Bu arada şehir dışından da telefonlar geliyordu Saffet hocaya. Hatta pek sosyal olmayan Mehmed Alagaş dahi İzmir'den telefon ederek geçmiş olsun dileklerini sunmuş ve önümüzdeki ay geleceğini, o zaman görüşebileceklerini söylemişti.
Saffet hoca, İnsan Dergisinin yayınlandığı ****enbeşli yıllardan beri tanırdı Alagaş'i. ****enli yılların ilk yarısında Türkiye'de dar'ul İslam dar'ul harp tartışmaları sürerken, bu müslüman ortaya çıkarak ülkedeki durumun dar'ul cahiliye olduğunu söylemiş ve Kur'an-ı Kerim'den verdiği örnek*lerle bu yaklaşımın genelde kabul görmesini sağlamıştı. Tabi ki o dönem için müslümanların önünü açan, müslümanları dar'ul harp fıkhının çıkmazlarından kurtaran çok önemli bir tesbitti bu. Nitekim o dönemlerde bu problem*leri bizzat yaşayan Saffet hoca da, dergi yayınını bir süre takip ettikten ve toplumsal Sünnetullah'ia ilgili çok önemli tesbitleri okuduktan sonra öğretim görevlisi bazı arkadaşla*rıyla birlikte İzmir'e gitmişlerdi.
Fakat hiçbirisi, beklediği bir kimlikle karşılaşmamıştı!.
Çünkü Mehmed Alağaş denilen bu müslümanın ne arapçası, ne tahsili, ne karizması ve ne de İslami bir kari*yeri vardı!. Konuşma zorluğu çeken ve pazarlarda süpürge satan bu müsiüman, kendi imkanlarıyla Kuran araştırması yapan sıradan bir müslümandı.
Karşısındaki bu garip şahısa bakan ve dergideki çok önemli yazılan düşünen Saffet hoca, bu müslümanın paravan bir kimlik olabileceği kuşkusuna kapıldı. Kendisini ifşa etmek istemeyen bîr ilim ehli, bu süpürgeciyi paravan ola*rak kullanıyor olabilirdi!. Bunu anlamanın yegane yolu ise bir paravanın cevaplandıramayacağı sorular sormaktı.
Ve konuşmaya başladılar.
Karşılarında genç bir talebe heyecanıyla oturan Alağaş, kendisine sorulan bütün sorulara yine genç bir talebe heyecanıyla cevap veriyordu. Verilen her cevabı deşeleyen Saffet hoca, bu cevabların kökleriyle karşılaştığında, söz konusu cevapların bu müslümana ait olduğunu çok daha iyi anlıyordu. Anlayamadığı şey ise arapça bilmeyen bir müslümamn, böyle bir Kuran anlayışına nasıl ulaşabildiği idi!.
Dönüş yolculuğunda, otomobildeki herkes susuyordu. Alagaş bekledikleri bir kimlik olmamasına rağmen, ona ve onun söylediklerine yöneltebilecekleri bir eleştiri yoktu, En akademik sorulara bile çok basit ve çok açık cevaplar ver*mişti bu müslüman!. Üniversitede öğretim görevlisi olan Ahmet bey, uzun bir sessizlikten sonra “Bu iş, süpürgecîlere kalmamalıydı!.” dediğinde, bu sözü hoş bulmayan Saf*fet hoca “Bu onun değil, bizim ayıbımız” diyerek meseleyi kapatmıştı. Çünkü sıradan bir müslüman da olsa, akıllı ve samimi bir insan olan Alagaş'i sevmişti Saffet hoca.
Daha sonraki yıllarda da birkaç kez görüştüler Ala-gaş'la. Ancak hükümlere biraz bağnazca yaklaşan ve bu bağnazlıkla bütün dini gruplardan uzak duran Alagaş'la pek anlaşamamışlardı. Çünkü M.T.T.B. tecrübesi olan Saffet hocadaki teşkilatçılık anlayışı, Alagaş'da hiç yok gibiydi. Saffet hoca siyasi bir incelikle bu gruplardan fay*dalanılması gerektiğine inanırken, “Geleneksel din anlayı*şındaki bidat ve hurafeleri hoş görerek bu gruplara yakın*laşmaya çalışmak, Allah'ın yardımından uzaklaşmak anlamına gelir” diyen Alagaş, meseleye adeta bir at göz*lüğü ile bakıyordu. Nitekim İslami davetin hızla kitlelere maledilmeye çalışıldığı dönemlerde dahi bu bağnazlığını sürdürmüş, “Önce birey, önce bireyin problemleri, önce bireyin yetişmesi..” gibi sözlerle kitleleşmeye karşı çıkarak, çok ferdiyetçi bir yaklaşımda bulunmuştu.
Saffet hoca o günleri ve Alagaş'ın o sözlerini tekrar düşündü. O zamanlar karşı, çıktığı bu anlayış, belki de tartışılması ve daha geniş bir düzlemde değerlendirilmesi gere*ken bir anlayıştı!. “Herneyse” dedi kendi kendine!.
