İslam ve Diğer Geleneklerde Kadın: Önemli Bir Yanlışı Tahsis

  • Konbuyu başlatan beyaz_ýþýk
  • Başlangıç tarihi
B

beyaz_ýþýk

Guest
İslam ve Diğer Geleneklerde Kadın: Önemli Bir Yanlışı Tahsis



Şerif MUHAMMED

Giriş

Batı düşüncesi ve paradigmaları, Batının kültürel mirasına, bir başka bölgeninkiler de, yine kendi kültürel birikimine dayanır. Son asırlarda dünyada hakim olan daha çok Batı kültür mirası olduğu için, din ve bu arada İslâmiyet’e de, batılı düşünürler ve müsteşriklerle birlikte, Müslüman dünyasının yabancılaşmış aydınları tarafından, bu kültür mirasının temel paradigmaları ve onun en önemli unsurlarından olan Kitab–ı Mukaddes geleneği açısından yaklaşılmış ve bu geleneğe yöneltilen eleştiriler, aynen İslâm’a da yöneltilmiştir. Bu bakımdan, aşağıdaki yazıda, bu yanlış tutumun yol açtığı yanlış anlamalardan biri olarak İslâm’da kadının yerini, Kitab–ı Mukaddes geleneğinin “aydınlanma” asırlarında tenkit edilen unsurları noktasında ele almanın yanlışlığını ortaya koymaya çalışacağız. Bunu yaparken, Kur'ân’ın, “En yakınlarınızın aleyhine de olsa, adaletten ayrılmayın!” (6:152) ve “Ey iman edenler! Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun, kendinizin, anne–babanızın ve yakınlarınızın aleyhine bile olsa; hakkında şahitlikte bulunduğunuz kişi, (kendisinden fayda umduğunuz veya çekindiğiniz bir) zengin veya (size hiç faydası dokunmayacak bir) fakir de olsa” (4:135) emirlerine imtisalen, objektif ve âdil olmaya çalışacağız. Maksadımız, ne herhangi bir dini yüceltmek (ki, yüce olan zaten yücedir), ne de küçük düşürmektir. Müslüman sıfatıyla, aynı zamanda bütün peygamberleri de, onlara gelen İlâhî mesajları da, onlara geldiği şekliyle kabullenmek mecburiyetinde olduğumu biliyorum. Ne var ki, Kitab–ı Mukaddes geleneğinin hakim olduğu dünyada, araştırmada söz konusu edilecek noktalar önemli oranda son asırlarda tashih edilmiş olmakla birlikte, ne yazık ki, onlardan hareketle İslâm, halâ kadının aşağılanmasının sembolü ve sebebi gibi görülüp, öyle takdim edilebilmektedir. Dolayısıyla maksadım, yanlıştan hareketle İslâm için oluşturulan haksız ve tamamen yanlış imajı düzeltmek ve gerçeği ortaya koymaktır.

Konu, belli başlıklar altında ele alınacaktır.

1– Hz. Havva’nın suçu mu?

Kitab–ı Mukaddes, Tekvin 2:4 ve 3:24’te Allah’ın Hz. Âdem ve Havva’ya bir ağacın meyvesini yasakladığı, fakat daha sonra yılanın Hz. Havva’yı, Hz. Havva’nın da Hz Âdem’i kandırdığı anlatılır. Allah’ın kınamasından dolayı da Hz. Âdem’in suçu Hz. Havva’ya attığı belirtilir:”Yanıma verdiğin kadın... o, ağaçtan bana verdi ve yedim.”Allah da, Hz. Havva’ya şöyle seslenir: “Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın; ve arzun kocana olacak, o da sana hakim olacaktır.” Âdem’e de, “Karının sözünü dinlediğin ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için toprak senin yüzünden lânetli oldu, ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin” der.

Kur'ân’da ise hâdise böyle anlatılmaz. Kur'ân–ı Kerim, yasaklanan ağaçtan tatma hatasını Hz. Âdem merkezli anlatır (2:37). Hattâ, Hz. Havva’yı aynı hataya sürükleyenin Hz. Âdem olduğunu ima eder (20:117–120). Bununla birlikte, ilgili âyetlerden Hz. Havva’nın da aynı hatayı işlediği anlaşılmakta olup (20: 121), tevbeyi de birlikte yapmışlardır (7:19–23). Dolayısıyla İslâm, “ilk günah” gibi bir günahı kadına yüklemez; bu hatadan dolayı onu kınamaz ve insanlığı Cennet’ten yere indiren bir varlık olarak görmez.

2– Hz. Havva’nın mirası

Aldatan Hz. Havva imajı, asırlar boyu kadın hakkında çok olumsuz tesir yapmıştır. Bunun sonucunda kadına, çok defa güvenilmez ve düşük bir varlık olarak bakılmış, âdet hali, hamilelik ve çocuk doğurmanın, onun için ebedî suçuna bir ceza olarak telâkki edilmiştir. Meselâ, dinî metinlerde geçen şu satırlar, bu açıdan manidardır.

Ben ölümden daha acı, kendisi bir tuzak, kalbi bir kapan ve elleri zincir olan bir kadını buldum. Allah’ı hoşnut edecek bir kimse ondan kaçsın; o, sadece günahkârları tuzağına düşürsün... Araştırırken 1000 kişi arasında 1 tane dürüst erkek buldum, ama bütün kadınlar arasında bir tane dürüst kadın bulamadım.” (Ecclesiastes, 7: 26–28).
Hiçbir kötülük, kadının kötülüğünün yanına yaklaşamaz.... günah kadınla başlar ve bütün hepimiz onun yüzünden öleceğiz. (Ecclesiasticus 25: 19, 24).

Bu geleneğin bazı kanatları tarafından, cennetten kovulmanın sonucu olarak kadınlara şu dokuz musibetin verildiği ileri sürülür:

O, kadınlara dokuz musibet ve ölüm vermiştir: âdet ve bakirelik kanı yükü, hamilelik, çocuk doğurma, çocukları büyütme, (kocası öldüğünde) yas tutan birisi olarak başını örtmek, daimi bir köle veya efendisine hizmet eden kız köle gibi kulaklarını delmek; şahid olarak kabul edilmez, hepsinden öte.... ölüm.1

Bu kanada mensup erkeklerin günlük sabah dualarında: “Sana şükürler olsun Allah’ım, beni bir kadın olarak yaratmadın” ifadesi geçerken, kadınlar, “Beni dileğine göre yarattığın için sana şükürler olsun”2 diye dua ederler.

Aldatan ve insanlığı Cennet’ten çıkaran Havva anlayışı, kadını insanlığın bütün günahlarından sorumlu tutmuştur. Çünkü, ilk günah inancına göre, Hz. Havva’nın işlediği ve Hz. Âdem’e de işlettiği iddia olunan günah, irsî olarak bütün insanlığa geçmektedir ve bütün insanlar, bu günahla dünyaya gelmektedir. İsa Mesih, bu günahı temizlemek için kendini kurban ettiği için, Hz. Havva, yani kadın, dolayısıyla Hz. İsa’nın kanından da sorumlu tutulmuştur.3

Eğer vaktiyle bu sözlerde bir hata, bir yanlış anlama olmadıysa, İngiliz kadın araştırmacı Karen Armstrong, ilk dönem ve daha sonra bazı azizlerin şu görüşlerini nakleder:

Bilmiyor musunuz ki, her biriniz bir Havva’sınız? Tanrı’nın size olan cezası bu çağda da devam ediyor. Siz, şeytanın kapısısınız: yasak ağacın mührünü açansınız, İlâhî kanunu ilk terk edensiniz; sizler, şeytanın saldırmayı göze alamadığı adamı razı edensiniz; Tanrı’nın sureti olan insanı yok edensiniz. Sizin hak ettiğiniz cezadan dolayı Tanrı’nın oğlu ölmek zorunda kaldı. (St. Tertullian)

Eş veya anne olmuş ne fark eder, o halâ erkeği baştan çıkaran Havva’dır, bütün kadınlardan kaçınmalıyız. Onun, çocuk doğurmasının dışında, erkeğin ne işine yaradığını anlayamadım. (St. Augustine)

Fert olarak kadın kusurlu ve yararsızdır. Çünkü erkek hücredeki aktif güç, erkek cinsiyetinde mükemmel bir benzerliği meydana getirirken, kadın, aktif güçteki kusurdan veya maddî bir hatadan, hattâ harici tesirlerden meydana gelir. (T. Aquinas)

Luther, kadınlarda, yan tesirleri bir yana, dünyaya mümkün olduğu kadar çok çocuk
getirmenin dışında bir fayda görmez:

Onlar yorulsa, hattâ ölseler bile problem değil. Bırakın onlar, çocuk doğururken ölsünler. Çünkü onlar, bunun için bu dünyadalar.4
Dikkatimizi Kur'ân’ın kadın hakkındaki ifadelerine çevirdiğimizde, İslâm’ın kadına bakışındaki farklılık hemen kendini belli eder:

Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mü’min kadınlar, (Allah’a) itaat eden erkekler ve (Allah’a) itaat eden kadınlar; doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabırlı erkekler ve sabırlı kadınlar, (Allah’a karşı) saygılı erkekler ve (Allah’a karşı) saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve Allah’ı çok anan kadınlar: Allah bunların her biri için mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır. (33:35)

İnananlar erkekler ve inanan kadınlar, birbirlerinin velisidirler; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar; namaz kılarlar, zekât verirler, Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah, şüphesiz azîzdir, hakimdir. (9:71)

Rabbileri onlara karşılık verdi: “Ben sizden, erkek kadın, kadın olsun, hiçbir çalışanın çalışmasını zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz; (aynı insanlık ailesinden ve aynı inançtan birbirinizin kardeşi, yakını ve velîsisiniz.) (3:195)

Kim bir kötülük işlerse ancak onun kadar ceza görür. Kadın olsun erkek olsun, kim, inanarak yararlı iş işlerse, işte onlar Cennet’e girerler. (40:40).

Erkek veya kadın, her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, ona güzel ve hoş bir hayat yaşatırız. Onları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandırırız. (16:97)

Kur'ân’ın kadına bakışı, erkeğe bakışından farklı değildir. Kur'ân, kadını hiçbir zaman şeytanın günaha açılan kapısı veya tabiatı itibariyle aldatıcı olarak görmediği gibi, erkeği de Allah’ın imajı olarak görmez, sadece kadın ve erkek hepsi O’nun yaratığıdır. Kur'ân’a göre kadının dünyadaki rolü çocuk doğurmakla sınırlı değildir. O da, erkekler kadar salih amel işlemekle yükümlüdür. Kur'ân, hiçbir iffetli kadının bulunmadığını da zikretmez. Aksine, yukarıdaki âyetlerde geçtiği üzere, pek çok kadını över ve ayrıca, Hz. Meryem’i ve Firavun’un hanımı gibi örnek kadınları bizzat nazara verir:

Allah, inananlara Firavun’un karısını misal verir: O, şöyle demişti: “Rabbim! Bana katında, Cennet’te bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun amelinden kurtar; beni bu zalim milletin elinden kurtar.” İmran kızı Meryem’i de misal verir. O, iffetini korudu; Biz de ona Kendi ruhumuzdan üfledik. O, Rabbisinin kelimelerini ve kitaplarını doğruladı. Bize gönülden itaat edenlerdendi. (66:11–12.)

3– Kız çocuğu

Kitab–ı Mukaddes’te, hamile kadın erkek çocuğu doğurursa, “murdarlığının 7 gün, kız çocuğu doğurursa 2 hafta olacağı”nı yazar. Yani, kız çocuğunun erkek çocuğundan iki kat daha fazla kirlilik sebebi olacağı belirtilir (Levililer, 12:2–5). Catholic Bible’da kız çocuğunun doğumu bir kayıp olarak nitelenirken, erkek çocuğunu eğiten adama düşmanlarının bile gıpta edeceği kaydedilir (Ecclesiasticus 22:3; 30:3).

İslâm, Cahiliye Araplarında da var olan kız çocuğunu utanç vesilesi olarak görmeyi kökten değiştirmiştir:
Onlardan birine kız çocuğu olduğu müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Bak, ne kötü hüküm veriyorlar! (16:58–59)

Eğer Kur'ân’ın bu uygulamayı kaldırmak için sert ifadeleri olmasaydı, bu kötü suçun Arabistan’da önünün alınamayacağına da işaret etmek gerekir (16: 59; 43:17; 81:8–9). Dahası Kur'ân, erkek çocuklarla kız çocukları arasında bir ayırım da yapmaz. O, erkek çocuğu gibi kız çocuğunun da doğumunu Allah’tan bir hediye olarak görür. Hattâ, kız çocuğunun doğumunu erkek çocuktan daha önce hediye olarak kabul eder:

Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek bahşeder (42:49),

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), iki kız çocuğuyla nimetlenen kimsenin, onlara büyüyünceye kadar iyi bir şekilde bakarsa, çok büyük bir mükâfata nail olacağını haber vermektedir:

Her kim kız çocuklarını büyütür ve onlara iyi davranırsa, onlar, kendisi için Cehennem ateşine karşı kalkan olur (Buhari ve Müslim).

“Her kim, iki kız çocuğuna erginlik çağına kadar bakarsa, kıyamet gününde biz onunla şöyle yakın olacağız” diyerek iki parmağını birleştirdi.5
 
4– Kadının eğitimi

Kitab–ı Mukaddes ile Kur'ân’ın kadın anlayışı arasındaki farklılık, sadece yeni doğmuş kız çocuğuyla sınırlı değildir. Şimdi de bu kitapların, kendi dinini öğrenmeye çalışan kızlara karşı yaklaşımlarını kıyaslayalım. Bilindiği gibi Tevrat, hukuk kitabıdır. Fakat Talmut’a göre “kadınlar, Tevrat’ın çalışma konusunun dışındadır”. Bu geleneğin bazı bilginlerine göre, “Tevrat’ın sözleri kadınlara söylenmektense, ateşte yansın” ve “Her kim, kendi kızına Tevrat’ı öğretirse, ona müstehcenlik öğretmiş gibi olur”6 demektedir.

St. Paul’ün (Pavlos) yaklaşımı da şöyledir:

Mukaddeslerin bütün kiliselerinde olduğu gibi, kiliselerde kadınlar sükut etsinler; çünkü onlara söylemek için izin yoktur; ancak şeriatın da dediği gibi, tâbi olsunlar. Eğer bir şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar; çünkü kadına kilisede söylemek ayıptır.” (Korintoslulara birinci mektup: 14: 34–35)

Meselenin Kur'ân’da nasıl ele alındığı konusunda, şu kıssa kâfidir. Kocası Evs, kızarak kendisine “Sen bana annemin sırtı gibisin” dediğinde Havle Müslüman bir kadındı. Bu söz, putperest Araplar tarafından kocayı evlilik sorumluluklarından özgür kılan bir beyan olarak kabul edilir, fakat eşin evi terk etmesine veya başka bir erkekle evlenmesine izin verilmezdi. Kocasından bu sözleri işiten Havle, çok kötü durumdaydı ve kendi problemini anlatmak için doğruca Hz. Peygamber’e gitti. Bir çıkış yolu olmadığı için Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), onun sabretmesi fikrindeydi. Havle, askıya alınmış evliliğini kurtarmak için Efendimiz’e şikâyete etmeye devam etti. Çok geçmeden, vahiy geldi ve İlâhî hüküm, bu cahiliye geleneğine son verdi. Sûreye de, kocası konusunda Peygamber Efendimiz’le tartışan Havle’den hareketle Mücadile (tartışan kadın) adı verildi.
Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü işitti. Allah, ikinizin birbirinizle konuşmasını işitir. Çünkü Allah, işitendir, görendir (58:1).

Kur'ân’a göre bir kadın, bizzat kendisi İslâm’ın Peygamberiyle bile tartışabilir. Hiç kimse, ona sus deme hakkına sahip değildir. Kocasını, dini ve hukuki meselelerde tek referans olarak kabûl etme gibi bir yükümlülüğü de yoktur. Sonra kadın, mescidde de konuşabilir. O kadar ki, Hz. Ömer gibi bir halifeyi, camide hutbe verirken, yanlış yaptığında tashih bile edebilir.

