Gerçek bilgi, öğrenilen değil, öğretilen bilgidir...
...Ben ümmiyim.Ümmînin iki anlamı vardır: Birinci anlamı yazmayan, okumayandır. Halkın çoğu ümmî sözünden bu anlamı anlar. Fakat gerçeğe erenlerce; sözün, işin gerçeğini bilenlerce ümmînin anlamı şudur: Başkalarının elle, kalemle yazdıklarını o, elsiz, kalemsiz yazar; başkaları olmuş, geçmiş şeyleri hikâye ederler; o ise gaybdan bahseder; henüz olmamış ve gelmemiş; fakat olacak, gelecek şeyleri hikâye eder.
Canı olan, olmuş şeyi görür;
Olmamış şeyi görense, bambaşka bir varlıktır.
Ey Muhammed, sen ümmiydin, yetimdin. Bir baban, bir anan yoktu ki, seni mektebe götürsün; yazı ve hüner öğretsin sana. Bu kadar bilgiyi, irfânı nereden öğrendin? Varlığın başlangıcından beri âleme gelen, âlemde olan her şeyi adım-adım anlattın; herkesin kutluluğundan, kutsuzluğundan haber verdin; cennet bahçelerini ağaç-ağaç gösterdin; hûrilerin kulaklarındaki küpelere varıncaya dek haber verdin. Cehennem zindanlarını çukur-çukur, bucak-bucak anlattın. Âlemin sonuna dek, (sonu da yoktur ya) ne olacaksa hepsini ders halinde söyledin. Peki, bütün bunları kimden öğrendin, hangi mektebe gittin?
Muhammed (S.A.V.) dedi ki: Benim kimim-kimsem yoktu, yetimdim; kimsesizlerin kimsesi hocam oldu benim; «Rahmân, Kur’ân’ı öğretti» hükmünce o öğretti bana. Yoksa bu bilgiyi halktan öğrenmeye kalksaydım yüzlerce, binlerce yıl gerekti; öğrensem bile bu bilgi, taklitle elde edilmiş olurdu; onun anahtarları, bilenin elinde olamazdı. Eklenti-bağlantı olurdu, özden meydana gelmiş bir bilgi olmazdı. Böyle bilginin yazısı, çizisi, şekli sûreti olurdu; bilginin gerçeği, özü-canı olmazdı... (7.Meclis, s.96,97)
Bismillâhirrahmanirrahim
(Rahmân ve Rahîm olanın adıyla) sözünün anlamı:
“Adıyla” sözünde, bütün tefsircilerce gizli bir anlam vardır; çünkü Arap, «b» harfiyle söze başlamaz. Fakat, o gizli şey nedir? Bu hususta, aralarında ayrılık vardır. Derler ki: O gizli şey, yüce Allah’tan emirdir. Yani Allah ey kulum der; “Değil mi ki Şeytan’dan sığındın; öyleyse bu hayırlı işe, benim adımla başla da onun şerrinden kurtul!” Bazı tefsirciler derler ki: O gizli şey, kulun haber verişidir; yani kul, ey Allah’ım der, Şeytandan sana feryat ediyorum, sana sığınıyorum; sana sığınmam da, işime senin adınla başlamamdır, senin adına kaçmamdır; işime, sana ve senin adını anarak sığınıp başlamamdır: Çünkü senin kutlu adınla başlanmayan her iş, noksan kalır, sonu gelmez, verimsiz olur; bundan başka bir şey bilmiyorum ben. Peygamber demiştir ki: “Allah’ın adıyla başlanmayan her hayırlı işin sonu gelmez.” Yani Peygamber, korkulan, hayırlı ve iyi olan, faydalı bulunan herhangi bir iş, Allah adıyla başlanmazsa, o işe ne kadar çalışılırsa çalışılsın, sonu gelmez, tamamlanmaz; sonunda o iş, pişmanlıkla, ziyanla biter, buyurur. İnanmıyorsan Firavun’a, Şeddad’a, Nemrûd’a bak! Şu kadar bin araçla, adamla-orduyla, güçle-kuvvetle çalıştılar, düşündüler, dünya hazinelerini harcadılar; o saltanattan faydalanmak istediler, kendilerinin iyi bir ada-sana sahip olmalarını, uzun yıllar, iyilikle, ululukla anılmalarını dilediler, buna gönül verdiler; fakat yaptıkları işlerde, Allah’ın adına sığınmadılar; bütün işleri tersine döndü; bütün umutları baş aşağı geldi. Dostluk istediler, âleme düşman tanındılar; iyi ad-san ıssı olmayı dilediler; âlemde adları kötüye çıktı; gönüllerde ulu olmayı, saygı kazanmayı dilediler; sinekten, sivrisinekten daha hor, daha rezil bir hale geldiler. Bu sözün daha da aydınlanmasını istiyorsan, Peygamberlerin hallerine bak. Onlar, hangi işi başarmak isteseler, bu adla başlarlardı, o işe ve bu ada sığınırlardı; bu ada tapı kılarlardı; bu ada, canlarının, gönüllerinin içinde yer vermişlerdi; mallarını-mülklerini bu ada fedâ etmişlerdi. Halk bizi beğensin kaydına düşmemişlerdi. Halk onlara iyi demiş, kötü demiş umurlarında bile değildi. Onlar, halkı bu ada saygı göstermeye, bu ada sığınmaya çekmeye uğraşıyorlardı. Halk içinde, halk arasında iyi bir ada-sana sahip olalım, adımız-sanımız kalsın kaydına düşmüyorlar; bu Allah adının yüce ve ulu olmasına, bu adın ululanmasının kalmasına uğraşıyorlardı. (1.Meclis, s.40)
SUNUŞ
"Mecâlis-i Seb´a" adından anlaşıldığı gibi, Mevlânâ´nın yedi meclisinin, yedi va´zının yazılmasından meydana gelmiş bir eserdir.