Alagaş geçmiş olsun telefonunda yangına çok üzüldü*ğünü söylemişti. Fakat Saffet hoca, Alagaş'ı tanıdığı kadarıyla onun pek üzüldüğünü sanmıyordu. Çünkü dünyaya ve dünya malına, çok horlayıcı bir bakışı vardı bu müslü*mamn. Adeta zengin ve zenginlik düşmanı gibiydi!. Nite*kim dört yıl Önce geldiğinde, Müsiad çevresindeki arkadaş*larla oturmuşlar ve onlara bu konudaki genel yaklaşımını belirttikten sonra şu Temeî fıkrasını anlatmıştı.
Çölde yolunu kaybeden Temel, susuzluktan perişan bir duruma geldiğinde karşısına beyazı elbiseli ve beyaz sakallı bir kişi çıkarak “Temel benden dileyeceğin üç şeyi, Allah'ın izniyle sana vereceğim. Haydi dileklerini söyle” demiş. Susuzluktan kavrulan Temel “Su istiyorum” deyince, ona bir ped şişe su uzatmış. Eline aldığı ped şişeye kısa bir süre bakan Temel “Bu su bana yetmez” dediğinde ise beyaz elbiseli adam, beyaz sakalını sıvazlaya*rak "Bu suyun biteceği korkusuna kapılma!. Sen içtikçe, bu su bereketlenerek yine eski seviyesine gelecektir” demiş. Bu söz üzerine elindeki ped şişeden uzun uzadıya su içen Temel, suyun gerçekten bereketlendiğini ve eski seviyesine yükseldiğini görmüş. Beyaz sakallı adam “Eee Temel, diğer iki dileğini de söyle” deyince, elindeki ped şişeye hayranlıkla bakan Temel “Bu çok güzelmiş!. Sen bana bundan iki tane daha ver” demiş.
Alagaş'ın yavaş yavaş anlattığı bu fıkra herkesin hoşuna gitmiş ve herkes gülmeye başlamıştı. Alagaş ise hiç gülmeyen bir yüzle etrafındaki insanlara kısa bir süre baktıktan sonra, ciddi bir merakla “Niye gülüyorsunuz?” diye sormuştu. Gülmeyi bırakan herkes susmasına rağmen genç bir işadamı olan Özer bey “Tabi ki Temel'e, Temel'in bu yaklaşımına güiüyoruz” deyince, beklediği cevabı alan Alagaş şu karşılığı vermişti.
Evet, Temel'e ve Temel'in bu yaklaşımına güldüğü*nüzü biliyorum. Fakat sakın ola ki bu Temel'in Trab*zon'da, Samsun'da yani Karadeniz bölgesinde yaşadığını zannetmeyin. Bu Temel sizde, bu Temel sizin içinizde yaşıyor. Temel'e güldüğünü zanneden sizler, aslında kendi*nize, kendi halinize gülüyorsunuz. Çünkü aynı yaklaşım, sizlerde de var. Allah'ın lutfuyla bütün ailenize yetecek bir şişe suya sahip olmanıza rağmen, bu şişelerin iki, bu şişe*lerin üç olmasını istiyor ve bunun için mücadele ediyorsu*nuz. Oysa Allah'tan başka şeyler de istemeniz ve çalışma*larınızın bir bölümüyle başka şeyleri de talep etmeniz gerekmez mi?
Alagaş'ın bu sözlerine hiç kimse itiraz etmemiş ve bir suskunluk içinde düşünmeyi tercih etmişlerdi. Şakacı bir insan olan Nevzat bey ise gülümseyen bir yüzle “Alagaş, bizler ikinci, üçüncü ped şişeyi dava için istiyoruz” diyerek, bu kasvetli havayı dağıtmak istemişti. Bu cevabı biraz alaycı bulan Alagaş, hafif çatılan kaşlarla “Davanın ped şişeye değil, ped kullanmayan erkeklere ihtiyacı var” ceva*bını verivermişti.
Her erkeği rencide edebilecek olan bu cevaptan hiç hoşlanmayan Saffet hoca, yüzü kızaran Nevzat beyi savunma ihtiyacı hissederek söze girmiş ve dünya kapita*lizmine açıklık getirerek, müslümanların bu kapitalizm kar*şısında maddi olarak da güçlü olmalan gerektiğini savunmuştu.
Alagaş ise çok farklı yaklaşıyordu bu meseleye. Önce marksistlerden örnek vererek “Marksistlerin kapitalizm kar*şısında yenilmelerinin en önemli nedeni, kapitale değer vermeleridir. Çünkü değer verilen herşey, kendisine veri*len değer ile güçlenir. Güçlenen bir şeyi yıkmak ise müm*kün değildir” dedikten sonra şöyle devam etmişti.
