Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Sidk

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
SIDK


وَمَنْ يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَاُولئِكَ مَعَ الَّذينَ اَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّنَ وَالصِّدّيقينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحينَ وَحَسُنَ اُولئِكَ رَفيقًا
Nisa / 69. Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اتَّقُوا اللّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقينَ
Tevbe / 119. Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun.
وَاذْكُرْ فِى الْكِتَابِ اِبْرهيمَ اِنَّهُ كَانَ صِدّيقًا نَبِيًّا
Meryem / 41. Kitap'ta İbrahim'i an. Zira o, sıdkı bütün bir peygamberdi.
قَالَ اللّهُ هذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِقينَ صِدْقُهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدينَ فيهَا اَبَدًا رَضِىَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذلِكَ الْفَوْزُ الْعَظيمُ
Maide / 119. (Bu konuşmadan sonra) Allah şöyle buyuracaktır: Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.
مَنِ اهْتَدى فَاِنَّمَا يَهْتَدى لِنَفْسِه وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلَاتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى وَمَاكُنَّا مُعَذِّبينَ حَتّى نَبْعَثَ رَسُولًا
İsra / l5. Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.

HADİS…

* İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sıdk insanı birr'e (Allah'ı razı edecek iyiliğe) götürür, birr de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah'ın indinde sıddik (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sorunda Allah'ın indinde yalancı diye kaydedilir."
* Ebi'l-Cevzai rahimehullah anlatıyor: "Hasan İbnu Ali (radıyallahu anhüma)'ye: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan ne ezberledin?" diye sordum. Şu cevabı verdi: "Aleyhissalatu vesselam'dan "Sana şüphe veren şeyi terket, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zira sıdk (doğruluk) kalbin itminanıdır, yalan şüphedir."
* Ebu Sa'id el-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "Emin ve doğruluktan ayrılmayan ticaret ehli (ayette sırat-ı müstakim ashabı olarak zikredilen) peygamberler, sıddikler, şehidler ve sâlihlerle beraberdir."
* Tirmizî'nin, Rifâ'a İbnu Râfi'den yaptığı diğer bir rivayetinde şöyle buyrulmuştur: "Kıyamat günü tüccarlar fâcirler (günahkârlar) olarak diriltilecekler. Ancak Allah'tan korkanlar, iyilik yapanlar ve doğruluktan ayrılmayanlar müstesna"
* Hakim İbnu Hizâm (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Alıp-satanlar" birbirlerinden ayrılmadıkça (vazgeçmekte) muhayyerdirler. Alıp-satanlar alış-verişi sıdk ve doğruluk üzere yapar (kusuru) beyan ederlerse alış-verişleri her ikisi hakkında da mübarek kılınır. Yalan söylerler (kusurları) gözlerlerse, belli bir kâr sağlasalar bile, alış-verişlerinin bereketini kaybederler." Bir rivayet şöyledir: "Alış-verişlerinin bereketi yok edilir: Yalan yemin malı rağbetli, kazancı bereketsiz kılar."
* İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Hayber halkı dediler ki: "Ey Muhammed, bizi bırak, burada kalalım, araziyi ıslâh edip işleyelim." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da her ekinin ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın uygun göreceği. her bir şeyin mahsulünün yarısı onların olmak şartıyla araziyi onlara bıraktı. Abdullah İbnu Revâha (radıyallahu anh), her yıl oraya gelir, miktarı tahmin eder ve yarısının karşılığını onlardan alırdı. Yahudiler, Abdullah'ı tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e şikâyet ettiler. Hatta bir ara (lehlerine gevşek davranması için) rüşvet vermek istediler.
Abdullah onlara: "Bana haram mı yedirmek istiyorsunuz. Vallahi ben en ziyâde sevdiğim insanın yanından geldim. Sizin topunuz bana maymunlar ve hınzırlardan daha menfurdur. Buna rağmen, benim size olan buğzum, size karşı âdil olmama mâni değildir." Yahudiler, Abdullah (radıyallahu anh)'ı takdir edip:
"İşte bu adalet ve doğrulukla semâvat ve arz nizam içinde ayakta durur" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), her bir hanımına her yıl seksen vask hurma, yirmi vask arpa veriyordu.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında, Yahudiler Müslümanlara hile yaptılar İbnu Ömer (radıyallahu anh)'i bir evin damında uyurken geceleyin aşağı attılar, el ve (ayak) bileklerini çıkardılar. Hz. Ömer İbnu'l-Hattâb: "Hayber'de hissesi olan hazırlansın, aralarında taksim edelim" dedi. (Taksim edileceği zaman) reisleri: "Bizi buradan çıkarma. Bizi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ebu Bekir'in yaptıkları gibi yerlerimizde bırak" dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) ona: "(Kararımızda) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözüne ters düştüğümüzü mü zannediyorsun?l) Bineğin seni Suriye'ye doğru bir gün, sonra bir gün, sonra bir gün daha koşturmasına ne dersin?" diye cevap verdi. Hz. Ömer (radıyallahu anh), Hayber'i, Hudeybiye ashâbından Hayber Seferi'ne iştirak etmiş olanlar arasında taksim etti.
* Ebi'l-Cevzai rahimehullah anlatıyor: "Hasan İbnu Ali (radıyallahu anhüma)'ye: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan ne ezberledin?" diye sordum. Şu cevabı verdi: "Aleyhissalatu vesselam'dan "Sana şüphe veren şeyi terket, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zira sıdk (doğruluk) kalbin itminanıdır, yalan şüphedir."
* İmam Mâlik'e ulaştığına göre, İbnu Mes'ud radıyallahu anh şöyle demiştir: "Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde "yalancılar" arasına kaydedilir."
* Abdullah İbnu Amir radıyallahu anh anlatıyor: "Bir gün, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, evimizde otururken, annem beni çağırdı ve: "Hele bir gel sana ne vereceğim!" dedi. Aleyhissalatu vesselam anneme: "Çocuğa ne vermek istemiştin?" diye sordu. "Ona bir hurma vermek istemiştim" deyince, Aleyhissalatu vesselam: "Dikkat et! Eğer ona bir şey vermeyecek olursan, üzerine bir yalan yazılacak!" buyurdular."
PIRLANTA SERİSİ…

Doğru düşünce, doğru söz, doğru davranış ma’nâ-larını ihtiva eden sıdk; Hakk yolcusunun her çeşit yalana karşı kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması, sadâkatin emin bir temsilcisi olması; diğer bir tabirle, duygu, düşünce, söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, şahsî hayatından insanlarla olan muamelesine, hakkı i’lan adına şehâdetinden mizahlarına kadar; hattâ “ -Her zaman doğrularla beraber olun!”(Tevbe, 9/119) fehvâsınca, dost ve arkadaş çevresi itibariyle hep doğruluk aramasıdır ki; hadisin ifadesiyle böyleleri yüce divanda “sıddîk”, aksine tasavvur ve düşüncelerinden davranış ve muamelelerine kadar yalanlarla içli-dışlı yaşayan ve hayatını hilâf-ı vâkiler çizgisinde sürdürenler de o ulu divanda “kezzâb” olarak kaydedilir.
Sıdk, Hakk’a ulaştıran yolların en sağlamı, sâdıklar da bu vuslatın talihli namzetleridir. Sıdk, amelin rûhu ve özü, düşünce istikametinin de en yanıltmaz mihengidir. Sıdkla mü’min münafıkdan, ehl-i cennet de ashâb-ı nâr-dan ayrılır. Sıdk, peygamber olmayanlarda bir peygamberlik sıfatıdır ve bu sıfat sayesinde halâyık ve kapı kulları, sultanlarla aynı nimetleri paylaşırlar. Allah bu dîn-i mübî-nin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu İlâhî mesaja ilk defa “evet” deyip koşanı sıdkıyla tavsif ederek “-Sıdk mesajıyla gelen ve O’nu gönülden tasdik eden...”(Zümer, 39/33) diyerek tebcil buyurmuştur.
Sıdk; ferdin, amel ve davranış bütünlüğünü koruyup, tehlike anında ve yalanla kurtulması söz konusu olduğu yerlerde bile, gizli-açık iç ve dış ayrılığına düşmemesi, düşünce ve davranış mutâbakatını yakalayabilmek için halden hale girmesi ve kıvrım kıvrım kıvranmasıdır ki; Hz. Cüneyd: “Sâdık kimse günde kırk defa halden hale döner durur; mürâî ise, kırk sene ızdırapsız olduğu yerde kalır” der.
Sıdkın en aşağı mertebesi, şahsın iç-dış, gizli-açık her halinin aynı çizgide cereyan etmesidir. Bundan sonra duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde sâdık olma derecesi gelir. Bu itibarla sâdıklar, söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan kahramanlar; sıddîklar da, hayal, tasavvur, duygu, düşünce hattâ mimiklerine kadar her hal ve tavırları doğruluğa kilitlenmiş Hakk eri babayiğitlerdir.