Babaları Sultan al-Ulemâ Bahâeddin Muhammed Veled´in (628 H. 1231), Belh´te vaaz verdikleri, ders okuttukları malûmdur. Sipeh-sâlâr, Mevlânâ Celâleddin´in de ilk zamanlarda babaları gibi, ders vermek ve vaaz etmekle meşgul olduğunu söyler ve Şems geldikten sonra dersi, vaazı terkettiğini kaydeder (Midhat Bahârî terc. Terceme-i Risâle-i Sipeh-sâlâr be manâkib-ı Hudâvendgâr; İst. Selanik Mat. 1331, s. 91). Aynı eserde, Mevlânâ´nın, kendi şehrimde bulunsaydım ders okutmak, kitaplar tasnif etmek, vaaz ve nasihatte bulunmakla meşgul olurdum dediğini ve şiire, Anadolu halkının isteğiyle düştüğünü söylediğini bildirir (s. 97). Bu sözlerini, "Fîhi ma-fîh" in 16. bölümünde bulmaktayız (A. Gölpınarlı terc. Remzi Kitabevi — 1959; s. 62-63). Gene Sipeh-sâlâr, ilk zamanlarda vaaz verdiğini yazar (s. 128). Aynı rivayet, Eflâkî Ahmet De-de´nin (761 H. 1360). "Manâkıb al-Ârifîn" inde vardır (Türk Tarih Kurumu yayın. Devre: 3, Sayı: 3. Tahsin Yazıcı´nın Önsözü, tashihi ve hâşiyeleriyle; Ankara — T. T. K. Basımevi, I. 1959; s. 333). Gene Sipeh-sâlâr, Sultan Rükneddin ve Emir Pervâne´nin recalariyle ve Çelebi Husâmeddîn´in dileğiyle bir cuma günü vaaz verdiğini bildirir (s. 131-132). Eflâkî de, Muîneddîn´in ve Sultan Veled´in recâsı üzerine Mevlânâ´nın Konya büyüklerini kırmayıp vaaz verdiğini yazıyor ki bu vaaz, herhalde Şems´ten sonra verilmiş olacak (I. s. 164). Eflâkî, bundan başka, bilhassa ilk zamanlarda Mevlânâ´nın vaaz verdiğini, Şems geldikten sonra ders okutmayı, vaaz vermeyi bıraktığını söylüyor (Aynı basım; II, Ankara — T. T. K. Bas. 1961; s. 620). Aynı kitap, Mevlânâ´nın, Şems´ten önce vaaz vermekte olduğunu Şems´ten sonra vaazı bıraktığını bildiriyor (I; s. 88). Gene aynı kitaptan, Mevlânâ´nın, bir Cuma günü, Kal´a mescidinde vaazettiğini ve vaazda XCIII. sûreyi tefsir eylediğini öğreniyoruz (I, s. 171-172). Mevlânâ´nın,
Zâhid-i kişverî budem vâız-ı minberi budem
Kerd kazâ-yı dil mera âşık-ı kef-zenân-ı tu
Ülkenin zahidiydim; minberde vaazederdim; gönül kazası beni, sana karşı ellerini çırpan bir âşık etti-gitti.
beytini de sözünü ispatlamak için alan Eflâkî (II, s. 624), bir kere daha, ilk zamanlarda vaaz verdiğini kaydetmektedir (II, s. 705). Gene aynı kaynak, Mevlânâ´nın, bir gün Sadreddîn´i (673 H. 1274) ziyarete gittiğini, şeyhin hadîs okutmakta olduğunu Mevlânâ gelince dersi ona terkettiğini ve Mevlânâ´nın hadîs okuttuğunu bildiriyor (I, s. 393). Aynı kitap, Şems´ten sonra Mevlânâ´nın, büyüklerin recâları ve Kuyumcu Salâhaddîn´in (657 H. 1258) dileği üzerine vaaz verdiğini söylemekte (II, s. 709), Kadı İzzeddîn´in, Konya´da yaptırdığı Cuma mescidinde, Mevlânâ´nın vaaz verdiğini bildirmektedir (I, s. 105). Kadı izzeddin 656 da (1258) şehîd edildiğine göre bu vaaz da Şems´ten sonradır (b. Mektuplar; Açılama; s. 239). Bunlardan daha eski ve sağlam bir kaynak olan "İbtidâ-Nâme" de, Mevlânâ´nın Şems´ten sonra vaazı bıraktığını söyler (Celâl Humâî basımı; Önsözü, tashihi ve notlariyle; Tehran; 1355 H. 1315 Şemsî hicrî; s. 43, b. 22). Görülüyor ki Mevlânâ, Şems´ten sonra birkaç kere vaazetmiştir; fakat kaç kere vaazettiğini kesin olarak söylemiye imkân yok. Ancak, önceleri, bilginlerin çoğu gibi, meselâ muayyen günlerde ve yerlerde vaaz ederken, Şems´ten sonra bunu da bir külfet saydığı ve recâ ve niyaz üzerine vaazettiği muhakkak. Şems, Konya´ya, hicrî 642 cumâdelâhırasının yirmi altıncı cumartesi günü gelmiştir (26 Kasım 1244. Mevlânâ Celâleddin; III. basım; s. 302).