“Kapitalizmi, ancak ve ancak kapitale değer verme*yen insanlar yıkabilir. Çünkü kapitale değer vermeyen insanlar karşısında, kapitalizmin büyük bir etkisi ve yaptı*rım gücü yoktur. Ayrıca çok uluslu şirketlere dayanan kapitalizmi tahlil ettiğimiz zaman, iki ayak üzerinde dur*maya mecbur olan bu canavarın bir ayağı ile üretim alanına ve diğer ayağı ile tüketim alanına bastığını görebiliriz. Burada önemli olan, dünya insanlarını apaçık bir şekilde sömüren bu kapitalizme karşı mücadele vermek isteyen kimselerin, bu iki ayn alandan hangisini seçecekleri ve hangi düzlemde mücadele edecekleridir. Yaşadığımız çağ*daki bilim ve teknolojinin, günümüz itibariyle kimlerin insi-yatifinde olduğunu dikkate alırsak, kapitalizme karşı üretim alanında mücadeleye ve rekabete girişmek, bu kapitaliz*min zayıflamasına değil, daha bir güçlenmesine vesile ola*caktır. Çünkü üretim alanının genel kontrolü ve insiyatifi, çok uluslu şirketlerin ellerindedir. Bu üretim alanını bir piramit şeklinde düşünürsek, piramitin alt katmanındaki bir üreticinin on lira kazanabilmesi demek, üst katmanın yirmi, daha üst katmanın ise kırk lira kazanabilmesi demektir. Dolayısıyla alt katmanlarda on lira kazanarak, yaptığımız işten yüz lira kazanan üst katmanları zayıflata bilmemiz ve onların zulmünü engelleyebilmemiz mümkün değildir. Daha açık ve daha net bir ifadeyle, dünyanın mazlum insanları günümüz kapitalizmiyle üretim alanında mücadeleye ve rekabete girebilecek bir durumda değiller*dir. Fakat bu canavarın ayakta durabilmek için basmak zorunda olduğu ikinci alan, yani tüketim alanı böyle değil*dir. Tüketim alanının asıl sahipleri, dünya mazlumlarıdır. Tüketim gücünü elinde bulundurmalarına rağmen bundan gafil olan dünya mazlumları, medya ve reklam güdümüyle bu güçlerini kapitalizmin istediği kulvarda kullanmaktadır. Oysa uluslararası kapitalizme karşı direnebilecekleri ve bu kapitalizmi çökertebilecekleri yegane alan, bu tüketim ala*nıdır. Sadece dünya müslümanları bile ümmet düzlemin*deki bu tüketim güçlerini bilinçli olarak kullansalar, tüke*tim alanındaki bu boykotları ile, gelişerek büyümek üzerine kurulan dünya kapitalizminin yere yıkılmasına neden olacaklardır. Yeter ki müslümanlar, yeter ki dünya*nın mazium insanları, ellerindeki bu tüketim gücünün far*kına varararak ortak bir sese ve ortak bir tavıra girebilsin*ler.”
Dünya kapitalizmine karşı verilmesi gereken mücade*lenin, üretim değil öncelikle tüketim düzleminde başlaması gerektiğinde ısrar eden Alagaş, daha sonra şu ömeği ver*mişti.
“Mesela küçük bir örnek olarak koko kolayı ele ala*lım. Dünyanın mazlum insanlan üretim ve pazarlama ala*nında Koko kolayla elli yıl rekabet etseler, bu çok uluslu şirkete yaklaşabilmeleri biie mümkün değildir. Ancak bu mücadeleyi tüketim alanına çeker ve elli gün kokokola içmezlerse, bu çok uluslu şirketten gelen çatırtı seslerini kendi kulaklarıyla duyacaklardır. Çünkü tüketimi olmayan bir malın, üretimden kaynaklanabilecek. hiçbir gücü yok*tur.”
Alagaş bazı teknolojik ürünlerden de örnekler verdik*ten sonra tüketim alanında kazanılacak zaferin, dünya mazlumlarını kapitalizmin sömürü anlayışından kurtulan üretim alanında da başarıya götürebileceğini iddia etmişti. Hiç kimse, hiçbir itirazda bulunmadan öylece dinlemele*rine rağmen, yine de Alagaş'i hiç kimse tasdik etmemişti. Çünkü aklen doğru olsa bile yaşanan realiteyle pek uyuş*mayan, garip sözlerdi bunlar!.
Bazı kimseler öncelikle tüketimi alanındaki boykot meselesine değinerek, müslümanların bile böyle bir tavır gösteremeyeceklerinden, bazı şeylerin yokluğuna katlanamayacaklarından sözetti. Asabileşen Alagaş “Beyler, Mekke dönemindeki ambargoda, dinlerini korumak iste*yen müminler, açlıktan çarıklarının köselelerini kemirecek duruma gelmişlerdi. Yakın tarihteki Gandi hareketinde, İngiliz emperyalizmine karşı durabilmek için İngiliz malla*rını boykot eden hintlilerin, tahta bir çıkrıktan başka alet*leri yoktu. Günümüzde ise böyle bir durum söz konusu değil. Dünyanın mazlum insanlan sadece kendi imkanla*rıyla biîe, İslam'a göre lüks diyebileceğimiz bir yaşam sta-dartını kendileri inşa edebilirler!.” diyerek, bu itirazlara karşı çıkmıştı.
