Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Islamoğlunun Dilinden Mehmet Akif..

  • Konbuyu başlatan zeynep_hearty
  • Başlangıç tarihi
Z

zeynep_hearty

Guest
Şehrin en uzak köşesinden bir adam koşarak gelip “Ey kavmim!” dedi, “Elçilere uyun! Uyun sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu kimselere: Zira bunlar doğru yoldadırlar!” (Yasin 20-21)
Katade ve İkrime gibi bazı ilk müfessirler bu ayetlerle Antakyalı Habib-i Neccar hadisesi arasında doğrudan bir bağ kurmuşlar. Aslına bakarsanız ayetteki bu “yiğidin” kim olduğu, nereli olduğu tali konular. Vahiy bu ayetlerle muhataplarına her zaman ve zeminde geçerli olan bir hakikati simgesel bir üslupla anlatıyor.
O hakikat açık: Hakikat güneş gibidir. Ona çok yakın olanlar bazen o hakikati göremezler. Tıpkı güçlü bir ışık kaynağına çok yakından bakanın gözlerinin kör olması gibi onların da gözleri kör olabilir.
Bunun en çarpıcı örneği Allah Rasûlü’nün amcası Ebu Leheb. Göremedi, yakın olmasına rağmen uzaktı Sevgililer Sevgilisine.
Ebu Cehil de öyle. Gidenler bilir, onun evi Kâbe’ye Rasûlullah’ın evinden daha yakındı. Fakat yüreği yıldızlar kadar uzaktı. O da göremedi. Gençliğinde “el-emin” diye çağırdığı kimseye “yalancı” diyecek kadar gözü kör, kalbi taş, aklı şaş olmuştu.
Mekke’nin soylularının göremediği hakikati Habeşistanlı Bilal gördü. Bizanslı Suheyb gördü. İranlı Selman gördü.
Onlar Yasin’deki “şehrin en uzağından gelen adamı” temsil ediyorlardı. Uyun diye haykırıyorlar, buna karşılık taşlanıyorlar, horlanıyorlardı. Hepsi de Yasin sahibi gibi imanlarına hayatlarını ve çağlarını şahit kıldılar: “İşte artık ben sizin de Rabbiniz olan Allah’a iman ettim: Duyun beni!” (25) diye haykırdılar.
Mehmet Akif çağımızın Habib’iydi. Arnavuttu ama kavminin ırkçılığını yapmak yerine İslâm milletinin ‘milliyetçiliğini’ yapmayı tercih etti ve “milliyetim İslâm” dedi.
O uzaktan gelen yiğitti. Yasin sahibine dedikleri gibi ona da “Sen bize uğursuzluk getirdin” dediler. Ve “Eğer bize muhalif olmayı sürdürürsen seni taşa tutar, keyfimizce acı çektiririz” (18) demeye getirdiler. Dediklerini de yaptılar.
Akif’e acı çektirdiler. Onu hafiyelere takip ve taciz ettirdiler. Yaşarken ölüme mahkûm ettiler. Evlat hasreti, vatan hasreti yaşattılar. Beş parasız bıraktılar. Ekmeğe muhtaç edip süründürdüler. Artık “nerdesin ölüm” diye dua eder hale gelmişti. İşte şahidi:
Çöz de artık yükümün kör düğüm olmuş bağını
Bana çok görme İlahi bir avuç toprağını
Sadece ona çektirmekle yetinmediler. Çocuklarına ve eşine de çektirdiler. En sonunda o yüz akı adamın bu millete miras bıraktığı evladı çöp bidonunun içinde ölü bulunacaktı.
O fakru zaruret içinde bin bir türlü ıstırapla öldü, fakat onların kini hâlâ soğumamıştı. Yüzyılın bu en asil mümininin cenazesini bir kedi azıtır gibi azıtmaya kalktılar.
“Âsım’ın nesli” Kur’an şairine sahip çıktı. Cenazesinde devlet ricalinden bir tek kişi yoktu. Yeryüzünde bir ülke düşünün ki, İstiklal Marşı şairinin cenazesine kuduz köpek ölüsü muamelesi yapmış olsun. Vefatı haber alan üniversite gençliği onu tekbirlerle parmakları üzerinde kabrine taşıdı.
O diyordu ki “Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince / Günler şu heyulayı da er-geç silecektir / Rahmetle anılmak… ebediyet budur amma / Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?”
Abdurrahman Şeref Bey bu manzarayı görünce, bu mısralara şu cevabı verir:
Her göçene mümkün iki hicranlı can ağlar
Âkif! Sana âlemde bugün bir vatan ağlar
Kur’an şairini bir kez daha rahmetle anıyoruz: Ey İslâm’ın mükedder evladı! Seni taşlayanları bu millet belledi, hiç unutmayacak.
MUSTAFA İSLAMOĞLU
selam ve dua ile...
 