*
"Manâkıb al-Arifin" Sultan Veled´in bir vaazından bahsederken, önce hafızların Kur´ân okuduklarını, sonra Sultan Veled´in, vaaza bir hutbeyle başladığını bildiriyor (II; s. 812-813).
"Mecâlis-i Seb´a" nın, yedi meclisinde de vaaza, cümleleri seci´li bir hutbeyle başlanmakta; bu hutbede, birçok âyetten istidlal yoluyla Allah´ın kudreti, hikmeti, ululuğu, birliği övülmekte, hutbenin sonunda Hz. Peygamber´e, dört dostuna, muhacirlerle ansâra; bâzı kere, VII. mecliste olduğu gibi Hasan ve Huseyn´e rahmet okunmakta; ondan sonra duâ mâhiyetinde olan münâcâta geçilmekte, sonra da bir hadîsle vaaza başlanmaktadır. Hadîs anlatılırken âyetler, dah´a başka hadîsler, söze ve konuya uygun hikâyeler, pek edebî, pek güzel olmakla beraber halk seviyesine inilerek, çevreden ve yaşayıştan örnekler alınarak birbirine ulanmakta, sonuç, tekrar tekrar, fakat her defasında bir başka şekilde belirtilmektedir. Sonlara doğru, I. ve II. meclislerde olduğu gibi Besmele, uzun uzadıya, dinî târihten olaylar anılarak canlı bir tarzda şerhedilmekte, en sonunda, Allah´a hamdedilerek, Hz. Peygamber´e ve soyuna, sahabesine salavât verilerek vaaz, son bulmaktadır.
Dâima söylediğimiz gibi burda, gene söyliyelim: Mevlânâ´nın konuşmasiyle yazması, şiiriyle nesri arasında hiçbir üslûp ayrılığı yoktur. Dîvân-ı Kebîr ve Mesnevi, nasıl düşüncelerin, sezişlerin, gelişlerin, buluşların vezin ve kafiye kalıbına girmesinden doğmuşsa, nasıl bu iki eser arasında hiçbir ayrılık yoksa, Mesnevî´de nasıl hikâyeler anlatılıyor, örnekler veriliyorsa, Dîvân-ı Kebîr´de, nasıl sırası geldikçe bu hikâyelere, bu örneklere, tabii gazel, yahut terci´ kalıpları içinde dokunuluyorsa, "Mektuplar" da da onlar, yazdırılırken, örneklere, temsillere girişilmekte, başlıklardaki hitaplardan başka, bütün mektuplarda halk diliyle konuşulmaktadır. "Mecâlis-i Seb´a" da da hutbelerden ve kısmen münâcât fasıllarından başka, halk diliyle, halk seviyesine inerek, hikâyelere, temsillere, örneklere dokunarak, arada şiirler inşâd etmek, hadîsleri hikâyelerle, şiirlerle anlatmak suretiyle ve aynı üslûpla konuşmadadır Mevlânâ. Temsilleri, şiirlerinde olduğu gibi halktan, günlük, gündelik yaşayıştan, devrinden ve târihten almaktadır. Şişe yapanla bez çırpanın, ayağiyle çaput dövüp yıkayanın bir yerde çalışamıyacağı, zenci ile beyaz yüzlünün bir olamıyacağı, Temmuz ayında, güneş altında buz satılamıyacağı, satılıncayadek buzun eriyeceği, ateşte kızmış, kızarmış saçı, taşın hemencecik delebileceği, okun temrene muhtar olduğu, mihraba yapılan kandil resminin ışık vermiyeceği, dıvara resmedilen meclis tasvirlerindeki güzellerin canlı güzel olamıyacağı, balığın suya doyamıyacağı... bütün bunlar arasında, gulyabânîlerin, sinir bozukluğu yüzünden çölde duyulan seslerin, kervan halkının helakine sebeb olacağı, yahut kasaptan et çalan kuş, Barsîsâ´nın şehvet yüzünden, dininden imanından oluşu, tilki ile davul, pâdişâhla kul, Azim’in gördüğü şaşılacak şeyler... gibi halk hikâyeleri; bunlarla beraber, Hz. Hamza´yla Vahşî´nin kıssası, peygamberlere âit kıssalar, hadîslerin şerhi sırasında söylenen hikâyeler, sûfîlere âit menkıbeler, Mevlânâ´nın vaaz meclislerini bezeyen, renkleştiren, halka sindiren unsurlardır.