5– Murdar kadın mı?

Eski Ahid, âdet gören kadını, bulaşıcı bir murdarlık içinde telâkki eder. Bu kadının dokunduğu her şahıs, her eşya, bir gün boyunca kirli kalır.

Eğer bir kadının akıntısı ve bedeninde akıntısı kan olursa, 7 gün murdarlığında kalacak ve ona her dokunan akşama kadar murdar olacaktır. Ve murdarlığında üzerinde yattığı her şey murdar olacak, üzerinde oturduğu her şey de murdar olacaktır. Ve onun yatağına dokunan her adam esvabını yıkayacak ve suda yıkanacak ve akşama kadar murdar olacaktır. Ve kadının üzerinde oturmakta olduğu her hangi bir şeye dokunan her adam esvabını yıkayacak ve suda yıkanacak ve akşama kadar murdar olacaktır. Ve kadının oturmuş olduğu yatak, yahut her hangi bir döşek üzerinde bir şey olursa adam, o şeye dokunduğu zaman akşama kadar murdar olacaktır (Levililer, 15: 19–23)

‘Kirleticiliği’nden dolayı, âdet gören kadın, bazen kendisiyle kurulacak her hangi bir ilişkiyi önlemek için ‘sürülürdü’. Âdetli olduğu günler boyunca ‘murdarlık evi’ olarak isimlendirilen özel evlere kapatılırdı7. Dahası, eğer kadının ayaklarının tozundan da olsa murdar olmuşsa, kocası sinagoga girmekten men edilirdi. Hanımı, kızı veya annesi âdet gören bir haham, sinagogda haham duasını yapamaz8.

İslâm, âdet gören kadının her hangi bir ‘bulaşıcı pisliğe’ sahip olduğunu kabul etmez. O, günlük hayatını sadece bir sınırlamayla devam ettirir: âdet günlerinde eşiyle mukarenette bulunamaz; ancak diğer ilişkilere izin verilir. Bir de, âdet dönemi boyunca namaz ve oruç gibi ibadetlerden müstesna tutulur.



6– Şahitlik konusu

Kur'ân ile Kitab–ı Mukaddes arasında mukayeseye medar bir diğer konu da, kadının şahitliği meselesidir. Kur'ân’ın, ticari işlemlerde bulunan inananların iki erkek veya bir erkek iki kadın şahit getirmelerini emrettiği doğrudur. Buna karşılık, kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğini geçersiz kıldığı durumlar bile vardır. Meselâ, eğer bir kimse hanımını zinayla suçlarsa, Kur'ân, o kimseden, hanımının suçlu olduğuna dair beş defa yemin etmesini ister. Eğer kadın da kocasının iddiasını inkâr ve aynı şekilde beş defa yemin ederse, suçlu olarak kabul edilmez. Yani onun, kocasıyla aynı ölçüdeki şahitliği ve yemini, kocasınınkini boşa çıkarır. Her iki durumda da evlilik sona erer. (24:6–11)

İlk Yahudi toplumunda ise kadınların şahitlik yapmasına izin verilmez,9 cennetten kovulmuş olması sebebiyle kadının şahitlik yapamaması, ona verilen dokuz cezadan biri kabul edilirdi.10

Günümüzde İsrail’de kadınlar, dinî mahkemelerde şahitlik yapma hakkına sahip değildirler.11 Tekvin 18:9–16’da Hz. Sara’nın yalan söylediği iddiasıyla, kadınların şahit olamayacağı ve şahit olmaya ehil olmadıkları düşüncesi hakimdir. Tekvin 18:9–16’da geçen olay, Hz. Sara’nın yalan söylediğine bir ima dahi yapılmadan ve ona yalan isnadına sebep olan kısım hiç yer almadan, Kur'ân’da da anlatılır (11:69–74; 51:24–30). Batıda geçen yüz yılın sonlarına kadar hem Kilise, hem de sivil hukuk, kadına şahitlik hakkı tanımıyordu.12

Bir erkek kendi eşini zinayla itham ederse, kadının şahitliği Kitabı Mukaddes’e göre kabul edilmez. İtham edilen kadın sıkıntılı bir teste tabi tutulur (Sayılar 5:11–31). Bu sıkıntılı testten sonra kadın suçlu bulunursa ölüme çarptırılır. Suçsuzluğu sabit olursa, kocasına bir şey yapılmaz.

Bunun yanında, bir erkek bir kadınla evlenir ve onu bakire olmamakla suçlarsa, kadının şahitliği geçerli sayılmaz. Anne–babası onun kızlık nişanlarını alıp şehrin yaşlılarına getirmek zorundadır. Eğer ebeveyn kızlarının kızlık nişanlarını ispat edemezlerse, kız, babasının evinin önünde taşlanarak öldürülür. Eğer kızlarının suçsuz olduğunu ispat ederlerse, kocası sadece yüz şekel gümüşle cezalandırılır ve yaşadığı müddetçe bir daha karısını boşayamaz. (Tesniye, 22: 13–21)

7– Yemin ve sözleşmeler

Kitabı Mukaddes’e göre bir erkek, Allah’a karşı verdiği her sözü, her yemini yerine getirmek zorundadır. Fakat kadının vermiş olduğu söz, ettiği yemin, kadını bağlamaz. Onun verdiği sözün geçerli olması için, babasının evinde ise babasının, evlenmişse kocasının tasdik etmesi gerekir. Babası veya kocası, eşinin veya kızlarının yeminini tasdik etmezse, yapmış oldukları her yemin hükümsüz olur.

Eğer babası onun adağını ve nefsini bağladığı bağı işitirse ve babası ona karşı susarsa; o zaman bütün adakları duracak... Nefsini alçaltmak üzere yapılan her adağı ve yemini kocası tasdik veya iptal edebilir. (Sayılar; 2–13)

Bir kadının yemininin kendi başına bağlayıcı olmaması, onun evlilikten önce babasına, evlilikten sonrada kocasına bağımlı telâkki edilmesindendir. Babanın kızı üzerinde ciddi kont-rol ve sahipliği vardır: “Erkek, kızını satabilir fakat kadın satamaz, erkek kızını evlendirebilir, fakat kadın evlendiremez.”13 Kadın üzerindeki babanın kontrolü, evlenince kocaya geçer: “Nişan, kadını kocanın kutsal malı yapma işidir...” Açıkçası, kadın, başkasının mülkiyeti gibi telâkki edildiği için, sahibinin tasdiki olmadan her hangi bir vaatte bulunamaz.

Kitab–ı Mukaddes’in, kadının yeminiyle ilgili emri, bu yüzyılın başına kadar bu geleneklerin kadınları üzerinde olumsuz bir etkide bulunmuştur. Batı’da evli bir kadının hukukî statüsü, fiillerinin her hangi hukukî bir değeri de yoktu. Kocası, onun yaptığı sözleşme, pazarlık veya mukaveleyi feshedebilirdi. Kadın, başkalarının mülkü olarak görüldüğünden dolayı bağlayıcı bir sözleşme yapamazdı.14

İslâm’da kadın veya erkek olsun, bir Müslüman’ın vermiş olduğu her söz onu bağlar. Hiç kimse, başkasının vermiş olduğu sözü reddetme hakkına sahip değildir. Kadın veya erkek, vermiş olduğu ciddi bir sözü yerine getiremezse, Kur'ân’da gösterilen şekilde keffareti gerekir:

O (Allah), bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut onları giydirmek ya da bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır. Bunu bulamayan kimse, üç gün oruç tutsun; yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi gözetin (5:89).

Kadın veya erkek olsun, Hz Muhammed’in ashabı ona biat ederlerdi. Kadınlar da, erkekler gibi bağımsız olarak ona gelir ve biatta bulunur, yani bir bakıma kendi bağımsız şahsiyetleriyle yönetime katılırlardı; modern ifadesiyle, aynen erkekler gibi vatandaşlık statüleri vardı.

Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasına iftira etmemek ve iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse, onların biatlarını al ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, merhameti pek bol olandır. (60:12)

Bir erkek, hanımı veya kız çocukları adına yemin edemediği gibi, kadın, yakınları tarafından yapılan her hangi bir yemini de geçersiz kılmaz. Yani her bir kadın, aynen erkekler gibi, kendinden, kendi yaptıklarından sorumlu tam bir ferttir.

9–Evli kadının mülkiyeti

Her üç din de, evlilik ve aile hayatının önemine büyük önem verir. Fakat bu konuda da aralarında bazı farklar vardır. Meselâ Talmut, kadının malını kocanın malı kabûl eder:

Kendine ait olan eşya kocasınınsa, nasıl bir kadın mal edinebilir? Kocanın malı kocanın, kadının malı da kocanındır... Kadının tasarrufları ve sokakta bulduğu şeyler de kocasınındır. Ev eşyaları, masanın üzerindeki ekmek kırıntıları bile kocanındır. Eğer kadın eve bir misafir davet eder ve onu doyurursa, kocasının malından çalmış olur (San. 71a, git. 62a).

Talmut geleneğinde kızın malı, onun taliplerini celbetmek içindir. Baba, büyük miktarda çeyiz–mal biriktirerek, kızını evliliğe hazırlar. Bu sebeple, ailede kız çocuğu bir yük olarak görülür.15 Kız, evlendikten sonra, bu malı üzerindeki hakkını kaybeder. Evlilik sırasında kazandıkları da kocasına ait olur. O, kendi malına ancak kocası ölür ve onu boşarsa sahip olabilir. Kadın önce ölürse, kocası bütün malına varis olur. Koca önce ölürse, kadın ancak kocasına geçmiş olan kendi malını alabilir; kocasının malından herhangi bir şey almaya hakkı yoktur.16

Yakın zamanlara kadar aynı an’ane Batı’da da hakimdi. Roma İmparatorluğu döneminde (Constantine’den sonra) dinî ve sivil (medenî) otoriteler, evliliği tanımanın bir şartı olarak mülkiyet sözleşmesi yapılmasını talep ediyorlardı. Evlenince, kadının malı da, kocanın malı da kocaya ait oluyordu. 1632’de İngiltere’de ilk defa kadın hakları hukuk sahasına alındı. Fakat, kural değişmedi. Kanunda yine, “Kocanın sahip olduğu kocanındır. Kadının sahip olduğu da kocaya aittir”17 hükmü vardı. Evlilikle kadın sadece mülk edinme hakkını kaybetmez, aynı zamanda şahsiyetini de kaybederdi. Onun hiçbir eylemi hukuki değere sahip değildi. Bağlayıcı olmadığından dolayı, kocası onun her hangi bir alış verişini ve hediyesini reddedebilirdi. Kadının akit yaptığı şahıs, sanki bir suçlu gibi sahtekârlıktan dolayı alıkonulurdu. Dahası o, kendi adına dava açamadığı gibi, onun adına da dava açılamazdı ve kocasını da dava edemezdi18. Evli kadın, kanun önünde çocuk gibi muamele görürdü. Kadın kocasına ait olduğu için, kendi malını, hukuki şahsiyetini ve kızlık soyadını kaybederdi19.

İslâmiyet, yakın zamana kadar modern dünyada kadına esirgenen bağımsız şahsiyeti ona 14 asır önce verdi. İslâm’da gelin ve ailesinin, damada her ne türden olursa olsun mehir verme zorunluluğu yoktur. Tam aksine, evlilikte erkek, kadına belli bir mehir vermekle yükümlüdür. Müslüman ailede, kız asla yük değildir. Kadın, İslâm tarafından o kadar yüceltilmiştir ki o, ne koca adaylarını çekmek için hediye takdim etmeye muhtaçtır; ne evlendiği zaman malını kaybeder; ne de kendi malını kocasıyla paylaşmak zorundadır; kocası ona bakmakla yükümlü iken, o, kocası fakir bile olsa kendi malını dilediği gibi kullanabilir; ticaret yaparak veya başka meşru yollardan onu artırabilir. Yani aile içinde her bakımdan bağımsız bir kişiliğe sahiptir. Kocasından aldığı mehir kendi malıdır ve kimse ona dokunamaz. Boşanacak olsa, mehir yine elinde kalır. Kendisi gönül hoşnutluğuyla teklif etmedikçe, kocasının onun malında hiçbir hakkı yoktur20.
 
10–Boşanma

Üç din de boşanmaya dair önemli ölçüde farklı tutumlar sergiler. İncil, net bir şekilde evlilik hayatının sona eremeyeceğini söyler. Hz. İsa’nın, “Fakat ben size derim ki; zinadan başka bir sebeple karısını boşayan kimse onu zaniye yapmış olur, ve kim boşanmış kadınla evlenirse zina eder” (Matta 5:32) dediğine inanılır. Bu uzlaşmaz ideal şüphesiz bütün insanlığın hiçbir zaman gerçekleştiremediği ahlâkî mükemmelliği gerektirir. Her ne zaman eşler evlilik hayatlarının onarılamaz olduğunu anlarsa, o zaman boşanmayı yasaklamanın onlara bir faydası olmaz. Hasta bir evlilik birliğini, eşlerin kendi istekleri dışında devam ettirmeye çalışmak ne etkili ne de mantıki bir şey olur. Günümüzde bütün Hıristiyan dünyasının boşanmaya izin vermek zorunda kalmasına, hattâ ifrat bir kuralın doğurduğu tefrit bir netice olarak, bu dünyada aile kurumunun âdeta çöküntü yaşamasına şaşırmamak gerekir.

Öbür taraftan Yahudilik, kocaya boşama hakkı verme konusunda nettir:

Bir adam bir kadın alıp onunla evlendiği zaman vaki olacak ki, onda utanılacak bir şey bulduğu için, kadın onun gözünde lütuf bulmazsa, onun için boş kağıdını yazacak, ve onun eline verecek, ve onu evinden gönderecektir. Ve evinden ayrıldıktan sonra kadın gidip başka bir erkeğin karısı olabilir. Ve sonraki adam da ondan nefret ederse ve onun için boş kağıdını yazarsa, ve onun eline verip onu evinden gönderirse; yahut onu kendisine karı olarak almış olan sonraki adam ölürse; onu göndermiş olan evvelki kocası, kadın murdar edildikten sonra onu kendisine tekrar karı olarak alamaz (Tesniye, 24:1–4).