mhmt

New member
Katılım
7 Kas 2006
Mesajlar
2,965
Tepkime puanı
715
Puanları
0
YAZIK...!
İŞİN BU boyutta olduğunu bilmiyordum..
devlet erkanından kimsenin katılmaması!!
neyin hangi zihnyeti avunduğu belli, hangisine düşamn olduğuda..

selametle...

paylaşım için sağolun..
 

nurþeyma

New member
Katılım
7 Nis 2007
Mesajlar
302
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
49
Din, iman, Kur'an, Allah diyenlerin çekeceği çilelerdir bunlar ve üstad alnının akıyla çıkmıştır bu imtihandan, Rabbim Merhametiyle muamelede bulunsun inşaALLAH..
 

khan19556

New member
Katılım
11 Ocak 2007
Mesajlar
992
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Konum
Sancaðýn düþtüðü yerden
İstiklal Marşımız, yurdumuzun düşman işgaline uğradığı felaket günlerinde hazırlandı. Saldırgan düşmana karşı Anadolu’da tutuşan heyecanı koruyacak; vatan sevgisini ve inancı canlı tutacak bir marşın hazırlanması düşüncesi, Genel Kurmay Başkanı İsmet (İnönü) Paşa dan geldi. İsmet İnönü böyle bir marşın Fransız ordusunda mevcut olduğunu ve bizim ordumuz için de faydalı olacağını Milli Eğitim Bakanlığına iletti. Milli Eğitim Bakanlığı da bu düşünceyi benimseyip bir yarışma düzenledi. Beğenilen güfte için 500 lira ödül verilecekti. Yarışma için 734 şiir gönderildi. Bir kurulca bunlar titizlikle incelenip 6 tanesi ayrıldı. Ama hiçbiri beğenilmedi; marş olacak değerde bulunmadı. O zaman Burdur Milletvekili olan Mehmet Akif’in para ödülünden rahatsızlık duyduğu için yarışmaya katılmadığı öğrenildi. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi şairin Meclis’teki sıra arkadaşı Balıkesir Milletvekili Hasan Basri Bey’in yardımını istedi.

Hasan Basri Bey bundan sonrasını şöyle anlatıyor:

‘‘Akif Bey’in yanımda olduğu bir zaman,elime bir kağıt parçası alarak,onun dikkatini çekecek bir tarzda yazmaya başladım.

- Ne yazıyorsun?

- Marş…İstiklal Marşı yazıyorum.

- Yahu sen ne adamsın? Seçilecek şiire para ödülü verileceğini bilmiyor musun? içinde para olan bir işe nasıl katılıyorsun?

- Yarışma kaldırıldı? Seçilecek şiire ne para verilecek, ne de her hangi bir ödül. Milli Eğitim Bakanı bana güvence verdi.

- Ya, o halde yazalım.

İşte böylece yazılmaya başlanan ve 48 saatte bitirilen İstiklal Marşı, imzasız olarak Milli Eğitim Bakanlığının seçici kuruluna sunuldu. Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, daha önce seçilen 6 şiirle birlikte yeni şiiri Ordu Komutanlarına gönderdi. Onlardan, şiirlerin askerlere okunmasını, beğenilenleri sıralamalarını istedi. Komutanlar, kısa sürede sonucu bildirdiler: Hepsi de Mehmet Akif’in şiirini birinci sıraya almıştı. Bundan sonraki iş, İstiklal Marşı’nın T.B.M.M’ne getirip kabul ettirmekti. Marş, ilkin Meclis’in 1 Mart 1921 günü yaptığı ikinci oturumunda ele alındı. Başkan Mustafa Kemal’in söz vermesi üzerine Hamdullah Suphi kürsüye gelerek, sık sık alkışlarla kesilen şiiri okudu ve son seçimin Meclis’e ait olduğunu söyledi. O gün oylama yapılmadı. Şiirle ilgili konuşmalar ve oylama, Meclis’in 12 Mart 1921 günü öğleden sonraki oturumunda yapıldı. Bazı milletvekilleri, bir komisyon kurularak şiirin yeniden incelenmesini, bazıları da hemen görülüp karara bağlanmasını istediler. Uzunca tartışmalardan sonra, şiirin kabulü için verilen 6 önerge benimsendi ve İstiklal Marşı çoğunlukla kabul edildi.

Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 besteci katıldı. 1924 yılında Ankara’da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay’ın bestesini kabul etti. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930 da değiştirilerek Cumhurbaşkanlığı orkestrası şefi Osman Zeki Üngör’ün 1922 de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe kondu. Marşın armonilenmesini Edgar Manas, bando düzenlemesini İhsan Servet Künçer yaptı.
 
