Bir toplum veya ümmetin, birlik ve beraberlik içersinde olduğu müddetçe hiçbir emperyalist güç tarafından mahkum ve mağlup edilmesi söz konusu olamaz. Çünkü en güçlü silahla dona*tılmış. Birlik silahı, vahdet silahı…
Emperyalist gücün gerek yerlisi, ve gerekse yabancısının, bir toplum ve ümmete galip olabil*mek için ilk düşündüğü plan; Tefrika, ve bölme ve birbirine düşürme planıdır. Bunu iyice sağla*dıktan sonra egemenliğini kurar, emperyalist emelini gerçekleştirir. Söz konusu olan bu yöntem ne ilktir ne de son, belki tarihsel süreç içersinde egemen olan tüm emperyalist tağuti güçlerin değişmeyen tuzak ve planlarındandır. Kitab-ı Kerim’de Kasas Süresi’nin dördüncü ayetinde Al*lah-u Teala, o tağuti plana işaretten şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki, Firavun yeryüzünde bü*yüklenmiş ve oranın halkını bir takım fırkalara ayırıp bölmüştü…” İşte bugünkü emperyalist, kapitalist, bölücü sınıfçı ve Allah’ın hakimiyetini gasp eden Firavun taklitçileri; kendi hakimiyetle*rini iddia etmekle, uluhiyetini ve Rububiyetini ilan eden eski önderleri; Mısır Firavunu’na tabi olmaktadırlar. Çağın, günün, toplumun ve ümmetin hassasiyetlerine göre tefrika unsurunu seçip sahneye koymaktadırlar. Tefrika konusu ulus meselesi ise ulusal mesele, mezhep meselesi ise mezhebi mesele olarak gündeme getirmektedirler. Neticede toplumun sosyal hayatını alt-üst ederler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Yakın tarihte Osmanlı Devleti bünyesinde Arapçılık ve Turancılık gibi ulusalcı akımların sonucunda emperyalist emellerin gerçekleşmiş olması zihinler*den daha silinmemiştir.
Bugün İslam dünyasında konumuz açısından tahlil ettiğimizde vaziyet oldukça vahimdir. İslami nizamda, İlahi şeriattan uzaklaşmış cahili devletler ve cahili hükümetlerle karşılaşıyoruz. Sosyalizm, Kapitalizm ve Demokratik-Laik kültür sistemleriyle idare ediliyoruz. Yönetim ve ide*oloji açısından İslam dünyasıyla ve Avrupa dünyasının aynileştiği bir süreci yaşıyoruz. Ancak bu olumsuz sürece rağmen İslam dünyasında Müslüman halklar arasında İslam’ı iyi kavramış ve küfür sistemlerini iyi tanımış İslami güçler tezahür etmiş bulunuyor. Bu yeni İslami doğuş, mez*hebi farklılıklara ve ulusal özelliklere takılmaksızın İslami ümmetiyle dayanışma içersinde olup İslam’ın hakimiyetini kendine hedef seçmiştir, ümmeti hedef seçmiştir. Çünkü bugün Müslü*manlarla emperyalistler arasında savaş İslam ile küfür savaşıdır. Küfür dünyası kendine hedef olarak mezhebi değil, İslam’ı hedef seçmiştir, ümmeti hedef seçmiştir. Hedeflerine ulaşmak için İslam ümmeti arasında mezhep taassubunu taktik olarak kullanmayı da unutmamıştır. Emperya*listler şartlara göre, gah Sünni, gah Şii kesilirler. Örneğin anti-emperyalist olan İran İslam İnkı*labı’na karşı, yapay Sünni olarak ortaya çıkarlar.
Şimdi İslam nedir, mezhep nedir? Soruları üzerinde biraz duralım. Cibril-i Emin insan sure*tinde Resulullah’a (s.a.v) gelerek imanı, İslam’ı ve ihsanı sorar. Resulullah (s.a.v) da bu soruları cevaplandırır. İslam sorusuna şöyle cevap verir. “Allah’ın varlığına, birliğine inanacaksın. Mu*hammed’i Resul kabul edeceksin. Namaz kılacaksın, oruç tutacaksın, zekat vereceksin, gücün varsa hacca gideceksin.”