Metinde zikredilen “hoşuna gitmeyen”, “utanılacak bir şey” ve “nefret ederse” kelimelerinin yorumuna dair Yahudi uleması arasında büyük tartışmalar yaşanmıştır. Talmut, bu konudaki farklı görüşleri kaydeder:

Shammai ekolü; zina suçu haricinde bir erkeğin kadını boşayamayacağı görüşünde iken, Hillel ekolü, sadece bir tabağı kırmaktan dolayı bile boşayabilir der. Akiba21 ise, başka bir kadını ondan daha güzel bulduğu için bile boşayabileceğini söyler

Talmut, kadınların, kocalarını kendilerini boşamaya zorlayan davranışları şöyle kaydeder: “Eğer kadın sokakta yerse, sokakta aç gözlü bir şekilde içerse, sokakta emzirirse, haham Meir, böyle bir kadının her halükarda kocasını terk etmesi gerektiğini söyler” (Git 89a). Talmut, kısır bir kadını (on yıllık dönemde çocuğu olmayan) boşamayı da zorunlu hale getirmiştir: “Hahamlarımız, eğer erkek bir kadını eş olarak alır ve on yıl yaşayıp da çocuğu olmazsa, o kadını boşaması gerektiğini düşünür.” (yeb 64a)

Diğer taraftan, bu gelenekte kadınlar ancak mücbir sebeplerin varlığı halinde mahkeme huzurunda boşanma talep edebilir. Boşanmayı talep eden kadın, çok az gerekçe ileri sürebilir. Bu gerekçeler: kocasının fiziki kusurlu veya deri hastalıklı olması, evlilikle ilgili sorumluluklarını yerine getirememesi vb.’ni ihtiva eder. Mahkeme, kadının iddialarını haklı bulabilir fakat evliliği sona erdiremez. Mahkeme, kocayı gerekli olan boş kağıdını vermeye zorlamak için ona kırbaç, para, hapis cezası verebilir, onu aforoz edebilir. Fakat kocası çok inatçıysa, karısını boşamaz ve süresiz olarak kendisine bağlı bekletebilir. Daha da kötüsü, kadını boşamadan, ne evli ne de boşanmış bir şekilde terkedebilir. Bu arada, başka bir kadını nikâhlayabilir. Fakat terkedilmiş kadın, kanunen evli olduğu için, başka bir erkekle yaşayamaz, çünkü o zaniye olarak düşünülecek ve bu birlikten olan çocuklar on nesil boyunca gayr–ı meşru kabul edilecektir. Bu durumdaki kadın, agunah (zincire vurulmuş kadın) olarak isimlendirilir22. Bugün bu statüde 17.000 civarında kadının bulunduğu tahmin edilmektedir. Kocalar, bu durumdaki kadınlardan boşanmak için binlerce dolar talep edebilmektedirler.23

İslâm, boşanma konusunda Hıristiyanlık ve Yahudilik arasındaki orta yolu takip eder. İslâm’a göre evlilik, mücbir sebep olmadığı müddetçe bozulmaması gerekli kutsal bir bağdır. Eşler, evlilikleri tehlikeye düştüğünde mümkün olan bütün çareleri denemekle emrolunmuşlardır. Başka çıkış yolu olduğu sürece de boşanmaya başvurulmaz. Kısacası, İslâm, boşanmayı kabul eder fakat, her vesilede ondan vazgeçirmeye çalışır. Kocaya talâk (boşama) hakkını verir. Kadına da, Yahudiliğin aksine İslâm, hul’ olarak bilinen şekilde evliliği sona erdirme hakkını da tanır.24 Hul’ veya muhale’a, bir bedel karşılığı boşanmadır. Kadın, evlenirken nikâh hakkı talep edebilir. Bu hakkı alan kadın, bedelli veya bedelsiz olmak üzere, mahkemeye baş vurarak kocasını boşayabilir.

Eğer karısını boşamak suretiyle evlilik birliğine koca son vermişse, kadına verdiği mehri geri alamaz. Bu mehir ne kadar pahalı veya değerli olursa olsun, Kur'ân, boşayan kocanın vermiş olduğu mehri geri almasını açık biçimde yasaklar:

Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine kantarlarca mal vermiş olsanız bile ondan hiç bir şey almayın. Yoksa, (geri alabilmek için) iftira yolunu tutarak ve apaçık günaha girerek verdiğinizi geri mi alacaksınız? (4:20)

Kadının evliliği sona erdirmeyi seçmesi halinde o, mehri kocasına iade edebilir. Bu durumda, hanımı olarak kalmasını çok istemesine rağmen kocasını terk etmeyi seçen kadının almış olduğu mehri geri vermesi adil bir tazmin olur. Kur'ân, kendileri evliliği sona erdirmedikçe, erkeklerin vermiş olduğu mehri geri almamalarını emreder.

İkisi Allah’ın sınırlarını korumaktan korkmadıkça sizin (erkekler) kadınlara verdiklerinizden bir şey geri almanız size helâl değildir. Eğer erkek ve kadın Allah’ın sınırlarında duramayacaklarından kokarsanız, o zaman kadının ayrılmak için verdiği fidyede ikisine de bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır, sakın bunları aşmayın. (2:229)

Hz. Muhammed (s.a.s.)’e evliliğini sona erdirmek isteyen bir kadın geldi ve kocasının karakter ve davranışlarından şikayetçi olmadığını, fakat tek probleminin artık kendisiyle mukaranetten aciz olan kocasını dürüstçe sevmemesi olduğunu söyledi. Peygamberimiz, “Onun (mehir olarak verdiği bahçeyi) tekrar verir misin?” diye sordu. Kadın da: “evet’ dedi. Peygamberimiz, o zaman erkeğe bahçesini geri almasını ve evliliği sona erdirmesini emretti. (Buhari)

Anlaşılıyor ki, baştan boşama hakkı almamış bile olsa, Müslüman kadın, kocasının şiddete başvurması, onu gereksiz yere terk etmesi, evlilik sorumluluğunu yerine getirememesi gibi mücbir sebeplerden dolayı devam ettirmek istemediği bir evliliği sona erdirmeye mecbur kalabilir. Bu durumda mahkeme, evliliği sona erdirir.25

Kısacası İslâm, Müslüman kadına eşi–benzeri olmayan haklar vermiştir: O, hul’ yoluyla evliliği sona erdirebilir ve boşanma davası açabilir. Serkeş kocası tarafından asla “zincirlenemez”, yani evlilik boşanma arası askıda bırakılamaz. Kur'ân, bu hususu bilhassa anarak yasaklar.

İslâm, sürdürülmesi mümkün olmayan evliliğin sona erdirilebileceği iznini vermiş olmakla birlikte, boşanmayı caydırıcı tedbirler de almıştır. Bu konuda o, hukuktan çok diyaneti (dindarlık) devreye koyar. Çünkü insanların kalbine hukuk değil, din hükmeder. Peygamberimiz (s.a.s.), şöyle buyurur:

Helâller içinde Allah’a en çirkin olanı boşanmadır. (Ebu Davud)

Bir Müslüman erkek, sadece hoşlanmadığı için hanımını keyfî boşayamaz. Kur'ân, ona, hoşlanmama duygu ve hisleri ile dolu olduğu durumlarda bile hanımına iyi muameleyi emreder:

Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, sizin hoşlanmadığınız bir şeye Allah, çok hayırlar koymuş olabilir. (4:19)

Hz. Muhammed de (s.a.s.), benzeri talimatlar vermiştir:
İnanan bir erkek, inanan bir kadından nefret etmesin. Bir huyunu sevmezse, seveceği bir diğeri mutlaka bulunur. (Müslim)

Hz. Peygamber, Müslümanların en iyilerinin eşlerine karşı en iyi davrananlar olduğunu vurgulamıştır:

Müminlerin en hayırlısı, ahlâken en güzel olanıdır ve sizin en hayırlınız, eşlerine karşı en iyi davrananınızdır.26

Hadis–i şerif, ahlâkî güzelliğin kemalini eşlere en güzel muamele olarak beyan etmektedir.

Bununla birlikte, İslâm hayat dinidir; pratikleri göz ardı etmez ve evlilik birliğinin çökme eşiğine geldiği vakaların olabileceğini de elbette nazara alır. Böyle durumlarda sadece iyiliği tavsiye etmek veya tarafları kendi kendilerine hakim olmaya çağırmak, her zaman geçerli bir çözüm olmayabilir. O zaman evlilik birliğini korumak için Kur'ân, hata içinde olan eşe pratiğe dönük öğütler verir. Kadının kötü davranışı evlilik birliğini tehdit ediyorsa Kur'ân, kocaya aşağıdaki ayetlerde ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi dört çeşit tavsiyede bulunur:

Dik kafalılık ve şirretliklerinden yıldığınız kadınlara (1) öğüt verin; (bundan almazlarsa) (2) yatakta onlardan ayrı kalın; (bunun da tesiri görülmezse,) (3) onları (hafifçe ve yüzlerine vurmaksızın) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık aleyhlerine yol aramayın. Unutmayın ki Allah, (sizden de, başka herkesten ve her şeyden de) çok yücedir, çok büyüktür. (4) (Ey mü’minler, bütün bunlara rağmen, eğer) karı–kocanın arasının açılmasından endişe duyarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem tayin edin; eğer taraflar uzlaştırmak dilerlerse, Allah da onların aralarını buldurur. (4:34–35)

Bu tedbirlerden ilk üçü öncelikle denenmelidir. Bunlar başarısız olursa ilgili ailelerin yardımları istenir. Yukarıdaki ayetler ışığında serkeşlik yapan kadını dövme, yanlışlığını düzeltmek için istisnai durumlarda ve üçüncü sırada başvurulması gereken geçici bir tedbirdir. Kaldı ki, burada dövülecek kadın, şirret ve dikkafalılığı ile, evde bütün bütün huzursuzluk kaynağı olan bir varlıktır. Ayrıca, burada hemen şu hususu belirtelim ki, tarihte de, günümüzde de kadınların en iyi muamele gördüğü evler, İslâm’ın şuurunda olan Müslümanların evleridir; onun en çok tacize uğradığı, gerçekten yerli yersiz, sebepli sebepsiz dayak yediği evler ise, ‘modernleşmiş’ evlerdir. Bütün istatistikler, kadının, kadın hakları şampiyonluğu yapan Batı’da ve İslâm dünyasında da, güya batılılaşmış evlerde daha fazla dayağa maruz kaldığını göstermektedir. Kaldı ki İslâm’da dövme, âyetten açıkça anlaşıldığı üzere, intikam veya cezalandırma için değil, eğitim içindir. Eğitim ise, eğitim verebilecek tarafından ona muhtaç olana verilir. Yukarıda âyetlerde açıkça anlatıldığı üzere bu tedbir fayda vermişse, kocası hiçbir şekilde ona eza etmeye devam edemez. Eğer fayda da vermemişse, kocası bu tedbirini daha fazla kullanamaz ve ailelerin yardımıyla çiftlerin uzlaştırılması yolu denenir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), ilgili âyeti tefsir noktasında, Müslüman erkeklere, eşleri tarafından açık hayasızlık gibi istisnai durumlar haricinde bu tedbire başvurmamalarını emreder. Bu durumlarda bile vurma hafif olmalı, yüze asla vurulmamalı, kadın tavrından vazgeçmezse, kocası ona fazladan ceza vermeğe kalkışmamalıdır:

Açık hayasızlık yaptıklarında, onları yataklarında tek başına bırak ve hafifçe vur. Eğer sana itaat ederlerse, artık başka eza verme. (Tirmizi)

Dahası, Peygamberimiz (s.a.s.), yine âyetin tefsiri ve uygulama şekli açısından, eğitime dönük tedbir olarak açık hayasızlık yapmış olmaları dışında kadınların ceza için dövülmesini yasaklamış [Böyle yapanlar (eşlerini dövenler) içinizde hayırlı olanlarınız değillerdir. (Ebu Davud); En hayırlınız, eşlerine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben, aranızda eşine karşı en iyi davrananınızım. (Tirmizi)]; daha da ötesi, karısını döven erkeklerle evlenmemeyi öğütlemiştir. Fatıma bint–i Kays, şöyle der: “Allah Resûlü’ne gittim ve, ‘Ebu Cehm ve Muaviye bana evlilik teklifinde bulundular’ dedim. Allah Resûlü (s.a.s.), ‘Muaviye çok fakir, Ebu Cehm ise kadınları döver’ buyurdu.” (Müslim)

Talmut, disiplin maksadıyla kadınların dövülerek cezalandırılmasına izin verir.27 Kocalar, açık hayasızlık gibi istisnai vakalarla sınırlandırılmaz. Ev işlerini yapmayı reddettiği zaman bile kocaya, eşini dövmesi izni verilmiştir. Dahası, bu hafif cezayla da kalınmamış, kocaya, karısının serkeşliğini kırbaçla veya onu aç bırakarak kırmasına izin verilmiştir.28

Eşinin kötü davranışları yüzünden evliliği dağılma noktasına gelmiş kadına ise Kur'ân, aşağıdaki tavsiyelerde bulunur:

Eğer kadın, kocasının serkeşliğinden veya kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, anlaşma ile aralarını düzeltmelerinde ikisine de günah yoktur. Anlaşmak, daha hayırlıdır. (4:128)

Bu durumda, kadının kocasıyla uzlaşmaya çalışması (ailenin yardımı olsun veya olmasın) tavsiye edilir. Kur'ân, kadının mukarenetten kaçınma ve dayak atma gibi çarelere başvurmasını tavsiye etmez. Bunun sebebi, erkek büyük çoğunlukta kadından daha güçlü ve intikam almaya daha meyyal olduğu için, onun fiziki şiddete başvurmasını önlemek içindir. Bu tür şiddet eylemlerinin, evliliğe ve kadına faydadan çok zararı dokunur. Bazı Müslüman fakihler, bu tür tedbirleri kadın adına mahkemenin erkeğe karşı kullanabilmesini önerirler. Mahkeme, serkeş kocaya önce öğüt verir, sonra karısının yatağına girmesini yasaklar ve nihayetinde de kocaya vurur.29

Özet olarak, İslâm, evliliğin tehlikeye düşmesi veya gerginliğin artması durumunda evliliği kurtarmak için eşlere uygulanabilir çözümler önerir. Eğer eşlerden birisi evlilik birliğini tehlikeye atarsa, bu kutsal bağı kurtarmak için Kur'ân, mümkün ve etkili olan tüm çarelerin yapılmasını diğer eşe tavsiye eder. Eğer alınan bu çareler başarısız olursa, bu durumda İslâm, eşlerin barış içinde ve dostça ayrılmalarına izin verir.



11– Anneler

Kitab–ı Mukaddes, bir çok yerde anne–babaya saygıyı ve iyi muameleyi emreder, onlara saygısızlık yapmayı da yasaklar. Meselâ: “Çünkü babasına yahut anasına lânet eden her adam mutlaka öldürülecektir” (Levililer: 20:9) ve “Hikmetli oğul babasını sevindirir, akılsız adam ise, anasını hor görür” (Süleymanın Meselleri 15:20). Gerçi “Hikmetli oğul, babasının söylediğini dinler” (Süleymanın Meselleri 13:1) şeklinde, bazı yerlerde ise babaya saygı zikredilirken, anneye saygı zikredilmez; anne, özel olarak anılmaz. Ayrıca, babalar çocuklarına mirasçı olurken, anneler mirasçı olamaz.30

İncil’de annelere muamele konusunda yanlış anlaşılabilecek bazı ifadeler var ise de (Luka, 14:26; Markos, 3:31–35); bunları yanlış anlamamak ve zahirleriyle yorumlamamak gerektiği inancındayız. Hz. İsa, buralarda geçen sözleriyle, Allah katında asıl değerin iman ve kullukta yattığını, anne–baba da olsa, iman ve kulluğu olmayan veya az olanların, diğerleri derecesinde mevki sahibi olamayacaklarını ifade etmiş olmaktadır. Allah sevgisi, bütün sevgilerin önünde gelmeli, anne–baba sevgisi, Allah sevgisi ve O’na bağlılığın önüne geçmemelidir.

