya Kralı Şarlken’le yaptığı savaşı kaybedip esir düşmüştü.

Fransuva, annesi Luiz dö Savua aracılığıyla Jean Frangipani isimli elçiyi Kanuni Sultan Süleyman’a gönderdi. Elçi hem Fransuva’dan hem de annesinden birer mektup getirmişti ve Kanuni Sultan Süleyman’dan yardım istiyordu.

Kanuni Sultan Süleyman elçiye iltifatlarla karşıladı ve 1526 yılının Şubat ayında Fransa Kralı’na şu mektubu gönderdi:

"Ben ki, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadır Vilayeti’nin ve Diyarbakır’ın ve Kürdistan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin -ki yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dahi ateş saçan kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım.

Sen ki, Françe vilayetinin kralı Françesko’sun.

Sultanların sığınma yeri olan kapıma, sadık adamın Frankipan ile mektup gönderip ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayıp; memleketinizin düşman istilasına uğradığını, hapse atıldığınızı bildirip; kurtarılmanız hususunda bu tarafta yardım ve medet istemişsiniz. Her ne ki demiş iseniz, yüksek katıma arzolunup teferruatıyla öğrendim.

Padişahların bozguna uğraması ve hapsedilmesi şaşılacak şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup hatırınızı incitmeyiniz.

Ulu ecdadımız daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve sağlam kaleler fetheyleyip; gece-gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır.

Allah hayırlar versin ve iradesi ne ise o olsun. Bunun dışındaki durum ve haberleri adamınızdan sorup öğrenirsiniz, vesselam!"

Evet... Gerçekten de öyle değil mi? Neredeen, nereye geldik?..

Zaferden Zafere:
Atalarımız zaferden zafere koşmuş, yüzyıllar boyunca dünyada bir numara olmayı başarmışlardı. Alınan bir kale, şehir ya da ülkeye girmenin bir adabı vardı.

Sade ama oldukça etkileyici bir tören yapılır, o yerin Müslüman Türkler tarafından alınmış olduğu herkese hissettirilirdi. Bu tören sırasında yapılanları şöyle sırayabiliriz:

Görevli askerler içeri girip kale burçlarına Türk bayraklarını dikerlerken müezzinler de surların üstünde fetih ezanları okurlar.

Ezanlar okunup tekbirler getirildikten sonra Mehter Takımı büyük bir şaşaa ile nevbet vurur.

Artık şehre girilmiştir... Orada bulunan en büyük kilise camiye dönüştürülür. Bunun için de öncelikle çan kulelerinden ezan okunur.

Sıra bu caminin adının değiştirilmesine gelmiştir. Ayasofya örneğinde olduğu gibi eski adının yanına "cami" kelimesi eklenerek anıldığı gibi "Fethiye" de denebilir. "Kilise Camii" adıyla anılanlar vardır.

Kaleyi fetheden padişah ya da kumandan ilk cuma namazını öteki komutan ve askerleriyle birlikte bu camide kılar.

Cuma hutbesi padişah adına okunur. Bu, ülkenin yeni sahibinin ilanı demektir.

Fethedilen yerde kılınan ilk cuma namazında genellikle din adamlarının en büyükleri imamlık eder ve hutbe okurlar.

Bu gibi camiler fethin sembolü olarak görüldüğünden büyük önem taşırlar. Bir bakıma o camiler yalnızca ibadet yeri olmaktan çıkar; milli, tarihi ve hatta askeri bir abide hüviyetine bürünür.

Cumhuriyet döneminde müzeye dönüştürülmesine rağmen milletimizin Ayasofya’ya hâlâ cami gözüyle bakması ve öyle görmek istemesi onun sembol oluşundan dolayıdır.

Osmanlılar tarafından camiye çevrilen ilk kilise, 1288 yılında Osman Bey tarafından alınan Karacahisar’daki kilisedir. İlk cuma hutbesi de burada okunmuştur.

6 Nisan 1326’da Bursa’ya giren Orhan Gazi ilk iş olarak Aya Elya adıyla bilinen kilise ile hemen ardından Büyük Hisar Kilisesi’ni camiye çevirmiştir.

Orhan Gazi zamanında camiye çevrilen önemli kiliselerden biri de İznik’tekidir. Türk - İslam dünyasında olduğu gibi haçlı dünyasında da önemli bir yeri olan İznik 1331 yılında kesin olarak fethedilince, orada bulunan ve ünlü "İznik Konsil"i’nin toplanma yeri olan Ayasofya Kilisesi camiye dönüştürüldü.

Altı yüz yıllık Osmanlı tarihi boyunca yüzlerce, binlerce fetih yapıldı ve bir o kadar kilise camiye dönüştürüldü. Şimdi o camilerin bir bölümü amaca uygun olarak kullanılıp bizi gururlandırırken, bir bölümü düşmanlarca yakılıp yıkıldı, bir bölümü de yadellerde boynu bükük, öylece duruyor!