Sözde, davranışta, azimde, azme vefâda, amelde ve muamelede bütün meleke ve kabiliyetlerini doğruluğa yönlendirme kâmil bir sadâkat ve aynı zamanda bir peygamberlik vasfıdır ki, Kur’ân-ı Kerim: “ -O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki O sıddîk bir nebiydi” (Meryem, 19/41) diyerek, mutlak zikrin masruf olduğu işte bu zirveyi ihtar etmiştir. Sıdk, Enbiyâ-i İzâmın en önde gelen vasfı, her devirde îmâna ve Kur’ân’a hizmet mesleğinin en güçlü dinamiği olduğu gibi, öteki âlem itibariyle de her mü’min için en sağlam bir kredi kartı ve en geçerli bir itibar senedidir. Allah: “ -Doğru olanlara doğruluklarının fayda verdiği gün bugündür” buyurarak bu önemli hakikate dikkatlerimizi çeker.(Maide, 5/119)
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Enbiyâ, asfiyâ ve mukarrabîni zirveler zirvesine ulaştıran ve onlara mânevî terakkilerinde berk ve burak olan sıdk, şeytan ve onun avanesini aşağıların aşağısına sürükleyen de yalandır. Düşünceler ancak sıdkın kanatlarıyla pervaz eder ve değerler ufkuna ulaşabilir.. davranışlar ancak sadâkat zemininde neşv ü nemâ bulur.. yalvarış ve yakarışlar ancak sıdkla edâ edildiği ölçüde “İsm-i A’zam”a iktiran etmiş gibi, rahmet arşına ulaşır ve hüsn-ü kabûl görür.. evet sıdk, âdetâ İsm-i A’zam iksiri gibi tesir eder. Beyazid-i Bistâmî, kendisinden İsm-i A’zam’ı soranlara: “Siz, Allah’ın isimleri içinde İsm-i Asgar (küçük isim) gösterin, ben de size İsm-i A’zam’ı göstereyim” der ve ilâve eder: “Bence İsm-i A’zam tesiri yapacak birşey varsa, şüphesiz o da sıdktır; sadâkatle hangi isim okunsa, o İsm-i A’zam olur.”
Evet, Hz. Adem’in alnında tevbe nûrunu parlatan sıdktır.. dünyanın tûfana gömüldüğü bir dönemde, tufan peygamberine sefîne-i necât olan sıdktır. Alev alev ateşler içinde Hz. Halil’i berd u selâma ulaştıran sıdktır.. evet o, âdiyât içinde emekleyip duran kimseleri hârikulâdeliklere yükselten bir peyk ve varlığın perde arkası kapılarını açan sırlı bir anahtardır. O peykle seyahat eden takılıp yollarda kalmaz, o anahtarı kullananın da yüzüne kapılar kapanmaz. Bu engin mülâhaza, aşıklar sultanı Hz. Mevlânâ tarafından ne hoş terennüm edilir..
“ -Âşığın sıdkı cansızlara da tesir eder; insanın kalbine müessir olması neden tuhaf sayılsın? Hz. Musa’nın sıdkı; dağa, asâya, hattâ o muhteşem deryâya bile tesir etmişti. (Hz. Musa’nın, Tur dağındaki tecelli esnasında asâsının yılan olduğu,(Tâ-Hâ, 20/17-20) Benî İsrâil’i Nil’den geçirirken onu deryâya çalınca, oniki yolun açıldığına işaret ediyor ki,(Şuara, 26/63) bunların hepsi Kur’ân âyetleriyle sabittir). Hz. Ahmed’in sıdkı ise Ay’ın cemâline, hattâ o parlak Güneş’e tesir etmişti.”
Kur’ân, değişik âyetleriyle, gerçek mü’min olmayı, insanın söz ve davranışlarından iç âlemine kadar her hal ve tavrını sıdka göre dizayn etmesine ve sadâkat etrafında örgülemesine bağlamıştır. Ayrıca böyle bir tanzim ve düzenlemeyi de dünyevî mutluluk ve uhrevî saadetin esası saymıştır. İşte Beyân-ı Sıdk’tan birkaç pırlanta:
1- “ -De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..”(İsra, 17/80)
2- “-Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemil) lûtfeyle!” (Şuara, 26/84)
3- “ -İman edenleri Rableri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsn-ü istikbâl)le müjdele!”(Yunus 10/2)
4- “ -Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü herşeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağında) dırlar..”(Kamer, 54/54-55)
Evet, müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisân-ı sıdk, kadem-i sıdk, mak’ad-ı sıdk ünvanıyla dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, hem uzun bir yola, hem yol azığına hem de neticeye işaret buyrulmuştur.
Dünya bir sistem ve bir fabrika gibi bütünüyle ahiret hesabına işlediği için, onlar bir işe teşebbüs ederken, bir beldeye girerken, bir yere hicret ederken, bir yerde ikamete karar verirken; otururken, kalkarken hep sıdkı, sadâkati gözetler, bir müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisan-ı sıdk, kadem-i sıdk ve mak’ad-ı sıdk mülâhazasıyla davranır.. öbür âlem hedefli yaşar ve sürekli bahtlarına tebessümler yağdırırlar.
Niyet ve kasıtta sâdık olmak başta gelir.. evet, doğru düşünce, doğru karar ve doğru davranışa niyet, sıdkın ilk basamağıdır. Ayrıca sıdka azmeden insanın, karar ve niyetinden dönmemesi, düşünce ve azmini sarsacak ortam ve sâiklerden de uzak kalması şarttır.
İkinci basamak; dünyada kalmayı ve yaşamayı, sırf hakkı tutup kaldırmak ve Allah’ın rızasına mazhar olmak için arzu etmektir ki; bunun da bir kısım emareleri vardır: Her zaman nefsinin eksik ve kusurlarını görmek, dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında “pes” etmemek, dünyevî endişelerle yol ve yön değiştirmemek bunlardan sadece birkaçı..
Üçüncü basamak; sıdkın tamamen bir vicdan ma’rifeti haline getirilmesi ve insan tabiatının her hal ve her tavrında sadâkate düğümlenmesidir ki, o da, en büyük mertebe sayılan rıza makamının ifadesi olan şu mübarek sözle ifade edilir: 4 Evet, en büyük sadâkat, Rabbin rubûbiyyetine rızâda, İslâm’ın İlâhî sistem olarak kabullenilmesinde ve Rûh-u Seyyidü’l-Enâm’ın rehberliğine teslimiyettedir. Gerçek insan olmanın yolu da bu çok ağır, çok zor sorumluluğu yüklenmekden geçer. Sözlerimizi bir güzel manzumeyle noktalayalım:
İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh;
Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah!



SIDDÎKİYET MERTEBESİNİN ŞEHİDLİK MERTEBESİNDEN ÜSTÜN OLMASININ SIRRI VE HİKMETİ NEDİR?
Sıddîk, tasdik eden, doğrulayan ve doğru olan insan demektir. Şehid ise, hazır olan ma’nâsına gelir ki, herhalde, ruhâniyetiyle burada, Cenab-ı Hakk (c.c.) 'ın huzurunda ve aynı zamanda dünyevî hayat şartlarına çok yakın bir hayat içinde hazır bulunmasından ötürü ona bu kelime isim olarak verilmiştir. Ve her iki mertebe de Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’ın en büyük lütuflarındandır.
Öteden beri inanan insanlar âdeta bu iki mertebe için birbirleriyle yarış yapmışlardır. Zaman zaman şehidlik mertebesine ulaşan çok insan olmuştur. Bilhassa Sahâbe devrinde pek çok şehid verilmiştir. Hatta dört büyük halifeden üçü şehid, biri de sıddîkiyet mertebesinin âzam derecesini tutmaktadır.
Biz önce bu mevzûdaki nisbet ve izâfeti anlatalım; sonra da gönüllerde bu iki mertebeye karşı bir iştiyak uyarılması bakımından onların hususiyetlerinden bahsedelim.
Her insan seviyesine göre bir bakıma sâdık ve sıddîktir. Ve birçok ölüm çeşidi var ki, hadîslerde zikredilen keyfiyetleriyle insana şehidlik kazandırır. Fakat bu iki mertebenin de bir en yüksek ve kusvâ derecesi vardır ki, sanki orası sınır taşı gibidir ve daha ileriye gidilmesi de mümkün değildir.. çünkü, onların ötesinde nübüvvet vardır.
Bir ağacın çekirdekten meyveye kadar dereceleri olduğu gibi, îmânın da öyle farklı mertebeleri vardır ve bu mertebeler arasında, önemli derece atlamaları gösteren sadâkat ve şehâdet de ehemmiyetli ayrı buudlar teşkil etmektedir.