Bununla birlikte, İslâm’da anneye verilen şeref, saygı ve hürmet eşsizdir. Kur'ân, anne–babaya iyi muameleyi Allah’a ibadetten sonra ikinci sıraya koyar:

Rabbin, yalnız Kendisine ibadet etmenizi ve anne–babaya kâmil manâda iyilikte bulunmanızı emretti. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “Of” bile deme, onları azarlama. Onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak, üzerlerine alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: “Rabbim! Küçükken beni (üzerime titreyerek) yetiştirdikleri gibi, Sen de onlara öyle merhamet et!” de. (17:23–34)

Kur'ân, başka birkaç yerde de annenin çocuğu dünyaya getirme ve büyütme görevine özel vurgu yapar:

Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını emrettik. Annesi onu, zayıflık üzerine zayıflık çekerek (karnında) taşımıştı. Onun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve anne–babana şükret. (31:14)

Annenin bu özel konumu Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından da veciz bir şekilde dile getirilir:

Bir adam, Peygamber Efendimiz’e gelip, “ey Allah’ın Resûlü, insanlar içinde hürmet etmeme en lâyık kimdir? diye sordu. Allah Resûlü, “annendir” buyurdu. Adam, “sonra kim?” diye sordu. Peygamberimiz, “annendir” dedi. Adam yine, “sonra kim?” diye sordu. Peygamberimiz, “annendir” cevabını verdi. Adam tekrar, “sonra kim?” diye sordu. O zaman Peygamberimiz (s.a.s.), “babandır” cevabını verdi. (Buhari)

Anneye olan derin saygı, Müslümanların günümüze kadar devam ettirdikleri İslâm prensiplerinden biridir. Müslüman kadın, kendi çocuklarından daima derin bir saygı ve sevgi görür. Müslüman kadınla çocukları arasındaki sıcak ilişki ve erkeklerin annelerine karşı duyduğu derin saygı, batılıları şaşırtmıştır.31

12– Kadının Mirası

Kur'ân ile Kitab–ı Mukaddes arasındaki en önemli farklılıklardan birisi de, kadının miras hakkıdır. Kitab–ı Mukaddes’in bu konudaki hükmü, haham Epstein tarafından öz olarak açıklanmıştır: “Kitab–ı Mukaddes zamanından beri kesilmeksizin süregelen gelenek, evin kadın üyelerine –eş ve kız çocuklarına– miras hakkı tanınmaz. Verasetin en ilkel şeklinde bile ailenin kadın üyeleri malın parçası olarak görülürdü ve hukuki şahsiyeti olan bir varis olmaktan köle kadar uzaktı. Hz. Musa kanunlarınca hiçbir erkek varis kalmadığı durumda kız çocukları varis olarak kabul edilirken eş, varis olarak kabul edilmezdi.32

Kitab–ı Mukaddes’in miras hukuku, Sayılar 27:1–11de ana hatlarıyla belirtilmiştir. Buna göre kadın, kocasının malından hiçbir şey alamazken, koca çocuklarından bile önce eşinin mirasçısı olur. Kız, ancak erkek çocuk yoksa mirasçı olur. Dullar ve kızlar, erkek çocuklar bulunduğu müddetçe nafakaları erkek mirasçıların merhametine kalmıştır.

Hıristiyanlık, uzun yıllar bu hukuk üzerinde devam etti. Hem Kilise, hem de sivil hukuk, kız kardeşleri erkek kardeşleriyle birlikte babanın mirasına ortak olmaktan yasaklamıştı. Bu hukuk, geçen asrın sonlarına kadar sürdü.33

İslâm öncesi putperest Araplar arasında miras sadece erkeklere mahsustu. Kur'ân, bütün bu adaletsiz âdetleri kaldırdı ve mirasçı erkeklerle aynı derecede yakınlığı olan bütün kadınlara mirastan hakkını verdi:

Anne–babanın ve yakınların bıraktıklarından erkek ve kadınlara hisse vardır, az veya çok... belirli bir hisse. (4:7)

Müslüman anneler, eşler, kızlar ve kız kardeşler, miras hakkını daha Avrupa bu hakların varlığını kabul etmeden 1300 yıl önce aldılar. Mirasın paylaştırılması çok detaylı ve geniş bir konudur (4:7, 11, 12, 176). Annenin babayla eşit pay almasının dışında genel kural, kadının mirası erkeğin mirasının yarısıdır. Kadın ve erkekle ilgili bu genel kural, ilgili diğer düzenlemelerden ayrı alınırsa adaletsiz görülebilir. Bunun arkasındaki gerekçeyi anlamak için mutlaka erkeğin mali yükümlülüklerinin kadınınkinden çok daha fazla olduğu nazara alınmalıdır. Damat, geline mehir vermek zorundadır. Bu mehir, gelinin şahsi malı sayılır ve boşandıktan sonra bile kendisinde kalır. Gelinin damada bir mehir verme gibi herhangi bir zorunluluğu yoktur. Dahası, Müslüman koca, eşinin ve çocuklarının nafakasını temin etmekle yükümlüdür. Kadının ona bu alanda yardım etme sorumluluğu yoktur. Gönül rızasıyla kocasına verdikleri dışında, onun malı ve onda tasarruf hakkı, yalnız kendisine aittir. Buna ilâveten İslâm, aile hayatına çok büyük önem verir. Gençlerin evlenmesini şiddetle ister, boşanmayı özendirmez ve müzmin bekâr kalmayı da –çok hususi istisnalar dışında– bir erdem olarak görmez. Bundan dolayı, evlenme çağındaki hemen hemen bütün kadın ve erkekler, İslâm toplumunda evlidir. İslâm miras hukuku incelenirken, bütün hu hususlar ve daha başka, doğrudan konumuz olmadığından burada izahına gerek duymadığımız daha başka faktörler nazara alınmalıdır. Kadının sorumluluklarıyla mali hakları kıyaslandığında, İslâm’ın değil kadın karşısında erkeğe ayrıcalıklı muamele yapmak, bir İngiliz araştırmacının da itiraf ettiği üzere, kadına cömertçe ve çok merhametli davrandığı ortaya çıkacaktır.34

13– Evli kadının durumu

Kitab–ı Mukaddes’te kendilerine mirastan hak tanınmadığı için dullar, önceki toplumların en savunmasız kimseleri arasındaydı. Ölmüş kocanın erkek akrabaları, onun bütün mirasına konardı ve bu mirastan dul karısını da geçindirmek durumundaydılar. Ne var ki bu da, o akrabaların insafına kalmıştı. Bu bakımdan dulluk, düşüklüğün sembolü olarak görülürdü (Eş’iya, 54:4). Dram, bununla da bitmiyordu. Tekvin 38’e göre çocuksuz dul kadın, evli olsa bile kocasının erkek kardeşiyle evlenmek zorundaydı, böylece o, ölmüş kardeşin neslini devam ettirir, onun adının silinmesine mani olmuş olurdu:

Ve Yehuda, ona dedi: kardeşinin karısının yanına gir, ve ona kayın biraderlik vazifeni yap ve kendi kardeşine zürriyet yetiştir. (Tekvin, 38:8).

Dul kadının bu evliliğe izni gerekmezdi. Onun vazifesi, kocasının neslini devam ettirmekti. Kitab–ı Mukaddes’teki bu hüküm, uygulandığı yerlerde halâ devam etmektedir.35 Çocuksuz dul kadın, kayın biraderlerine kalır. Eğer kardeş evlenemeyecek kadar küçük olursa, evlenme çağına gelinceye kadar kadın beklemek zorundadır. Eğer ölen kimsenin kardeşi evlenmeyi kabul etmezse, kadın özgür kalır ve dilediği erkekle evlenebilir.

İslâm öncesi putperest Arapları da benzer uygulamalara sahiptiler. Bir dul kadın, ölenin erkek mirasçıları tarafından alınacak terekenin bir parçası sayılırdı ve genellikle ölen kimsenin diğer eşinden olma en büyük erkek oğluyla evlendirilirdi. Kur'ân, bu uygulamayı sert şekilde tenkit ederek bu alçaltıcı geleneği kaldırdı.

Geçmişte olanlar hariç, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin! Bu, bir hayasızlık, iğrenç bir şeydi, ne kötü bir yoldu. (4:22)

Kitab–ı Mukaddes geleneğinde üst rütbeli din adamları, dul, boşanmış kadın veya fahişelerle evlenemezdi.

Ve alacağı kadın kız olacaktır; dul yahut boşanmış, yahut bozuk kadın fahişe olmayacak, ancak karı olmak üzere kendi kavminden bir kız alacaktır. Ve kavminde zürriyetini bozmayacaktır; çünkü ben kendisini takdis eden Rabbim. (Levililer, 21:13–15)

Kur'ân, ne dul kadını düşük görür, ne onunla evlenmeyi yasaklar. Hattâ, onların korunup kollanması, İslâm’da büyük faziletlerdendir. Kur'ân, onların evlenmeleriyle ilgili olarak da düzenlemeler getirmiştir:

Kadınları (geri dönmesi mümkün bir boşama şekli ile) boşadığınızda, bekleme süreleri (üç adet dönemi)ni bitirdiler mi, ya (yeniden nikahla) onları güzellikle tutun, ya da güzellikle bırakın, haklarına tecavüz etmek için onlara zarar verecek şekilde tutmayın; böyle yapan, şüphesiz kendisine yazık etmiş olur. Allah’ın âyetlerini de alaya almayın. (2:231)

İçinizden vefat edenlerin geriye bıraktıkları eşleri, kendilerini tutup, dört ay on gün beklerler; (bu süre içinde yeniden evlenmeye yeltenmez, süslenip görücüye çıkmazlar.) Sürelerini doldurduklarında, kendi haklarında meşrû sınırlar çerçevesinde verecekleri karardan ve ortaya koyacakları davranışlardan dolayı size bir vebal yoktur. Allah, her ne yaparsanız, hepsinden hakkıyla haberdardır. (2:234)

İçinizden, kendilerine ölüm gelip de, geriye eş bırakacak olanlar, o eşlerinin bir yıl süreyle evden çıkarılmayıp, geçimlerinin sağlanmasını şart koşacak şekilde vasiyette bulunsunlar. Fakat bunlar kendiliklerinden çıkacak olurlarsa, bu durumda, meşrû surette yapacakları şahsî davranışlarından dolayı üzerinize herhangi bir vebal yoktur. Allah, Azîz (mutlak onur ve karşı konulmaz güç sahibi)dir; Hakîm (her hüküm ve işinde mutlak ve sayısız hikmetler bulunan)dır. (2:240)

Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) Hz. Âişe dışındaki bütün hanımlarını dul olarak almış olması, İslâm’ın kadınlara olan merhametini göstermeye yetmez mi?

14– Çok kadınla evlilik

Çok kadınla evlilik, insanlık tarihi kadar eski bir uygulamadır. Kitab–ı Mukaddes, çok kadınla evliliği yasaklamaz. Aksine, meşruluğunu kabul eder. Hz. Süleyman’ın çok sayıda hanımı ve cariyesi olduğu Kitab–ı Mukaddes’te geçer (1. Krallar, 11:3). Yine, Hz. Davud’un da çok sayıda hanımı ve cariyesi olduğu zikredilir (2. Samuel, 5:13). Kitab–ı Mukaddes’te terekenin, murisin diğer eşlerinden olma erkek çocukları arasında paylaştırılacağına dair emirler yer alır (Sayılar, 22:7). Poligami üzerindeki tek sınırlama, kız kardeşlerin aynı anda bir kimsenin nikâhı altında bulunamamasıdır (Levililer, 18:18). Talmut, en fazla dört kadını tavsiye eder.36 Avrupa Yahudileri, 16’ncı asra kadar çok eşliliği devam ettirdiler. Doğu Yahudileri de, çok eşliliğin medenî hukuka göre yasak olduğu İsrail’e göçünceye kadar bu uygulamayı sürdürdüler. Fakat İsrail’de bazı durumlarda medenî hukuku geçersiz kılan dinî hukuk altında çok kadınla evliliğe izin verilmektedir.37

Yeni Ahit, çok eşlilik hakkında ne der? Papaz Eugene Hillman, bu konudaki eserinde, “İncil’in hiç bir yerinde evliliğin tek eşle olacağına veya çok eşle evliliğin yasak olduğuna dair hiçbir emir yoktur.”38 kaydını düşer. Dahası, Hz İsa, kendi toplumunda çok eşlilik yaygın olmasına rağmen, buna karşı çıkmamıştır. Peder Hillman, St. Augustine’in, ‘Şimdi bizim zamanımızda Roma âdetlerine uymak için başka bir eş almaya artık izin verilmemektedir’39 sözünü naklederek, Roma kilisesinin, (cariye ve fahişeliğe müsaade ederken, tek eşle evliliği emreden) Yunan–Roma kültürüne uymak maksadıyla çok eşle evliliği yasakladığının altını çizer.

Kur'ân, çok eşle evliliğe izin verdi, fakat bunu bir takım kısıtlamalarla kayıt altına aldı:

Şayet yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, hoşunuza giden başka kadınlarla ikişer, üçer ve dörder tane evlenebilirsiniz; şayet, aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir taneyle yetinin. (4:3)

Kur'ân, eş sayısını eşlere eşit ve adil muamele gibi sıkı şartlar altında dörtle sınırlandırır.

Kur'ân’ın çok eşle evliliği zorlaması veya çok eşle evliliği ideal olarak takdim etmesi mümkün değildir. O, zorlayıcı sosyal ve ahlâkî sebeplerin olduğu zaman ve durumları nazara alarak, çok eşle evliliği bir izin, bir ruhsat olarak tanımıştır. Yukarıdaki Kur'ân âyetinin de işaret ettiği gibi, İslâm’da çok eşlilik konusu, pek çok toplumda horlanan ve ezilen yetim ve dullara karşı toplumun görevlerinden ayrı bir şekilde anlaşılamaz. Bütün zaman ve mekâna hitap eden bir din olarak İslâm, bu mücbir sorumlulukları görmezlikten gelmemiştir.

Günümüzde pek çok modern toplumda kadın sayısı erkek sayısından fazladır. Amerika’da erkeklerden en az 8.000.000 fazla kadın vardır. Gueana gibi ülkelerde her 100 erkeğe 122 kadın düşmektedir. Tanzanya da her 100 kadına 95,1 erkek düşüyor.40 Böyle bir dengesizliğe karşı toplum ne yapmalı? Değişik çözümler olabilir: bazıları müzmin bekârlığı tavsiye edebilir; diğerleri de, kız çocuklarının diri diri gömülmesini (bugün dünyada bazı toplumlarda olduğu gibi!). Daha başkaları da, fahişelik, metreslik, evlilik dışı ilişkileri, eşcinsellik gibi çirkinlikleri bir çıkış yolu gibi görebilir.

Bütün bunlara karşılık, bir çok toplumda çok eşlilik, kültürel olarak kabul edilmiş, sosyal yönden de saygın bir kurum olarak, bu tür problemlerde bir çıkış yolu teşkil etmektedir. Bu toplumlar, Batı’da çoğu zaman yanlış anlaşıldığı üzere, diğer kültürlerde kadın, çok eşle evliliğe kadının alçaltılmasının bir işareti olarak bakmamaktadır. Meselâ,–Hıristiyan olsun, Müslüman veya başka bir dinden olsun– bir çok Afrikalı genç gelin, evlilik tecrübesi bulunan sorumlu bir erkekle evlenmeyi tercih etmektedirler. Bir çok Afrikalı kadın, kendilerini yalnız hissettiklerinden dolayı kocalarını tekrar evlenmeye zorlamaktadırlar.41 Nijerya’nın en büyük ikinci şehrinde yaşları 15 ile 59 arasında değişen 6.000 kadın üzerinde yapılan araştırmaya göre, kadınların yüzde 60’ı eşlerinin başka bir kadınla evlenmelerini memnuniyetle karşılamaktadır. Sadece yüzde 23’ü, eşini başka bir hanımla paylaşma fikrine kızmıştır. Kenya’da yapılan bir araştırmaya göre de kadınların 100’de 76’sı çok eşle evlilik hakkında olumlu görüş bildirmişlerdir. Kenya’nın kırsal kesiminde gerçekleştirilen bir araştırmaya göre ise, 27 kadından 25’i çok eşle evliliğin tek eşle evlilikten daha iyi olduğunu düşünmektedir. Bu kadınlar, eşler birbirleriyle işbirliği yaparlarsa, çok eşle evliliğin mutlu ve faydalı bir tecrübe olduğunu belirtmektedirler.42

Afrika toplumlarında poligami o kadar saygın bir kurum haline geldi ki, bazı Protestan kiliseleri ona tolerans göstermeye başladılar. Kenya’daki Anglikan kilisesi piskoposu: “Eşler arasındaki sevginin ifadesi olarak monogami daha ideal olabilir, fakat kilise çok eşliliğin sosyal olarak kabul edildiği toplumlarda, poligaminin Hıristiyanlığa ters olduğu fikrinin artık makul olmadığını düşünmeye başlamalı”43 der. Afrika’daki poligami üzerinde çalışan Anglikan kilisesinden Peder David Gitari, terkedilmiş kadınlar ve çocuklar düşünüldüğünde, ideal olarak uygulandığı takdirde çok kadınla evliliğin boşandıktan sonra yeniden evlenmekten daha Hıristiyanca olduğu kanaatindedir.44 Batı’da yüksek eğitim görmüş Afrikalı kadınlar bile, yıllarca Batı’da yaşamalarına rağmen çok eşliliğe karşı çıkmamaktadırlar.