San´atı san´at için değil, halk için kullanan, daha açıkçası inancını, halka olan sevgisini, gerçeğe bağlılığını san´at hâline getirecek bir kudrete sahip bulunan Mevlânâ´nın, bu yedi mecliste şerhettiği hadisleri, konuları bakımından yazıyoruz:
I. Toplumun değerden düşmesi, bozguna uğraması, bozgunculuğa düşmesi yüzündendir. Böyle zamanda yapılacak iş; kurtuluş çâresi.
II. Suçlardan kurtuluş çekinme sınırına giriş.
III. İnançtaki kudret.
IV. Kendilerini kulların hayrına adamış olan, kendisi için yaşamıyan kullar.
V. Bilginin değeri.
VI. Gaflete dalış.
VII. Aklın önemi.
*
Bu yedi mecliste, asıl şerhedilen hadîslerle beraber kırkbir hadîs geçmekte. Hemen her hadîs, içtimaî bir değer taşımakta.
Meclislerde, bilhassa Senâî´nin (525 H. 1130-1131), "Hadıykat ül-hakıyka ve şerîat üt-tarîka" sından, dîvânından, Attâr´ın (627 H. 1229-1230) dîvânından şiirler bulunduğu gibi Mevlânâ´nın Dîvân-ı Kebîr´inden, Mesnevî´sinden beyitler ve rubailer de var. Bâzı beyitler, Fîhi mâ-fih´te ve Seyyİd Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî´nin (638 H. 1240-1241) "Ma´ârif inde de anılmakta. Hattâ III. mecliste, Sultan Veledin "İbtidâ-Nâme"sinden beyitler bile var.
I. mecliste geçen "zenci-ayna" hikâyesi, Şems´in "Makaalât´ında ve Mesnevî´nin II. ve VI. ciltlerinde geçer. Aynı meclisteki Süleyman Peygamberin tacının eğrilmesi, biraz değişik bir şekilde, IV. ciltte anlatılmakta; Nasûh´a âit hikâye, V. ciltte pek güzel bir tarzda îzâh edilmekte. II. meclisteki tilki ile davul hikâyesi, Mesnevî´nin II. cildindedir; aynı mecliste anlatılan Süleyman-Belkıys kıssası, I. ve VI. ciltlerde pek güzel ve etraflıca anlatılmıştır. III. meclisteki H. Peygamber´in Harise´ye soruları ve onun cevapları, Mesnevî´nin I. cildinde, H. Peygamber´le Zeyd arasında geçer; Hârut-Mârût kıssası, III. ciltte anlatılır. V. meclisteki haris öküz ve öküz açlığı hikâyesi, V. cilttedir. H. Peygamber´e ve başka peygamberlere âit kıssalarsa, Mesnevî´de, birçok yerlerde, münâsebet düştükçe ve defalarca geçer. Burda, II. mecliste, hutbede, vaktin pâdişâhına, adı anılmamak üzere ve kendisini unutmadığını bilhassa kaydeden ve "üstadım" sözüyle kadri yüceltilen birine, anasına, babasına duâ ettiğini de söyliyelim. İhtimâl "üstad" dediği bu zat, devrin büyük bilginlerinden ve kendi dostlarından biridir; belki de Kadı Sırâceddin´dir (682 H. 1283).
Mesnevî´nin birinci cildi, 656 hicrîden (1258) önce bitmiştir. İkinci cilde, 662 yılı Recebinin onbeşinci günü başlanmıştır (1264).Son cilt, Mevlânâ´nın vefatından (672 H. 1273) pekaz önce tamamlanmıştır (Mevlânâ Celâleddîn, III. basım; s. 120-122). Mecâlis-i Seb´a" da Mevlânâ´nın Divan-ı Kebîr´inden beyitler olduğu gibi Mevlânâ´nın rubaileri de var; ayrıca Mesnevî´nin II. ve VI. cildinden beyitler mevcut. Bütün bunlardan başka, Sultan Veled´in "İbtidâ-Nâme" sinde de zahitle ârifı kıyaslıyan beyitler, aynen alınmış. Bunlara nazaran hükmümüzü şöyle verebiliriz:
"Mecâlis-i Seb´a", yâni Mevlânâ´nın yedi vaazı, ihtimâl Sultan Veled, yahut Çelebi Husâmeddin tarafından, vaaz esnasında not edilmiş, fakat zaptedildiği gibi bırakılmamıştır. Esâsa dokunulmamak şartiyle bunlar, tekrar gözden geçirilmiş, eklentiler yapılmış, belki kendisine de gösterilmiş, belki kendisinin de tashihinden geçmiş, bu kitap bu suretle tekemmül etmiştir. Bu gözden geçirme işini, ´İbtidâ-Nâme" den beyitler alındığına göre Sultan Veled yapmıştır. Sultan Veled, "İbtidâ-Nâme" yi, Şeyh Kerimüddîn´in vefatından sonra, yâni 691 hicrî ile (1291) kendi vefat yılı olan 712 (1312) arasında yazdığından (Mevlânâ´dan sonra Mevlevîlik; s. 33; kitabe; s. 355 ve s. 43), "Mecâlis-i Seb´a" nın gözden geçirilip düzene sokulması da bu yılların arasındadır demek, sanırız ki doğru olur. Ancak, Sultan Veled, zâhidle arifi kıyasliyan bu beyitlere, "bu iki bölüğü bildiren sözleri, en doğru, en isabetli olarak, o serverden dinle" mealindeki şu beyitle başlıyor:
...Ben ümmiyim.Ümmînin iki anlamı vardır: Birinci anlamı yazmayan, okumayandır. Halkın çoğu ümmî sözünden bu anlamı anlar. Fakat gerçeğe erenlerce; sözün, işin gerçeğini bilenlerce ümmînin anlamı şudur: Başkalarının elle, kalemle yazdıklarını o, elsiz, kalemsiz yazar; başkaları olmuş, geçmiş şeyleri hikâye ederler; o ise gaybdan bahseder; henüz olmamış ve gelmemiş; fakat olacak, gelecek şeyleri hikâye eder.