Hz. Muhammed’e (s.a.v) inanmak, Kitab-ı Kerim’e de inanmayı zorunlu kılar. Çünkü Kitab-ı Kerim beşeri hayatın ve toplumsal düzenin kurtuluş reçetesidir. Küfür dünyası ve emperyaliz*minin İslam’ı ve Kuran’ı yeryüzünden kaldırmak için çırpınmaları İslam’ın bu fonksiyonuna bi*naen olsa gerek. Müsteşrik emperyalist Glatson Kur’an’ı Kerim’i eline alarak şöyle diyor: “Bu Kur’an var oldukça Avrupa şark üzerinde kendi egemenliğini kuramaz. Gördüğümüz kadarıyla emniyet ve güvenlik içinde de kalamaz.” Öte yandan Lozan antlaşmasın’da Türkiye’nın bağım*sızlığı kabul edilirken İngiltere Dışişleri Bakanı Cruzon parlamentoda Türkiye’ye bağımsızlık ve*rildiği için sert eleştirilere tabi tutulur. Cruzon, eleştirileri şöyle cevaplandırır: “Artık Türkiye diye bir şey yok, bundan sonra da olamaz. Çünkü onun kuvvet kaynağını teşkil eden ana unsurunu öldürdük. (İslam ve hilafeti)”
Dikkat ediniz, bizce İslam’ın ruhuna tam uymayan o hilafet, emperyalistler tarafından tehlikeli bulunuyordu. Zira İslam’ın bir yönetim şekliydi, birlik ve vahdet sembolüydü, emperyalist saldı*rılara karşı direnç gücüydü. İşte kısaca İslam budur, Kur’an’ın açık, net ahkamlarıdır. Bu İslam küfür dünyası tarafından hedef seçilmiştir.
Mezhep meselesine gelince. Mezhep, bir müçtehidin kitap ve sünnet ışığı altında fikir yürüte*rek benimsediği yorumlardır. Daha açık bir ifade ile müctehidin benimsediği zanni görüşlerdir. Yani kat’i olmayan zanni düşüncelerdir. İsabet de etmiş olabilir, hataya da düşmüş olabilir. Bununla beraber yine de bir ecir kazanır.
Çünkü ilmi güç ve takatini sarf etmiştir. İçtihat seviye*sine yükselen her bir müçtehid için özel bir mezheb vardır. Kendi içtihadını, mezhebini redde*den şer’i bir hüccet eline geçmezse kendi içtihadıyla amel etmek zorundadır, başka bir müçte*hidi taklid etmesi haramdır. Ama içtihad seviyesinde olmayan herhangi bir Müslüman istediği bir müçtehidi taklid edebilir. İşte mezheb ve içtihad kavramı budur. Sahabe’i kiram’a ait mezhepler var, tabiinlere ait mezhepler var ve diğer meşhur imamlara ait mezhepler var. Hatta bir mezhep içersinde dahi ehli tahriç olan ‘müçtehid fi’l-mezheb’ vardır. Bağlı bulunduğu mezheb imamının usul ve kaidelerine muvafık veya muhalif içtihadları, mezhebleri vardır. Kuvvetli görüşe göre o mezheb asıl mezhebden sayılmaz,(1) mustakil mezheb olur. Yani her ne kadar ehl-i tahriç olan ‘müçtehid fi’l-mezheb’ bağlı bulunduğu mezhebe intisab edilse de, mezheb imamın usul ve kaideleri ışığı altında içtihad ederse de-Şafii mezhebinde Müzenni, Rabi, Buveyti İmamı Haremeyn, İmam-ı Gazali, İbni Dakik Eliydi; Hanefi mezhebinde, Ebu Yusuf, Ebu Muhammed ve Zufer gibi zatlar- yine onların içtihadları en sahih görüşe göre asıl mezheb sayılmaz ve asıl mezhebe intisab edilmez. Belki o ‘müçtehid fi’l-mezheb’ alimlerin mezhebleri olur. Örneğin Şafii mezhe*binde alimler tarafından çok itina gösterilen Minhac ismiyle İmam Nevevi’nin fıkha ilişkin bir kitabı vardır. O kitapta bazı fıkhı istilahlar var.