Burçlardaki Bayrak Ulubatlı Hasan:
29 Mayıs 1453 günü sabaha karşı Bizans surlarına yönelen Türk topları ard arda patlıyor, her patlayış koca duvarlarda gedikler açarken "Allah Allah" sesleri yer- ğöğü inletiyordu. 21 yaşındaki genç Padişah "Ya Bizans beni alır ya ben Bizans’ı" demişti ve artık bu köhne imparatorluk yıkılmalıydı.

Bu arada Türk askerlerinin kalbi bir başka ulvi heyecanla çarpıyordu: Surlara bir an önce çıkıp bayrağı dalgalandırmak! Derken, Eğrikapı yönündeki surların üstünde bir sancak dalgalanıyor... Bu; üç hilalli, kelime-i tevhidli Türk sancağı! Ve, yağmur gibi yağan oklara rağmen elindeki sancağı yere düşürmeyen o yiğit insan, Ulubatlı Hasan!..

Burçlara dikilen sancak Türk askerini gayrete getirirken Bizanslılar neye uğradıklarını şaşırıyorlardı. Son bir gayretle, sanki bütün oklarını Ulubatlı Hasan’a doğru yönelttiler. Oklar yetmedi, mancınıklarla taşlar fırlattılar... O Yiğit insan, Ulubatlı Hasan aldığı yaralarla üstüne yığılıp kaldı. Gözleri az önce diktiği sancağa kilitlenmiş gibiydi. O’nun dalgalanışını tebessümle seyretti ve oracıkta şehid oldu.

Artık o burçlarda dalgalanan bir sancak olmuştu ve sonsuza kadar kutlu fethin sembolü olarak anılacaktı.


İşi Ehline Vermek:
Bir gün beyleri Sultan Mahmud’a :

- Eyaz denilen bu kölenin ne marifeti var ki sen ona otuz kişinin maaşı kadar maaş ödüyorsun? dediler.

Sultan Mahmud bu soruya o anda karşılık vermedi. Birkaç gün sonra beylerini alarak ava çıktı. Giderlerken bir kervanın gitmekte olduğunu gördüler.

Sultan Mahmud Beylerden birine :

- Git sor, bakalım bu kervan nereden geliyor? dedi.

Bey atını sürerek, gitti birkaç dakika içinde geriye döndü.

- Efendim kervan Rey şehrinden geliyor. dedi. Sultan Mahmud :

- Peki nereye gidiyormuş. diye sorunca bey susup kaldı.

Bunun üzerine Sultan Mahmud başka birini gönderdi. O da gidip geldi :

- Efendim, Yemen’e gidiyormuş.dedi.

Padişah :

- Yükü neymiş?deyince o da sustu kaldı.

Bu defa padişah başka bir beye :

- Sen de git yükünü öğren!. dedi.

Bey gitti geldi :

- Her cins mal var fakat çoğu Rey kaseleri." dedi.

Padişah :

- Peki kervan Rey’den ne zaman çıkmış? diye sorunca bey susup kaldı cevap veremedi.

Padişah böylece tam otuz beyi gönderdi otuzu da istenen bilgileri tam olarak getiremedi.

Padişah son olarak Eyaz’ı çağırdı :

- Eyaz, dedi. Git bakalım şu kervan nereden geliyor. dedi.

Eyaz saygıyla padişahın huzurundan eğilerek konuşmaya başladı :

- Efendim, kervan görünür görünmez sizin merak ederek soracağınızı tahmin ettiğimden gidip gerekenleri öğrendim. Kervan Rey’den geliyor, Yemen’e gidiyor, yükü şudur, şu kadar at, şu kadar deve, şu kadar katırdan oluşuyor. Kervanda şu kadar insan var, onlardan şu kadarı silahlı... diye başlayarak kervan hakkında en küçük malumat varıncaya kadar anlattı. Bütün bunları beyler ağzı açık dinliyorlardı.

Böylece Eyaz tek başına otuz beyin edinemediği bilgiyi edinmiş, başaramadığı işi başarmıştı.

Fatih ve Akşemsettin:
Fatih Sultan Mehmet beyaz atına binmiş,ordusunun önünde, İstanbul’ ilk defa giriyor. İki yanında O’nu yetiştiren Akşemsettin, Mola Hüsrev ve Molla Gürani. Şehir halkı yol boyunca dizilmiş,heyecanla Türk Ordusunu karşılıyor.

Bu arada halkın arasından bir çok kimse, ellerindeki çiçek demetini Padişaha Sunmak için ileri atılıyor. Hepsi de Akşemsettin’i ak sakalıyla ağır duruşuyla Padişah sanıp çiçekleri O’na sunmaya çalışıyorlar. Akşemsettin atını geri çekip göz ucuyla Fatih’i göstererek:

- Sultan Mehmet odur., çiçekleri ona veriniz, demek istiyor.

Fatih Sultan Mehmet, çiçeklerle kendisine doğru yürüyenlere Hocası Akşemsettin’i göstererek:

- Gidiniz, çiçekleri gene ona veriniz. Sultan Mehmet benim, ama O, benim hocamdır, diyor.