Canı olan, olmuş şeyi görür;
Olmamış şeyi görense, bambaşka bir varlıktır.
Ey Muhammed, sen ümmiydin, yetimdin. Bir baban, bir anan yoktu ki, seni mektebe götürsün; yazı ve hüner öğretsin sana. Bu kadar bilgiyi, irfânı nereden öğrendin? Varlığın başlangıcından beri âleme gelen, âlemde olan her şeyi adım-adım anlattın; herkesin kutluluğundan, kutsuzluğundan haber verdin; cennet bahçelerini ağaç-ağaç gösterdin; hûrilerin kulaklarındaki küpelere varıncaya dek haber verdin. Cehennem zindanlarını çukur-çukur, bucak-bucak anlattın. Âlemin sonuna dek, (sonu da yoktur ya) ne olacaksa hepsini ders halinde söyledin. Peki, bütün bunları kimden öğrendin, hangi mektebe gittin?
Muhammed (S.A.V.) dedi ki: Benim kimim-kimsem yoktu, yetimdim; kimsesizlerin kimsesi hocam oldu benim; «Rahmân, Kur’ân’ı öğretti» hükmünce o öğretti bana. Yoksa bu bilgiyi halktan öğrenmeye kalksaydım yüzlerce, binlerce yıl gerekti; öğrensem bile bu bilgi, taklitle elde edilmiş olurdu; onun anahtarları, bilenin elinde olamazdı. Eklenti-bağlantı olurdu, özden meydana gelmiş bir bilgi olmazdı. Böyle bilginin yazısı, çizisi, şekli sûreti olurdu; bilginin gerçeği, özü-canı olmazdı... (7.Meclis, s.96,97)
Bismillâhirrahmanirrahim
(Rahmân ve Rahîm olanın adıyla) sözünün anlamı:
“Adıyla” sözünde, bütün tefsircilerce gizli bir anlam vardır; çünkü Arap, «b» harfiyle söze başlamaz. Fakat, o gizli şey nedir? Bu hususta, aralarında ayrılık vardır. Derler ki: O gizli şey, yüce Allah’tan emirdir. Yani Allah ey kulum der; “Değil mi ki Şeytan’dan sığındın; öyleyse bu hayırlı işe, benim adımla başla da onun şerrinden kurtul!” Bazı tefsirciler derler ki: O gizli şey, kulun haber verişidir; yani kul, ey Allah’ım der, Şeytandan sana feryat ediyorum, sana sığınıyorum; sana sığınmam da, işime senin adınla başlamamdır, senin adına kaçmamdır; işime, sana ve senin adını anarak sığınıp başlamamdır: Çünkü senin kutlu adınla başlanmayan her iş, noksan kalır, sonu gelmez, verimsiz olur; bundan başka bir şey bilmiyorum ben. Peygamber demiştir ki: “Allah’ın adıyla başlanmayan her hayırlı işin sonu gelmez.” Yani Peygamber, korkulan, hayırlı ve iyi olan, faydalı bulunan herhangi bir iş, Allah adıyla başlanmazsa, o işe ne kadar çalışılırsa çalışılsın, sonu gelmez, tamamlanmaz; sonunda o iş, pişmanlıkla, ziyanla biter, buyurur. İnanmıyorsan Firavun’a, Şeddad’a, Nemrûd’a bak! Şu kadar bin araçla, adamla-orduyla, güçle-kuvvetle çalıştılar, düşündüler, dünya hazinelerini harcadılar; o saltanattan faydalanmak istediler, kendilerinin iyi bir ada-sana sahip olmalarını, uzun yıllar, iyilikle, ululukla anılmalarını dilediler, buna gönül verdiler; fakat yaptıkları işlerde, Allah’ın adına sığınmadılar; bütün işleri tersine döndü; bütün umutları baş aşağı geldi. Dostluk istediler, âleme düşman tanındılar; iyi ad-san ıssı olmayı dilediler; âlemde adları kötüye çıktı; gönüllerde ulu olmayı, saygı kazanmayı dilediler; sinekten, sivrisinekten daha hor, daha rezil bir hale geldiler. Bu sözün daha da aydınlanmasını istiyorsan, Peygamberlerin hallerine bak. Onlar, hangi işi başarmak isteseler, bu adla başlarlardı, o işe ve bu ada sığınırlardı; bu ada tapı kılarlardı; bu ada, canlarının, gönüllerinin içinde yer vermişlerdi; mallarını-mülklerini bu ada fedâ etmişlerdi. Halk bizi beğensin kaydına düşmemişlerdi. Halk onlara iyi demiş, kötü demiş umurlarında bile değildi. Onlar, halkı bu ada saygı göstermeye, bu ada sığınmaya çekmeye uğraşıyorlardı. Halk içinde, halk arasında iyi bir ada-sana sahip olalım, adımız-sanımız kalsın kaydına düşmüyorlar; bu Allah adının yüce ve ulu olmasına, bu adın ululanmasının kalmasına uğraşıyorlardı. (1.Meclis, s.40)
SUNUŞ
"Mecâlis-i Seb´a" adından anlaşıldığı gibi, Mevlânâ´nın yedi meclisinin, yedi va´zının yazılmasından meydana gelmiş bir eserdir.