İslâm’ı dil ile ikrar, kalb ile tasdik eden her insan bir bakıma sıddîkiyet kapısından girmiş sayılır. Zirâ ortada bir tasdik söz konusudur. Bu kapıdan girenlerin arasında bulunmanın dahi insana kazandıracağı büyük bahtiyarlıklar vardır. Onun içindir ki, Buhâri ve Müslim’deki bir hadîsde, Efendimiz (s.a.v.) bizlere şöyle bir hâdise naklederler: Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’ın, yeryüzünü dolaşan, “Tavvâfûn” melekleri vardır. Bunlar zikr meclislerini dolaşırlar. (Zikir denince sadece tesbihle Rabb’imizi zikretmeyi anlamamalıyız. Ulûhiyet ve Rubûbiyete ait meselelerin müzâkere edildiği, kulluk adına derinlemesine tefekkürün yapıldığı ve daima böyle meselelerin konuşulduğu yerler de birer zikir meclisleridir. Hatta buralarda hem zikir vardır hem tefekkür, hem de şükür. Dolayısıyla, zikir meclislerini çok geniş anlamda kabul etmeliyiz.) İşte melekler, bu ma’nâda zikir meclislerini dolaşırlar. Sonra da Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’ın huzuruna çıkarlar. O herşeyi bilmesine rağmen meleklerine sorar:
-Kullarım ne yapıyorlardı?
-Ya Rabb, Seni tesbih, tahmid ve temcid ediyorlardı. (Yani Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahu ekber, diyorlardı. Onlar Senin kusursuzluğunu ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu düşününce, kalp ve gönülleri dolu dolu Sübhanallah; tepeden tırnağa, onları, nîmetlerinle perverde etmene mukabil Elhamdülillah.. âfâkî ve enfüsî delillerle azamet ve kibriyanı müşâhede ettiklerinde ise hayret ve hayranlıkla “Allahu ekber” diyor ve zikrediyorlar.)
-Peki onlar Beni gördüler mi?
-Hayır, Ya Rabb, görmediler.
-Ya görselerdi!..
-Yani, o zaman delicesine ve en şiddetli iştiyakla bunları söyleyeceklerdi.
-Kullarım ne istiyorlar?
-Cennetini istiyorlar.
-Onlar Benim cennetimi gördüler mi?
-Hayır, görmediler.
-Ya görselerdi!..
-Evet, görselerdi çok daha şiddetli bir şekilde isterlerdi.
-Onları hangi şeyden korumamı istiyorlar?
-Cehenneminden.
-Onlar cehennemi gördüler mi?
-Hayır, görmediler.
-Ya görselerdi?
-Tabii, şiddetle ondan kaçar ve korunmak için çok daha fazla yalvarırlardı.
-Meleklerim, sizler de şâhid olun, Ben onların hepsini affettim.
Meleklerden biri dayanamaz ve sorar:
-Ya Rabbi, onlar arasında birisi daha vardı ki, o, bu meclise başka bir iş için gelmişti; niyeti zikir değildi. Cenâb-ı Hakk (c.c.) ferman eder:
-Onlar bir topluluktur, onlarla oturan mahrum bırakılmaz..!
İşte kelime-i tevhid ile İslâm’a girmiş bir insan, derece ve mertebesi ne olursa olsun bir cemaatin içine girmiş demektir. Dolayısıyla bu da bir sıddîkiyettir. Âmiyâne dahi olsa bunda da bir sadâkat, bir bağlanma söz konusudur. Fakat bir de bunun kusvâsı, en üst derecesi vardır ki orayı Hz. Ebu Bekr (r.a.) tutmuştur. Bu ma’nâda O’na “sıddîk” denmesine sebeb olarak, şöyle bir hâdise nakledilir:
Efendimiz (s.a.v.) Mi’râc hâdisesini anlatınca, Mekke müşrikleri koşarak Ebu Bekr’in yanına geldiler:
-Duydun mu, dediler arkadaşın neler söylüyor?
Sordu:
-Ne söyledi?
-Mescid-i Aksâ’ya gittiğini ve göğe çıktığını söylüyor.
-Bunu O mu söylüyor?
-Evet, bizzat kendinden duyduk.
-O zaman doğrudur. Hem bunlar da birşey mi? Ben O’nun sabah akşam bizzat Cenâb-ı Hakk (c.c.)’la konuştuğuna inanıyorum.
İşte bu söz üzerine mü’minler ona Sıddîk (menendi olmayan) tasdikci demeye başladılar.
Mi’râc’tan dönerken Allah Rasûlü, Cibril’e sorar:
-Kavmim beni yine yalanlayacak. Benim mi’râcımı kim tasdik eder?
Cibril cevab verir:
-Ebu Bekr tasdik eder. Evet Çünkü o, çoktan sıddîktır.
O, büyük da’vânın büyük tasdikçisidir. Sıddîkiyette öyle bir dereceye varmıştır ki, artık orası sınır taşıdır. O sınırdan sonra peygamberlik başlamaktadır. Her mü’min de, imandaki derecesine göre Hz. Ebu Bekr’in arkasında yerini alacaktır. Bu da “İlmel yakîn”den “aynel yakîn”e, oradan da “hakkal yakîn”e sıçramakla mümkün olacaktır ki, imânî mes’eleleri, âyât-ı tekviniyeyi mütâlaa etmek de oralara ulaşmaya vesilelerden biridir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, şehidlik de derece derecedir. Bir yerde bina yıkılır, altında kalıp ölenlerden, mü’min olanlar şehid olurlar. Dünyâda onlara şehid muâmelesi yapılmaz ama, onlar yine de şehiddir ve âhirette şefaat edecekler arasında onlar da vardır. Vebâdan, taundan, karın ağrısından ve bunlara benzer hastalıklardan ölenler de aynı katagoride mütalaa edilmektedirler. Ayrıca hadîste sayılanlar arasında bir de suda boğulmak sûretiyle ölenlerden bahsedilmekte ve onların da şehid olacağı söylenmektedir. Bütün bunlar insanı şehidliğin bazı mertebelerine çıkarır; ancak, bir şehidlik daha vardır ki, ona sadece, Rabb’imizin yüce adının ufkumuzda bayraklaşması için canını adayanlar aday olabilirler. Hatta gece-gündüz dinin i’lâsı için çalışan ve samimi bir gönülle şehidlik talep eden bir insan, rahat döşeğinde dahi ölse, şehid kabul edilir, buna dâir rivâyetler pek çoktur.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Öyle zannediyorum ki, şehidlik mertebesinin kusvâsını da fârukiyetiyle beraber Hz. Ömer (r.a.) tutmaktadır. Evet, bu işin doruğunda o vardır. Zaten hayatı boyunca hep bunu talep etmiş ve nasib olmaz diye de hep gözyaşı dökmüştür. Hz. Ebu Bekr’in vefatından sonra bütün hutbeleri Hz. Ömer veriyordu. Ve bazan hutbelerinde bu inkisarını dile getiriyordu.
Ömer (r.a.)’ın hutbeleri her biri kendi başına bir hâdise olacak çaptaydı. Hatta ümmetin allâmesi, Allah Rasûlü’nün “Allah (c.c.)’ım onu dinde fakîh kıl ve ona te’vili öğret” diye dua ettiği Abdullah b. Abbas (r.a.), kendisi Mekke’de olsa ve Hz. Ömer’in Medine’de hutbe vereceğini duysa her işi bırakır ve o hutbeyi dinlemeye gelirdi. Zaten hutbelerinin çoğu dinleyenlerce yazıya geçiriliyordu ki, bugün elimizde Hz. Ömer’in pek çok hutbesi bulunmaktadır. Ulemâ ve fakihler herbiri kendine göre onun konuşmalarından not alır ve söylenenleri birer kanun ve birer prensip kabul ederlerdi.
İşte o hutbelerinden birinde, önce Peygamberliği anlattı. Efendimiz (s.a.v.)’i evsaf-ı âliyesiyle yâdetti. Sonra da tatlı bir reveransla Allah Rasûlü’nün mübarek merkadine döndü ve “Ey bu kabrin sahibi ne mutlu Sana!” dedi. Ardından sıddıkiyete geçti. O mevzunun da ince bir tahlilini yaptı sonra da Hz. Ebu Bekr’in kabrine dönerek ona da aynı eda ve aynı tonda “Sana da ne mutlu ey şu kabrin sahibi!” dedi. Sıra şehidliğe gelmişti. Onu da anlattı. Daha sonra kendine döndü: “Nerede şehidlik nerede sen Ya Ömer!” dedi. Ancak bu işin havf tarafıydı. Bir de recâ tarafı olmalıydı. İşte bu mülâhaza ile de şunları söylüyordu: Sana imanı nasib eden, seni hicretle şereflendiren Allah (c.c.); ümidini kesme, sana şehidliği de lûtfeder...
Evet, biz de kendi nâmımıza isteyebiliriz. Çünkü Cenâb-ı Hakk (c.c.) o engin keremiyle verirken, liyakata değil ihtiyaca bakar. Biz muhtaç olduğumuzu O’nun dergâhının kapısını çalarak gösterdikten sonra, O’nun, hiç kimseyi kapısından geri çevirdiği görülmemiştir. Elbette bize de istediğimizi verecektir...
Evet, Hz. Ömer iştiyakla şehidliği talep etti. Cenâb-ı Hakk (c.c.)’da ona bunu en yüksek şekliyle nasib buyurdu. Bir iranlı ateşgedenin eliyle şehid oldu.
Vakit sabah namazıydı. Ömer mihrabta bulunuyordu. Ve tam secdeye varmıştı ki, hain bir hançer sînesine saplandı. Şimdi bütün bu merhâleleri bütünüyle tablolaştırmaya çalışınız:
Evvela, çok şiddetli bir talep ve arzu; sonra bir namaz ki o Hz. Ömer’in namazıdır. Çok kere, hıçkırıklara boğulduğundan okuduğunu duyurmaz olurdu. Ayaklarının bağı çözülüp namazda yıkıldığı az değildi. Ve işte böyle bir namazın bir de secdesini düşünün. Kulun Allah (c.c.)’a en yakın olduğu; ve Rabb’isine yaklaşmasının son sınırına varıldığı bir ânı tahayyül etmeye çalışın. Bütün şartların tamamlandığı ve bir insanın en yükseğe çıkması için gerekli olan bütün sebeplerin toplandığı bu anda, bir hançer darbesi onun, şehidliği zirvede yakalamasına yetiyordu. Cenab-ı Hakk (c.c.) “Secde et ve yaklaş” demişti. Ömer secde etmiş ve peygamber olmayan bir insanın ne kadar yaklaşması mümkünse o kadar yaklaşmıştı. Bunun bir adım ötesinde Peygamberlik başlıyordu. Aslında buna işaret eden de yine Allah Rasulü’ydü: “Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer olurdu” sözleri bu kudsi kuşağa işaret olsa gerek.
Hz. Ömer’in ihraz ettiği bu son makamın altından başlayarak aşağıya doğru inen daha pek çok şehidlik mertebeleri vardır ki, Bedir’de şehid düşenler, Uhud’da şehid olanlar, Mûte’de Rabb’e kavuşanlar ve Çanakkale’den Tarablusgarb’a, oradan Afganistan’da Moskofa karşı kavga verirken şehid düşen Mücahitlere ve nihayet günümüzde hâlâ devam eden Filistinli müslümanların zalim yahudiye karşı savaşırken ölen şehidlerine kadar birer birer hepsini bu derecelerden birine dahil edebiliriz.
Diğer taraftan, dört büyük Halifeden Hz. Osman ve Hz. Ali de şehid olmuştur. Birisi Kur’ân okurken, diğeri ise mescide giderken. Aralarındaki farkı, içinde bulundukları son durumla da değerlendirmek mümkündür. Bir bakıma Hz. Ebu Bekir de şehid olmuştur; derler ki: Hayber’de aldığı zehir tedricen, vücuduna dağılmış ve ondan dolayı vefat etmiştir. Hem ona ne gerek var; o hassas ve incelerden ince insan, Allah (c.c.) Re-sûlünün ayrılığına daha fazla tahammül edemedi.. ayrılık ateşi onu yedi bitirdi. Bu yönüyle de o şehidlik mertebesini elde etti. Ancak onun zirve noktası sıddîkiyetiydi. Nitekim Hz. Ali de kendi hususi durumu îtibariyle kimsenin onunla boy ölçüşemeyeceği kadar büyüktü. Ehl-i Beyti o temsil ediyordu ve bu hususi fazîlette Hz. Ali hepsinden büyüktü. Fakat umumi fazîlet söz konusu olunca birincilik Hz. Ebu Bekr’e ikincilik de Hz. Ömer’e aitti.
Şehid’in şehidlere, sıddîkin de sıddîklere el uzatıp şefaat edeceğine dair mevsuk birşey bilmemekle beraber kalbime yatan odur ki böyle olmalıdır. Daha sonra da onlar kendi yakınlarına ve tanıdıklarına el uzatacaklardır. Her iki mertebeyi elinde tutanlara ise, ümit edilir ki, el uzatan, doğrudan doğruya Rasul-ü Ekrem aleyhisselâm olsun!
Bu mertebelere dair esrara gelince, onları anlatmak benim iktidarımın dışındadır. Zira o mertebenin zirvesini yakalayanlar, ne benim anlatabileceğim ne de başkasının anlayabileceği insanlardır!.
Sıddîkiyetin her mertebesi şehidliğin her mertebesinden üstün değildir. Üstünlük en uç noktalara aittir. Çünkü bunlardan birincisi Hz. Ebu Bekr olmak, diğeri ise Hz. Ömer olmak, demektir.
Burada yanlış anlamaya meydan vermemek için, şöyle bir tavzihde yarar görüyoruz; Hz. Ebu Bekr bizim anlayışımıza göre hem şehiddir, hem de sıddîktır; fakat şehidlik bakımından üstünlük Hz. Ömer’e, sıddîkiyet bakımından büyüklük ise Hz. Ebu Bekr’e aittir. Aynı şekilde Hz. Ömer de hem sıddîktir hem de şehiddir. Ancak sıddîkiyeti Hz. Ebu Bekr’den geri, şehidliği ise ileridir. Mutlak fazilete gelince onu yukarıda da söyledik: Hz. Ebu Bekr mutlak fazîlette, Nebilerden sonra zirve insandır.
DOĞRULUK VE YALANIN NETİCELERİ
Buhari, Müslim ve Ebû Davud, Abdullah b. Mesud (ra)’-dan rivayet ediyor:
“Size doğruluk yaraşır. Doğruluk insanı iyiliğe, o da cennete çeker, götürür. İnsan, kendini bir kere doğruluğa verip, o yola yöneldi mi, hep doğru söyler, doğruyu araştırır. Böylece o insan, Allah katında “Sıddîk” olarak yazılır.
Yalandan sakınınız. Yalan insanı fücura, bataklığa, o da cehenneme ulaştırır. Bir insan, kendini bir kere yalana kaptırdı mı, daima yalan söyler, neticede Allah katında yalancı olarak yazılır...”
Doğruluk, peygamberler şiarı, yalan ise kâfir ve münafık sıfatı. Doğruluk, bugünü, yarını kucaklayan önemli bir esas; yalan, zamanın çehresine çalınmış siyah bir leke. Yalan ikliminde mes’ut yaşamış ve ebedî mutluluğa ermiş bir tek fert gösterilemez.. doğruluğun, ebedî saadet istikâmetinde uzayıp giden aydınlık yolunda ise, dünya ve ukbâ kaybına uğramış bir tek tâlihsize rastlanmaz.
Yalan, küfrün en önemli esası, nifakın en bâriz alâmeti, Allah’ın bildiğine muhalif iddiada bulunmanın adıdır. Bilhassa günümüzde yalan, bütünüyle ahlâkı tahrip etmiş, dünyayı yalancıların harası haline getirmiş öyle korkunç bir içtimaî hastalıktır ki, hayatın kapılarını ona açıp yurtta-yuvada, çarşıda-pazarda, parlamentoda-kışlada ona “serbest dolaşım” hakkı tanıyan hiçbir millet iflâh olmamıştır ve olamaz da. Buna karşılık İslâmiyetin en ehemmiyetli esası, îmanın en bariz hassası, Muhammedî ahlâkın temel taşı, enbiyâ ve evliyânın en mümeyyiz vasfı, maddî ve manevî terakkinin biricik mihveri de doğruluktur.
Biri meleklerin, diğeri şeytanların; biri Hakk’ın mükerrem kullarının, diğeri habis ruhların, biri insanlığın iftihar tablosu O en müstesna varlığın -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- diğeri de deccalların sıfatıdır.
Metinde karşılıklı zikredilen kelimelerden ( ) bütün hayırları ihtiva eden, bütün salihata açık olan öyle şümullü bir kelimedir ki, doğru düşünce, doğru söz, doğru niyet, doğru davranış ve doğru yaşayış gibi pek çok mevzuyu o başlık altında toplamak ve bütün hayırları ona irca etmek mümkündür. İkinci kelime olan ( ) ise evvelki kelimenin aksine, bilumum şerleri ihtiva etmesi, bilumum sâlihata kapalı olması bakımından her türlü sapık düşünce, sapıkça söz ve sapıkça davranışlara ana başlık olabilecek mahiyette, âdetâ bir cehennem çekirdeği gibidir.
Hadîs metninde, ile arasında da bir mukabele bahis mevzuudur. Bunlardan ilkini, doğruluk onda ikinci bir fıtrat haline gelmiş dosdoğru insan şeklinde tercüme edeceksek, ikincisine, tabiatı yalanla bütünleşmiş profesyonel yalancı demek uygun olur zannederim. Her iki kelimede de mübalağa sığası kullanılmış ki; o da, kendini doğruluğa adamış, doğru düşünen, doğru konuşan, doğru davranan ve doğru oturup-doğru kalkan birinin, bugün olmasa da yarın mutlaka, göklerde ve yerde doğruluk ve Hakk’a yakınlığın remzi; kendini yalana salmış, yalan düşünen, yalan konuşan, yalanla oturup-yalanla kalkan birinin de er-geç yalancılığın sembolü haline geleceğine işaret buyurulmuştur.
Bu alabildiğine uzun ve kısa, bir hayli aydınlık ve sisli, oldukça tehlikeli ve güvenli ayrı ayrı yolların son durakları da cennet ve cehennem. Bu yollardan birinde, her menzilde ayrı bir avans, ayrı bir teşvîk primi, yol gidip cennetle noktalanıyor, yolcu da cennete ulaşıyor.. diğerinde ise, yol boyu onca dezavantaj, onca handikaptan sonra gidilip ebedî hüsrana kapaklanılıyor.
Bu hadîsi, Efendimiz’in “sıdk”ını anlattığımız yerde de zikretmiştik. Ancak burada dikkatle üzerinde durmak istediğimiz husus, doğruluğun dünya ve ahirete ait neticelerini; yalanın, hem ferdî hem de içtimaî hayata getirdiği zararları bu kadar kısa ve özlü cümlelerle ifade edebilmedeki Efendimiz’e ait muvaffakiyettir. Evet sadece şu hadîsi inceleyen adam, kat’iyen bilecek ve anlayacaktır ki, bu kadar uzun, tafsilatlı meseleleri, bu kadar kısa ve can alıcı şekilde anlatma, ancak Allah Rasûlü’ne has bir mazhariyettir. Başkasının, bu mevzuları, bu şekilde ifade edebilmesi mümkün değildir.
KESİN BİLGİYE DAYANMA VE YALAN
Zât-ı Ulûhiyet hakkında konuşurken çok dikkatli olmak lâzım. Bu, bizim bilmediğimiz, bilmemizin mümkün olmadığı bir sahadır. Bu gibi meselede yanlış malûmat vererek, insanların yanlışa sevk etmekten fevkalâde sakınmalı. Kur'an-ı Kerim, "Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin üzerinde durma. Kulak, göz, kalb, hepsi ondan sorumludur" buyururken, havâss-ı hamsemizle (beş duyu) aldığımız intibaların bile yanlış olabileceğine dikkat çeker. Yazı yazanlar ve hele kitap yazanlar, bilhassa çok dikkatli olmalıdırlar; zira yazılanlar, sonsuza kadar kalır. Hele, bilmemiz mümkün olmayan, bilgi sahamıza girmeyen konularda konuşmak çok tehlikelidir. Bilmeden, kesin bilgiye ulaşmadan söylenecek her söz yalandır. Yalan, küfrün temeli, sıdk ise, imanın esasıdır. Hele fantezi yapmak, faraziyeler üzerinde durmak ve kesin bilgi imiş gibi bunlara sarılıp yanlışlara sapmak, -Allah muhafaza etsin- küfre açılan kapılardır. Bir insan yanlış yapmış, yanlış yazmış ise, doğruyu bulduğunda bunu mutlaka açıklamalı ve "şu, şu hususlarda yanılmışım; doğrusu bu imiş" diye ilan etmeli ve yanlışını kabullenecek kadar yürekli olmalıdır.
Daha sonra, İşârâtü'l-İ'câz adlı kitaptan, "yalan"la ilgili bir yeri okudular. Burada, (az, sadeleştirme ile) şöyle denmektedir:
Münafıkların azaplarının, diğer cinayetleri arasında yalnız yalan ile vasıflandırılması, yalanın ne kadar çirkin olduğuna işarettir. Bu işaret dahi, yalanın ne kadar tesirli bir zehir olduğuna sâdık bir şâhittir.
Yalan, küfrün esasıdır. Yalan, nifakın birinci alâmetidir. Yalan, İlâhî Kudret'e bir iftiradır. Yalan, Rabbânî hikmete zıttır. Yüksek ahlâkı tahrip eden, yalandır. Âlem-i İslâm'ı zehirleyen, ancak yalandır. İnsanlığı kemalâttan geri bırakan, yalandır. Müseylime-i kezzâb ile benzerlerini âlemde rezil ve rüsvay eden, yalandır.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde lânetlenmeye, tehdide en önce müstahak görülen yalan olmuştur.
Bu âyet, (Yalan söyleyip durmalarından dolayı onlar için elemli bir azap vardır. 2:10), insanları bilhassa Müslümanları dikkate davet eder.
Hülâsa, yol ikidir: Ya sükût etmektir; çünkü, söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır...Veya sıdktır; çünkü, İslâmiyet'in esası sıdktır. İmanın, ana husûsiyeti sıdktır. Bütün kemalâta ulaştıran esas, sıdktır. Yüksek ahlâkın hayatı, sıdktır. Her türlü terakkînin mihveri, sıdktır. Âlem-i İslâm'ın nizamı, sıdktır.
Ashâb-ı Kiram'a bütün insanların üzerinde mevki kazandıran, sıdktır.
Muhammed-i Haşimî aleyhissalâtü vesselâm'ı beşerin ulaşabileceği mertebelerin en yükseğine çıkaran, sıdktır.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
RİSALE…
Bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana katî bildirmiş ki: Sıdk, İslamiyetin üssü'i-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mîzacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip, onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.
Evet, sıdk ve doğruluk, İslamiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir; riyakarlık fiilî .bir nevî yalancılıktır, dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır, nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sani-i Zülcelalin kudretine iftira etmektir.
Küfür, bütün envaıyla kizbdir, yalancılıktır; îman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garp kadar birbirinden uzak olmak lazım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda, birbirine karıştırmış; beşerin kemalatını da karıştırmış.
Ey bu Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonra alem-i İslam mescid-i kebîrindeki dört yüz milyon ehl-i îman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü'i-vüska, sıdktır; yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.Amma, maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiştir.
HER ŞEYDEN EVVEL BİZE LAZIM OLAN
Biz, rûhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki, "Biz ölsek, milletimiz olan İslamiyet hayydır, ilelebed bakîdir. Milletim sağ olsun; sevab-ı uhrevî bana kafidir, milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşattırır, alem-i ulvîde beni mütelezziz eder. " (Ölüm, Nevruz Bayramı günümüzdür.) deyip, nûrun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.
Sual: "Her şeyden evvel bize lazım olan nedir?" Cevap: Doğruluk.
Sual: "Daha?"
Cevap: Yalan söylememek.
Sual: "Sonra?"
Cevap: Sıdk, sadakat, ihlas, sebat, tesanüddür.
Sual: "Neden?"
Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kafi değil midir ki, hayatımızın bekası îmanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.
TEFSİR…
قَالَ اللّهُ هذَا يَوْمُ يَنْفَعُ الصَّادِقينَ صِدْقُهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدينَ فيهَا اَبَدًا رَضِىَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذلِكَ الْفَوْزُ الْعَظيمُ
Maide / 119. (Bu konuşmadan sonra) Allah şöyle buyuracaktır: Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.
O aziz ve hakîm ve mutlak hâkim olan Allah Teâlâ muhakkak buyuracak ki işte bu korkunç gün doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür. Nâfi' kırâetinde nasb ile okunduğuna göre: Allah buyurdu ki, bu soru ve cevap doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündedir. O gün vâki olacaktır.
Dünyada sözleşmelerinde duran, akitlerini samimiyetle yerine getiren doğrulara Allah öyle vaad eder ve müjdeler ki, onların doğruluk ve samimiyetleri kıyamet günü olan o korkunç toplanma ve sorgu gününde herhalde kendilerine faydalı olacak. Hem dünyadaki gibi kederler ve gamlarla karışık bir fayda değil, her türlü korku ve hüzünden uzak bir fayda ile faydalı olacaktır. Altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır. O sadıklar orada ebedî olarak kalacaklar. Allah onlardan ezelî rızası ile hoşnut olup rızasına erdirmiş, onlar da dünyada Allah'tan razı olmuş, sırf Allah'ın rızası uğrunda koşmuş oldukları gibi, bugün tamamen rıdvanın zevkine ermiş bulunacaklar; hem hoşnut, hem kendilerinden hoşnut olunmuş olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş bundan, bu rıdvandan ibarettir. Bütün gönüllerin aradıkları kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızadır, ebedî olarak Allah'ın rızası ile kulun rızasının toplamı demek olan bu rızanın üstünde ne bir murad tasavvur olunabilir, ne de bir zevk.