Örneğin ‘Ezher’, ‘Meşhur’, ‘Kadim’, ‘Cedid’, ‘Nas’ gibi tabirler var. Bu tabirler adı altında geçen tüm fıkhı meseleler İmam Şafii’nin kendi görüşleridir. Oysa İmam Şafii’nin görüşleri bu kitabın % 30’unu teşkil ediyor. Geriye kalan % 70 ise Şafii mezhebinde ehl-i tahriç olan ashabinin görüşleridir, yani müçtehid fi’l-mezheblerindir. Demek ki Şafii olduğumuz halde Şafii mezhebi adı altında tabi olduğumuz mezhebin %30’unda İmam Şafii’ye uymuş oluyoruz. Bu mezhebin %70’inde ise assah, sahih, evceh gibi fıkhi istilahlar adı altında ehl-i tahriçten olan mezhebte müçtehid alim*lerin görüşleri ile amel etmekteyiz.(2) Hanefi mezhebinde de durum böyledir. İmam Gazali, (El menhul) adıyla bilinen usul-i fıkıh kitabında; Ebu Yusuf ve Muhammed’in mezhebinin üçte iki*sinde Ebu Hanife’ye muhalefet ettikleri belirtilmektedir.(3) Yani Hanefi mezhebi olarak bilinen mezhebin %70’i Ebu Yusuf ve Muhammed’e geriye kalan %30 ise Ebu Hanife’ye ait görüşlerden oluşmaktadır. Sonuçta dört mezheb de kalmıyor farkında olmadan bir çok mezheble amel etmiş oluyoruz. Verdiğimiz bilgilerden anlaşılıyor ki kendini Şafii veya Hanefi olarak gösteren bir mukallid, mezhebinin ancak %25-30’unda Şafii veya Hanefi’ye uymakta, %70-75’inde ise Muzeni, Rabi, Gazali, Ebu Yusuf, Muhammed ve Zufer gibi alimlerin görüşlerine tabi olmaktadır. Ashab, Tabiin, İmam Davut, Evzai, Sufyan-i Servi, Taberi gibi alimlerin mezheplerini göz ardı etsek bile; “yalnız dört mezheb ve dört büyük imam vardır, başkalarının mezhebleriyle amel edilemez,” diyenler yine de ilmi geerçeklerden uzaktırlar ve gaflettedirler. Çünkü hangi müçte*hidi taklid ettiklerinin ve başka mezheblerle amel ettiklerinin şuurunda değildirler. “ehl-i tahriçten olup mezhebde müçtehid olanlar da belli bir mezhebe mensupturlar, farklı görüşleri de aynı mezhebe nisbet edilir,”şeklinde bir gerekçe öne sürseler bile bu gerekçeleri kabul edilmez. Zira yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında ve en sahih görüşe göre bu müçtehidlerin görüşleri kendilerine nisbet edilir ve farklı bir mezheb olarak kabul edilir.
Asıl konuya girmeden önce ashab, tabiin ve diğer imamlar arasında farklı mezheb ve içtihadların nasıl doğduğunu, aralarında ki ihtilaf sebeblerini ele almakta fayda vardır.
a- bir sahabe Resulullah’ın (s.a.v) yanındayken Resulullah(s.a.v) bir hükmü açıklamış,işiten sa*habe de onunla amel etmiştir. Orada bulunmayıp işitmeyen diğer sahabiler ise o konuda içtihada başvurmuşlardır. Bazısının içtihadı isabet etmiş, böylece içtihadı ihtilaf tezahür etmemiştir. Ba*zısı da içtihadlarında hata ettiklerinden sonuçta farklı bir içtihad ve mezhebi görüş ortaya çık*mıştır. Mesela, Hz. Aişe’den (r.a); “Ben kapının yanında Resulullah’a(s.a.v) soru soran birini gör*düm: “Ya Resulullah (s.a.v) sabahleyin cünup olarak kalktığım halda oruç tutmayı düşünüyorum, ne dersiniz?” diye sorunca Resulullah (s.a.v) da: “Ben de cünup olarak sabahladığımda oruç tutmayı düşünüyor, gusul ederek o günkü oruca devam ediyorum.”(4) şeklinde cevap verdi.” Bu rivayete rağmen Ebu Hureyre’nin bundan haberdar olmadığından: “Herhangi bir kimse cünup olarak sa*bahlarsa orucu bozulur.” Dediği Buhari ve Müslim’de rivayet olunmuştur.
İşte iki sahabi rasında mezhebi görüş ayrılığı ve ihtilafa bir örnek…
b-Müslim’in rivayetine göre İbn Ömer kadınlara gusül esnasında saç ögülerini açmalarını em*rediyordu. Hz. Aişe bunu duyunca hayret ederek; “İbn Ömer niçin saçlarını traş etmelerini de emretmiyor, bari bunu da emretsin. Ben ve Resulullah (s.a.v) aynı kaptan gusül ederdik, gusül esnasında başıma üç defa su dökmekten başka bir şey yapmazdım.” Demişti.(5)
İşte İbn Ömer İle Hz. Aişe arasındaki bu ihtilafta konu Hz. Aişe’yi ilgilendirdiği için en doğru fetva validemizindir.
c-Bir sahabi bir rivayetin metnini iyice hazfetmediği veya metnin bir parçasının unuttuğunda ihtilaf çıkmıştır.