Cinsiyet oranlarındaki dengesizlik, savaş zamanlarında daha fazla problem olur. Amerika’nın yerli Kızılderili kabileleri, savaş esnasında cinsiyet oranlarındaki dengesizlikte çok fazla sıkıntı çeker, bu sebeple, yüksek statüye sahip kadınlar, poligamiyi gayr–i ahlaki ilişkilere karşı en iyi koruma olarak görürdü. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da erkeklerden 7.300.000 fazla kadın vardı ki, bunlardan 3.3 milyonu duldu. 20–30 yaşları arasındaki her 100 erkeğe yine aynı yaşlarda 162 kadın düşmekteydi.45 Bu kadınlardan çoğu erkeğe bir arkadaş olduğu için değil de, eşi benzeri görülmemiş sefalet ve zorluk döneminde aile halkının rızkını temin etmek için ihtiyaç duymaktaydı. Bu bakımdan pek çok genç kız ve dul kadın, işgal kuvvetleriyle evlilik dışı ilişkiye girdiler. O kadar ki, sigara, çikolata ve ekmek karşılığında bile askerleri tatmin ettiler. Yabancıların getirdiği bu hediyelerden dolayı en çok sevinen çocuklar oluyordu.46 Bugün Bosna–Hersek ve Kosova gibi etnik soykırımın uygulandığı ülkelerde, meselâ Bosna’da 1 erkeğe 10’un üzerinde, Kosova’da ise 5 kadının düştüğü istatistiklerle sabittir. Bu noktada vicdanımıza şöyle bir soruyu sorabiliriz: Bir kadın için hangisi daha şereflidir? Yerli Kızılderili kabilelerinde ve günümüzde bilhassa pek çok Afrika toplumunda olduğu gibi, kabul edilmiş, saygı duyulan ikinci bir eş olmak mı? Yoksa, kendisinin ve çocuklarının açlığından dolayı fahişeliğe razı edilmiş bir kadın mı?

1948 yılında Münih’te düzenlenen Uluslararası Gençlik Konferansı’nda Almanya’daki cinsiyet oranlarındaki aşırı dengesizliğin tartışılması dikkat çekicidir. Hiçbir çözüm üzerinde anlaşılmadığı zaman, bazı katılımcılar poligamiyi önerdi. Diğer katılımcıların ilk tepkileri nefret ve şok karışımıydı. Fakat, teklifi dikkatlice tartıştıktan sonra bunun tek çıkar yol olduğu kabul edildi. Sonunda poligami, konferansın kapanış bildirgesine dahil edildi.47

Dünya bugün daha fazla kitle imha silahına sahiptir. Peder Hillman, buradan hareketle, kiliselerin poligamiyi şimdiden düşünmeleri gerektiği fikrindedir:

Bu soy kırım tekniklerinin (nükleer, biyolojik, kimyasal...) cinsiyetler arasında çok önemli oranda dengesizliğe yol açabileceği ve bunun sonucunda çok eşli evliliklerin hayatın devamı için gerekli olabileceği düşünülebilir... o zaman, önceki gelenek ve hukukların aksine, çok eşle evlilik lehine önemli tabiî ve ahlâkî eğilimler ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda ilâhiyatçılar ve kilise liderleri, çok eşle evliliği haklı çıkaracak önemli sebepler ve Kitab–ı Mukaddes’ten ilgili metinleri hızlıca bulmalıdırlar.48



Günümüzde de çok eşle evlilik, bazı düşünürler, sosyologlar ve din adamları tarafından, modern toplumların sosyal problemlerinin çözümü için pratik bir çözüm yolu olarak görülmekte, hattâ teklif edilmektedir. Poligamiye izin verilmesiyle ilgili Kur'ân’ın zikrettiği içtimaî mecburiyetler, Afrika’dan çok Batı toplumlarında söz konusudur. Meselâ bugün Amerikan zenci toplumunda aşırı bir cinsiyet krizi vardır. Her 20 siyah gençten 1’i 20 yaşına gelmeden ölüyor. Cinayet, 20 ile 35 yaşları arasındaki bu gençlerin başlıca ölüm sebebidir.49 Bunun yanında bir çok siyah genç işsiz, hapiste veya uyuşturucu kullanıyor.50 Sonuç olarak, 40 yaşındaki her 4 siyah kadından 1’i hiç evlenmeme durumuyla karşı karşıya.51 Dahası, bir çok siyah kadın 20 yaşına ulaşmadan, yalnız yaşayan anne oluyor ve nafakasını temin edecek birine ihtiyaç duyuyor. Bu trajik durumun nihaî sonucu, hızla artan sayıdaki siyahî kadın, ‘erkek paylaşımı’na giriyor;52 bir çok talihsiz siyah kadın, evli erkeklerle ilişkide bulunuyor. Çoğu zaman da hanımlar, kendi kocalarını başka bir kadınla paylaştıklarının farkında bile değiller. Dolayısıyla, aklı başında bir çok kimse, çok kadınla evlilik üzerinde anlaşmayı teklif etmektedir.53 Bu mesele, 27 Ocak 1993 yılında Philadelphia’nın Temple Üniversitesi’nde düzenlenen panelin konusuydu.54 Bazı konuşmacılar, poligamiyi krizden çıkmanın elde mevcut tek yolu olarak teklif ederken, özellikle fahişelikle metresliğe müsaade eden toplumlarda poligaminin kanunla yasaklanmamasını da istediler.

Amerikalı Roma Katolik mirası antropologu Philip Kilbride da, çok evliliği Amerikan toplumunun bazı dertlerine çözüm olarak sunmakta ve bunun, bir çok vakada çocukların üzerindeki olumsuz tesirleri önlemek için makul bir alternatif olarak hizmet göreceğini belirtmektedir. Ona göre çok kadınla evlenerek, evlilik dışı bir ilişkiye son vermek, çocuklar için boşanmadan daha iyidir.55

1987 yılında Berkeley’deki California Üniversitesi’nde öğrenci gazetesi, yaptığı ankette, California’daki muhtemel damat adayı kıtlığına karşılık, erkeklerin birden çok eşle evlenmesine kanun tarafından izin verilmesini kabul edip etmediklerini sordu. Ankete katılan hemen hemen bütün kız öğrenciler, çok eşle evliliğe izin verilmesini tasvip ettiler. Bir bayan öğrenci, çok eşle evliliğin, tek eşle evlilikten çok daha fazla özgürlük tanıdığı için, duygusal ve fiziki ihtiyaçları daha iyi karşılayacağını ifade etti.56 Aslında, aynı düşünce, Amerika’da poligamiyi uygulayan fundementalist Mormon57 kadınları tarafından da ileri sürülmektedir. Onlar, eşlerden biri diğerine yardım ettiği için, poligaminin hem kariyer hem de çocuk bakımı açısından bir kadın için en ideal yol olduğuna inanmaktadırlar.58

İslâm’da poligaminin karşılıklı rıza meselesi olduğunu da eklemek gerekir. Hiç kimse, bir kadını evli bir erkekle evlenmeye zorlayamaz. Bunun yanında, bir kadın, kocasının başka bir kadınla evlenmemesini şart koşabilir.59 Kitab–ı Mukaddes’e göre ise, çocuksuz dul kadın, evli bile olsa, kendi rızası gerekmeksizin, kocasının kardeşiyle evlenmek zorundadır. (Tekvin 38:8–10)

Meşhur Hıristiyan evangelist Billy Graham, kendi dini adına şu itirafta bulunur: “Hıristiyanlık, poligamiyle uzlaşmaz. Fakat günümüz Hıristiyanlığı poligamiye izin vermezse, bu, kendi zararına olacaktır. İslâm, bazı sosyal problemlerin bir çözümü olarak poligamiye, belli kurallar çerçevesinde insan tabiatına uygun olacak şekilde izin verdi. Hıristiyan ülkeleri büyük bir monogami şovu yapıyorlar, fakat gerçekte onlar poligamiyi uyguluyorlar. Hiç kimse, Batı toplumlarında metresin rolünü bilmiyor. Bu açıdan İslâm, temelden şerefli bir dindir. O, toplumun ahlâkını korumak için bütün gizli ilişkileri şiddetle yasaklar.”60

Bugün dünyada gayr–ı müslim veya Müslüman bir çok ülkenin poligamiyi yasaklaması ilginçtir. Kadının rızası olsa bile, ikinci bir eş almak kanunlara aykırıdır. Diğer taraftan, bilgisi ve rızası olmaksızın hanımını aldatmak ise erkekler arasında pek yaygın olup, bilhassa magazin basınının en önemli dedikodu konuları arasında yer almakta ve âdeta teşvik görmektedir. Bu tür çelişkilerin arkasındaki meşru hikmet ne? Kanun, aldatmayı ödüllendirmek, dürüstlüğü cezalandırmak için mi yapılır? Bu, ‘medeni’ dünyanın sırrına erilmez çelişkilerinden biridir.

15– Başörtüsü

Son olarak, Batı’da, kadının baskı ve köleliğinin en büyük sembolü olarak görülen başörtüsünü açıklamaya çalışalım. Yahudi ve Hıristiyan geleneklerinde baş örtüsü diye bir şeyin olmadığı doğru mudur?

Haham Dr. Menachem M. Brayer (Yeshiva Üniversitesi Kitab–ı Mukaddes Literatürü Profesörü), Yahudi hukuku literatürüne göre, topluma çıkan Yahudi kadının, bazı zamanlar tek gözü hariç bütün yüzü kapatan bir baş örtüsü takmasının gelenek olduğunu yazar.61 O, bazı meşhur hahamların sözlerini de nakleder:

Başı açık dışarı çıkmak, İsrail’in kızlarına yakışmaz.” “Lânet, hanımının saçının görünmesine izin veren erkeğe olsun... kendini güzel göstermek için saçını açık bırakan kadın, yoksulluk getirir.

Kadının başını açmak çıplaklık olarak değerlendirildiği için, Yahudi dinî hukuk, başı açık evli bir kadının yanında şükretmeyi veya dua etmeyi yasaklar.62 Bir dönemde, kadının başını örtmemesinin iffetini aşağılama olarak görüldüğü ve başı açık kadının cezalandırıldığını kaydeden Dr. Brayer’e göre, bazan da başörtüsü, şerefli bir kadının saygınlığını ve üstünlüğünü ifade etmenin yanısıra, kocasının kutsal mülkü olarak kadının erişilmezliğini de ortaya kordu.63

Başörtüsü, bir kadının saygınlığını ve sosyal konumunu ifade ederdi. Alt sınıflardan kadınlar, çoğu zaman yüksek sınıf izlenimi vermek için başörtüsü takarlardı. Başörtüsü soyluluğun da alâmeti olduğundan, eski İsrail’de fahişelerin başlarını kapamalarına izin verilmezdi. Buna mukabil fahişeler, çoğunlukla saygın görünmek için özel bir baş örtüsü kullanırlardı.64 Avrupa’daki Yahudi kadınları, hakim seküler kültürle kaynaşmaya başladıkları 19’uncu asra kadar başörtüsü takmaya devam etti. 19’uncu asırda Avrupa’da hayat tarzı çoklarını başı açık sokağa çıkmaya zorladığı için, bazı Yahudi kadınları, saçı örtmenin başka bir yolu olarak başörtüsünü perukla değiştirmeyi daha uygun buldular. Bugün çoğu dindar Yahudi kadını, sinagog dışında başını örtmez.65 Hassidism66 mezhebine bağlı olanlar gibi bazıları ise, halâ peruk kullanmaktadır.67

Hıristiyan geleneklerinde durum nasıldır? Katolik rahibelerin 1000 yıldan beri başlarını kapadıkları bilinmektedir, fakat hepsi bu kadar değil. St. Paul (Pavlos), baş örtüsüne dair bazı ilginç açıklamalarda bulunur:

Fakat bilmenizi isterim ki, her erkeğin başı Mesih, kadının başı erkek ve Mesih’in başı Allah’tır. Başı örtülü olarak dua eden yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir ve aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek yahut tıraş olmak ayıp ise örtünsün. Çünkü erkek, Allah’ın sureti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir; fakat kadın erkeğin izzetidir. Çünkü erkek kadından değil, fakat kadın erkektendir; çünkü erkek kadın için değil, fakat kadın erkek için yaratıldı. Bunun için melekler sebebinden kadın başı üzerinde hakimiyet alâmetine malik olmalıdır. (Korintoslulara birinci Mektup 11:3–10)

Pavlos’un kadını örtme mantığı, Tanrı’nın sureti ve yüceltilmesinin simgesi olan erkeğin, kendisi için ve kendisinden yaratılan kadın üzerindeki otoritesinin remzi olduğu tezine dayanır. St. Tertullian, On The Veiling of Virgins (Bakirelerin Örtünmesi Üzerine) adlı risalesinde, “Genç kadınlar, sokaklarda başınızı örtün, kiliselerde de başınızı örtmelisiniz, yabancılar arasında da başınızı örtersiniz, sonra kendi erkek kardeşleriniz arasında da başınızı örtersiniz...” diye yazar. Bugünkü Katolik kilise kanunları arasında kadınların, kilisede iken başlarını örtmelerini gerektiren madde vardır.68 Amiş ve Mennoniler69 gibi bazı Hıristiyan mezhepleri, kadınlarının başlarını bugün de örttürmektedirler.

Yukarıdaki delillerden İslâm’ın başörtüsünü icat etmediği ortaya çıkar. İslâm, inanan erkek ve kadınların bakışlarını sakınmalarını, iffetlerini korumalarını ve inanan kadınların, başörtülerini boyunları ile yakalarını kapayacak şekilde uzatmalarını ister:

Mümin erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, ırzlarını, korusunlar... Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine koyup örtsünler. (24:30–31)

Kur'ân, başörtüsünün iffet için gerekli olduğunu açıkça ifade eder. İffet neden önemlidir? Kur'ân, bunu da açıklar:

Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: dışarı çıkarken örtülerini üstlerine alsınlar ki; (imanla, iffetle ve hür kadın olmakla koruma altında bulundukları) bilinip, incitilmesinler. (33:59)
İffet, kadını, bugünün toplumlarında en çok ve çok yaygın biçimde maruz bulunduğu tacizlerden korur; kadının bizzat tacize sebebiyet vermemesinin de sebebidir; iffet, kalkandır. Başörtüsü de iffetle, imanla ve özgürlükle koruma altında bulunmanın bir göstergesidir; aynı zamanda iffeti korumada sebeplerden biridir.