"Cihan Padişahı" Dediğin Böyle olmalı!:
Dördüncü Murad, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud Osmanlı döneminin iz bırakan Padişahları arasındadırlar. Dördüncü Murad iç isyanları bastırma konusunda gösterdiği kararlıkla ve Bağdat’ı fethetmesiyle, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud da daha çok yenilikleriyle ön plana çıkmışlardır. Ama biz burada onları bir başka yönleriyle tanımak istiyoruz. Mesela, Dördüncü Murad’ın iyi bir sporcu olduğunu biliyor muydunuz..?

İyi kılıç kullanan, iyi ok ve mızrak atan Dördüncü Murad bunu çok çalışmasına ve düzenli olarak spor yapmasına borçluydu. Ağırlık kaldırmada üstüne yoktu ve 260 kiloya yakın gürzlerle idman yapardı. Böyle olunca da pazuları ve kasları oldukça gelişmişti. İri yarı, güçlü kuvvetli bir adam olan Silahdarlık görevinde bulunan Musa Paşa’yı kuşağından kavradığı gibi havaya kaldırıp dolaştırdığı ve hiç yorgunluk duymadığı biliniyor.

Zamanın Hind elçisi bir gün Dördüncü Murad’a gergedan derisinden yapılma bir kalkan getirir ve bu kalkana kurşun ve ok işlemediğini söyler. Dördüncü Murad bunu denemek ister ve kalkanı uygun bir yere koydurduktan sonra "harbe" adı verilen kısa mızrağı fırlatır. Harbe bu kalkanı deler geçer. Hemen ardından yayıyla gerdiği okunu fırlatır ve kalkanı yine deler. Hind elçisinin mahçubiyetini düşünebiliyor musunuz?

Derler ki, Dördüncü Murad’ın fırlattığı ok tüfek mermisinden daha hızlı giderdi. Nitekim Okmeydanı’nda fırlattığı ok 706.5 metre uzağa gitmiş, oraya Dördüncü Murad adına bir nişan taşı dikilmiştir.

Peki ya Üçüncü Selim’le İkinci Murad?

Dördüncü Murad döneminde belki okçulukta "dünya rekoru" sözü edilmiyordu ama, Üçüncü Selim bu konuda dünya rekortmeni olarak adını tarihe yazdırmayı başardı. 1798 yılında ve Üçüncü Selim 37 yaşında iken yayını ayağı ile gerdirdikten sonra oku fırlatıyor ve bu ok tam 888 metre 86 santim uzağa düşüyor. Bu, "dünya rekoru" olarak tescil ediliyor. Aradan 161 yıl geçiyor ve Amerikalı Don Lauvre Üçüncü Selim’in bu rekorunu kırmak istiyor. Büyük iddialarla herkesi başına topluyor; ayağıyla yayı geriyor, geriyor ve okunu fırlatıyor ama bu ok ancak 856 metre 91 santim uzağa düşüyor. Yani Üçüncü Selim’in fırlattığı mesafeden yaklaşık 32 metre daha az!

Don Lauvre bir de ayakta atış yapıyor ve bu atışta ok 777 metre 85 santim uzağa düşüyor. Oysa, 1808 yılında Osmanlı tahtına çıkan İkinci Mahmud Amerikan elçisinin de bulunduğu bir törende oku 792 metreye fırlatmıştı.

Demek ki, oturarak ve ayakta gerdirilen yayla ok atışında dünya rekoru Üçüncü Selim’e, ayakta yapılan atışta da İkinci Mahmud’a ait.

Sözün başında "Cihan Padişahı dediğin böyle olur" demiştik...

Gerçi "Cihan Padişahlığı" dönemi yavaş yavaş sonra eriyordu ama, "devletin ölümü" bile farklıydı ve işte böyle, dosta -düşmana parmak ısırtan güzellikler de yaşanıyordu.


Casusa İstediği Her Şeyi Gösterin!:
Alman İmparatoru Şarklen’in Türkiye’deki elçisi tarafından "Dünyanın en güçlü ordusu" olarak tanımlanan Türk Ordusu, Birinci Viyana kuşatmasından önce Budapeşte önüne gelmiş, şehri kuşatmıştı.

Etrafta dolaşan şüpheli birini yakalayan askerler onu doğruca Başvezir İbrahim Paşa’nın huzuruna çıkardılar.

İbrahim Paşa ile o adam arasında şöyle bir konuşma geçti:

"- Sen kimsin?"

"- Kral Ferdinand’ın subayyım efendimiz!"

"- Demek casusluk niyetiyle geldin... Peki, ne öğrenmek istersin?"

"- Görevim, ordunuz hakkında bilgi toplamaktı!"

"- Anlaşıldı... Şimdi var, istediğin bilgileri topla!.."

İbrahim Paşa, sonra da ilgililere dönüp emir verdi:

"- Bu casusa istediği herşey gösterilsin, sorduğu herşeye doğru cevap verilsin!"