Z

zeynep_hearty

Guest
Fatih Medresesi müderrislerinden İpekli Arnavut Tahir Efendi’nin oğludur.
1873 yılında İstanbul’da doğdu, 27 Aralık 1936 yılında aynı kentte öldü.
Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde ilköğrenimini tamamlayıp,
ortaöğrenimini Fatih Merkez Rüşdiyesi’nde ve Mekteb-i Mülkiye İdadisi’nde gördü,
bir yandan da Fatih Camisi’ndeki derslere giderek Arapça ve Farsça öğrendi.
Mülkiye’nin yüksek kısmına geçtiği yıl babası ölüp evleri de yanınca
yeni açılan Halkalı Baytar Mektebi’ne girdi.
Dört yıl süren öğrenimi sonunda baytarlık (veterinerlik) bölümünü birincilikle bitirdi (1893).
Tarım Bakanlığı baytarlık bölümünde memurluk yaptı.
Görevli olarak dört yıl kadar Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da bulundu.
Bir süre sonra, ek görev olarak, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’nde kitabet dersleri (1906) verdi.
1908′den sonra, arkadaşı Eşref Edip ile birlikte Sırat-ı Müstakim (1908)
ve daha sonra Sebil’ür-Reşad (1912) dergilerini çıkardı;
bu yıllarda, resmi görevi olan Umur-i Baytariye Müdür Muavinliğinde çalışırken
Darülfünun Edebiyat-ı Umumiye müderrisliğine atandı (1908).
Balkan Savaşı’ndan sonra Umur-i Baytariye şubesindeki görevinden (1913),
ardından Darülfünun’daki (1914) görevinden ayrıldı.
Meşrutiyet’in ilk döneminde, Ziya Gökalp’in öncülüğüyle başlayan “Türkçülük” akımına karşı,
Mısırlı bilgin Muhammed Abduh’un (1849-1905) etkisiyle, “İslâm birliği” görüşünü benimsedi.
Sırat-ı Müstakim ve Sebil’ür-Reşad’da yayımladığı makaleler, şiirler, çeviriler
ve Fatih, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Beyazıt camilerinde
verdiği vaazlarla (1912) bu ülküyü yaymaya çalıştı.
Birinci Dünya Savaşı içinde İtilaf Devletleri’ne karşı Ortadoğu’da
bir İslâm Birliği kurma siyaseti güden Almanya’nın çağrısı üzerine,
Harbiye Nezareti’ne bağlı “Teşkilat-ı Mahsusa” tarafından Berlin’e gönderildi (1914),
burada Almanlar’ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kamplarda incelemelerde bulundu.
Dönüşünde yine birkaç ay kadar da Arabistan’a yollandı, savaş yılları içinde
“Bâb ül Meşihat”e bağlı olarak kurulan “Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye” başkatipliğine atandı (1918).
Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye’den yana davranış ve yazılarından dolayı,
Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye’deki görevinden atıldı (1920).
Anadolu’ya geçerek Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Burdur Milletvekili olarak görev yaptı (1920-1923);
Konya ayaklanmasını önlemek, halka öğüt vermek için Konya’ya gönderildi.
Oradan Kastamonu’ya geçti, Nasrullah Camisi’nde Sevr Antlaşması’nın iç yüzünü,
Kurtuluş Savaşı’nın niteliğini anlatan coşkulu bir vaaz verdi, bu vaaz Diyarbakır’da basılarak (1921)
bütün vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Yaşamının bu döneminde “İstiklâl Marşı”nı yazdı (1921).
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul’a döndü;
çağdaş ve uygar yeni Türkiye’nin kurulması için zorunlu görülen siyasal ve toplumsal devinim ve devrimleri,
kendi inanç ve ülküsüne aykırı gördüğü için Türkiye’den ayrıldı.
Mısır’a gitti, Hilvan’a yerleşti, Kahire’deki Câmi-ül Mısriyye” adlı üniversitede
Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliğine bulundu (1925-1936),
bu gönüllü sürgün döneminde siroz hastalığına tutuldu; sağaltım için döndüğü İstanbul’da öldü.

Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim İnan ki,
her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”

diyerek şiirde gerçekçilik akımının dönemindeki önde gelen temsilcisi olmuştur.
Seyfi Baba, Hasır, Mahalle Kahvesi, Köse İmam, Kocakarı ile Ömer manzum hikâyeleriyle
edebiyatta gerçekçiliğin, aruz ölçüsüne hakimiyetin unutulmaz örneklerini veren Mehmet Akif,
Çanakkale Şehitlerine şiiriyle edebiyat tarihimize erişilmez bir anıt dikmiştir.
 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
56
Konum
Tr
Allah razı olsun zeynep kardeşim.
 
Üst Alt