Diğer geleneklerin aksine, İslâm’da başörtüsü, ne erkeğin kadın üzerindeki otoritesini, ne de kadının erkeğe kulluğunu simgeler. Ayrıca o, ne zenginliğin ne de şerefli kadınların farklılık alâmetidir. Başörtüsü, bütün kadınları korumaya yönelik iffetin sembolüdür. İslâm’ın felsefesi, “güvende olmak, üzülmekten daha iyidir” şeklinde özetlenebilir. Kur'ân, kadınların vücudlarını ve itibarlarını korumayla o kadar ilgilenir ki, muhsan (iffetli) bir kadını iffetsizlikle suçlayanları ağır şekilde cezalandırır:

İffetli kadınlara zina isnat edip de, (bu suçlarını ispat için) dört şahit getiremeyenlere 80 değnek vurun; ebediyen onların şahitliğini kabul etmeyin. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerdir. (24:4)

Özellikle batıda bazı kimseler, kadının korunması için iffet tezini alaya almaya başladılar. Onlara göre en iyi koruma, eğitim, medeni davranışları geliştirme ve kendi nefsine hakim olmakla olur. Biz de, “bunlar da olmasın diyen yok, fakat yeterli değil” deriz. İslâm, insanı suça ve günaha itecek bütün kapıları kapar. Eğer ‘medeniyet’ yeterli bir koruma ise, o zaman neden kadınlar Kuzey Amerika’da tek başlarına boş bir park sahasının karşısı bile olsa, karanlık bir sokağa çıkmaya cesaret edemiyorlar? Eğer eğitim çözüm ise, Queen’s gibi saygın bir üniversite, neden çoğunlukla kampüsteki bayan öğrenciler için ‘eve servis sistemi’ne sahip? Eğer ‘kendi nefsine hakim olmak’ çözüm ise, neden iş yerlerindeki cinsel taciz olayları her gün gazetelerde yer alıyor? Geçen birkaç yıllık sürede cinsel tacizden suçlananlar arasında, donanmada görevliler, yöneticiler, üniversite profesörleri, yargıtay hakimleri, hattâ en üst düzey idareci(ler) de var! Queen’s Üniversitesi Kadınlar Bürosu dekanının aşağıdaki beyanatını okuduğum zaman gözlerime inanamadım:

Kanada’da her 6 dakikada 1 kadın cinsel tacize uğruyor; her 3 kadından 1’i, hayatlarının herhangi bir döneminde cinsel tacize uğruyor; her 4 kadından 1’i tecavüze uğrama riski veya tecavüzle karşı karşıya; lise veya üniversiteye giden her 8 kadından 1’i cinsel tacize uğruyor ve yapılan bir çalışmaya göre, üniversite çağındaki erkeklerin yüzde 60’ı, eğer yakalanmayacaklarından emin olurlarsa, cinsel tacizde bulunacaklarını beyan ediyor.

Modern dünyanın en büyük ülkelerinden birinde her yıl 12 yaşın üstünde 2.5 milyon kadın, ırza geçme, soyulma veya bir başka şekilde saldırıya maruz kalıyor. Bir başka büyük ülkede her yıl 12.000 kadın evde şiddete maruz kalarak ölüyor. Bir başka önemli büyük ülkede, kız çocukları için okula gitmek demek, cinsel şiddete maruz kalmakla aynı manâya geliyor. Bu ülkede sadece 1998 yılında resmî kayıtlara giren ırza geçme sayısı 49.280.

Dünyada, bilhassa Asya, Afrika ve Doğu Avrupa gibi fakir ülkelerden zengin ülkelere çalışmak veya yerleşmek maksadıyla giden kadınlar, gümrüklerde başlamak üzere sürkeli aşağılanma ve tecavüzle karşı karşıya bulunuyorlar. Bunlar, bilhassa *** ticaretinin ve endüstrisinin en önemli kurbanları arasında. Cinsel, dinî ve ırkî ayırım, medeniyetin bazı merkez ülkelerinde âdeta kurumlaşmış durumda. Yine bu ülkelerde her gün çok sayıda kadın hapishanelere düşüyor. Bunların pek çoğu uyuşturucu bağımlısı. Hapishanelerde ırza tecavüz, bebeklerinden mahrum bırakılma ve en küçük sıhhî bakımdan mahrumiyet gibi muamelelere maruz kalıyorlar. Ayrıca, polise intikal eden resmî rakamlara göre, sadece bir ülkede yılda 3 milyondan fazla çocuk, cinsel tecavüze uğrama, ihmal, dayak gibi kötü muameleye maruz bırakılıyor. Resmi rakamlar, 1000 çocuktan 47’sinin bu tür muamelelerle karşı karşıya olduğunu belirtiyor. 1994’te 1271 çocuk, bu tür muamele sonucu ölüyor. Annelerin alkol ve uyuşturucu kullanması yüzünden sakat doğan çocuklar ise, bir başka problem.

Yaşadığımız toplumda bazı şeyleri anlamak gerçekten çok zor. Giyimde, konuşmada ve davranışlarda hem erkekler, hem de kadınlar için iffet kültürüne aşırı derecede ihtiyaç var. Aksi takdirde iç karartıcı istatistikler, günden güne daha da kara bir tablo ortaya koyacak ve maalesef sadece kadınlar bu uygulamanın cezasını ödeyecekler.

Dipnotlar

1 Leonar j. Swidler, Women in Judaism: the Status of Women in Formative Judaism (Metuchen, N.J: Scarecrow Press, 1976) s. 115.
2 The Kendath, “Memories of an Orthodox youth,” Susannah Heschel, On Being a Jewish Feminist (New York: Schocken Books, 1983) s. 96–97.
3 Rosemary R. Ruether, “Christianity”, Arvind Sharma, Women in World Religions (Albany: State University of New York Press, 1987) p. 209
4 Burada geçen iktibaslar için bkn. Karen Armstrong, The Gospel According to Woman (London: Elm Tree Books, 1986) pp. 52–62. Ayrıca: Nancy van Vuuren, The Subversion of Women as Practiced by Churches, Witch–Hunters, and Other ***ists (Philadelphia: Westminister Press) pp. 28–30.
5 Buhari, Talak 25, Edeb 24; Müslm, Zühd 42.
6 Denise L. Carmody, “Judaism,” Arvin Sharma, a.g.e., s. 197.
7 Swidler, a.g.e., s. 140.
8 A.g.e., s: 138.
9 Swidler, a.g.e., s: 115.
10 Louis M. Epstein, The Jewish Marriage Contract (New York: Arno Press, 1973) s. 149.
11 Lesley Hazleton, Israeli Women: The Reality Behind the Myths (New York: Simon and Schuster, 1977) s. 41
12 Matilda J. Gage, Woman, Church, and State (New York: Truth Seeker Company, 1893) s. 142.
13 Swidler, a.g.e. s: 141.
14 Gage, a.g.e. s: 141.
15 Epstein, a.g.e., s: 164–165.
16 A.g.e., s: 112–113. Ayrıca bkn. Priesand, a.g.e., s: 15.
17 R. Thompson, Women in Stuart England and America (London: Routledge & Kegan Paul, 1974) s: 162
18 Mary Murray, The Law of the Father (London; Routledge, 1995) s: 67
19 Gage, a.g.e., s: 143
20 Elsayyad Sabiq , Fiqh al Sunnah (Cairo: Darul Fatah lile’lam al–Arabi, 11. baskı, 1994), c: 2, s: 218–229
21 Akiba ben Joseph: M.S. 50?–132) Kendinden sonra Yahudiliği çok etkilemiş bulunan Yahudi din bilgini.
22 Swidler, a.g.e., s: 162–163
23 The Toronto Star, Nisan 8, 1995
24 Sabiq, a.g.e., s: 318–329. Ayrıca bkn: Muhammad al Ghazali, Qadaya al Mar’aa bin al–Taqalid el Rakide val–Vâfide (Kahire: Dâr al–Şuruk, 4. baskı, 1992, s: 178–180.
25 a.g.e. s: 313–318
26 Tirmizi, Radâ 11; Ebu Davud, Sünne 15; Ed–Darimi, er–Rikak 74.
27 Epstein, a.g.e., s: 219
28 A.g.e., s: 156–157
29 Muhammad Abu Zahra, Usbu el–Fiqh el–Islami (Kahire, al Majlisil– A’la li–Riayeti’l–Funun, 1963) s: 63.
30 Epstein, a.g.e., s: 122.
31 Armstrong, a.g.e., s: 8.
32 Epstein, a.g.e., s: 175.
33 Gage a.g.e., s: 142.
34 B. Aisha Lemu And Fatima Heeren, Woman in Islam (London: Islamic Foundation, 1978) s: 23.
35 Hazleton, a.g.e., s: 45–46.
36 Swidler, a.g.e., s: 144–148.
37 Hazleton, a.g.e., s: 44–45.
38 Eugene Hillman, Polygamy Reconsidered: Africa Plural Marriage and the Christian Churches (New York: Orbis Books, 1975) s: 140.
39 A.g.e., s: 17.
40 A.g.e., s: 88–93.
41 A.g.e., s: 92–97.
42 Philip L. Kilbride,.Plural Marriage ForOur Times (Westport, Conn.: Bergin & Garvey, 1994) pp. 108–109.
43 The Weekly Review, Ağustos 1, 1987.
44 Kilbride, a.g.e., s: 126.
45 Ute Frevert, Women in German History: From Bourgeois Emancipation to ***ual Libeation (New York: Berg Publishers, 1988) s: 263–264.
46 A.g.e., s: 257–258.
47 Sabiq, a.g.e., s:191
48 Hillman, a.g.e., s: 12.
49 Nathan Hare And Julie Hare, Crisis in Black ***ual Policits (San Francisco: Black Think Tank, 1989) s: 25
50 A.g.e., s: 26.
51 Kilbride, a.g.e., s: 94.
52 A.g.e., s: 95.
53 A.g.e.
54 A.g.e., s: 95–99.
55 A.g.e., s: 118.
56 Lang, a.g.e., s: 172.
57 Joseph Smith (1805–1844) tarafından 1830’da New York’da kurulmuş dini hareketin mensuplarına verilen isim.”İsa Mesih’in son Gün Azizleri” olarak kendilerini gören Mormonlar’ın inanç sistemi Joseph Smith tarafından tespit edilmiştir. Kilisenin başı başkan olarak isimlendirilir. Mormonlar, yoğun bir misyonerlik gayreti içindedirler ve bütün dünyada faaliyet göstermektedirler. Her üye iki yıl misyonerlik yapmalıdır. Dünyada 8 milyon civarında Mormon bulunmaktadır. (Ç.N.)
58 Kilbride, a.g.e., s: 72–73.
59 Sabiq, a.g.e., s: 187–188.
60 Abdul Rahman Doi, Woman in Shari’ah (London: Ta–Ha Publishers, 1994) s: 76.
61 Menachem M. Brayer, The Jewish Woman in Rabbinic Literature: A Psychosocila Perspective (Hoboken, N.;: Ktav Publishing House, 1986) s: 223.
62 A.g.e., s: 316–317. Also see Swidler, a.g.e., s: 121–123.
63 A.g.e., s: 139.
64 Susan W. Schneider, Jewish and Female (New York: Simon & Schuster, 1984) s: 237.
65 A.g.e., s: 238–239.
66 18. asırda Polonya’da ve komşu memleketlerde ortaya çıkan bir Yahudi mistik akımı olup, en mühim temelleri dua sevgi ve sevinçtir. Ç.N.
67 Alexandra Wright, “Judaism”, Holm and Bowker, a.g.e., s: 128–129.
68 Clara M. Henning, “Cannon Law and the Battle of the ***es”, Rosemary R. Ruether, Religion and ***ism: Imagers of Woman in the Jewish and Christian Traditions (New York: Simon and Schuster, 1974) p. 272.
69 1540 senesinde Hollanda ve Kuzey batı Almanya’da vaftiz hakkındaki fikirleri umumi protestan telakkilerinden farklı olduğu için hususi bir cereyan şeklinde organize edilmiş, sonra bilhassa Amerika’ya göçmeye mecbur olmuş bir cemaat. Hz. İsa’nın emirlerini “motamot” icra etme iddiasıyla ne askere gidiyor, ne de and içiyorlar. Başka cemaat ve dinlere karşı müsamaha gösterirlar. (Ç.N.)





Kaynak: Yeni Ümit dergisi, sayı: 55
 
Mahremiyet Ve Tesettür

Mahremiyet Ve Tesettür

MAHREMİYET VE TESETTÜR



EBUBEKİR SİFİL



Insanı yaratan Allah, dünya ve ahiret selametimiz için koyduğu sınırlara uymamızı bizden talep ediyor.



Bu çerçevede dinin meşru saymadığı, yani haram işlerden sakınmamızı emrediyor.



Haram; yani güzel olmayan, yani çirkin olan, yani insanlık onuruyla bağdaşmayan her türlü tutum, davranış...



Dininin belirlediği ölçülere riayet edip düşük sıfatlardan arınanları ise müjdeliyor.



Bu müjdeden nasipdar olmak için özenle korunması gereken sınırlardan biri de mahremiyet. İffetli ve hayâ sahibi olarak yaşamanın anahtarı mahremiyet.



Ve müslüman kadının mahremiyetinin tezahürü tesettürdür, yani örtünmedir...



Yüce dinimiz, güzel ahlâkın insanın fıtrî bir özelliği olduğunu vurgular. Yani insan, yaradılışından iffetli, namuslu, hayâ sahibidir. Allah'ın verdiğine razıdır, başkalarında olana göz dikmez. Kendisinde olanı, mahrem alanını da başkalarına göstermez.



Dinimiz, “haram”, “mahrem”, “avret” gibi kelimelerle ifade edilen hususlara hassasiyetle eğilmiş ve bu kavramların anlattığı her ne varsa, onların uluorta sergilenmesini yasaklar. Hususiliğinin korunmasını ve özenle muhafaza edilmesini emreder.



İşte bu, en geniş manasıyla örtünme (tesettür) emridir ve “gizlenmek, saklanmak, korunmak, açıkta ve ortalık yerde bulunmamak” gibi anlamlara gelen bu emrin muhatabı kadın-erkek bütün müslümanlardır.



Tesettürü doğuran ilke olarak mahremiyet



Müslüman, fıtratını yani yaradılış özelliklerini muhafaza ettiği için hayâ sahibidir ve sahip olduğu bu özellik onu bazı şeyleri başkalarının görmesinden ve dikkatini çekmekten sakındırır.



Söz gelimi, müslüman için yaşadığı ev, başkalarının serbestçe muttali olmaması gereken “mahrem” bir ortamdır. Bu sebeple İslâm'da eve “haram” denmiş ve Efendimiz s.a.v., başkalarının evine (mahremiyet bölgesine) izinsiz girmeyi ve başkalarının özel hallerine muttali olmayı yasaklamıştır. Bunu fiilen kendi özel hayatında da titizlikle uygulayan Efendimiz s.a.v., penceresine boydan boya çift kanatlı perde çektirmiş, kapısını da kalın ahşaptan yaptırmıştır.



Bu mahremiyete uyma hassasiyetinin, doğal olarak İslâm medeniyetinin ev ve şehir mimarisine de yansıdığını görürüz. İslâmî mimari, evlerin önünde bulunan ve “hayat” denilen bahçeyi insan boyunu aşan yüksek duvarlarla dışarıdan ayırmış, böylece yabancı bakışların bahçe içindeki günlük hayata sızması engellenmiştir.



Yüce dinimizin öngördüğü bu mahremiyet, sadece evin içiyle dışı arasında cereyan eden bir hassasiyetin ifadesi değildir. Aziz Kitabımız, aynı ev içinde yaşayanların bile birbirlerinin mahremiyetine riayet etmeleri, hizmetçilerin ve çocukların, belli vakitlerde ebeveynin odasına girerken izin istemeleri gerektiğini ifade buyurmuştur:



“Ey iman edenler! Emriniz altında bulunanlar ve içinizden henüz ergenlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra, yanınıza girecekleri vakit sizden izin istesinler. Bunlar mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Çocuklarınız ergenlik çağına ulaştıklarında, öncekiler (büyükleri) izin istedikleri gibi (her geldiklerinde) izin istesinler...” (Nur, 58-59)



Her yerde herkes için örtünme



Kişinin, ev içi ahvalini yabancı gözlerden saklamak için alması gereken tedbirler nasıl birer “tesettür” ise, toplum içinde mahrem alanımız olan vücudumuzun yabancılara teşhirini önlemek için örtünmek de tesettürdür.



İslâm alimleri, bir müslümanın vücudunun nerelerini kimlere karşı ve nasıl örtülü bulundurması gerektiği konusunu, erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına ve kadının erkeğe karşı tesettürü olarak dört başlık halinde ele almışlardır.



Bu bakımdan, tesettür kadın-erkek her müslümanı ilgilendirir. Hiçbir müslüman erkek de tesettürden müstağni değildir.