Söylenenler yapıldı ve Alman subayı adeta misafir olarak ağırlandı.

Osmanlı ordugâhını baştan başa dolaşan casus subay gördükleri karşısında hayretini gizleyemiyordu. İşi bittikten sonra tekrar huzura çıkarılınca İbrahim Paşa’ya da durumu anlattı. İbrahim Paşa gülerek elini uzattı ve onu yolcu etti:

"- Haydi git, gördüklerini kralına anlat!.."



Yavuz Selim:
YAVUZ SELİM
"Yavuz, Mısır’a girdiği zaman halk Yavuz’un ihtişamını seyretmek için pencerelere koştu ve caddeleri doldurdu. Yavuz ise, en önde değil, mütavazi askerlerinin ortasında yürüyordu. Kavuğu ve elbisesinin de etrafındakilerden bir farkı yoktu. Mısır dönüşü Şam’da Cuma hutbesinde kendisinden bahsedilirken "Mekke’nin ve Medine’nin hakimi" (hakimü’l-harameyni) denince;
"Yok yok, belki hizmetçisi" (hadimü’l-harameyni) diye ağlayan kanlı gözlerle cevap verdi.
İstanbul’a dönüşte gündüz Üsküdar’a vasıl oldular. İstanbul halkının, kendisinE büyük tezahürat yapacağını haber aldığında arkadaşı Hasan Can’a:
"Hava kararsın, herkes evine dönsün, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fanilerin alkışları, zafer takları ve iltifatları bizi mağlup edip yere sermesin!..." dedi.

Yavuz’un lalası olan Hasan Can, Yavuz’un vefatını şu şekilde anlatır:
"Sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban kısa zamanda büyüdü, bir delik haline geldi. Yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Yanına yaklaştım:
"Padişahım artık Allah Teala ile beraber olmak zamanınız herhalde geldi!" dedim.
Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:
"Hasan!... Sen beni bu ana kadar kiminle zannediyordun?.. Bana bir Yasin oku!" dedi. Ve Yasin’in arasında ruhunu Rabbine teslim etti.
Dokuz senelik saltanatı boyunca kazandığı muazzam zaferler, dünyaya ait üniformalar, fanilerin iltifatları kendisini sekre sürükleyip mağlub edemedi...
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Onu da Sen Bul!:
Çok bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına Baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir
adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah, ihtiyarı selamlamış:
-Selamünaleyküm ey pir-i fani...
-Aleykümselam ey serdar-i cihan...
Padişah sormuş:
-Altılarda ne yaptın?
İhtiyar cevap vermiş:
-Altıya altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor...
Padişah gene sormuş:
-Geceleri kalkmadın mı?
İhtiyar cevaplamış:
-Kalktık... Lakin, ellere yaradı...
Padişah gülmüş:
-Bir kaz göndersem yolar mısın?
İhtiyar cevaplamış:
-Hem de cıyaklatmadan...
Padişahla Baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah
Baş vezire dönmüş:
-Ne konuştuğumuzu anladın mı?
Baş vezir cevaplamış:
-Hayır padişahım...
Padişah sinirlenmiş:
-Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere
kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.
İhtiyara sormuş:
-Ne konuştunuz siz padişahla...
Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş:
-Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.
Baş vezir, yüz altın vermiş.
-Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah
olduğunu.
İhtiyar cevaplamış:
-Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.
Vezir kafasını kaşımış.
-Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?...
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
-Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü
çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da
kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.
Vezir bir soru daha sormuş...
-Geceleri kalkmadın mı ne demek?
Adam bir yüz altın daha almış.
-Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına
yaradılar, dedim...
Vezir gene kafasını sallamış.
-Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...
İhtiyar gülmüş ve:
-Onu da sen bul... demiş...


Sultan Bacı:
Atatürk, İzmir zaferinden sonra ilk kez Adana’ya gelmişti. Ayağının tozuna yüz sürmeyi adak edenleri zorla topraktan ayırabiliyorduk. O genç, alçak gönüllü kurtarıcı, bu coşkun, kendinden geçmiş halkı selamlaya selamlaya hükümet konağına geldi. Biraz sonra evine dönecekti. Merdivenlerin yarısını indiği sırada bir kucak sarı çiçekle bir köylü kadınının nefes nefese, sıçrarcasına merdivenleri çıktığını gördük.
Gazi Mustafa Kemal durdu, köylü kadını yanına kadar çıktı. Anlatılamaz bir hayranlıkla O’nun gözlerine tutuldu ve bir süre bu dalgınlık içinde yerinden kımıldanamadı, sonra bir ana sesindeki sevecenlik ve özlemle:
-Ah benim çakır oğlum! Yolunu bir deli gibi bekledim. Sana bu çiçekleri tarlamdan yoldum. Eğ başını! O sarı saçlarını öpeyim... Bu benim adağım, umduğumu çok görme...
Genç komutanın yüzüne bir huzur ve sevinç yayıldı, başını ona doğru eğdi. Köylü kadın bu sarı başı, bağrındaki sarı çiçeklerin üzerine bastırdı. Kokladı, öptü. Sonra da sarı fulyaları ayağının altına sererek:
-Adağım yerini buldu, koca yiğit, tuttuğun altın, kılıcın keskin olsun, her muradın yerine gelsin, dedi.
Bu köylü kadın bizim cephe arkadaşımız “Sultan Ana” idi.
Arif Hikmet PAR – M.Agah ÖNEN: Atatürk’ü Anlamak, s.98-99