Konuşulanları dikkatle dinleyen Saffet hoca, sanki bir başka alemde yaşayan Alagaş'ı kendine getirmek isterce*sine söze girerek, ona dünyadaki silah sanayisini anlattı. Kapitalizmin en büyük gücü olan ve çok uluslu şirketlerin kontrolünde bulunan bu silah sanayi hakkında ne düşündü*ğünü sordu. Biraz düşünen Alagaş “Silah şirketleri çağımızdaki gücünü, yaptıkları silahı kendileri kullanarak değil, başkalarına kullandırarak kazanmaktadırlar. Çünkü kendi*leri kullandıkları zaman, ancak ve ancak üç atımlık bir baruîian vardır. Ancak bu üç atımlık barutu, başkalarına satıp, başkalarına kullandırdıkları zaman, silah sanayinin çarkları dönmekte ve istedikleri hedefe üç değil üçbin atım yaptırabilecekleri bir güce ulaşmaktadır” cevabını verdikten sonra sustu.
Bu sözler doğru olsa da, yeterli değildi Saffet hoca için!. Çünkü bir tesbit içeren bu sözlerde, bir çözüm yoktu. Durum böyle olsa bile bu silah şirketlerine karşı ne yapılabilirdi ki? Nitekim bu şirketleri boykot edipetmemenin ne anlama geleceğini merak ederek “Bizler bu silahları boykot ettiğimiz zaman, bu çarkın dönmeyeceğini kabul ediyorum. Ancak bu boykottan sonra, şu an onlann elinde mevcut olan silahların menzilinden çıkmış mı olacağız!” dedi. Saffet hocanın hafif gülümseyerek sorduğu ve diğer insanların da gülmesine neden olan bu soru, Alaga'ın alınmasına neden olmuştu. Çünkü herşeye rağmen sevdiği ve saygı duyduğu bir müslümandı Saffet hoca!.
“Hayır Saffet, Hiçbirimiz bu silahların menzilinden çıkmış olmayacağız. Şu an nasıi ki bu silahların menzilin-deysek, o zaman da menzilinde olacağız. Ancak senin gibi bir müslümamn, bu soruyu sormadan önce Allah'ı dikkate almasını isterdim. Bizlerden yani müslümanlardan bahse*derken, kimsesiz bir garipten bahsediyor gibisin!. İnandı*ğın ve inandığımız Allah, yüzlerini O'nun zatına çevirerek, Ondan yardım dileyecek olan dünyanın mazlum ve mustazaf insanlarını dikkate almayacak, onları zalimlerin keyfi kararlarıyla başbaşa bırakacak bir Rab midir? Rahman olan, Rahim olan, Aziz olan, Rauf olan Rabbimizi böyle mi tanıyorsun?”
Alagaş'ın tutuk diliyle değil, tutkulu bir gönülle söyle*diği bu sözler, utancından kızaran Saffet hocanın hiç unutmadığı sözler olmuştu. Nitekim dört yıl önceki bu konuş*malar, daha dünmüş gibi Saffet hocanın hatırladığı konuşmalardı. Fakat doğru olsa bile faydalı konuşmalar olmamıştı bunlar. Çünkü bu konuşmalara hiç kimse itiraz etmemesine rağmen, hiç kimse de mevcut istikametini değiştirmemişti!. İzmir'den gelen bir yazann iki saatlik konuşmalarıyla, İnsanların dünya ve dünyalık görüşleri değişecek değildi ya!.
Ayrıca dünyalık yaklaşımlara sert eleştiriler getiren Alagaş, acaba bu sözleri kendisi ne kadar yaşıyordu!. Duyduğuna göre yakın zamana kadar pazarlarda süpürge satan bu müslümamn, şimdilerde altında arabası ve köyde de olsa üç katlı bir evi vardı. Yüzbinlerce okunan kitab satışlarından gelen para dikkate alınırsa, maddi sıkıntı içinde olduğu da söylenemezdi. Peki bütün bunlan, dünya malına değer vermeyen bir anlayışla mı elde etmişti?”
Saffet hoca karışık duygular içinde “Haydi canım!.” dedi kendi kendine, Alagaş'ın zenginlik düşmanlığı, kendisinden daha varlıklı olan insanlann mal ve mülklerine karşı duyulan bir düşmanlık olmalıydı. Zaten böylesi insanlar, kendilerinin sahip oldukları kadar olan' mala mubah, bun*dan fazlasına mekruh diyen insanlardı!.