Babaları Sultan al-Ulemâ Bahâeddin Muhammed Veled´in (628 H. 1231), Belh´te vaaz verdikleri, ders okuttukları malûmdur. Sipeh-sâlâr, Mevlânâ Celâleddin´in de ilk zamanlarda babaları gibi, ders vermek ve vaaz etmekle meşgul olduğunu söyler ve Şems geldikten sonra dersi, vaazı terkettiğini kaydeder (Midhat Bahârî terc. Terceme-i Risâle-i Sipeh-sâlâr be manâkib-ı Hudâvendgâr; İst. Selanik Mat. 1331, s. 91). Aynı eserde, Mevlânâ´nın, kendi şehrimde bulunsaydım ders okutmak, kitaplar tasnif etmek, vaaz ve nasihatte bulunmakla meşgul olurdum dediğini ve şiire, Anadolu halkının isteğiyle düştüğünü söylediğini bildirir (s. 97). Bu sözlerini, "Fîhi ma-fîh" in 16. bölümünde bulmaktayız (A. Gölpınarlı terc. Remzi Kitabevi — 1959; s. 62-63). Gene Sipeh-sâlâr, ilk zamanlarda vaaz verdiğini yazar (s. 128). Aynı rivayet, Eflâkî Ahmet De-de´nin (761 H. 1360). "Manâkıb al-Ârifîn" inde vardır (Türk Tarih Kurumu yayın. Devre: 3, Sayı: 3. Tahsin Yazıcı´nın Önsözü, tashihi ve hâşiyeleriyle; Ankara — T. T. K. Basımevi, I. 1959; s. 333). Gene Sipeh-sâlâr, Sultan Rükneddin ve Emir Pervâne´nin recalariyle ve Çelebi Husâmeddîn´in dileğiyle bir cuma günü vaaz verdiğini bildirir (s. 131-132). Eflâkî de, Muîneddîn´in ve Sultan Veled´in recâsı üzerine Mevlânâ´nın Konya büyüklerini kırmayıp vaaz verdiğini yazıyor ki bu vaaz, herhalde Şems´ten sonra verilmiş olacak (I. s. 164). Eflâkî, bundan başka, bilhassa ilk zamanlarda Mevlânâ´nın vaaz verdiğini, Şems geldikten sonra ders okutmayı, vaaz vermeyi bıraktığını söylüyor (Aynı basım; II, Ankara — T. T. K. Bas. 1961; s. 620). Aynı kitap, Mevlânâ´nın, Şems´ten önce vaaz vermekte olduğunu Şems´ten sonra vaazı bıraktığını bildiriyor (I; s. 88). Gene aynı kitaptan, Mevlânâ´nın, bir Cuma günü, Kal´a mescidinde vaazettiğini ve vaazda XCIII. sûreyi tefsir eylediğini öğreniyoruz (I, s. 171-172). Mevlânâ´nın,
Zâhid-i kişverî budem vâız-ı minberi budem
Kerd kazâ-yı dil mera âşık-ı kef-zenân-ı tu
Ülkenin zahidiydim; minberde vaazederdim; gönül kazası beni, sana karşı ellerini çırpan bir âşık etti-gitti.
beytini de sözünü ispatlamak için alan Eflâkî (II, s. 624), bir kere daha, ilk zamanlarda vaaz verdiğini kaydetmektedir (II, s. 705). Gene aynı kaynak, Mevlânâ´nın, bir gün Sadreddîn´i (673 H. 1274) ziyarete gittiğini, şeyhin hadîs okutmakta olduğunu Mevlânâ gelince dersi ona terkettiğini ve Mevlânâ´nın hadîs okuttuğunu bildiriyor (I, s. 393). Aynı kitap, Şems´ten sonra Mevlânâ´nın, büyüklerin recâları ve Kuyumcu Salâhaddîn´in (657 H. 1258) dileği üzerine vaaz verdiğini söylemekte (II, s. 709), Kadı İzzeddîn´in, Konya´da yaptırdığı Cuma mescidinde, Mevlânâ´nın vaaz verdiğini bildirmektedir (I, s. 105). Kadı izzeddin 656 da (1258) şehîd edildiğine göre bu vaaz da Şems´ten sonradır (b. Mektuplar; Açılama; s. 239). Bunlardan daha eski ve sağlam bir kaynak olan "İbtidâ-Nâme" de, Mevlânâ´nın Şems´ten sonra vaazı bıraktığını söyler (Celâl Humâî basımı; Önsözü, tashihi ve notlariyle; Tehran; 1355 H. 1315 Şemsî hicrî; s. 43, b. 22). Görülüyor ki Mevlânâ, Şems´ten sonra birkaç kere vaazetmiştir; fakat kaç kere vaazettiğini kesin olarak söylemiye imkân yok. Ancak, önceleri, bilginlerin çoğu gibi, meselâ muayyen günlerde ve yerlerde vaaz ederken, Şems´ten sonra bunu da bir külfet saydığı ve recâ ve niyaz üzerine vaazettiği muhakkak. Şems, Konya´ya, hicrî 642 cumâdelâhırasının yirmi altıncı cumartesi günü gelmiştir (26 Kasım 1244. Mevlânâ Celâleddin; III. basım; s. 302).