Hey gidi Koca Yavuz hey!:
Kutsal toprakların huzuru kavuşturulması için düzenlenen bu sefer sırasında götürülen para yetmediği için bir bezirgandan borç alınmıştı. Defterdar, bezirgana teşekkür ettikten sonra bir arzusunun olup olmadığını sordu ve şu cevabı aldı:
"- Verdiğim altmış bin altını istemem; hazineye kalsın. Yalnız, bunun yerine oğluma günde iki akçe ile orduda cebecilik verilsin!"
Defterdar bezirganın bu isteğini Padişaha iletince Yavuz Sultan Selim öfkelendi ve şöyle haykırdı:
"- Böyle kanunsuz bir teklif getirdiğin için seni ve o bezirganı katlederdim ama, el - alem, “Mekke ve Medine fatihi olan Sultan Selim bir bezirganın malına tamah ettiği için bezirganı ve defterdarını öldürttü’ derler. Bundan kaçınırım. Tek elden bezirganın parasını verin ve bana bir daha böyle kanuna uymaz işler getirmeyin!"
Bütün bunlaardan sonra, "Hey gidi koca Yavuz bey!" demekten kendimizi alamıyor; bir vesileyle yazdığımız sözü tekrar ediyoruz: "Anlayana sivrisinek saz, anlamayana kıssalar da hisseler de az!.."


Atatürk ve Halil Ağa:
Atatürk, sık sık memleketi dolaşan bir liderdi. Çiftçi ile, işçi, sanatkar, esnaf ile konuşur; memleketin derdini arar bulur, meclise getirir, milletvekillerinden, bakanlardan hesap sorardı.
İşte böyle yurt gezilerinden birinde Orta Anadolu’da tarlasında çift süren bir çiftçi ile karşılaşmıştır.
- Kolay gele, bereketli ola ağa.
- Allah razı olsun bey
- Hayrola ağa, öküzün teki ne oldu?
- Devlete borcumuz vardı bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık, koca öküzü satıp borcumuzu ödedik.
- Sağlık olsun ağa, diyerek konuşmasını kısa kesmiştir.

Çiftçinin adı Halil Ağa idi. Atatürk’ün yanındakiler, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Salih Bozok, Kılıç Ali, Hüsrev Gerede, Emir Subayı Resuhi Bey, daha birkaç yakını vardı. Yürüyorlardı. Atatürk düşünceli idi. Salih Bozok’u yanına çağırdı.
-Salih, yarın sabah git, Halil Ağayı bul, bana getir. Benim kim olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve içmeye çağırıyor de.
Ertesi gün Salih Bozok, Halil Ağa’yı bulmuş Atatürk’ün yanına getirmiştir. Atatürk ayağa kalkarak:
-“Buyur Halil Ağa, deyip bir sandalye göstermiştir.
Zamanın başbakanı İsmet İnönü de salonda bulunuyordu ve olanlardan habersizdi. Atatürk Halil Ağa’ya dönerek:
-Halil Ağa, anlat şu vergi işini bir daha, demişti.
Halil Ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlattı. Atatürk kaşlarını çatarak, İsmet Paşa ve Şükrü Kaya’ya dönerek:
-Arkadaşlar, biz İstiklal Savaşı’nı Halil Ağa’nın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi koruyacağız, gerekirse vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınmaz.
Halil Ağa:
-Sen Atatürk Paşamsın galiba, beni bağışla, kusur ettim, diye yalvaracak oldu.
-Sana güle güle Halil Ağa, sen bizim gözümüzü açtın, diye Halil Ağa’yı ayakta uğurlamıştı. Atatürk Türk Köylüsünün borcu konusunda çok titiz davranmıştır.
Noelle ROGER, Olaylar ve Atatürk, s.41-42