Bununla birlikte tesettür konusu daha çok kadının erkeğe karşı tesettürü çerçevesinde yoğunlaşmıştır. Tamamen fıtrî, yaratılıştan kaynaklanan sebeplerle kadının tesettürü konusu daha kapsamlı olarak ele alınmıştır. İslâm dininin erkekten farklı olarak kadına daha kapsamlı bu örtünme emrinin altında yatan temel sebep, insan tabiatında var olan ve dinimizin emir ve yasaklarına uygun olarak şekilendirilmesi istenen şehevi arzudur. Bu arzu, kontrol altına alınmayıp terbiye edilmediği zaman birey ve toplumların huzurunu bozacak güçte sonuçlara sebep olmaktadır. İffet, hayâ gibi duyguların gelişmesi bu tehlikeyi bertaraf edecek ve bu duygular ancak tesettür ile belirlenen mahremiyet alanlarında filizlenip gelişebilecektir.



Yüce Rabbimiz erkekle kadını farklı yaratmıştır. Fiziksel güç, soğukkanlılık, metanet, itidal gibi özellikler genel olarak erkekle birlikte anılırken, kadın zarafet, duygusallık, nezaket, şefkat, merhamet gibi özelliklerle donanmıştır. Kadının bu özellikleri ön plana çıkarıldığında, daha doğrusu “teşhir edildiğinde” haberlerde çokça örneğini gördüğümüz türden toplumsal problemler sökün etmekte ve bundan en başta kadınlar olmak üzere bütün toplum zarar görmektedir.



İffet ve temiz toplum



Modern hayat tarzını benimseyen toplumlarda görülen cinsellik temelli suçların, “az gelişmiş” olarak nitelendirilen toplumlara oranla çok daha fazla olması, yukarıdaki tesbiti doğrulayan önemli bir şahittir. Hatta ülkemizde bile şehirlerle daha küçük yerleşim birimleri arasında, ahlâk zafiyetleri ve kadınların maruz kaldığı çirkin muameleler bakımından büyük farklılıklar bulunduğu gözlemlenmektedir.



Bu manzaranın izahını, ahlâkın ve hayâ duygusunun zaafa uğraması yanında, art niyetli emelleri tahrik eden davranış ve giyim-kuşamlarda aramak gerektiğini düşünüyoruz.



Örtünmenin içsel derinliği



İslâm, insanların sadece dışa yansıyan tavır ve davranışlarını ıslah etmekle kalmaz, aynı zamanda ve daha öncelikli olarak insanın iç dünyasını, kalbini kötü düşüncelerden ve kötülüğe kapı açabilecek düşünce ve duygulardan arındırmayı hedefler.



Kadın ve erkeği fıtraten karşı cinse meyilli olarak yaratan Rabbimiz, insan neslinin devamını bu meyile bağlamış ve fakat onun kontrolden çıkmaması için de sınırlar koymuştur.



Bu sınırları “özgürlüğün kısıtlanması” olarak görenler, günümüz Batı toplumlarının geneline hakim olan dejenerasyon ve çürümeyi göz önüne getirmelidir.



Örtünme, müslüman kadın için sadece yabancı bakışlara ve art niyetli yaklaşımlara karşı bir “korunma aracı” değildir. O, kadınla erkek arasında meydana gelmesi her an için mümkün ve muhtemel olan meşru olmayan yakınlığı engellemenin de bir aracıdır. Bu açıdan bakıldığında, örtünmenin şekli de ortaya çıkar. Kadın-erkek arasındaki cazibeyi, çekimi, etkilenmeyi engellemeyen örtünmenin de tesettür olmadığı anlaşılır.



Sözünü ettiğimiz bu yakınlaşmanın önüne geçmek sadece kadının görevi ve sorumluluğu değildir. Erkek de kadın kadar sorumludur. “Mümin erkeklere söyle, gözlerini harama dikmesinler, ırzlarını korusunlar. Çünkü bu daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır.” “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu boyun, kulak, baş, kol ve bacak gibi yerlerini) açıp göstermesinler... ” (Nur, 30-31) ayetlerinde hem erkeklere, hem kadınlara haramdan sakınmanın emredilmesi, her iki cinsin aynı derecede hassasiyet göstermesi gerektiğini ortaya koyar. İffetli ve temiz bir toplum oluşturmanın tek yolu budur.



Onlar tartışmadılar, uyguladılar



Tesettür ayetinin inişinden önceki dönemde kadınlar başlarının yarısını örter, başörtüsünün uçlarını arkadan bağlar, boyun ve gerdan kısımlarını açıkta bırakırlardı. Ayrıca ev ve dışarı ortamlarında kadınlarla erkekler karışık bir halde bulunurdu.



Tesettürü emreden yukarıda geçen (Nur, 31) ve “Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, (ihtiyaçları için dışarı çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle...” (Ahzab, 59) ayetleri ile hem erkekler, hem kadınlar harama bakmaktan sakındırıldı, mahrem olmayan erkeklerin yanında kadınların başörtülerini yakalarının üzerine kadar indirerek boyun ve gerdanlarını kapatmaları ve sokağa çıktıklarında da dış elbiselerini üzerlerine almaları emir buyuruldu.



Yine Nur suresi 31. ayette buyurulduğu gibi, “...gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar” emriyle, kadınların dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümemeleri ihtar edilmiş ve tesettürle hedeflenen şeyin yalnızca şeklî bir düzenleme olmadığı ortaya konmuştu.



Tesettür emri inzal buyurulup da Efendimiz s.a.v. tarafından tebliğ edildiğinde, erkekler evlerine gelip eşlerine bu ayeti haber verdiler. Sahabi hanımlar da vakit geçirmeden çarşaf gibi şeyleri kenarlarından yırtarak başlarını ayette belirtildiği gibi örttüler.



O günden sonra tesettür müslüman kadının ayrılmaz bir parçası olmuş, onun saygınlığını, iffet ve izzetini temsil eder olmuştur.



İç-dış bütünlüğü



Dünya hayatı ne kadar garip bir seyirle ilerliyor... Geçen bir kaç asırda anlamlı, önemli, şerefli, kıymetli ne varsa zihinlerde tam zıddıyla yer değiştirmiş durumda. Bu pervasız değişim günden güne ahlâkımızın en kıymetli yerine sirayet ediyor.



Ahlâkın en eldeğmemiş yeri, elbette kolaylıkla nüfuz edilebilecek bir yer değildir. Bu, birinin canı her istediğinde yapabileceği bir şey değil. Bu durum için şu örnek verilebilir: Manaya müdahele etmek, onu yıpratmak, onu ifade etmek için kullanılan kelimelere zarar vermekle gerçekleşiyor. Dolayısıyla İslâm için önemli bir değer de zahir, yani görünüştür. Mana ve niyet gibi batınî haller karşısında görünenin/görünüşün bir önemi yok, demek abestir. İkisinin birbirini doğurduğu ve doğruladığı unutulmamalıdır. Tesettür gibi son derece ciddi ve ehemmiyetli bir hadiseye “zahiri durumdur” “manadan habersizlerin işidir” gibi cümleler kullanarak saldırmaya çalışanlar, kendi durumunda anlamlı bir şey göremeyip kalplerinin temiz olduğu vehmine sarılanlardır.



Nasıl ki, oruç hem zahiren iç organlarımızı temizliyor ve bizi bir disipline sokuyor, hem de batınen nefsimizi tutarak ruhumuzu temizliyorsa; tesettür de aynı şekilde hem zahiri hem de batıni olarak bizi örtüyor. Sözün özü, tesettür zahiren her nereyi örtüyorsa, içimizde de o yerlere mukabil gelen manevi/batıni yerlerimizi örtüyor, oradaki ayıpları örtüyor ve gizliyor.



Örtüsüz çağ



Günümüzde ise tesettür Allahu Tealâ'nın en çok konuşulan, tartışılan emirlerinden biri haline gelmiştir. Sebebi ise, insanı hiç düşünmeksizin örtünmeye sevk eden iffet duygusunun zafiyete uğramış olmasıdır.



Bir refleks olarak utanma duygusuna sahip olduğu zaman, insan, dininin yol göstermesiyle nelerden nasıl sakınacağını bilmiştir. Allah Tealâ'nın çok açık emirlerini anlamakta zorlanmamıştır. Fakat arzuların erdeme galip olduğu zamanlarda -ki günümüz koşullarını belirleyen durum budur- emre isyan etmek, kabul etmemek veya arzulara uygun yorumlayarak tahrif etmek yolu seçilmiştir.



Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuşlardır: “Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse, onda siyah bir leke oluşur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı mermer gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar veremez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan (nefsani arzulardan) kendisine ne içirilmişse, onu (hak veya batıl) bilir.” (Müslim)



Bu rivayette dikkat çekmek istediğimiz mühim bir nokta var: Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, fitneye bulanmış ve böylece kararmış kalbin, kendisine benimsetilmiş değerler dışında başka bir şeyi kabul etmemesini anlatırken bir kelime kullanıyor: “İçirilmiş”



Bu kelimeyi, vücuda alınan bir sıvının çabucak kana karışması ve insanın hücrelerine nüfuz etmesi olarak anlamak yanlış olmaz. Efendimiz s.a.v. bu kelimeyi kullanmakla, hevadan kaynaklanan değer yargılarını benimseyen kalbi, bir anlamda şartlanmışlıkla tavsif etmiş olmaktadır. Böyle bir kalbin, iyiyi kötüden, ma'rufu münkerden ayırt etmesini beklemek zordur.



Kalplerin safiyetini yitirmesi sonucunda da hayâsızlık yaygınlaşmıştır ve nâmahremden utanmak yeni nesiller için anlaşılması zor, garip bir davranış kabul edilmiştir. Aksine giyinik veya çıplak olarak kendini güzelleştirip mahrem olmayanlara göstermek, teşhir etmek, desteklenen, rağbet edilen bir davranış olmuştur.



Utanma duygusunun ortadan kalktığı bir dünya insanî olan değerlerini kaybetmektedir. Mahremiyetine sahip çıkmayan insan saygınlığını yitirmekte, hayatta kalabilmek için acımasız bir şekilde bencilleşmektedir. Bu durumun ne bireye, ne topluma bir faydası olacak ve zulme maruz kalan dünyanın mahvına yol açacaktır.



Buna razı olmak, en güzel şekildeki yaratılıştan, hayvanlar gibi, hatta onlardan daha aşağı olmaya razı olmak demektir. Fakat bu yalnızca insanın rızası olacaktır, Cenab-ı Mevlâ'nın değil...



Müslümanın gaye edindiği rıza ise insandan değil, Allah'tandır. Allah'a teslim olanlar, her çağda ve her şartta yalnızca O'nun rızasına yönelecek, mahremiyet sınırlarına riayet ederek korunmaya, fitneden uzak durmaya imkan bulacaklardır.





Modern Toplum ve Kadın



Batılı toplumlar, aile kurumunu toplumun temel yapıtaşı olmaktan çıkarmış ve oluşan boşluğu da yuva, kreş, anaokulu gibi kurumlarla doldurmuştur. Ancak kurdukları bu model sağlıklı sonuçlar vermemiştir.



Bu toplumlarda gençlik dönemi en hassas ve en bunalımlı dönem olmuştur.



Ardından gelen orta yaş dönemi de gençlik döneminden farkı olmayan özellikler sergiler. Batılı psikologlar “orta yaş bunalımı” dedikleri bir rahatsızlıkla uğraşıyorlar.



Ya yaşlılık dönemi? Belli bir yaşın üstündeki kişilerin artık hayattan zoraki olarak kopartıldığı, gençlere ayak bağı olmaması için genellikle huzur evlerine hapsedildiği bu modern hayat tarzı için ne söylenebilir?



Bütün bunlar kadının aslî/fıtrî fonksiyonundan uzaklaştırılmasının, yani aile kurumunun işlevsiz hale dönüştürülmesinin sonucu olarak görülmelidir.



Bu söylediklerimize bir de bu toplumlarda evinden koparılmış kadınların yaşadığı çok yönlü problemleri eklemeliyiz elbette. Merhametten, şefkatten, sevgi ve saygıdan eser taşımayan modern hayat tarzının en acımasız yüzüyle tek başına karşılaşmak durumunda bulunan kadın için, ayakta kalabilmenin iki yolu var: Ya büyük bir değişim gösterip kadınlık fıtratını büyük ölçüde kaybecek ya da her türlü istismar ve kullanılmayı kabullenecek. Üçüncü şık ise büyük bir bunalım...



Meseleye örtünme-açılma bağlamında baktığımızda ise karşımıza şu manzara çıkıyor: Batılı/Batılılaşmış kadın, özgürleşmek adına üzerindeki örtüleri öyle bir fırlatıp atmıştır ki, günlük hayatta erkeklerin bile açmadığı (hatta açmaktan utandığı) yerlerini bile açıkta bırakmıştır. Açılmadaki bu kararlılığı sebebiyle, giyindiği zaman bile vücudunu belli edecek elbiseleri tercihte ısrar, Batılı/Batılılaşmış kadının karakteri haline gelmiştir.



İlginçtir ki, sonuçta bu özgürlüğün ceremesini en acı biçimde çeken de yine kadındır.



Bu gerçeği iki çarpıcı örnekle açıklayalım:



İsveç bir refah devleti. Vatandaşlarını koruyan yasaları, kadın hakları konusundaki öncü tavırları ile diğer Avrupa ülkeleri arasında da sivrilen bir ülke. Parlamentosunun ve bakanlar kurulunun yarıya yakını kadın. Kadın-erkek eşitliğini gözetmek amacı ile kurulan özel bir daire, görevli bir hakem (ombudsman) bile var.



Ama bu ülkede yine de yeterince korunamayan, ezilen, dövülen, öldürülen kadınlar, genç kızlar var. İstatistiklere göre, her 10 dakikada bir kadın fiziksel şiddet ile karşı karşıya kalıyor ve her yıl 52 kadın fiziksel şiddetin sebep olduğu ağır yaralanmalar sonucu hayatını kaybediyor. İsveçli kadınların yüzde 40'ı kadınlara yönelik şiddetin kurbanı. İsveç nüfusunun yalnızca 8 milyon olduğu göz önüne alınırsa, kadınlara yönelik şiddetin İsveç'te büyük bir sorun olduğunu görmek hiç de zor değil.



İsveç'te cinsel suçlar nedeniyle polise yapılan ihbarların sayısı 2001 yılında 9162. Aynı suçtan 1975 yılında 2875 ihbar yapılmıştı. Yani “modern dünya”da 25 yılda suç oranında artış yüzde 200.



Norveç'te de durum aynı. Zengin bir ülke. Demir madenleri, petrolleri var. Bazı petrol bölgelerini kullanmıyorlar, onları gelecek kuşaklara bırakmışlar. Yani kimsenin iş-aş derdi yok. Sağlık sorunu yok. “Eh bu ülkede herkes mutlu ve müreffeh” diyorsanız yanıldınız. En çok intiharlar Norveç'te. Kadınların en çok dövüldüğü ülke Norveç. En çok alkoliğin olduğu ülke de Norveç. Yani varlık içinde yokluk çeken Norveç'te cinsel suçlar, tacizler de üst düzeyde.



Neden acaba?



Kaynak: Semerkand dergisi, 11/2004
 
Türk Modernleşmesi ve "Tesettür"

Türk Modernleşmesi ve "Tesettür"

Türk Modernleşmesi ve "Tesettür"



Feyzullah Cihangir





Giyim kültürü, sadece coğrafya ve iklimle açıklanabilecek bir olgu değildir. Bu yüzden giyim tarzı/alışkanlıkları, insanoğlunun inanç ve kültürlerinden de etkilenmiştir. Hayatlarını avcılıkla sürdüren kabilelerin kıyafetleri, üretim-eğitim sürecine katılmış kentlilerin kıyafetleri ile aynı değildir. Aynı şekilde Hıristiyan din adamlarının kıyafetleri, Budist rahiplerinin giyim tarzlarından farklıdır. Slavların nasıl kendi geleneklerine göre bir milli giyim anlayışı varsa, Afrika'daki Berberilerin de kendilerine mahsus elbiseleri olacaktır. Yahudi din adamlarının giyim tarzının Müslüman ulemadan farklı olması gayet normaldir. Bu, kültür ve din farklılıklarının olağan sonucudur.1 Giyim tarzının ve anlayışının bu simgesel anlatım gücüyle, insanların yaşadığı coğrafyayı, mensup olduğu milletini, hangi dinden olduğunu anlamak çoğu kez mümkün olmaktadır.