Hiç kuşkusu yoktu ki Alagaş da bunlardan, bu insanlardan biriydi
MEHMET ALAGAŞ-TAPUSUZ SÜLEYMAN
Saffet hoca, İnsan Dergisinin yayınlandığı ****enbeşli yıllardan beri tanırdı Alagaş'i. ****enli yılların ilk yarısında Türkiye'de dar'ul İslam dar'ul harp tartışmaları sürerken, bu müslüman ortaya çıkarak ülkedeki durumun dar'ul cahiliye olduğunu söylemiş ve Kur'an-ı Kerim'den verdiği örnek*lerle bu yaklaşımın genelde kabul görmesini sağlamıştı. Tabi ki o dönem için müslümanların önünü açan, müslümanları dar'ul harp fıkhının çıkmazlarından kurtaran çok önemli bir tesbitti bu. Nitekim o dönemlerde bu problem*leri bizzat yaşayan Saffet hoca da, dergi yayınını bir süre takip ettikten ve toplumsal Sünnetullah'ia ilgili çok önemli tesbitleri okuduktan sonra öğretim görevlisi bazı arkadaşla*rıyla birlikte İzmir'e gitmişlerdi.
Fakat hiçbirisi, beklediği bir kimlikle karşılaşmamıştı!.
Çünkü Mehmed Alağaş denilen bu müslümanın ne arapçası, ne tahsili, ne karizması ve ne de İslami bir kari*yeri vardı!. Konuşma zorluğu çeken ve pazarlarda süpürge satan bu müsiüman, kendi imkanlarıyla Kuran araştırması yapan sıradan bir müslümandı.
Karşısındaki bu garip şahısa bakan ve dergideki çok önemli yazılan düşünen Saffet hoca, bu müslümanın paravan bir kimlik olabileceği kuşkusuna kapıldı. Kendisini ifşa etmek istemeyen bîr ilim ehli, bu süpürgeciyi paravan ola*rak kullanıyor olabilirdi!. Bunu anlamanın yegane yolu ise bir paravanın cevaplandıramayacağı sorular sormaktı.
Ve konuşmaya başladılar.
Karşılarında genç bir talebe heyecanıyla oturan Alağaş, kendisine sorulan bütün sorulara yine genç bir talebe heyecanıyla cevap veriyordu. Verilen her cevabı deşeleyen Saffet hoca, bu cevabların kökleriyle karşılaştığında, söz konusu cevapların bu müslümana ait olduğunu çok daha iyi anlıyordu. Anlayamadığı şey ise arapça bilmeyen bir müslümamn, böyle bir Kuran anlayışına nasıl ulaşabildiği idi!.
Dönüş yolculuğunda, otomobildeki herkes susuyordu. Alagaş bekledikleri bir kimlik olmamasına rağmen, ona ve onun söylediklerine yöneltebilecekleri bir eleştiri yoktu, En akademik sorulara bile çok basit ve çok açık cevaplar ver*mişti bu müslüman!. Üniversitede öğretim görevlisi olan Ahmet bey, uzun bir sessizlikten sonra “Bu iş, süpürgecîlere kalmamalıydı!.” dediğinde, bu sözü hoş bulmayan Saf*fet hoca “Bu onun değil, bizim ayıbımız” diyerek meseleyi kapatmıştı. Çünkü sıradan bir müslüman da olsa, akıllı ve samimi bir insan olan Alagaş'i sevmişti Saffet hoca.
Daha sonraki yıllarda da birkaç kez görüştüler Ala-gaş'la. Ancak hükümlere biraz bağnazca yaklaşan ve bu bağnazlıkla bütün dini gruplardan uzak duran Alagaş'la pek anlaşamamışlardı. Çünkü M.T.T.B. tecrübesi olan Saffet hocadaki teşkilatçılık anlayışı, Alagaş'da hiç yok gibiydi. Saffet hoca siyasi bir incelikle bu gruplardan fay*dalanılması gerektiğine inanırken, “Geleneksel din anlayı*şındaki bidat ve hurafeleri hoş görerek bu gruplara yakın*laşmaya çalışmak, Allah'ın yardımından uzaklaşmak anlamına gelir” diyen Alagaş, meseleye adeta bir at göz*lüğü ile bakıyordu. Nitekim İslami davetin hızla kitlelere maledilmeye çalışıldığı dönemlerde dahi bu bağnazlığını sürdürmüş, “Önce birey, önce bireyin problemleri, önce bireyin yetişmesi..” gibi sözlerle kitleleşmeye karşı çıkarak, çok ferdiyetçi bir yaklaşımda bulunmuştu.
Saffet hoca o günleri ve Alagaş'ın o sözlerini tekrar düşündü. O zamanlar karşı, çıktığı bu anlayış, belki de tartışılması ve daha geniş bir düzlemde değerlendirilmesi gere*ken bir anlayıştı!. “Herneyse” dedi kendi kendine!.