Alparslan’ın Malazgirt’teki Nutku:
Cuma namazından sonra Sultan Alparslan, ordusuna şöyle hitap etti:
-Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim.
Büyük bir inançla söylenen bu heyecanlı sözlere askerler hep bir ağızdan:
-Ey Yüce Sultan! Her zaman senin emrinde ve seninle olacağız, nereye gidersen oraya gideceğiz, diye haykırdılar.
Sultanın üzerinde beyaz bir elbise vardı. Düşmana hücum etmeden önce son söz olarak askerlerine şunları söyledi:
-İşte şehitlik kefenim, savaş meydanında ölürsem beni bu elbise ile gömersiniz.
Bundan sonra Türk ordusu hücuma geçti. Cuma günü öğleden sonra başlayan savaş akşam üzeri sona erdi. Tarihin en büyük meydan savaşlarından biri olan Malazgirt Savaşı Türk ordusunun kesin galibiyeti ile sonuçlandı. Büyük komutan Alparslan’ın üstün savaş taktiği ve Türk askerinin cesaret ve kahramanlığı sayesinde elli dört bin kişilik Türk ordusu, kendisinden kat kat fazla olan Bizans ordusunu birkaç saat içinde kesin bir yenilgiye uğratmış ve büyük bir zafer kazanmıştı.
Bu savaşta Bizans imparatoru Romen Diojen de esir alınmıştı. İmparator, savaşın galibi Büyük Türk hakanı Alparslan’ın huzuruna çıkarıldı. Alparslan imparatora çok iyi davrandı.
Sultan Alparslan, imparator Diojene:
-Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın?, diye sordu.
Diojen:
-Bir fırın hazırlatıp sana çok kötü davranacaktım, diye cevap verdi.
Esir imparator, bu sözleri ile eline fırsat geçseydi ne kadar acımasız hareket edeceğini söylemekten çekinmemişti. Buna karşı bu büyük zaferin muzaffer komutanı Sultan Alparslan, Diojen’i affetti ve yanına muhafızlar vererek onu memleketine gönderdi. Alparslan bu davranışı ile insanlığa çok önemli bir ahlak dersi vermiş, Türk milletinin sahip olduğu üstün özellikleri göstermiştir.


“Padişah vezire muhtaçtır!..”:
Inebahtı’da Osmanlı donanmasının imha edilmesi Sultan II. Selim Han’ı çok üzmüştü. Bu üzüntüsünü her zaman söylüyordu. Sohbet arkadaşlarından olan Celal Bey’e:
-Bu defa İslam askerine vaki olan perişanlık, zorluktan sonra kolaylık olmaktır...
Celal Bey, padişaha şu cevabı verdi:

“O bizim eski dostumuzdur”
-Malumunuz, Seyyid Muhterem’in duasına ve onun tavsiyelerine ihtiyacımız vardır. Kendisi zaman görmüş, işbilir, eskilerden kalmış tecrübeleri olan bir zattır.
Celal Bey, bu sözleriyle padişahın istişare yapması gerektiğini anlatmak istiyordu. Bunu anlayan padişah:
-O bizim eski dostumuzdur. Ona ve Sadrazama bildir, yarın Bayezid Han Köşkünde buluşalım.
Ertesi gün Seyyid Muhterem ve Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, belirtilen yere geldiler. Sultan II. Selim oraya gelince, Seyyid Muhterem’e hitaben:
-Gel Efendi, aşinalık seninle ezeldir. Padişahlar vezire muhtaçtır. Siz dahi Mehmed Paşa gibi makamın eri olan zatı elden çıkarmayıp bu sene din ve devlet düşmanlarına tamamının galebe çalmasına sa’y ediniz...
Üç ayda biten donanma!
Ertesi gün Sokullu Mehmed Paşa, bütün vezirleri, paşaları ve beyleri toplayarak, padişahın bu sözlerini onlara da bildirdi ve büyük gayretlerle çalışmaları gerektiğini anlattı. Onlar da bütün Osmanlı ülkesinden kereste, demir, zift, halat gibi gemi yapımında lazım olacak malzemeleri kısa zamanda tedarik ettiler. Bir taraftan da gemi inşası için işçi topladılar. Bu sayede üç ay gibi çok kısa bir zamanda, birkaç senede inşa edilemeyecek olan büyük bir donanma vücuda getirildi...
 

seyhshamil

New member
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
62
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Orhan Gazi Ve Geyikli Baba:
Orhan Gazi gittiği yerlerde garipleri ve derviş kişileri arayıp sorardı. Bir gün, İnegöl’de bulunan baba dostu Korkut Alp O’na haber göndererek,
- "Keşiş Dağı çevresinde geyiklerle gezip söleşen ve Geyikli Baba adıyla anılan bir devrişin olduğunu" bildirdi.
Orhan Gazi hemen adamlarını gönderip Geyikli Baba’yı davet etti ama o mübarek zat bu daveti kabul etmedi.
Orhan Gazi adamlarını tekrar gönderip sebebini sorunca Geyikli Baba şu cevabı verdi:
"- Dervişler kalp ve göz ehli olurlar da her işin zamanını gözetirler. Vakti gelince davete uyarlar ki, gittikleri zaman duaları makbul ola!"
Günlerden bir gün, Geyikli Baba kavak ağaçlarından birini köküyle birlikte sökerek Bursas’nın yolunu tuttu; sarayın avlusuna girdi ve kapının iç tarafına bu ağacı dikmeye başladı. Durumdan haberdar edilen Orhan Gazi oraya geldiğinde ağaç dikilmişti. Derviş şöyle seslendi:
"- Bu ağaç bizim hediyemizdir ve burada durdukça dervişlerin duası sana ve soyuna makbuldür!"
Sonra durup duasını yaptı ve geldiği yere doğru gitmeye başladı. Arkasından koşup yanına varan Orhan Gazi ile aralarında şöyle bir konuşma oldu:
"- Derviş Koca! Şu eyleştiğin, dağında dolaştığın İnegöl yöresi senin olsun!"
"- Mal da, mülk de Allah’ındır Bey! O. ehline verir. Biz mal ve mülk ehli değiliz."
"- Peki, mal ve mülk ehli kimlerdir?"
"- Hak Teala, dünya mülkünü senin gibi hanlara ısmarladı. Malı da iş ehline ısmarladı ki, kulları birbirleriyle işlerini göreler."
"- Derviş Koca, benim sözümü de tutsan ne olur? Arkadaşların için şöyle bir parçacık yer de mi kabul etmezsin?"
"- Peki, kalbin kırılmasın Bey! Şu tepecikten berisi dervişlerin avlusu olsun, yeter!"
Orhan Gazi oldukça rahatlamış olarak geri döndü. Geyikli Baba öldükten sonra kabrinin üstüne bir türbe, yanına da bir tekke ile mescid yaptırdı.
Geyikli Baba’nın saray avlusuna diktiği kavak ağacı gelen her padişah tarafından korunup gözetilerek ulu bir ağaç oldu.
"Geyikli Baba Tekkesi" de o gün bu gün varlığını korudu ve hep ziyaret edildi.