*
"Manâkıb al-Arifin" Sultan Veled´in bir vaazından bahsederken, önce hafızların Kur´ân okuduklarını, sonra Sultan Veled´in, vaaza bir hutbeyle başladığını bildiriyor (II; s. 812-813).
"Mecâlis-i Seb´a" nın, yedi meclisinde de vaaza, cümleleri seci´li bir hutbeyle başlanmakta; bu hutbede, birçok âyetten istidlal yoluyla Allah´ın kudreti, hikmeti, ululuğu, birliği övülmekte, hutbenin sonunda Hz. Peygamber´e, dört dostuna, muhacirlerle ansâra; bâzı kere, VII. mecliste olduğu gibi Hasan ve Huseyn´e rahmet okunmakta; ondan sonra duâ mâhiyetinde olan münâcâta geçilmekte, sonra da bir hadîsle vaaza başlanmaktadır. Hadîs anlatılırken âyetler, dah´a başka hadîsler, söze ve konuya uygun hikâyeler, pek edebî, pek güzel olmakla beraber halk seviyesine inilerek, çevreden ve yaşayıştan örnekler alınarak birbirine ulanmakta, sonuç, tekrar tekrar, fakat her defasında bir başka şekilde belirtilmektedir. Sonlara doğru, I. ve II. meclislerde olduğu gibi Besmele, uzun uzadıya, dinî târihten olaylar anılarak canlı bir tarzda şerhedilmekte, en sonunda, Allah´a hamdedilerek, Hz. Peygamber´e ve soyuna, sahabesine salavât verilerek vaaz, son bulmaktadır.
Dâima söylediğimiz gibi burda, gene söyliyelim: Mevlânâ´nın konuşmasiyle yazması, şiiriyle nesri arasında hiçbir üslûp ayrılığı yoktur. Dîvân-ı Kebîr ve Mesnevi, nasıl düşüncelerin, sezişlerin, gelişlerin, buluşların vezin ve kafiye kalıbına girmesinden doğmuşsa, nasıl bu iki eser arasında hiçbir ayrılık yoksa, Mesnevî´de nasıl hikâyeler anlatılıyor, örnekler veriliyorsa, Dîvân-ı Kebîr´de, nasıl sırası geldikçe bu hikâyelere, bu örneklere, tabii gazel, yahut terci´ kalıpları içinde dokunuluyorsa, "Mektuplar" da da onlar, yazdırılırken, örneklere, temsillere girişilmekte, başlıklardaki hitaplardan başka, bütün mektuplarda halk diliyle konuşulmaktadır. "Mecâlis-i Seb´a" da da hutbelerden ve kısmen münâcât fasıllarından başka, halk diliyle, halk seviyesine inerek, hikâyelere, temsillere, örneklere dokunarak, arada şiirler inşâd etmek, hadîsleri hikâyelerle, şiirlerle anlatmak suretiyle ve aynı üslûpla konuşmadadır Mevlânâ. Temsilleri, şiirlerinde olduğu gibi halktan, günlük, gündelik yaşayıştan, devrinden ve târihten almaktadır. Şişe yapanla bez çırpanın, ayağiyle çaput dövüp yıkayanın bir yerde çalışamıyacağı, zenci ile beyaz yüzlünün bir olamıyacağı, Temmuz ayında, güneş altında buz satılamıyacağı, satılıncayadek buzun eriyeceği, ateşte kızmış, kızarmış saçı, taşın hemencecik delebileceği, okun temrene muhtar olduğu, mihraba yapılan kandil resminin ışık vermiyeceği, dıvara resmedilen meclis tasvirlerindeki güzellerin canlı güzel olamıyacağı, balığın suya doyamıyacağı... bütün bunlar arasında, gulyabânîlerin, sinir bozukluğu yüzünden çölde duyulan seslerin, kervan halkının helakine sebeb olacağı, yahut kasaptan et çalan kuş, Barsîsâ´nın şehvet yüzünden, dininden imanından oluşu, tilki ile davul, pâdişâhla kul, Azim’in gördüğü şaşılacak şeyler... gibi halk hikâyeleri; bunlarla beraber, Hz. Hamza´yla Vahşî´nin kıssası, peygamberlere âit kıssalar, hadîslerin şerhi sırasında söylenen hikâyeler, sûfîlere âit menkıbeler, Mevlânâ´nın vaaz meclislerini bezeyen, renkleştiren, halka sindiren unsurlardır.
San´atı san´at için değil, halk için kullanan, daha açıkçası inancını, halka olan sevgisini, gerçeğe bağlılığını san´at hâline getirecek bir kudrete sahip bulunan Mevlânâ´nın, bu yedi mecliste şerhettiği hadisleri, konuları bakımından yazıyoruz:
I. Toplumun değerden düşmesi, bozguna uğraması, bozgunculuğa düşmesi yüzündendir. Böyle zamanda yapılacak iş; kurtuluş çâresi.