Alagaş geçmiş olsun telefonunda yangına çok üzüldü*ğünü söylemişti. Fakat Saffet hoca, Alagaş'ı tanıdığı kadarıyla onun pek üzüldüğünü sanmıyordu. Çünkü dünyaya ve dünya malına, çok horlayıcı bir bakışı vardı bu müslü*mamn. Adeta zengin ve zenginlik düşmanı gibiydi!. Nite*kim dört yıl Önce geldiğinde, Müsiad çevresindeki arkadaş*larla oturmuşlar ve onlara bu konudaki genel yaklaşımını belirttikten sonra şu Temeî fıkrasını anlatmıştı.
Çölde yolunu kaybeden Temel, susuzluktan perişan bir duruma geldiğinde karşısına beyazı elbiseli ve beyaz sakallı bir kişi çıkarak “Temel benden dileyeceğin üç şeyi, Allah'ın izniyle sana vereceğim. Haydi dileklerini söyle” demiş. Susuzluktan kavrulan Temel “Su istiyorum” deyince, ona bir ped şişe su uzatmış. Eline aldığı ped şişeye kısa bir süre bakan Temel “Bu su bana yetmez” dediğinde ise beyaz elbiseli adam, beyaz sakalını sıvazlaya*rak "Bu suyun biteceği korkusuna kapılma!. Sen içtikçe, bu su bereketlenerek yine eski seviyesine gelecektir” demiş. Bu söz üzerine elindeki ped şişeden uzun uzadıya su içen Temel, suyun gerçekten bereketlendiğini ve eski seviyesine yükseldiğini görmüş. Beyaz sakallı adam “Eee Temel, diğer iki dileğini de söyle” deyince, elindeki ped şişeye hayranlıkla bakan Temel “Bu çok güzelmiş!. Sen bana bundan iki tane daha ver” demiş.
Alagaş'ın yavaş yavaş anlattığı bu fıkra herkesin hoşuna gitmiş ve herkes gülmeye başlamıştı. Alagaş ise hiç gülmeyen bir yüzle etrafındaki insanlara kısa bir süre baktıktan sonra, ciddi bir merakla “Niye gülüyorsunuz?” diye sormuştu. Gülmeyi bırakan herkes susmasına rağmen genç bir işadamı olan Özer bey “Tabi ki Temel'e, Temel'in bu yaklaşımına güiüyoruz” deyince, beklediği cevabı alan Alagaş şu karşılığı vermişti.
Evet, Temel'e ve Temel'in bu yaklaşımına güldüğü*nüzü biliyorum. Fakat sakın ola ki bu Temel'in Trab*zon'da, Samsun'da yani Karadeniz bölgesinde yaşadığını zannetmeyin. Bu Temel sizde, bu Temel sizin içinizde yaşıyor. Temel'e güldüğünü zanneden sizler, aslında kendi*nize, kendi halinize gülüyorsunuz. Çünkü aynı yaklaşım, sizlerde de var. Allah'ın lutfuyla bütün ailenize yetecek bir şişe suya sahip olmanıza rağmen, bu şişelerin iki, bu şişe*lerin üç olmasını istiyor ve bunun için mücadele ediyorsu*nuz. Oysa Allah'tan başka şeyler de istemeniz ve çalışma*larınızın bir bölümüyle başka şeyleri de talep etmeniz gerekmez mi?
Alagaş'ın bu sözlerine hiç kimse itiraz etmemiş ve bir suskunluk içinde düşünmeyi tercih etmişlerdi. Şakacı bir insan olan Nevzat bey ise gülümseyen bir yüzle “Alagaş, bizler ikinci, üçüncü ped şişeyi dava için istiyoruz” diyerek, bu kasvetli havayı dağıtmak istemişti. Bu cevabı biraz alaycı bulan Alagaş, hafif çatılan kaşlarla “Davanın ped şişeye değil, ped kullanmayan erkeklere ihtiyacı var” ceva*bını verivermişti.
Her erkeği rencide edebilecek olan bu cevaptan hiç hoşlanmayan Saffet hoca, yüzü kızaran Nevzat beyi savunma ihtiyacı hissederek söze girmiş ve dünya kapita*lizmine açıklık getirerek, müslümanların bu kapitalizm kar*şısında maddi olarak da güçlü olmalan gerektiğini savunmuştu.
Alagaş ise çok farklı yaklaşıyordu bu meseleye. Önce marksistlerden örnek vererek “Marksistlerin kapitalizm kar*şısında yenilmelerinin en önemli nedeni, kapitale değer vermeleridir. Çünkü değer verilen herşey, kendisine veri*len değer ile güçlenir. Güçlenen bir şeyi yıkmak ise müm*kün değildir” dedikten sonra şöyle devam etmişti.