Zaferin Anahtarı
Olay, Harp Okulu’nda geçmiştir.Öğretmen cümlesini henüz bitirmiştir ki kapı birdenbire açılarak Atatürk sınıfa giriyor.
Öğretmen:
- Kalk!... diye bağırıyor.
Bütün öğrenciler çelik yaydan fırlayan bir ok gibi ayağa kalkıyor. Atatürk yavaş yavaş kürsü tarafına giderek oturmalarını emrediyor. Öğretmen, kendini takdim ettikten sonra anlattığı dersin konusunu kısaca izah ediyor.
Atatürk, gelişigüzel, bir öğrencinin yanına oturuyor. Öğretmenden dersine devam etmesini istiyor.
On dakikalık bir zaman geçiyor. Sınıfın tavanında bir tür alıcı ve verici tertibat bulunan ve doğrudan doğruya okul komutanı odasıyla irtibatiandınlmış bir çeşit radyo işlemeye başlıyor. Gürültüler arasında okul komutanının sesi duyuluyor.
- O kısımda hangi öğretmen var? Öğretmen hemen cevap veriyor:
- Harp Tarihi Öğretmeni Kurmay Binbaşı...
- Atatürk sınıfa girdiği zaman tekmil verilecek ve anlatılan dersin konusu kendisine izah edilecektir.
- Atatürk şu anda sınıfta bulunmaktadır komutanım! Öğretmen cevap verince makine kapanıyor.’
Bu olaya Atatürk hiç sesini çıkarmıyor, öğretmen de anlatmasına devam ediyor.Lâkin bütün öğrenciler hayretler içerisindedir. Nasıl olmuştu da Atatürk için bu kadar tertibat alan okul komutanının, onun gelişinden haberi olmamıştı? Biraz sonra okul komutanı da yavaşça sınıfa giriyor, kapı yanında ayakta duruyor. Korku ve heyecandan sapsarı olmuştur. "Atatürk’ün geldiğinden nasıl haberim olmadı, nereden ve nasıl geldi?" der gibi bir öğretmene, bir de öğrencilere şaşkın şaşkın bakıyor.
Atatürk, ağır ağır oturduğu yerden kalkıyor ve kürsüye geliyor:
- Arkadaşlar, diyor. Afyon taarruzunu baskın ile nasıl kazandığımızı öğretmeniniz size detaylarıyla anlattı. Yunanlıların altı ayda geçilmesi imkânsız dedik-eri mevzilerini, altı saatten daha kısa bir sürede yarmaya muvaffak oluşumuzun sırrı, bundan başka bir şey değildir. Şu anda sizin yanınıza gelişim de bir baskın sonucudur. Bunun etkisini sizlere bırakıyorum. Yalnız şunu unutmayınız ki, "Baskın, zafer için birinci anahtardır!"


Bir de onbaşım görsün:
Bir gün askeri bölgeye giderken otomobili bozuldu.
- Yürüyelim, otomobil yapılınca arkadan gelsin, dedi.
Atamızla arkadaşları yürüdüler. İlerden Mehmetçik bağırdı:
- Dur. Kimsin?
Durdular, Mehmetçik geldi:
- Buralara Atamız gelecek. Geçmek yasaktır.
Ata güldü:
- İyi bak, Atatürk bana benzer mi?
Mehmetçik baktı, gözleri parladı.
- Benzemeye benzer ama, askerlik bu, bir de onbaşım görsün, dedi.
H. BESLEYİCİ, Atamız ATATÜRK, s.116