Yine sahabeden İbn Ömer: “Ölü özerinde ağlamak ölüye azab çektirir” şeklinde fetva vermiştir. Hz. Aişe fetvaya karşı çıkmıştır. İmam Ahmed, Buhari, Nesei, ve diğerinin rivayetlerine göre Hz. Aişe “Allah İbn Ömer’i affetsin. O yalan söylememiş belki unutmuş veya hataya düşmüştür. Resulullah (s.a.v) Yahudi bir kadının mezarının yanında ağlayanları gördü. Bunun üzerine Resulullah’ın: “Onlar ağlarken, ölü de azab çekiyor.” Dediğini rivayet etmiştir.” (6)
a-Farklı anlamlara gelebilen lafızlardan doğan ayrı içtihad ve görüşler. Mesela: "Veya ka*dınlara dokunduğunuz zaman…" ayetinde geçen ‘lems/dokunma’ sözcüğünün anlamı üze*rinde İmam Şafii ve Ebu Hanife ihtilaf edip farklı içtihadlarda bulunmuşlardır. İmam Şafii ‘lems/dokunma’ sözcüğü mecaz ve kinaye olmayıp ‘dokunma’ şeklindeki gerçek manasını ifade eder, diye görüş belirtmiştir. Ebu Hanife ise “Her ne kadar bu sözcüğün gerçek manası dokunma ise de burada mecazi manası olan cinsel ilişki anlamında kullanılmıştır:” Bu edebi üslubla hitab etmek o günkü arap toplumunda yaygındı. Bu mecazi mana hakiki-gerçek manadan daha fazla şöhret kazanmıştı. Böyle olunca mecaz tercihe şayandır. Gerçek mana varken mecaza gidilmez kuralı ise mecazi mana hakiki manadan daha fazla şöhret kazanmamışsa doğrudur, demiştir.
b-Müçtehide, mevcut bir konu hakkında sahih hadis rivayeti ulaşmadığı zaman, kıyas yapmak zorunda kalarak görüş belirtir. Bu durum da sahih rivayete muhalif bir görüş (mezheb) ortaya çıkardı.
c-Bir müçtehid bir konu hakkındaki gelen hadis rivayetini kendi ölçüleri dahilinde sahih kabul ederken, diğer bir müçtehid aynı hadis rivayetini zayıf kabul edip içtihad etme durumunda kalır. Böylece ayrı ayrı görüşler (mezhepler) ortaya çıkardı.
d-Yahut bir konu hakkında sahih rivayet olur, bir de aynı konuyla ilgili Medine ehlinin uygu*laması bulunurdu. Bazıları sahih rivayeti kabul ederken; bazısı ise Medine ehlinin uygulamasını ter*cih ederdi. Netice itibarıyla birbirine zıt iki görüş (mezheb) ortaya çıkardı. Mesela; Buhari ve Müslim’in rivayet ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) “Alıcı ve satıcı mecliste (alış veriş yeri) birbirinden ayrılıncaya kadar (cayma) pişmanlık hakkına sahiptirler.” Buyurur. İmam malik ise Medine ehlin uygulamasına itibar ederek: “Pişmanlık hakkı yoktur” demiştir. Dolasıyla iki ayrı görüş (mezhep) ortaya çıkmıştır.
e-İmam Ebu Hanife tüm Müslümanların mübtela olduğu (karşılaştığı) bir konuya dair ahad olan rivayeti sahih olsa dahi reddedip şer’i delil olarak kabul etmez. Rivayetin tevatür yoluyla olmasını şart koşar.
Ama geriye kalan müçtehidler ise bu görüşe muhalefet edip ahad ve sahih olan rivayetleri şer’i delil (hüccet) olarak kabul ederler.
Hatta namazda iken el kaldırmaya dair Buhari’de geçen hadis 60 sahabeden rivayet edilmiş ol*duğu halde Hanefiler bu rivayeti nazar-ı itibara almamışlardır. Yukarıda anlattığımız gibi mezheb imamları her ne kadar birbirinden farklı görüşler (mezhebler) ortaya koymuşlarsa da, bununla beraber birbirilerin görüşlerine de saygılı olmuşlardır. Sahih rivayete karşı çıkıyorsunuz diye kıyameti koparmamışlardır. Fakat bazıları; ahad olmasına rağmen, Sebure El-Cuheni’nin Mut’a’nın yasaklanışı hakkında rivayetine Şia muhalefet ediyor diye, Şia’ya propaganda savaşı açıyor ve bu konu ile ilgili (Mut’a) görüşlerine de içtihad gözüyle bakmıyorlar.
Bakınız İmam Şafii’nin insafına, gerçekçi müçtehidin bakış açısına! Tüm içtihadı ve hasas me*selelerde bizlere ölçü olması gereken görüşlerine.
“Mut’a nikahını helal kılan; onunla fetva veren ve amel eden kişinin şahadeti (şahitliği) red edilemez, çünkü onu caiz gören, onunla fetva veren ve onunla amel eden öncü mücahidler bili*yoruz.
Ama o (Mut’a) içtihadımıza göre mekruh ve haramdır. Her ne kadar bizler o öncü insanlara muhalefet edip görüşlerini terk etmişsek de bu onları cerh edip eleştiriyoruz anlamına gelmez. Onları ‘Hataya düştünüz, allah’ın haram kıldığı bir şeyi helal kıldınız’ diye suçlamıyoruz. Çünkü onlar hakkında böyle bir şey iddia ettiğimizde onlar da bizleri hataya düşmekle, Allah’ın helal kıldığı bir şeyi haram kılmakla suçlayacaklardır.”(7)
İşte insafa, işte ictihadi meselelere bakış açısının ölçüsüne, gerçek metoda ve tüm mezhebi taasupları ortadan kaldıran İmam Şafii’nin barışçı ilkesine bakınız. Bizler nerede gerçekçilik ne*rede.
Şunu kesin olarak bilmeliyiz ki, müçtehid imamların içtihadından doğan mezhebi farklılıklar konu itibariyle ne kadar hassas olursa olsun, akıl onu istikbah etse de (çirkin görse de) tabiata aykırı olsa da, yine de saygiyla karşılamak ve cerhetmemek gerekmektedir. Çünkü Ehl-i Sünnet akidesine göre hüsn (iyilik ve güzelik) ve kubh (çirkinlik) şer’idir. Yani güzelik ve çirkinlik Allah’ın (c.c) emrine tabidir. Aklın hükmüne değil… Böyle olmasına rağmen bazı kardeşlerimiz (Ehl-i Sünnet mensubu olduklarını iddia eden) akıl ve tabiata göre hüküm vermekle Ehl-i Sünnetin çizgisinden çıktıklarının farkında değiller.
Bir de şunu hatırlatmakta fayda görüyorum.
Ebu Yusuf, Muhammed, İmam Gazali, İmam Eş’ari, Kadi Ebubekir, el Bakillani, Şafii ashabından İbn-i Sureyc ve Muhammed el Kerhi gibi ulemadan bazı şahsiyetlerin rivayetlerine göre İmam Ebu Hanife ve cumhuru mütekellimin (kelam ehlinin cumhur uleması): Bütün müçtehidler, musibdir (hakka isabet etmiştir) diye fetva vermişlerdir.(8) Çünkü Allah’ın hükümleri müçtehidin zanına tabidir. Yani hak bir değil belki de müteaddittir.
İşte bundan dolayıdır ki, Harun Reşit hacamat sırtından kan aldırmak) yapmış olmasına rağ*men İmam olmuş Ebu Yusuf da ona uyup namazını da iade etmemiştir.
Yine İmam Ahmed de burnundan akan kanın abdesti bozacağına inanıyordu. Buna rağmen kendisine “burnundan kan akan birinin ardında namaza durabilir misin?” sorusuna karşılık İmam Ahmed, “İmam Malik ve Said bin el Müseyyeb’in arkasında nasıl namaz kılmam diye cevap ver*miştir.”(9)
Evet elbette ki, tüm müçtehidlerin hak üzere olduklarını ileri süren zatları –ki İmam Ahmed’den de böyle bir rivayet vardır- birbirilerine iktidada (uymada) her hangi bir sakınca görmemektedirler.
‘yalnız bir müçtehid hak üzeredir, diğerleri yanlıştır. Hak birdir, çok değildir’ diyenler, müçtehid zatlardan hataya düşenlere saygı gösterip bir ecir kazanmış olurlar. Çünkü o hakkın belli olmadığının ya da kimin elinde bulunduğunun kesin bir delili yoktur. Ama maalesef mez*heplerin doğuşundan bugüne kadar uzanan tarihi süreç içinde mezheb taasubundan dolayı üzücü savaş, kargaşa, kavga tipi olaylarla karşılaşıyoruz.
Devam >>>