“Kapitalizmi, ancak ve ancak kapitale değer verme*yen insanlar yıkabilir. Çünkü kapitale değer vermeyen insanlar karşısında, kapitalizmin büyük bir etkisi ve yaptı*rım gücü yoktur. Ayrıca çok uluslu şirketlere dayanan kapitalizmi tahlil ettiğimiz zaman, iki ayak üzerinde dur*maya mecbur olan bu canavarın bir ayağı ile üretim alanına ve diğer ayağı ile tüketim alanına bastığını görebiliriz. Burada önemli olan, dünya insanlarını apaçık bir şekilde sömüren bu kapitalizme karşı mücadele vermek isteyen kimselerin, bu iki ayn alandan hangisini seçecekleri ve hangi düzlemde mücadele edecekleridir. Yaşadığımız çağ*daki bilim ve teknolojinin, günümüz itibariyle kimlerin insi-yatifinde olduğunu dikkate alırsak, kapitalizme karşı üretim alanında mücadeleye ve rekabete girişmek, bu kapitaliz*min zayıflamasına değil, daha bir güçlenmesine vesile ola*caktır. Çünkü üretim alanının genel kontrolü ve insiyatifi, çok uluslu şirketlerin ellerindedir. Bu üretim alanını bir piramit şeklinde düşünürsek, piramitin alt katmanındaki bir üreticinin on lira kazanabilmesi demek, üst katmanın yirmi, daha üst katmanın ise kırk lira kazanabilmesi demektir. Dolayısıyla alt katmanlarda on lira kazanarak, yaptığımız işten yüz lira kazanan üst katmanları zayıflata bilmemiz ve onların zulmünü engelleyebilmemiz mümkün değildir. Daha açık ve daha net bir ifadeyle, dünyanın mazlum insanları günümüz kapitalizmiyle üretim alanında mücadeleye ve rekabete girebilecek bir durumda değiller*dir. Fakat bu canavarın ayakta durabilmek için basmak zorunda olduğu ikinci alan, yani tüketim alanı böyle değil*dir. Tüketim alanının asıl sahipleri, dünya mazlumlarıdır. Tüketim gücünü elinde bulundurmalarına rağmen bundan gafil olan dünya mazlumları, medya ve reklam güdümüyle bu güçlerini kapitalizmin istediği kulvarda kullanmaktadır. Oysa uluslararası kapitalizme karşı direnebilecekleri ve bu kapitalizmi çökertebilecekleri yegane alan, bu tüketim ala*nıdır. Sadece dünya müslümanları bile ümmet düzlemin*deki bu tüketim güçlerini bilinçli olarak kullansalar, tüke*tim alanındaki bu boykotları ile, gelişerek büyümek üzerine kurulan dünya kapitalizminin yere yıkılmasına neden olacaklardır. Yeter ki müslümanlar, yeter ki dünya*nın mazium insanları, ellerindeki bu tüketim gücünün far*kına varararak ortak bir sese ve ortak bir tavıra girebilsin*ler.”
Dünya kapitalizmine karşı verilmesi gereken mücade*lenin, üretim değil öncelikle tüketim düzleminde başlaması gerektiğinde ısrar eden Alagaş, daha sonra şu ömeği ver*mişti.
“Mesela küçük bir örnek olarak koko kolayı ele ala*lım. Dünyanın mazlum insanlan üretim ve pazarlama ala*nında Koko kolayla elli yıl rekabet etseler, bu çok uluslu şirkete yaklaşabilmeleri biie mümkün değildir. Ancak bu mücadeleyi tüketim alanına çeker ve elli gün kokokola içmezlerse, bu çok uluslu şirketten gelen çatırtı seslerini kendi kulaklarıyla duyacaklardır. Çünkü tüketimi olmayan bir malın, üretimden kaynaklanabilecek. hiçbir gücü yok*tur.”
Alagaş bazı teknolojik ürünlerden de örnekler verdik*ten sonra tüketim alanında kazanılacak zaferin, dünya mazlumlarını kapitalizmin sömürü anlayışından kurtulan üretim alanında da başarıya götürebileceğini iddia etmişti. Hiç kimse, hiçbir itirazda bulunmadan öylece dinlemele*rine rağmen, yine de Alagaş'i hiç kimse tasdik etmemişti. Çünkü aklen doğru olsa bile yaşanan realiteyle pek uyuş*mayan, garip sözlerdi bunlar!.
Bazı kimseler öncelikle tüketimi alanındaki boykot meselesine değinerek, müslümanların bile böyle bir tavır gösteremeyeceklerinden, bazı şeylerin yokluğuna katlanamayacaklarından sözetti. Asabileşen Alagaş “Beyler, Mekke dönemindeki ambargoda, dinlerini korumak iste*yen müminler, açlıktan çarıklarının köselelerini kemirecek duruma gelmişlerdi. Yakın tarihteki Gandi hareketinde, İngiliz emperyalizmine karşı durabilmek için İngiliz malla*rını boykot eden hintlilerin, tahta bir çıkrıktan başka alet*leri yoktu. Günümüzde ise böyle bir durum söz konusu değil. Dünyanın mazlum insanlan sadece kendi imkanla*rıyla biîe, İslam'a göre lüks diyebileceğimiz bir yaşam sta-dartını kendileri inşa edebilirler!.” diyerek, bu itirazlara karşı çıkmıştı.
Konuşulanları dikkatle dinleyen Saffet hoca, sanki bir başka alemde yaşayan Alagaş'ı kendine getirmek isterce*sine söze girerek, ona dünyadaki silah sanayisini anlattı. Kapitalizmin en büyük gücü olan ve çok uluslu şirketlerin kontrolünde bulunan bu silah sanayi hakkında ne düşündü*ğünü sordu. Biraz düşünen Alagaş “Silah şirketleri çağımızdaki gücünü, yaptıkları silahı kendileri kullanarak değil, başkalarına kullandırarak kazanmaktadırlar. Çünkü kendi*leri kullandıkları zaman, ancak ve ancak üç atımlık bir baruîian vardır. Ancak bu üç atımlık barutu, başkalarına satıp, başkalarına kullandırdıkları zaman, silah sanayinin çarkları dönmekte ve istedikleri hedefe üç değil üçbin atım yaptırabilecekleri bir güce ulaşmaktadır” cevabını verdikten sonra sustu.
Bu sözler doğru olsa da, yeterli değildi Saffet hoca için!. Çünkü bir tesbit içeren bu sözlerde, bir çözüm yoktu. Durum böyle olsa bile bu silah şirketlerine karşı ne yapılabilirdi ki? Nitekim bu şirketleri boykot edipetmemenin ne anlama geleceğini merak ederek “Bizler bu silahları boykot ettiğimiz zaman, bu çarkın dönmeyeceğini kabul ediyorum. Ancak bu boykottan sonra, şu an onlann elinde mevcut olan silahların menzilinden çıkmış mı olacağız!” dedi. Saffet hocanın hafif gülümseyerek sorduğu ve diğer insanların da gülmesine neden olan bu soru, Alaga'ın alınmasına neden olmuştu. Çünkü herşeye rağmen sevdiği ve saygı duyduğu bir müslümandı Saffet hoca!.
“Hayır Saffet, Hiçbirimiz bu silahların menzilinden çıkmış olmayacağız. Şu an nasıi ki bu silahların menzilin-deysek, o zaman da menzilinde olacağız. Ancak senin gibi bir müslümamn, bu soruyu sormadan önce Allah'ı dikkate almasını isterdim. Bizlerden yani müslümanlardan bahse*derken, kimsesiz bir garipten bahsediyor gibisin!. İnandı*ğın ve inandığımız Allah, yüzlerini O'nun zatına çevirerek, Ondan yardım dileyecek olan dünyanın mazlum ve mustazaf insanlarını dikkate almayacak, onları zalimlerin keyfi kararlarıyla başbaşa bırakacak bir Rab midir? Rahman olan, Rahim olan, Aziz olan, Rauf olan Rabbimizi böyle mi tanıyorsun?”
Alagaş'ın tutuk diliyle değil, tutkulu bir gönülle söyle*diği bu sözler, utancından kızaran Saffet hocanın hiç unutmadığı sözler olmuştu. Nitekim dört yıl önceki bu konuş*malar, daha dünmüş gibi Saffet hocanın hatırladığı konuşmalardı. Fakat doğru olsa bile faydalı konuşmalar olmamıştı bunlar. Çünkü bu konuşmalara hiç kimse itiraz etmemesine rağmen, hiç kimse de mevcut istikametini değiştirmemişti!. İzmir'den gelen bir yazann iki saatlik konuşmalarıyla, İnsanların dünya ve dünyalık görüşleri değişecek değildi ya!.
Ayrıca dünyalık yaklaşımlara sert eleştiriler getiren Alagaş, acaba bu sözleri kendisi ne kadar yaşıyordu!. Duyduğuna göre yakın zamana kadar pazarlarda süpürge satan bu müslümamn, şimdilerde altında arabası ve köyde de olsa üç katlı bir evi vardı. Yüzbinlerce okunan kitab satışlarından gelen para dikkate alınırsa, maddi sıkıntı içinde olduğu da söylenemezdi. Peki bütün bunlan, dünya malına değer vermeyen bir anlayışla mı elde etmişti?”
Saffet hoca karışık duygular içinde “Haydi canım!.” dedi kendi kendine, Alagaş'ın zenginlik düşmanlığı, kendisinden daha varlıklı olan insanlann mal ve mülklerine karşı duyulan bir düşmanlık olmalıydı. Zaten böylesi insanlar, kendilerinin sahip oldukları kadar olan' mala mubah, bun*dan fazlasına mekruh diyen insanlardı!.
Hiç kuşkusu yoktu ki Alagaş da bunlardan, bu insanlardan biriydi
MEHMET ALAGAŞ-TAPUSUZ SÜLEYMAN