General ile asker:
Atatürk, Sümerbank Dokuma Fabrikası’nın açılış töreninde hazır bulunduktan sonra askeri manevra sahasına hareket etmişti.
Yolda bir sel yatağına saplanmış olan top arabasının tekerleklerini bataklıktan çıkarmaya uğraşanlar arasında bir generalin bulunduğunu görünce, kendisine sonsuz takdirlerini bildirdiler ve iltifatlarda bulundular.
Daha sonra, “Maviler” tarafına ait bir tank birliğinin yaptığı hücum sırasında “Pembeler”den bir askerin ansızın siperinden fırlayarak tanklardan birinin üstüne sıçradığını ve şoförüyle mücadeleye başladığına tanık oldular. O zaman yakında bulunanlara, evvelce gördüğü generalin fedakarlığı ile bu askerin gösterdiği cesaretin birbirine denk olduğunu beyan ederek, şöyle dediler:
- Biz Milli Mücadele’de bütün Türk Milleti bu şekilde çalıştık. Böyle kahraman generaller, subaylar ve askerlere dayanarak savaşı kazandık. Onlar var oldukça kimse vatanımıza göz dikemez!...


Osmanlı Topçuluğu:
Kanuni Sultan Süleyman devrinde yıllarca İstanbul’da kalan ve yazmış olduğu eserini en büyük Hıristiyan hükümdarı II Filib’e takdim eden İspanyol yazar Cristobol de Villalon’un, dönemin Osmanlı topçuluğu hakkında şu ilginç konuşmayı yapmıştır:
-Dünyada hiçbir devletin, Türk topçusu ile mukayese edilebilecek topçusu yoktur. İstanbul’da eski model olduğu için kullanılmayıp süs diye surlara konan topları inceledim Bunlar bile İspanya ordusundaki toplardan çok daha kaliteli idi. Tophane sırtlarında çaptan düşmüş diye yığılan 40 kadar topu hayretle seyrettim. Bunları alıp topçu kuvveti oluşturmak istemeyecek hiçbir Avrupa devleti bilmiyorum...
 

"ÇÝL€"

New member
Katılım
17 Tem 2007
Mesajlar
308
Tepkime puanı
18
Puanları
0
Konum
..Sükutun Hakým Huzurun Var Olduðu Yerden..
Yavuz Sultan Selim in Cevabı

Yavuz Sultan Selim in Cevabı

Yavuz Sultan Selim zamanında, İran şahı kıymetli mücevherlerle
süslü bir sandık hediye gönderiyor Sultan Selim e.
Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas,
kadife kumaşlar çıkıyor.Fakat bir de pis bir koku yayılıyor.
Dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor. Neyse en alttaki
bohçadan insan pisliği çıkıyor..
Yani Osmanlıya acayip bir hakaret!!!!! Cihan padişahı emir
veriyor,"herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermeliyiz"
Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor. Aynı şekilde
değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor.
İçine o zamanın Osmanlı İstanbul unda imal edilen gül kokulu en
nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı. Gönderiyor...
Şah sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu
lokum.Anlam veremiyorlar tabii. Bizim elçi yiyor önce,sonra oradakilere ikram ediyor.Kutunun içindeki pusulayı Şah okuyor:
"Herkes yediğinden ikram eder"
 

"ÇÝL€"

New member
Katılım
17 Tem 2007
Mesajlar
308
Tepkime puanı
18
Puanları
0
Konum
..Sükutun Hakým Huzurun Var Olduðu Yerden..
Mimar Sinan dan Mektup

Mimar Sinan dan Mektup

Birkaç yıl önce, Süleymaniye Camii'sinin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı anlaşılmış. Eğer çözüm bulunamazsa, koca cami kısa bir zaman içinde yıkılacakmış. Caminin tüm taşıyıcı yükü kemerlerindeymiş. Bu kemerlerin ortalarında bulunan kilit taşları zamanla aşınmış. Ama elde yazılı bir proje olmadığı için nasıl değiştirileceği bilinmiyormuş.

Hemen Türkiye'nin en yetkin mühendis ve mimarlarından oluşan bir heyet oluşturulmuş. Ortaya bir sürü fikir atılmış. Her kafadan bir ses çıkmış ama sonuç alınamamış. Tartışmalar sürerken caminin içinde büyük bir karmaşa sürüyormuş. Ülkenin çeşitli bilim kuruluşlarından bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormuş. Bu adamlardan biri ortalarda dolanırken, kazara, gizli bir bölme bulmuş. Bölmede, üzerinde eski yazı olan bir not varmış. Uzmanlara inceletilen kağıdın orijinal olduğu belgelenmiş.

Bu kağıt parçası bizzat Mimar Sinan'ın imzasını taşıyan bir mektupmuş. Mektupta yazılanlar tercüme ettirilince ortaya şöyle bir metin çıkmış. "Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştirileceğini bilmiyorsunuz." Koca Sinan, kademe kademe, kilit taşının nasıl değiştirileceğini anlatıyormuş. Heyet Sinan'ın söylediklerini aynen yapmış. Süleymaniye camisi böylelikle kurtarılmış. Bu mektup şu an Topkapı
 
Üst Alt