NÜKTELER…
Gavs-ül Valisin Abdulkadir Geylani hazretleri, küçük yaşta ilim tahsiline başlamıştı. Dokuz yaşında iken annesinden izin alıp Bağdat’a ilim tahsiline gitti. Giderken annesi oğlunun beline kırk altın bağlamış ve bazı nasihatlarda bulunarak:
“Oğlum sakın ne olursa olsun yalan söyleme” diye tembihte de bulunmuştu. Abdulkadir Geylani de içinde bulunduğu kervan, Bağdat yolunda devam ediyordu. Bir vadiden geçerken kervanın önünü kırk kişilik bir eşkıya kesmişti. Eşkıyalar kervanda işlerine yarayan ne varsa aldılar. Ayrılacakları zaman , içlerinden biri hazrete:
“Senin neyin var” diye sordu. O hiç tereddüt etmeden :
“Belimde kırk tane altınım var.. dedi. Eşkıyalar üzerini bile aramaya lüzum görmedikleri çocuğun öyle söylemesine hayret etmişlerdi. Onu alıp reislerinin yanına götürdüler. Reis:
“Evladım biz seni aramayacaktık. Sen niye bende altın var dedin ve başını derde soktun” dediğinde hazret:
“Ben dünya malı için anneme ve Allah’a verdiğim sözü bozmam diye cevap verdi. Henüz dokuz yaşında bulunan bir çocuktan bu sözleri duyan eşkıya reisinin kalbi yumuşamaya başladı. Bir müddet karşısındaki çocuğu ve kendi halini düşünen eşkiyabaşı:
“Arkadaşlar, ben şu andan itibaren bu zamana kadar yaptığım bütün günahlardan dolayı pişman oluyorum ve tevbe ediyorum, bundan sonra da bir daha kötülük işlemeyeceğime söz veriyorum. Eğer siz bu işe devam etmek istiyorsanız, başınıza başka bir reis bulun” dedi ve bütün alınan malların geri verilmesini emretti. Reislerini dinleyen diğer eşkıyalar:.
“Biz bu işe seninle başladık, seninle bitireceğiz. Madem sen vaz geçtin biz de tevbe istiğfar ediyoruz, dediler.
DOĞRULUK
Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretlerini yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretlerinin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:
-Hasan Basri’yi(r.a.) gördün mü? Diye sordular.
O gayet sakin :
-Evet, dedi
-Nerede?
-İşte şu kulübemde…
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretlerini bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:
-Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? Dediler.
-Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse benim suçum ne?
Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:
-Ey Habib! Biliyorum ki Rabbim senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? Dedi. Hz. Habib mahcup bir şekilde:
-Ey üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, doğruların yardımcısı Allah’tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.
DOĞRULUK ŞİARINIZ OLSUN
Kenan Rıfai’den:
-Doğruluk şiarınız olsun. Bu yüzden, isterse alem size aptal desin. Onların alayları ve dudak bükmeleri, sizi kıracak yerde, zevklendirsin. Bir gerçeği ortaya vururken alaya alınmak şereftir.
Şunu bilin ki, insan ne kötülenmekle küçülür, ne de methedilmekle büyür.
Size düşmanlık etmek isteyenlerin dahi hayırlarını isteyici olun.
Hücum daima dalgadan gelir. Sahil ona hiç mukabele eder mi? bu kayıtsız mukavemetten, gün olur deniz de bakar ve hücumdan vazgeçip durulur.
BÜYÜKLERE GÖRE SIDK
Cüneyd-i Bağdadi(ks): “sadık bir günde kırk kere değişmede ve yüksek derecelerde ulaşmada bulunur. Murai ise, kırk yıl bir halde durur” buyurdu. Bazıları: “sıdk, tehlikeli ve korkulu yerlerde doğruyu söylemektir” dediler.bazıları: “Sıdk, kalbin dile uymasıdır” dediler.
Süheyl bin Abdullah (r.a.) “kendisine ve başkasına müdahene eden kimse, sıdk kokusunu duyamaz” buyurdu.
Ebu Said Karaşi (rahımehullah): “Sadık ölüme hazır olan kimsedir. Kalbi yarılıp, içindeki anlaşılsa böyle olduğu meydana gelir. Nitekim Allahu Teala Bakara suresi doksan dördüncü ayet-i kerimede : “eğer sadık iseniz, ölümü temenni edin” buyuruyor.”
Zinnun-i Mısri (rahımehullah): “Sıdk, Allahu Tealanın kılıcıdır. Neyin üzerine konarsa onu keser” buyurdu.
Feth-i Musuli’ye (rahımehullah) sıdktan sorulduğunda, hemen elini değirmencinin ocağına sokup, kıvılcım saçan demiri çıkarıp, avucuna aldı. Soğuyuncaya kadar avucunda tuttu ve sonra sorana: “işte sıdk budur” dedi.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
FAKİR GENCİN DOĞRULUĞU
Fakir delikanlı Kabe'nin etrafında hem dolaşıp tavaf ediyor, hem de durmadan şöyle dua ediyormuş: — Ey bu Kabe'nin sahibi, benim evlenemeyecek kadar fakir biri olduğumu biliyorsun. Ne olur, tavaf ettiğim şu Beyt-i Şerif hürmetine beni fakirlikten kurtar, ev-bark sahibi olacak kadar bir imkâna sahip kili
Hac mevsimi boyunca bu duayı tekrarlayan fakir genç, bir akşam üzeri yine duasını yapmış, çıkarken ayaklarının ucunda altın işlemeli bir kese görmüş. Eğilip alarak içini açıp bakmış ki, saf altınla dolu koca bir kese. Titremeye başlamış. Kendi kendine söyleniyormuş:
— İşte yaptığım duam kabul oldu. Evlenip, ev-bark sahibi olacak kadar servet elime geçti.
Ama hemen arkasından kalbinden sesler işitir gibi olmuş:
— Hayır, bu para senin değildir. Bulana helâl değildir. Sahibine mutlaka vermen gerektir.. Derken yaşlı bir adamın feryadı duyulmuş:
— İçi altın dolu kesemi kaybettim, bulan yok mu? Hemen yaşlı adamın yanına koşmuş:
— Baba, demiş, işte kesen, buyur, al, boşuna telâşlanma!
İhtiyar, keseye bakmış, içindeki altınları bir bir saymış, eksiksiz, tam olarak kendisine verildiğini anlamış. Parayı iade eden gence dönerek:
— Bunu bana iade ettiğin için sana yüz dinar versem alır mısın? diye sormuş.
— Hayır, istemem.
— Peki elli dinar olsun. Onu da mı almazsın?
— Hayır, onu da istemem.
— Peki, ne istersin ya?
— Ben benim gibi kullardan bir şey istemem. Ben Allah'dan istedim. Allah verirse O'ndan alırım. Kullardan hakkım olmayan şeyi istemem.
Yaşlı adam bu gencin tok gözlülüğüne, haramdan
uzak kalışına hayran olmuş. Oradan ayrılarak uzaklaşır gibi yapmış, peşinden genci takibe başlamış. Delikanlının kaldığı evi, gerçek durumunu gizlice tahkik etmiş. Bir gün gencin evine yaşlı bir hanım gelmiş:
— Oğlum, sen böyle yapayalnız ne yapıyorsun bu evde? demiş. O da durumu anlatmış. Kimsesiz, öksüz bir genç olduğunu söylemiş. Yaşlı hanım kendisini dikkatle dinledikten sonra söyle bir teklifte bulunmuş:
— Benim şimdiye kadar yabancı bir erkeğe asla görünmemiş bir tane kızım var, onu sana vermek istiyorum. Senin gibi dindar bir gence bizim ihtiyacımız var.
— Ama teyze, ben fakir bir gencim, ne param, ne barınacak doğru dürüst evim var, deyince de yaşlı hanım şöyle karşılık vermiş:
— Evladım, senin evin de var, paran da. Gel bakayım benimle..
Fakir genç merak ve heyecanla yaşlı hanımın peşine düşmüş, birlikte bir müddet yürüdükten sonra, saray gibi bir evin kapısına gelmişler. Bir de ne görsün, Kâbenin yanında parasını bulup da verdiği yaşlı zat kapıda duruyormuş. Gencin şaşırdığını gören yaşlı zat şöyle konuş muş:
— Evlâdım, hiç şaşırma. Ben Kabe'nin etrafında dola şıp tavaf ederken Rabbime sığınıyor, "Ey Yüce Rabbim, benim bu biricik kızımı senin emirlerine çok sadık, din dar bir gence nasip eyle, haram-zâdelere düşürme" diye yalvarıyordum. Bu duamın senin hakkında kabul olduğunu tahmin ediyorum. Nitekim istediğim gencin sen olduğunu gösteren bir olay da o sırada cereyan etti. Dikkat et. Şu benim beğeneceğini sandığım tertemiz yürekli kızım, şu da ikinize bağışladığım evim. Teklifimizi kabul edersen bizi sevindirmiş olursun, belki kaderin hükmünü de böylece yerine getirmiş oluruz. Fakir genç, kendisi gibi o zatın da dua ettiğini anlayınca, bunda hikmet var deyip teklifi kabul etmiş. Böylece yokluğu kapıdan attığı gibi, huzurlu ve mes'ud bir yuvanın da sahibi olmuş. Onların bu hâli de bir ibret dersi olarak kitaplara yazılmış, bizlere kadar nakledilmiş. Allah'ın, doğruların yardımcısı olduğu böylece nazara verilmiş.