II. Suçlardan kurtuluş çekinme sınırına giriş.
III. İnançtaki kudret.
IV. Kendilerini kulların hayrına adamış olan, kendisi için yaşamıyan kullar.
V. Bilginin değeri.
VI. Gaflete dalış.
VII. Aklın önemi.
*
Bu yedi mecliste, asıl şerhedilen hadîslerle beraber kırkbir hadîs geçmekte. Hemen her hadîs, içtimaî bir değer taşımakta.
Meclislerde, bilhassa Senâî´nin (525 H. 1130-1131), "Hadıykat ül-hakıyka ve şerîat üt-tarîka" sından, dîvânından, Attâr´ın (627 H. 1229-1230) dîvânından şiirler bulunduğu gibi Mevlânâ´nın Dîvân-ı Kebîr´inden, Mesnevî´sinden beyitler ve rubailer de var. Bâzı beyitler, Fîhi mâ-fih´te ve Seyyİd Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî´nin (638 H. 1240-1241) "Ma´ârif inde de anılmakta. Hattâ III. mecliste, Sultan Veledin "İbtidâ-Nâme"sinden beyitler bile var.
I. mecliste geçen "zenci-ayna" hikâyesi, Şems´in "Makaalât´ında ve Mesnevî´nin II. ve VI. ciltlerinde geçer. Aynı meclisteki Süleyman Peygamberin tacının eğrilmesi, biraz değişik bir şekilde, IV. ciltte anlatılmakta; Nasûh´a âit hikâye, V. ciltte pek güzel bir tarzda îzâh edilmekte. II. meclisteki tilki ile davul hikâyesi, Mesnevî´nin II. cildindedir; aynı mecliste anlatılan Süleyman-Belkıys kıssası, I. ve VI. ciltlerde pek güzel ve etraflıca anlatılmıştır. III. meclisteki H. Peygamber´in Harise´ye soruları ve onun cevapları, Mesnevî´nin I. cildinde, H. Peygamber´le Zeyd arasında geçer; Hârut-Mârût kıssası, III. ciltte anlatılır. V. meclisteki haris öküz ve öküz açlığı hikâyesi, V. cilttedir. H. Peygamber´e ve başka peygamberlere âit kıssalarsa, Mesnevî´de, birçok yerlerde, münâsebet düştükçe ve defalarca geçer. Burda, II. mecliste, hutbede, vaktin pâdişâhına, adı anılmamak üzere ve kendisini unutmadığını bilhassa kaydeden ve "üstadım" sözüyle kadri yüceltilen birine, anasına, babasına duâ ettiğini de söyliyelim. İhtimâl "üstad" dediği bu zat, devrin büyük bilginlerinden ve kendi dostlarından biridir; belki de Kadı Sırâceddin´dir (682 H. 1283).
Mesnevî´nin birinci cildi, 656 hicrîden (1258) önce bitmiştir. İkinci cilde, 662 yılı Recebinin onbeşinci günü başlanmıştır (1264).Son cilt, Mevlânâ´nın vefatından (672 H. 1273) pekaz önce tamamlanmıştır (Mevlânâ Celâleddîn, III. basım; s. 120-122). Mecâlis-i Seb´a" da Mevlânâ´nın Divan-ı Kebîr´inden beyitler olduğu gibi Mevlânâ´nın rubaileri de var; ayrıca Mesnevî´nin II. ve VI. cildinden beyitler mevcut. Bütün bunlardan başka, Sultan Veled´in "İbtidâ-Nâme" sinde de zahitle ârifı kıyaslıyan beyitler, aynen alınmış. Bunlara nazaran hükmümüzü şöyle verebiliriz:
"Mecâlis-i Seb´a", yâni Mevlânâ´nın yedi vaazı, ihtimâl Sultan Veled, yahut Çelebi Husâmeddin tarafından, vaaz esnasında not edilmiş, fakat zaptedildiği gibi bırakılmamıştır. Esâsa dokunulmamak şartiyle bunlar, tekrar gözden geçirilmiş, eklentiler yapılmış, belki kendisine de gösterilmiş, belki kendisinin de tashihinden geçmiş, bu kitap bu suretle tekemmül etmiştir. Bu gözden geçirme işini, ´İbtidâ-Nâme" den beyitler alındığına göre Sultan Veled yapmıştır. Sultan Veled, "İbtidâ-Nâme" yi, Şeyh Kerimüddîn´in vefatından sonra, yâni 691 hicrî ile (1291) kendi vefat yılı olan 712 (1312) arasında yazdığından (Mevlânâ´dan sonra Mevlevîlik; s. 33; kitabe; s. 355 ve s. 43), "Mecâlis-i Seb´a" nın gözden geçirilip düzene sokulması da bu yılların arasındadır demek, sanırız ki doğru olur. Ancak, Sultan Veled, zâhidle arifi kıyasliyan bu beyitlere, "bu iki bölüğü bildiren sözleri, en doğru, en isabetli olarak, o serverden dinle" mealindeki şu beyitle başlıyor: