Enver Ýstek
metin mete
Nasıl bir Muhammed(a.s)?
Hz. Peygamber Tasavvurumuzun Dönüşümü:
Paradigma’dan Paragon’a, Paragon’dan Kozmik İlkeye*
Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu
Tarihinin en ciddî krizlerinden birini yaşamakta olan İslam Dünyası, köklü bir zihniyet değişikliği geçirmek mecburiyetindedir. Bu mecburiyet her geçen gün kendisini giderek daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Bu tür bir zihniyet analizini, İslam düşüncesinin hemen her alanında gerçekleştirmek gerekli ise de, Sünnet-Hadis-Siyer-Şemâil alanının öncelikli alanların başında geldiği rahatlıkla ifade edilebilir. Bu alanda daha dar çerçevede bir konu seçmek gerekirse, Müslümanların Peygamber tasavvurlarından daha uygun bir örnek olamaz. Zira sadece Müslümanların on dört asır boyunca oluşturdukları çeşitli Peygamber tasavvurlarının analizi bile, şu an İslam dünyasının yaşadığı düşünce krizine yol açan tıkanmaların teşhisi için bize pek çok ipucu sunacaktır.
Kur'ân'ın Allah, âhiret, din, vahiy, kitap v.b. temel kavramlarıyla mukayese edildiğinde, Peygamberlik yönü hâriç Hz. Muhammed'in (s.a.v) kimliği ön plana çıkmış görünmemektedir. Kur'ân'ın bize sunduğu Peygamber tasavvurunu kısaca "Paradigma" kavramıyla özetlemek mümkündür. Yeryüzünde yaşamış bir insanın, bir Allah elçisi olarak inananlara örnek model teşkil ettiğini ifade etmekten öte bir anlamı olmayan bu anlayış, zaman içerisinde "Paragon" yani en mükemmel örnek, diğer bir ifadeyle "İnsan-ı kâmil (Süperman)" düzeyine doğru bir gelişme kaydetmiştir. Fakat bu gelişme bu noktada durmamış ve daha da ilerleyerek nihayetinde, bütün kozmos'un varlık sebebi ve mayası olan kozmik bir güce (Nûr-ı Muhammedî - Muhammediye) dönüşmüştür.
Bu dönüşümü sağlayan mekanizmaların tahlilinin, bugünkü zihniyet problemlerinin teşhisinde önemli ipuçları sağlayacağından emin olabiliriz. Zira bu dönüşüm sürecinde insanî olanın insanüstü; tarihî olanın tarihüstü, hatâ edebilir olanın hatâ etmez, bölgesel olanın evrensel, değişebilir olanın değişmez statüsüne yükseltildiğini; tarihte yaşamış gerçek bir insan-peygamber anlayışından mitolojik bir Peygamber anlayışına geçişe zemin hazırlandığını görüyoruz.(1) Bu geçiş sıradan bir değişim olmayıp, derin epistemolojik ve metodolojik kökleri de olan bir sürece işaret etmektedir. Şimdi bu süreci izlemek için başa, yani Kur'ân'a dönelim.
Kur'ân'ı baştan sona okuyan bir kimse, Hz. Peygamberin, normal insan özellikleri ve davranışları sergileyen bir şahsiyet olduğu yönündeki vurgusunu da hemen fark eder. Gerçekten de Kur'ân titiz bir şekilde incelendiğinde O'nun (s.a.v) insanüstü herhangi bir özellik taşıdığına dair en küçük bir imâda bile bulunmadığı açıkça görülür. Bazılarına göre, onun diğer insanlardan ayrıcalıklı olduğunu imâ eder görünen ayetler incelendiğinde de, aslında bu ayrıcalığın vahiy alan bir elçi olmaktan öteye geçmediği görülecektir.(2) Nitekim Kur'ân bir yandan Hz. Peygamber'in normal bir insan olduğunu ısrarla vurgularken, öte yandan müşriklerin ondan istedikleri mucize gösterme taleplerini de kesin bir dille reddetmektedir.(3) Daha açık bir ifadeyle, Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber'in insanüstü olduğuna veya önceki peygamberler gibi mucizeler gösterdiğine dâir, doğrudan veya dolaylı hiçbir bilgi yoktur.
Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, sadece ontolojik açıdan değil, davranışlarının kalitesi açısından bile Hz. Peygamber insanüstü ve erişilmez bir kişilik olarak sunulmamaktadır. Gerçi hepimiz onun "en yüce bir ahlâk üzere olduğu" ve onun insanlar için "en güzel örnek teşkil ettiği" hususunda aynı inancı paylaşıyorsak da, bu söylemin dayan dığı ayetler yakından incelendiğinde onun en yüce değil "yüce" bir ahlâk üzere; yine en güzel örnek değil "güzel" bir örnek olduğundan bahsedildiği görülmektedir.
Müslüman zihninin yaptığı bu müdahale ile, artık Kur'ân'ın tamamen beşer kapasitesi içerisinde sunduğu ve bu şekliyle Müslümanlar için bir örnek-model (Paradigma) olma dışında hiçbir insanüstü nitelik atfetmediği Hz. Peygamber, artık bir paradigma olmaktan çıkarılarak Paragon yani "en mükemmel ve kusursuz insan" olarak algılanmaya başlamıştır. Bunun sonucunda, onunla ilgili eserlerde, fizik olarak Hz. Peygamberin en güzel, en güçlü, en bilgili, kısaca kusursuz ve benzersiz olduğu teması işlenmeye başlamış; öte yandan da giderek hızlanan bir başka süreçte, fevkalâde mucizevî olaylar da ona nispet edilmeye başlanmıştır. Bu sürecin ne kadar hızlı işlediğinin en açık delili ise, ilk kaynaklarda neredeyse bir elin parmakları sayısını geçmeyen mucize rivayetlerinin, bugün gelinen noktada 3500 civarında bir sayıya ulaşmış olmasıdır.
Ama Müslümanların muhayyilesi burada da durmamıştır. Çünkü mucizeler aslında peygamberlerin inanmayanlara karşı davalarını ispat sadedinde Allah'ın inayetiyle gösterdiği harikulade olaylar iken; iş bununla sınırlı kalmamış ve bizzat Hz. Peygamberin fizîkî varlığının mucizevî bir niteliğe büründürülmesine kadar varmıştır. Bu yapılırken de, geçmiş peygamberlere ait mucizevî özelliklerin birer benzerinin Hz. Peygambere de izafe edilmesi gibi bir yol izlenmiş görünmektedir.
Nitekim Hz. Peygamber'in de -Hz. İsa gibi- beşikte konuştuğu, tıpkı aydınlıkta olduğu gibi karanlıkta da görebildiği, keza arkasında iğne deliği gibi iki delik olup, elbisenin altından bile arkasını görebildiği, Hz. Aişe'nin sabah karanlığında kaybolan iğnesini Hz. Peygamberin yüzünün ışığında arayıp bulduğu, Hz. Peygambere, Âdem'den buyana yaşamış olan bütün insanların toplam aklından fazlasının verildiği, vücudunun gölgesinin olmadığı, ona otuz - kırk erkeğin cinsel gücünün verildiği, gaitasının yok olup kaybolduğu, yani yerin onu yuttuğu ve oradan mis gibi kokular geldiği, eti yenen bir koyunun kemiklerinden onu tekrar dirilttiği, yine -Hz. îsa gibi- ölüleri dirilttiği, dilsiz olanı konuşturduğu, görmeyenin gözlerini açtığı, parmaklarından su fışkırdığı, hayvanların dile gelip onunla konuştuğu, ağaçların ona selam verdiği v.s.(4) ileri sürülmüştür. Artık Hz. Peygamber Kur'ân'ın tasvir ettiği normal bir insan olmaktan tamamen çıkarılmış ve insanüstü bir varlık hâline dönüştürülmüştür. Bu amaçla onun vücûduna dair her şeyin (kan, idrar, saç-sakal, tükürük, balgam v.s.) kutsallaştırılmasıyla(5), bu dönüşümün eksik yönleri de tamamlanmıştır.
Ne var ki insan muhayyilesi sınır tanımamaktadır. Bu insanüstü-kutsal Peygamber de Müslümanları tatmin etmemiş ve bu dünyanın fizîkî sınırları dışına çıkararak Hz. Peygamberi kozmosun yaratılışının amacı ve ilk maddesi hâline getirebilmek için kolları sıvamışlardır. Bu işte en başarılı(!) ve en önde gidenler ise kuşkusuz Tasavvuf ehli olmuştur. Onlar kendilerine mahsus bir âlem tasavvuru geliştirmişler ve bu tasavvurda Hz. Peygamber'e, kozmosun yaratılışının çekirdeği olan kozmik bir güç olarak merkezî bir yer vermişlerdir. Buna göre Allah kendi nurundan latîf ve azîm bir cevher var edip, ondan bütün kâinatı bir tertip içinde yavaş yavaş yaratmıştır. Buna ilk cevher, küllî akıl veya Nûr-ı Muhammedi - Hakîkat-ı Muhammediye adı verilmiştir ki, bütün cisimlerin ve ruhların başlangıcını ve kaynağını oluşturmuştur.(6) Allah'ın kendi nurundan yarattığı bu nûr O'nun (c.c) huzurunda yüz bin sene kalmış, bu süre içerisinde Allah (c.c) gece -gündüz (?) yetmiş bin defa bu nuru düşünmüş ve daha sonra bu nurdan bütün varlıkları yaratmıştır.(7) Bu yaratılışın tafsilâtı ise şöyledir:
"Allah kendi nurundan bir parça aldı. Daha gökler, yer, arş, kürsî, cennet ve cehennem yaratılmadan 324 bin sene önce o nurdan Muhammed'in (s.a) ruhunu yarattı. (....) Sonra bir ağaç yarattı. Ona "yakın ağacı" ismini verdi. Ağacın dört dalı vardı. Muhammed'in (s.a) ruhunu bu ağacın üzerine koydu. Ruh ağacın üzerinde kırk bin sene Allah'ı tesbih etti. Sonra bu ruhun karşısında bir ayna yarattı. Muhammed'in ruhu aynaya baktı, suretini en güzel bir şekilde gördü ve beş defa secde etti. İşte bu secdeler Ümmet-i Muhammed'e farz kılınan secdelerin esasını oluşturmaktadır. Sonra Hak nurdan zincirlerle arasında asılı olan nûranî bir kandil yarattı ve Muhammed'in ruhuna, kandil içine yerleşmesini emretti. Ruh Allah'ı en güzel isimleriyle tesbih etmeye başladı. Her bir isim için bin yıl teşbihte bulundu. Rahman ismine ulaşınca Allah rahmetle O'na baktı. Bunun üzerine rûh-ı Muhammedi Allah'tan haya sebebiyle terledi. Her ter damlasından, birinin ruhu yaratıldı. Sonra ruh tesbih-i ilâhî ile meşguliyete devam etti. Kahhâr ismine ulaşınca, haşmet-i ilahiyeden dolayı mümin ve kâfirlerin sayılarınca ter döktü. Bu terler onların ruhları oldu. Allah'ın istediği kadar ruhlar bu makamda kaldılar. Sonra Hak Teâlâ onları ruhlar âleminden cisimler âlemine göndermeye başladı. Her bir ruha hikmeti gereğince bir beden yarattı. Ademi, cesedini de insanların bedensel gelişme ve üremelerine bir anahtar olarak yarattı. Bunun için Âdem cismânî belirişlerin başlangıcıdır. Bu sebeple ki Peygamberimiz (s.a) âlem ağacının tohumudur; arş, kürsî, levh ve kalemden önce gelir. Hz. Peygamber (s.a) kâinatın aslı, özüdür.(8)
Bu anlayışın Kur'ân'ın kozmogonisi ile uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur. Bilakis bunun Gnostik - Maniheist kültürle, Yunan Felsefesi (Sudur nazariyesi, Faal Akıl, Akl-ı Küllî) veya Hristiyan kültürle etkileşim sonucu ortaya çıktığına dair ciddî iddialar vardır.(9) Gnostik-Maniheist fikirlerin sûfîliğe girişinin (III./IX.yüzyılın sonlarında) ilk örneklerinden biri, Hz. Muhammed'in "Aslî nûr" olduğunu ihtiva eden nazariyedir. "Ontolojik hakikatin Allah'tan sonra gelen unsuru" demek olan bu nûr, İbni Arabi'nin (VlI./XIİI.yüzyılda) fikirleri sayesinde sûfiliğin ana doktrini hâline gelmiştir.(10) Daha sonraları ise, tasavvufun geniş halk kitleleri nezdinde yaygınlaşması ve bu süreçte yazılan popüler tasavvufî eserler, özellikle de tasavvuf edebiyatına ait edebî ürünler yoluyla bu anlayış iyice yerleşik bir hal almıştır. Kökleşen bu anlayışın bugün de hâlâ güçlü bir biçimde etkisini sürdürdüğünün en önemli delili ise, "Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım" sözünün bir hadis (?) olarak neredeyse hepimizin zihnine kazınmış olmasıdır.
Dipnotlar
(1) Bu süreç Hz. Peygamberle de sınırlı kalmamış; sahabe, ulemâ, meşâyıh, evliya ve özellikle de ricâlü-l gayb'ı içerecek şekilde genişletilmiştir.
(2) Bkz, 2, el-Bakara, 159; 3, Âli İmrân, 164; 16, en-Nahl, 43; 17, el-İsrâ, 93; 18, el-Kehf, 110; 21, el-Enbiyâ, 7, 107; 25, el-Furkân. 7; 33, el-Ahzâb, 21, 40; 41, Fussılet. 6.
(3)Bkz; 17, el-İsrâ, 59.
(4)Geniş bilgi için bkz; es-Suyûtî, el-Hasâisu'l-Kubrâ (Lübnan, Tsz). 1.53-71; 11.67-91
(5)Hacı Musa Bağcı, Hz. Peygamberin Beşerî Yönü (A.Ü.İ.F. Yayımlanmamış doktora tezi, Ank.,1999), s.215-261.
(6) Yrd.Doç.Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadisteki Dayanakları (Ank., 2000), s- 96, 114.
(7) a.g.e. s.114.
(8) a.g.e. s.117.
(9) a.g.e. s.119-120.
(10) a.g.e. s.119.
Hz. Peygamber Tasavvurumuzun Dönüşümü:
Paradigma’dan Paragon’a, Paragon’dan Kozmik İlkeye*
Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu
Tarihinin en ciddî krizlerinden birini yaşamakta olan İslam Dünyası, köklü bir zihniyet değişikliği geçirmek mecburiyetindedir. Bu mecburiyet her geçen gün kendisini giderek daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Bu tür bir zihniyet analizini, İslam düşüncesinin hemen her alanında gerçekleştirmek gerekli ise de, Sünnet-Hadis-Siyer-Şemâil alanının öncelikli alanların başında geldiği rahatlıkla ifade edilebilir. Bu alanda daha dar çerçevede bir konu seçmek gerekirse, Müslümanların Peygamber tasavvurlarından daha uygun bir örnek olamaz. Zira sadece Müslümanların on dört asır boyunca oluşturdukları çeşitli Peygamber tasavvurlarının analizi bile, şu an İslam dünyasının yaşadığı düşünce krizine yol açan tıkanmaların teşhisi için bize pek çok ipucu sunacaktır.
Kur'ân'ın Allah, âhiret, din, vahiy, kitap v.b. temel kavramlarıyla mukayese edildiğinde, Peygamberlik yönü hâriç Hz. Muhammed'in (s.a.v) kimliği ön plana çıkmış görünmemektedir. Kur'ân'ın bize sunduğu Peygamber tasavvurunu kısaca "Paradigma" kavramıyla özetlemek mümkündür. Yeryüzünde yaşamış bir insanın, bir Allah elçisi olarak inananlara örnek model teşkil ettiğini ifade etmekten öte bir anlamı olmayan bu anlayış, zaman içerisinde "Paragon" yani en mükemmel örnek, diğer bir ifadeyle "İnsan-ı kâmil (Süperman)" düzeyine doğru bir gelişme kaydetmiştir. Fakat bu gelişme bu noktada durmamış ve daha da ilerleyerek nihayetinde, bütün kozmos'un varlık sebebi ve mayası olan kozmik bir güce (Nûr-ı Muhammedî - Muhammediye) dönüşmüştür.
Bu dönüşümü sağlayan mekanizmaların tahlilinin, bugünkü zihniyet problemlerinin teşhisinde önemli ipuçları sağlayacağından emin olabiliriz. Zira bu dönüşüm sürecinde insanî olanın insanüstü; tarihî olanın tarihüstü, hatâ edebilir olanın hatâ etmez, bölgesel olanın evrensel, değişebilir olanın değişmez statüsüne yükseltildiğini; tarihte yaşamış gerçek bir insan-peygamber anlayışından mitolojik bir Peygamber anlayışına geçişe zemin hazırlandığını görüyoruz.(1) Bu geçiş sıradan bir değişim olmayıp, derin epistemolojik ve metodolojik kökleri de olan bir sürece işaret etmektedir. Şimdi bu süreci izlemek için başa, yani Kur'ân'a dönelim.
Kur'ân'ı baştan sona okuyan bir kimse, Hz. Peygamberin, normal insan özellikleri ve davranışları sergileyen bir şahsiyet olduğu yönündeki vurgusunu da hemen fark eder. Gerçekten de Kur'ân titiz bir şekilde incelendiğinde O'nun (s.a.v) insanüstü herhangi bir özellik taşıdığına dair en küçük bir imâda bile bulunmadığı açıkça görülür. Bazılarına göre, onun diğer insanlardan ayrıcalıklı olduğunu imâ eder görünen ayetler incelendiğinde de, aslında bu ayrıcalığın vahiy alan bir elçi olmaktan öteye geçmediği görülecektir.(2) Nitekim Kur'ân bir yandan Hz. Peygamber'in normal bir insan olduğunu ısrarla vurgularken, öte yandan müşriklerin ondan istedikleri mucize gösterme taleplerini de kesin bir dille reddetmektedir.(3) Daha açık bir ifadeyle, Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber'in insanüstü olduğuna veya önceki peygamberler gibi mucizeler gösterdiğine dâir, doğrudan veya dolaylı hiçbir bilgi yoktur.
Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, sadece ontolojik açıdan değil, davranışlarının kalitesi açısından bile Hz. Peygamber insanüstü ve erişilmez bir kişilik olarak sunulmamaktadır. Gerçi hepimiz onun "en yüce bir ahlâk üzere olduğu" ve onun insanlar için "en güzel örnek teşkil ettiği" hususunda aynı inancı paylaşıyorsak da, bu söylemin dayan dığı ayetler yakından incelendiğinde onun en yüce değil "yüce" bir ahlâk üzere; yine en güzel örnek değil "güzel" bir örnek olduğundan bahsedildiği görülmektedir.
Müslüman zihninin yaptığı bu müdahale ile, artık Kur'ân'ın tamamen beşer kapasitesi içerisinde sunduğu ve bu şekliyle Müslümanlar için bir örnek-model (Paradigma) olma dışında hiçbir insanüstü nitelik atfetmediği Hz. Peygamber, artık bir paradigma olmaktan çıkarılarak Paragon yani "en mükemmel ve kusursuz insan" olarak algılanmaya başlamıştır. Bunun sonucunda, onunla ilgili eserlerde, fizik olarak Hz. Peygamberin en güzel, en güçlü, en bilgili, kısaca kusursuz ve benzersiz olduğu teması işlenmeye başlamış; öte yandan da giderek hızlanan bir başka süreçte, fevkalâde mucizevî olaylar da ona nispet edilmeye başlanmıştır. Bu sürecin ne kadar hızlı işlediğinin en açık delili ise, ilk kaynaklarda neredeyse bir elin parmakları sayısını geçmeyen mucize rivayetlerinin, bugün gelinen noktada 3500 civarında bir sayıya ulaşmış olmasıdır.
Ama Müslümanların muhayyilesi burada da durmamıştır. Çünkü mucizeler aslında peygamberlerin inanmayanlara karşı davalarını ispat sadedinde Allah'ın inayetiyle gösterdiği harikulade olaylar iken; iş bununla sınırlı kalmamış ve bizzat Hz. Peygamberin fizîkî varlığının mucizevî bir niteliğe büründürülmesine kadar varmıştır. Bu yapılırken de, geçmiş peygamberlere ait mucizevî özelliklerin birer benzerinin Hz. Peygambere de izafe edilmesi gibi bir yol izlenmiş görünmektedir.
Nitekim Hz. Peygamber'in de -Hz. İsa gibi- beşikte konuştuğu, tıpkı aydınlıkta olduğu gibi karanlıkta da görebildiği, keza arkasında iğne deliği gibi iki delik olup, elbisenin altından bile arkasını görebildiği, Hz. Aişe'nin sabah karanlığında kaybolan iğnesini Hz. Peygamberin yüzünün ışığında arayıp bulduğu, Hz. Peygambere, Âdem'den buyana yaşamış olan bütün insanların toplam aklından fazlasının verildiği, vücudunun gölgesinin olmadığı, ona otuz - kırk erkeğin cinsel gücünün verildiği, gaitasının yok olup kaybolduğu, yani yerin onu yuttuğu ve oradan mis gibi kokular geldiği, eti yenen bir koyunun kemiklerinden onu tekrar dirilttiği, yine -Hz. îsa gibi- ölüleri dirilttiği, dilsiz olanı konuşturduğu, görmeyenin gözlerini açtığı, parmaklarından su fışkırdığı, hayvanların dile gelip onunla konuştuğu, ağaçların ona selam verdiği v.s.(4) ileri sürülmüştür. Artık Hz. Peygamber Kur'ân'ın tasvir ettiği normal bir insan olmaktan tamamen çıkarılmış ve insanüstü bir varlık hâline dönüştürülmüştür. Bu amaçla onun vücûduna dair her şeyin (kan, idrar, saç-sakal, tükürük, balgam v.s.) kutsallaştırılmasıyla(5), bu dönüşümün eksik yönleri de tamamlanmıştır.
Ne var ki insan muhayyilesi sınır tanımamaktadır. Bu insanüstü-kutsal Peygamber de Müslümanları tatmin etmemiş ve bu dünyanın fizîkî sınırları dışına çıkararak Hz. Peygamberi kozmosun yaratılışının amacı ve ilk maddesi hâline getirebilmek için kolları sıvamışlardır. Bu işte en başarılı(!) ve en önde gidenler ise kuşkusuz Tasavvuf ehli olmuştur. Onlar kendilerine mahsus bir âlem tasavvuru geliştirmişler ve bu tasavvurda Hz. Peygamber'e, kozmosun yaratılışının çekirdeği olan kozmik bir güç olarak merkezî bir yer vermişlerdir. Buna göre Allah kendi nurundan latîf ve azîm bir cevher var edip, ondan bütün kâinatı bir tertip içinde yavaş yavaş yaratmıştır. Buna ilk cevher, küllî akıl veya Nûr-ı Muhammedi - Hakîkat-ı Muhammediye adı verilmiştir ki, bütün cisimlerin ve ruhların başlangıcını ve kaynağını oluşturmuştur.(6) Allah'ın kendi nurundan yarattığı bu nûr O'nun (c.c) huzurunda yüz bin sene kalmış, bu süre içerisinde Allah (c.c) gece -gündüz (?) yetmiş bin defa bu nuru düşünmüş ve daha sonra bu nurdan bütün varlıkları yaratmıştır.(7) Bu yaratılışın tafsilâtı ise şöyledir:
"Allah kendi nurundan bir parça aldı. Daha gökler, yer, arş, kürsî, cennet ve cehennem yaratılmadan 324 bin sene önce o nurdan Muhammed'in (s.a) ruhunu yarattı. (....) Sonra bir ağaç yarattı. Ona "yakın ağacı" ismini verdi. Ağacın dört dalı vardı. Muhammed'in (s.a) ruhunu bu ağacın üzerine koydu. Ruh ağacın üzerinde kırk bin sene Allah'ı tesbih etti. Sonra bu ruhun karşısında bir ayna yarattı. Muhammed'in ruhu aynaya baktı, suretini en güzel bir şekilde gördü ve beş defa secde etti. İşte bu secdeler Ümmet-i Muhammed'e farz kılınan secdelerin esasını oluşturmaktadır. Sonra Hak nurdan zincirlerle arasında asılı olan nûranî bir kandil yarattı ve Muhammed'in ruhuna, kandil içine yerleşmesini emretti. Ruh Allah'ı en güzel isimleriyle tesbih etmeye başladı. Her bir isim için bin yıl teşbihte bulundu. Rahman ismine ulaşınca Allah rahmetle O'na baktı. Bunun üzerine rûh-ı Muhammedi Allah'tan haya sebebiyle terledi. Her ter damlasından, birinin ruhu yaratıldı. Sonra ruh tesbih-i ilâhî ile meşguliyete devam etti. Kahhâr ismine ulaşınca, haşmet-i ilahiyeden dolayı mümin ve kâfirlerin sayılarınca ter döktü. Bu terler onların ruhları oldu. Allah'ın istediği kadar ruhlar bu makamda kaldılar. Sonra Hak Teâlâ onları ruhlar âleminden cisimler âlemine göndermeye başladı. Her bir ruha hikmeti gereğince bir beden yarattı. Ademi, cesedini de insanların bedensel gelişme ve üremelerine bir anahtar olarak yarattı. Bunun için Âdem cismânî belirişlerin başlangıcıdır. Bu sebeple ki Peygamberimiz (s.a) âlem ağacının tohumudur; arş, kürsî, levh ve kalemden önce gelir. Hz. Peygamber (s.a) kâinatın aslı, özüdür.(8)
Bu anlayışın Kur'ân'ın kozmogonisi ile uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur. Bilakis bunun Gnostik - Maniheist kültürle, Yunan Felsefesi (Sudur nazariyesi, Faal Akıl, Akl-ı Küllî) veya Hristiyan kültürle etkileşim sonucu ortaya çıktığına dair ciddî iddialar vardır.(9) Gnostik-Maniheist fikirlerin sûfîliğe girişinin (III./IX.yüzyılın sonlarında) ilk örneklerinden biri, Hz. Muhammed'in "Aslî nûr" olduğunu ihtiva eden nazariyedir. "Ontolojik hakikatin Allah'tan sonra gelen unsuru" demek olan bu nûr, İbni Arabi'nin (VlI./XIİI.yüzyılda) fikirleri sayesinde sûfiliğin ana doktrini hâline gelmiştir.(10) Daha sonraları ise, tasavvufun geniş halk kitleleri nezdinde yaygınlaşması ve bu süreçte yazılan popüler tasavvufî eserler, özellikle de tasavvuf edebiyatına ait edebî ürünler yoluyla bu anlayış iyice yerleşik bir hal almıştır. Kökleşen bu anlayışın bugün de hâlâ güçlü bir biçimde etkisini sürdürdüğünün en önemli delili ise, "Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım" sözünün bir hadis (?) olarak neredeyse hepimizin zihnine kazınmış olmasıdır.
Dipnotlar
(1) Bu süreç Hz. Peygamberle de sınırlı kalmamış; sahabe, ulemâ, meşâyıh, evliya ve özellikle de ricâlü-l gayb'ı içerecek şekilde genişletilmiştir.
(2) Bkz, 2, el-Bakara, 159; 3, Âli İmrân, 164; 16, en-Nahl, 43; 17, el-İsrâ, 93; 18, el-Kehf, 110; 21, el-Enbiyâ, 7, 107; 25, el-Furkân. 7; 33, el-Ahzâb, 21, 40; 41, Fussılet. 6.
(3)Bkz; 17, el-İsrâ, 59.
(4)Geniş bilgi için bkz; es-Suyûtî, el-Hasâisu'l-Kubrâ (Lübnan, Tsz). 1.53-71; 11.67-91
(5)Hacı Musa Bağcı, Hz. Peygamberin Beşerî Yönü (A.Ü.İ.F. Yayımlanmamış doktora tezi, Ank.,1999), s.215-261.
(6) Yrd.Doç.Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadisteki Dayanakları (Ank., 2000), s- 96, 114.
(7) a.g.e. s.114.
(8) a.g.e. s.117.
(9) a.g.e. s.119-120.
(10) a.g.e. s.119.