DEHŞETİN AĞIRTTIĞI SAÇLAR
"Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim." (Montaigne)
Muğla'nın Milas ilçesinde yaşayan orta yaşlı bir adam, bir gece, hayatının akışını değiştiren dehşetli bir rüya görür.
Rüyasında adam kendi ölümünü görmüştür. Öldükten sonra, vücudu teneşirde yıkanmış, kefenlenmiş ve mezara defnedilmiştir.
Rüya çok net ve berraktır. Adam mezara konulup yapılan dualar ve okunan Kur'an-ı Kerim ile birlikte üzeri topraklandıktan sonra kapkaranlık bir yerde yapayalnız kalır. Bir müddet sonra bulunduğu kabrin sağ tarafından bir menfez açılır ve içeriye iki kişi girer. Bunlar kendilerinin kabirdeki sual melekleri olan "Münker ve Nekir" olduğunu söylerler.
Bu melekler, adamı alıp bulunduğu menfezden geçirerek başka bir yere götürürler. Götürdükleri yerde adamın Önüne hemen bir terazi ve yanına da bir miktar üzüm koyarlar, O sırada karşıdan gelen bir adam belirir, Münker ve Nekir, Milaslı bu çiftçiden, karşısındaki adama üzüm satmasını söylerler.
"Ölçtüğünüz zaman dürüst olun, lam ölçün. Doğru terazi ile tartın, Bu hem ticaretiniz için daha hayırlı, hem de akıbet yönünden de daha güzeldir," (Kur'an-ı Kerim, İsra, 35)
Münker ve Nekir melekleri adamın sağ ve solunda muhafız gibi durarak satışa nezaret ederler. Kendisinin alış-veriş şırasında tartıda çok az bir haksızlık yaptığını gören Melekler, onu hemen tezgâhın başından aldıkları gibi çok büyük bir kapının yanına getirirler. Kapı, kale kapısı gibi çok büyüktür. Kapının yanına gelir gelmez kapı kendiliğinden açılır,
Rüya sahibinin o anda gördüğü manzara gerçekten çok korkunçtur. Kapının öbür tarafında müthiş bir yangın ve alevlerin içerisinde cayır cayır yanan insanlar vardın insanlar bir taraftan yanmakta, bir taraftan da vücutları tazelenmektedir. Yanan insanların çıkardıkları canhıraş feryatlara yürek dayanacak gibi değildir,
Münker ve Nekir melekleri, adama bu dehşetli manzarayı gösterdikten sonra tekrar bir meydanın ortasına getirirler. Kendisine, biraz önce alışveriş sırasında işlediği suçun cezasının demin gördüğü gibi yanarak mı, yoksa başka bir şekilde mi verilmesini istediğini sorarlar.
Adam, gördüğü o müthiş yangın manzarasındaki dehşetten ve bundan daha büyük bir ceza olamayacağı düşüncesiyle ateşe razı olmayıp bir başka cezaya razı olduğunu söylemesi üzerine, birden bire vücudunda yüzlerce derece bir hararetin başgösterdiğini bütün dehşetiyle hisseder. Dayanılmaz bir ıstırap, çekilmesi mümkün olmayan acı ve azap başlamıştır. Adamcağız, çektiği acının tesiriyle avazı çıktığı kadar feryad ve figan etmektedir,
(Rüyadan gerçek hayata, yani rüyayı gören adamın evine döndüğümüzde, adam hakikaten de avazı çıktığı kadar bağırmakta, ortalığı ayağa kaldırmaktadır. Vakit gece yarısıdır. Adamın karısı ve bitişik odadaki iki yetişkin oğlu bu korkunç çığlıklara uyanırlar. Sesler mahalleyi de inlettiğinden konu-komşu pürtelaş adamın evinde toplaşırlar. Adam ise hâlâ çığlık çığlığa feryada devam etmektedir. Herkes uğraşmakta fakat adamcağız bir türlü uyandınlamamaktadır.)
Dönelim tekrar rüyaya,,. Adamın içine düşen yangından vücudu fokur fokur kaynamakta ve acı içinde kıvranmaktadır. Çektiği acı tahammül sınırının çok ötesindedir,
Bir müddet geçtikten sonra, Münker ve Nekir'in işaretiyle ceza sona erdirilir ve adam çağrılarak şöyle denilir:
"işte gördün ve anladın ki, dünyada yapılan ufacık bir hatanın, adaletsizliğin ahiretteki cezası bu. Şimdi seni hayata, yaşadığın dünyana iade ediyoruz. Bundan sonra hayatını bu gerçeğe göre tanzim et, Katiyyen en küçük dahi olsa bir haksızlık, adaletsizlik yapma."
Bu müsaadeden sonra, adamcağız rüyasından gözlen yerinden fırlamış, beti benzi atmış, kan ter içinde uyanır. Ama bundan da önemlisi, adamın yüzünde, etrafını çevreleyen mahalle halkını hayret ve şaşkınlık içinde bırakan bir görüntü vardır. Siyah saçlı bu adamın bütün saçları, biraz önce rüyada gördüklerinin dehşetinden bir anda bembeyaz olmuştur. Evet bembeyaz...
Milaslı bu adamı görüp hadiseyi nakledenlerin ifadesine göre, şimdi artık o, dehşetin aklaştırdığı saçlarıyla hayatını kılı kırk yararcasına hassas yaşamakta, bundan sonraki menzili olan kabir âleminde kendisine faydası olacak salih amellerin, güzel, hayırlı işlerin peşinden koşmaktadır.
İŞİNİ İYİ YAPMAK
Seyyar bir şemsiye tamircisi, yol kenarında küçük bir kutu üzerine oturmuş, şemsiye tamir ediyordu. Tamirci, tamir edilecek yerleri dikkatle ölçüyor, yamayı itina ile 1 yerleştiriyor, telleri tek tek deneyerek güçlendiriyordu. Adamı hayranlıkla seyreden bîr genç yanına yaklaştı:
- İşinizi çok dikkatli yapıyorsunuz, dedi. Şemsiye tamircisi elindeki İşi bırakmadan: - Evet, ben, her zaman işimi İyi yapmaya çalışırım, diye cevap verdi.
- Müşterileriniz, işinizi iyi veya kötü yaptığınızı ancak siz gittikten sonra anlayacaklar.
- Evet, haklısınız.
- Bu tarafa tekrar mı geleceksiniz?
- Hayır.
Genç artan bir hayranlık ve merakla sordu:
- O halde niçin bu kadar titizsiniz? Tamirci:
- O zaman, benden sonra buradan geçecek tamircinin İşi kolaylaşacak. Ben, eğer kötü malzeme kullanır, işimi baştan savma yaparsam, halk bunu er geç anlayacak ve ondan sonra buradan geçen tamirciye kimse iş vermeyecek.
Allah (c.c.), kuluna verdiği nimeti onun üzerinde görmek ister. Kul işini evvela Onun hoşnutluğuna ermek için yapar. İş, Ona arz ediliyor gibi yapılmalıdır. Evet, asıl gören Odur ve O güzeli sever.
İşlerinde kötü örnek olanlar, başkalarının hukukunu manen çiğnemiş olurlar. Güveni sarsarlar, emniyeti ve huzuru bozarlar.
İşinin hakkını vermeyen cemiyet kalesinde gedik açmış demektir ki, herkes böyle bir hale düşmekten kaçınmalıdır. Kimse bozguncu olmak ve milletine zarar vermek istemez.
Bugün ileri ülkeleri ayağa kaldıran, bu iş ahlâkı ve dürüstlüktür.
MELEK KALBİ
Zünnun-i Mısrî'ye iftira edilmişti. Zindanda bir müddet kaldıktan sonra hükümdarın huzuruna çıkarıldı. Hükümdar:
- Senin için zındıktır, doğru yoldan çıktı, diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin? diye sordu. Zünnun Hazretleri:
-Ben ne söyleyeyim. Hayır, desem, bana bu İMI;H!I yapmış olan Müslümanları itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet, desem, yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan, siz vicdanınıza müracaat edip kararınızı ona göre veriniz. Ben, nefsimden yana olup da onu müdafaa edecek değilim, dedi.
Hükümdar, yapılan suçlamaların iftira olduğuna karar vererek onu serbest bıraktı.
Esved İbn-i Yezidü'n-Nehai'yi, başka bir "Esved’le karıştırıp içeri atmışlar ve eziyet etmişlerdi.
-Ya Hu, dediler, söylesene ben o değilim, diye...
- Bir Müslüman'ı zalimlere nasıl ihbar ederim, diyordu.
Sanki, konuşan onlar değil meleklerin kalbiydi. O kadar duru ve müstakim idiler. Sokaklarında onların dolaştığı cemiyet ruhanileşiyor, derin bir sükûnet ve huzur kazanıyor, cennet bahçelerine koridorlar açılıyordu.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
SIDK HAKİKATİ
Ey Salih kişi! Sen bil ki. sıdk, ihlâsa yakındır. Sıdkın derecesi büyüktür. Bir kişi sıdkın en üst noktasına, kemâline erişse o sıddık olur. Hak Teâlâ sıddık olanları Övmüş ve şöyle buyurmuştur:
"Onlar o kişilerdir ki, Hak Teâlâ'ya olan antlarında sâdıktırlar." (Ahzâb Sûresi: 23).
Hak Teâlâ yine sıddıklar hakkında şöyle buyurdu:
"Hak Teâlâ o sıddıklardan sıdkını sorar." (Ahzâb Sûresi: 8).
Resûlullah Efendimiz’e şöyle sordular: — Kemâl nedir, ya Resûlullah?.
Oda şöyle buyurdu:
—Hak (doğru) söylemek ve sıdk île amel etmektir!
Sıdkın mânâsını bilmek önemlidir. Sıdkın mânâsı doğruluktur. Bu sıdk (doğruluk) ALTI şeyde kemâline erişir:
Birinci Sıdk: Dilde olan sıdktır. Ne geçmiş günlerden ne halden bahsederken ne de gelecekte yapmayı vaad ettiği şeylerde yalan söylemektir. Bundan önce zikredilmişti. Gönlü dille sıfat tutunur. Sözü eğri söylemekten gönül eğri olur, doğru söylemekten de doğru olur. Dildeki sıdkın kemâli de iki şeyle vücut bulur:
1-Tariz ve imalardan sakınmaktır.. Tariz diye o söze derler ki, kişinin kendisi doğruyu söylerken, kimi kişi ondan başka mânâ çıkartır. Ama kimi yer olur ki, doğru söylemek olmaz. Nitekim savaş günlerinde veya erkekle kadın arasında, ya da Müslüman kişileri barıştırmakta doğruyu söylememeğe izin vardır. Lâkin bu gibi yerlerde de târizli öz söylemeli, açık yalandan kaçınmalıdır. Eğer yalan söylerse sıdkta ve niyette Hak Teâlâ için söylemiş olur ki, sâdıklar derecesini bulur. Bir maslahattan Ötürü de söylerse yine sıdk derecesinde aşağı düşmez.
2— Bu da kemâl derecesinde olan sıdktır ki, Hak Teâlâ'ya münâcatta dosdoğru olmayı dilemektir. Meselâ:
"Yüzümü, yeri ve gökleri yaratan Allah'a döndürdüm." (En'am Sûresi: 79) dediği zaman, kişinin kalbi dünyaya dönük ise yalan söylemiş olur ve:
"Yalnız senin kulunuz, yalnız sana ibâdet ederiz." (Fatiha Sûresi: 5) dediği zaman ise dünyaya vurgun ve dünya şehvetlerinin yolunda olursa yine yalan söylemiş olur. Bundan Ötürü o kişi, kime bağlanmış ise onun kuludur. Resul (S.A.V.):
— Altın ve gümüşün kulları helak oldu! diye buyurmuştur.
Allın ve gümüşün kulu da dünyaya bağlananlar, onu sevenlerdir. Şu halde, dünya ile ilgisini kesmeyen kişiler Allahü Teâlâ'nın kulu olmazlar. Allah'ın kulu olunca o kişi dünyadan da azal olur. Bu kurtuluşun, hürriyete kavuşmanın tamamı, insanlardan kurtuluşa erdiği gibi, kendi kendinden de azat olmakla olur. Öyle ki, kişinin kendinde irade (isleme) gücü kalmamalı, belki Allah'ın rızasından başka bir şey dilenmeme! idi r. Allah'tan gelen her şeye rıza göstermelidir. Bu derecedeki sıdk, tam sıddıklar derecesidir. Bu dereceye gelmeyen kişiye Sıddık, halta Sâdık bile denilemez.
İkinci Sıdk: Niyetteki sıdktır. Tâat ve ibadet, yalnız Allah murad edilerek yapılır. Ona başka niyet ve düşünceler karıştırılmaz. Bu, ihlâs olur. Bu ihlâsa da sıdk denir. Eğer bir kimsenin ibâdetinin içinde Allah'a yaklaşmaktan başka bir niyet ve düşünce varsa o kişi ibâdetinde yalancı sayılır.
Üçüncü Derece: Azmetmekteki sıdktır. Bir kişi, bir yere vali olsa. adaletle iş görmeye, eğer malı olursa sadaka vermeye, yönetmede kendisinden daha lâyık bir kişi varsa ona idareyi teslim etmeğe azmeder. Bu azim de kimi kez kuvvetli, kimi kezde zayıf ve tereddüt içinde olur. Güçlü ve tereddütsüz olana sıdk-ı azm (azim doğruluğu) dunu.
Sıddık, daima hayırlara her zaman azme kuvvet bulan kişidir. Nitekim Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) şöyle demiştir:
- Ebû Bekir'in (Allah ondan razı olsun) içinde bulunduğu kimselere emir olmaktansa, boynumun vurulmasını daha çok severim!
Çünkü Hazret-İ Ömer, kendisinde bu yolda kuvvetli azim bulmuştu. Oysa herhangi bir kişiyi, kendisini veya Ebû Bekir'i öldürmek arasında hür bıraksalar, kendi hayatlarını seçerler. Şu halde bu kişiler ile Hz. Ömer arasında, yâni Ebû Bekir üstüne emir olmamak için ölümü tercih eden arasında büyük fark vardır.
Dördüncü Sıdk: Bu da azme vefa etmektir. Çünkü azmi kuvvetli olan, savaşta canını feda eder. Yine azmi kuvvetli olan, kendisinden daha üstünü ortaya çıkınca başkanlığı ona teslim eder. Bu yolda şöyle Duyurulmuştur: "Onlar, müminler arasında Allah'a verdikleri sözde sadakat gösterenlerdir." (Ahzâb Sûresi: 23} Mallarını feda etmeye azmedip sözlerinde durmayanlar hakkında da Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur; "Onların içinde: "Allah bol nimetlerden verirse mutlaka zekâtını verecek ve mutlaka İyi kişilerden olacağız!" dediler." (Tevbe Sûresi: 75). Ve yüce Allah aynı sûrede azminden dönenler hakkında şöyle buyuruyor: "Allahü Teâlâ, kedilerine bol nimetler ihsan edince de cimrilik gösterdiler ve dönek kişilerden oldular!"
Beşinci Sıdk: Kişi zahirde gösterdiği amelden kalbinde de bir sual alır. Bir kişi ağır ağır yürür, fakat kalbinde bu vakar olmazsa o kişi sâdık olamaz. Bu sıdk, gizli ve alenî olanı doğru tutmakla kazanılır. Bu, kalbin ve ruhun, ikisinin de eşil olduğunda olabilir. Resul (S.A.V.): Ey Allah'ım, benim bâtınımı zahirimden ve zahirimi de bâtınımdan daha güzel kıl! diye buyurmuştur. Bir kişi bu sıfatta bulunmaz ve zahir ile bâtınına delâlet etmezse o kişi yalancı olur. Sıdk mertebesinden düşer. Hattâ maksadı riya olmasa bile!
Altıncı Sıdk: Dinî makamlarda, din derecelerinde sıdkın hakikatini kendinden islemelidir. Zühd, muhabbet, tevekkül, korku, umud, rızâ ve şevk gibi hallerin zayıf derecesiyle kanaat edilmemelidir. Çünkü bu haller her müminde zaten bulunur. Onlardan uzak değildir. Fakat kendisinde bu haller zayıf bulunan kişi sıdkta da zayıf olur. Her kim bu hallerde kavi olursa o kimse sâdıklardandır. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Müminler ancak o kişilerdir ki, Allah'a ve Resulüne imân ederler ve sonra imânlarından kuşkulanmayıp Allah yolunda mallan ve canları ile sava; yaparlar. İşte bu kişiler İmânlarına sadık kişilerdir." (Hucûrat Sûresi: 15).
Şu halde, Allahü Teâlâ imânı tam olanı Sadık diye buyurdu. Bunun misâli şudur: Bir kimse bir şeyden korku duysa, bu korkunun alameti, o kişinin lir tir titremesi, yüzünün sararması, yemek yiyememesi, su içememesidir. O kişi Allah'tan böyle korkunca bu korkuya sıdk denir.
— Günahtan korkarım! der de ondan el çekmezse ona kâzip (yalancı) denir. Bütün makamlarda bunun gibi farklar çoktur. Şu halde bu altı yolda doğru olan kişi sâdık olsa, sıdkın en üst derecesinde bulunur. Bundan ötürü ona sıddık denir. Bunlardan bazısında sâdık olan kişiye sıddık denmez.. Lâkin onun da derecesi sıdkına göre olur.


SAYGILARIMLA....
 
Üst Alt