İslam dini de bedenin örtünmesine dair belli ölçüler getirmiştir. Bu ölçülerde kadın ve erkeğin farklı yaratılışları (bedensel ve psikolojik) dikkate alınmıştır. Ahzab Suresi'nin 59. ayeti ile Hz. Peygambere, "...hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar" şeklinde bir "emir" verilmiştir. Ayet-i kerimenin örtünme emri yalnızca Hz. Peygamberin hanımlarına ve kızlarına mahsus kılınmamış, bütün mü'min kadınlara şamil edilmiştir. Bu yüzden ayet-i kerime hususi değil, genel niteliktedir ve kural koyucudur. Ayet-i kerimede emirden sonra hikmetler sayılarak "niçin örtünmeli" sorusunun cevabı da verilmiştir.2 Ayetin devamında kadınların hür ve iffetli olabilmeleri için örtünmelerinin daha hayırlı olduğu buyurulmuştur. Bu yüzden tesettürün kadının özgürlüğünü ve iffetini muhafaza edici bir işlevi olduğu muhakkaktır. Örtünme emrinin özgürlük ve iffete vasıta kılınması bunu doğrulamaktadır. Kadınların toplum hayatına çıkmalarına herhangi bir yasaklama getirilmemiş, ancak kadınların iffeti muhafaza etmeleri, hür olmaları ve diğer insanların eziyetlerinden korunmaları için "tesettür" emredilmiştir. Tesettürün kadına kazandırdığı bu ahlaki ölçülerin, tesettürün ruhunu oluşturduğu belirtilmelidir. Buna göre tesettür, yalnızca İslami bir kıyafeti değil, İslami ahlak anlayışını da belli etmektedir. Sosyal hayata katılacak olan kadının öncelikle iffetini muhafaza etmesini istemekte ve bu ahlaki refleksi kazanmak için örtünmenin daha uygun ve faziletli olduğu buyurulmaktadır. İslam'daki örtünme emri, yalnızca kadınlara mahsus değildir, erkeklere de vücutlarının belli yerlerini örtmeleri emredilmiştir. Ancak tesettür tartışmalarının odak noktasında her zaman kadının örtünmesi yer almaktadır.



Cumhuriyetin Kadın Projesi: "Kostüm Modernleri"



Türkiye'de son günlerde sık sık gündemde yer alan "tesettür, örtünme, çağdaş kadın imajı" gibi tartışmalar aşağı yukari Türk modernleşme tarihi kadar maziye sahiptir. Tanzimat döneminden sonra başlayan "geleneksellikten soyutlanmış yeni kadın imajı" tartışmaları, II. Meşrutiyet döneminde de bazı düşünürler tarafından dile getirilmiştir. II. Meşrutiyet döneminde özellikle Abdullah Cevdet'in öncülüğünü yaptığı Garpçılık fikir hareketi içinde yer alan mütefekkirler, geleneksel ve İslami olan toplumsal unsurların hepsinin Batı kültürüne uydurulması şeklinde bir çalışma içine girmişlerdir. Bu bağlamda, kadının da giyim, kuşam, yaşam tarzı gibi alanlarda değişerek Batılı kadınlara benzemeleri gerektiğini savunmuşlardır. "Kadının özgürlüğü, tesettür, Batılı kadın ile Doğulu kadın mukayeseleri" Cumhuriyet dönemine de intikal etmiş. Gerici-ilerici tartışmalarında en fazla gündeme getirilen konulardan birisi olmuştur.3 Bu dönemden itibaren tesettürün dini bir gereklilik olduğuna inanan ve tesettürü benimseyen kadınlar geriliğin, tesettüre karşı gelerek tesettürsüzlüğü çağdaşlık olarak adlandıran kadınlar ise, ilericiliğin simgesi kabul edilmişlerdir. Bir anlamda Batılılaştırma projesinde "Tek Partinin razı olduğu kadın" ve "Tek Partinin görmek istemediği kadın" imajları ortaya çıkmıştır. Özellikle gündelik hayata ilişkin geleneksel kuralların değişiminde kadın hiç şüphesiz önemli bir rol üstlenmiş ve Batılılaşma projesinin görselliğini en üst düzeyde sergilemişti.4 Siyaset Bilimci Ayşe Kadıoğlu, Kemalist modernleşme projesinde imajların ön plana çıkarılmasında kadınların önemli rol üstlendiğini belirtir ve kadınların Cumhuriyet balolarında Batı kostümleri giyip, Batılı müziklerle dans ederek imajlarını modernleştirdiklerini belirtir. Kadıoğlu, Cumhuriyetin doğurduğu bu kadın imajını "kostüm modernleri" şeklinde nitelendirmektedir.5



Gerek İmparatorluğunun son dönemlerinde, gerek Cumhuriyetin ilk yıllarında görülen "Batılılaşma" hareketleri devletin telakkisine ve tasarruflarına bağlı olarak gelişme göstermiştir. Cumhuriyetten itibaren devletin "modernleşme" siyaseti, eskiye ait unsurların yerine Batılı değerlerin yerleştirilmesi olarak belirginleşmiştir. Bunun anlamı Tek Parti dönemiyle birlikte Türkiye'de yeni bir medeniyet anlayışının hakim olmaya başladığını göstermesidir. Bu yeni medeniyet anlayışıyla, İmparatorluktan arda kalan değerlerin, özellikle İslam dinini hatırlatma özelliği bulunan ve simgesel anlatım gücüne sahip olan ritüellerin (şeair-i İslam) toplumsal hayattaki etkilerini azaltmaya yönelik hukuki ve kültürel girişimler6 dikkat çekmektedir. Aslında Türk modernleşmesi, kültürel simgelerin toplum hayatındaki etkilerini anlama hususunda oldukça bol malzeme sağlar. Cumhuriyet sonrası ilerici-gerici tartışmalarında ilericilik olarak ifade edilen ögelerin, Batı kültürünü temsil eden unsurlar olduğu, gericiliği çağrıştırdığı iddia edilen ögelerin ise "Doğu"ya yani İslam'a ait olduğu iddia edile gelmiştir. Kültür ve sanat eserlerinde bile rastlanan bu simge çatışması Türk modernleşmesinde en sık rastlanan hususlardan birisidir. Cumhuriyet sonrası Türk sinemasındaki dindar imajı, menfaatperest, yeniliğe karşı, bilim düşmanı, şeklen çirkin, argo konuşan ve kişisel ilişkilerinde her zaman güçlüden yana olan bir kimlikte tanıtılmıştır. Müziklerde ve resim sergilerinde eski geleneğe ait olanların gericilikle özdeşleştirilmesi, din terminolojisine atıf yapan bir bilimsel çalışmanın "rasyonalizme aykırı görülmesi", Türk modernleşmesinin belirgin özelliklerinden olmuştur. Bütün bunlar kültür ve sanat eserlerinde dinin ve dindarların ne ifade ettiğini göstermektedir.



Eski kültür, gelenek ve değerleri çağrıştıran ve "uyarıcı ve ihtar edici" özelliği bulunan simgelerin toplumsal hayattan koparılması, bunların yerine Batılı yaşam tarzının kabul ettirilmesi Cumhuriyet dönemi Batılılaşma anlayışının en önemli özelliklerinden birisiydi. Bu sembollerin toplum hayatındaki etkilerinin giderilmesi hususunda dikkat çeken bir girişim de "tesettürün yasaklanması" veya "tesettürün gericilik ile özdeşleştirilmesi"dir. Bu amaçla öncelikle İslami bir hassasiyet belirtisi olan peçenin yasaklanması ve arkasından da çarşaf yerine devletin önerdiği kadın kıyafetlerinin (pardösü, manto ya da sadece başörtüsü gibi) yaygınlaştırılması çabası tedrici olarak dini kıyafetlerin dışlandığını göstermektedir.



Sosyolog Nilüfer Göle, kadınların toplumsal dönüşümde aldıkları rolü incelediği, "Modern Mahrem" adlı eserinde Batılılaşmanın önemli simgelerinden birisi olarak kabul edilen şapka inkılabının yeni kadın imajı projesinin ön hazırlığı olduğunu söyler.7 Yani imajlar üzerinde yürütülen Batılılaşma hareketleri, öncelikle erkekleri eski geleneği temsil eden kılık ve kıyafetten arındırmıştır. Bu hazırlık aşamasından sonra da, kadının kılık ve kıyafetinde düzenlemelere girişilmiştir. Göle, erkeklerin şapka ile Osmanlı kimliğinden sıyrıldığını, kadınların da peçe ve çarşafı atmalarıyla dini otoritenin, şeriatın sınırladığı mahrem yaşam dairesinden uzaklaştığını tespit etmektedir.



Kılık-kıyafetin kanuni düzenlemeler ile, kişisel tercih alanından çıkarılıp devletin izin verdiği niteliğe büründürülmesi, yasaklanan kıyafet sahiplerinin kamusal alandaki varlığını ortadan kaldırmıştır. Ayrıca, tesettürün gericilik ile özdeşleştirilmesi, tesettür kullananları psikolojik yönden etkilemiş ve bu kişilerin sosyal statülerini ve kimliklerini olumsuz etkileyerek, kimliklerini sağlıklı bir şekilde ifade etmelerini engellemiştir. Zaman zaman rejim karşıtı, siyasal İslamcı, gerici gibi tehlikeli siyasi ve ideolojik etiketlerle tanınmalarına neden olmuştur. Şüphesiz bunun nedeni, modernleşme anlayışımızın simgesel motiflere ideolojik anlamlar yüklemesinden kaynaklanmaktadır. Devletin modernleşmenin içeriğini ve sınırlarını belirlediği sosyal ve kültürel bir ortamda halkın görüşü yerine bürokratik tasarrufların geçerli kılınması, önemli bir özgürlük sorununu da beraberinde getirmiştir.



Tesettürün Hikmeti Nedir?



Bediüzzaman, tesettür meselesini işlediği 24. Lem'a'da8 tesettürün Kur'an-ı Kerim'in bir emri olduğunu (Ahzap Suresi: 59) belirtir. Tesettüre karşı çıkanların, tesettürü esaret olarak algılamalarını eleştirerek, kadınlığın fıtratında örtünme ihtiyacının bulunduğunu belirtir.9 Ancak Bediüzzaman'ın Tesettür Risalesi'ndeki "tesettür" tarifi yalnızca vücudun belirli bölümlerinin setredilmesini ifade etmemektedir. Bediüzzaman tesettür teriminin hem nefsi temizlik ifade eden, hem de fıkıhta gösterildiği şekilde giyinmeyi anlatan şekilde ifade etmektedir. Yani sadece örtünme kadının Ahzab Suresi'ndeki emri yerine getirmesine yetmemektedir. Ayet-i kerimede öncelikle örtünme emrinin, ardından da örtünmenin neyi sağlayacağının ifade edilmesi tesettürün netice olarak salih amel, iffet ve takva gibi İslami ahlak prensiplerine bir basamak olduğunu anlatmaktadır. Tesettür bir bütündür. Tesettürün iç boyutu ahlaki güzellik ise dış boyutu da fıkıhta gösterildiği şekilde vücudun örtülmesidir.



Bediüzzaman özellikle kadın-erkek ilişkilerinde tesettürün (takvanın ve fıkıhta gösterildiği şekilde örtünmenin) güven, sadakat ve muhabbet duygularını güçlendireceğini, tesettürsüzlüğün ise kadın-erkek arasındaki sadakat ve muhabbet duygularını zayıflatacağını belirtir.10 Bediüzzaman'ın buradaki ayrımının teorik bir ayrım olduğu ve muhatap olarak tesettürü "kadını esaret altına alan bir simge" olarak algılayanları kabul ettiği belirtilmelidir. Ayrıca, eserin yazıldığı dönem göz önüne alındığı takdirde (1934) devletin "kültürel hayatta Batılılaşma" siyasetinin tesettürlü kadını dışladığı görülecektir. Aynı şekilde, devletin yeni medeniyet projesinde tesettürü ortadan kaldırmayı, tesettür yerine İslami etkilerden sıyrılmış ve Batılı modayı takip eden kadınları ön plana çıkarmayı düşündüğü bilinmektedir. Bu yüzden Bediüzzaman'ın geniş anlamda Batılı yaşam tarzının Doğu toplumlarına transfer edilmesi ve özelde Türkiye'deki modernleşme anlayışının Kur'an'ın tesettür emri yerine kadının tesettürsüzlüğünü teşvik etmesinin toplumsal hayatta kadın-erkek ilişkilerinden, aile yapısına, kadın ve erkeğin ahlaki yapısına kadar birçok alanı olumsuz etkileyeceğini düşündüğü belirtilmelidir.



Anayasal Bir "Hak" Olarak Tesettür Özgürlüğü



Hukuk devletinin en önemli ilkelerinden birisi temel hak ve hürriyetler tanımının, niteliğinin ve sınırlandırma usulünün anayasalarca belli bir çerçeveye kavuşturulmasıdır. Özellikle, hürriyet, özgürlük, adalet gibi kavramların ön plana çıkarılması anayasaların ruhunu da etkilemiştir. Bu yüzden anayasalarda hürriyet, özgürlük ve adalet kavramları ön plana çıkmış ve anayasaların bu kavramlara yüklemiş olduğu anlam devlet-halk ilişkilerini belirleyen önemli ölçülerden birisi olmuştur.



Anayasal bir haktan bahsederken öncelikle devletin bu anayasal hakları kime tanıdığını belirlemek gerekmektedir. Bu tanımlama sağlıklı yapılmazsa, yani hakkın muhatabının kim olduğu belirlenmezse hukuk devletinin en önemli ilkelerinden birisi olan "kanun önünde eşitlik" ilkesinin gerçekleşmesinden bahsedilemez. Anayasa’nın 12. maddesi "Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir" şeklinde bir hüküm getirmiştir. Buna göre, Türkiye sınırları içinde temel hak ve hürriyetlerden yararlanma şartı herhangi bir ırka, sınıfa, dine veya mezhebe üye olmaya bağlı değildir. Türk hukuk sisteminin geçerli olduğu bütün alanlarda (kamusal ve sosyal) temel hak ve hürriyetlerden "herkes" eşit olarak yararlanma hakkına sahiptir. Görüldüğü gibi Anayasa’nın bu maddesinde herhangi bir ideolojik tutuma yer verilmemiş, çoğulculuk ruhuna uygun şekilde temel hak ve hürriyetlerden bütün herkesin eşit şekilde yararlandırılacağının güvencesi verilmiştir.



Temel hak ve hürriyetlerin neler olduğu sorunu da ayrı bir çerçevedir. Anayasa’nın düzenlemesine göre temel hak ve hürriyetler "kişiliğe bağlı, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez" nitelik gösterirler. Bu temel hak ve hürriyetlerin içinde yer alan ve tesettür meselesini doğrudan ilgilendiren husus da neredeyse evrensel bir kural haline gelen "din ve vicdan hürriyeti"nin nasıl kullanılacağı ve nasıl kısıtlanabileceğidir. Anayasamızın 24. maddesinde düzenlenen din ve vicdan hürriyeti herhangi bir kısıtlama getirmeksizin herkese tanınmıştır; çünkü, temel hak ve hürriyetlerdendir. Ancak bu hakkın kullanılması sırasında 14. maddenin ruhuna aykırı olan teşebbüslerin din ve vicdan hürriyetinden faydalandırılmayacağı hükme bağlanmıştır: "14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayinler ve törenler serbesttir." 14. madde ile getirilen kısıtlama kriterleri ise şunlardır: "Temel hak ve hürriyetler devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz." (m. 14/1). Buradaki kısıtlama kriterlerinin ideolojik, provokatif ve militarist eylemlere yönelik olduğu muhakkaktır. Örneğin, siyasal parti kurma hakkınız anayasal güvence altındadır, ancak bu hak size siyasal parti çatısı altında militarist faaliyetleri yürütme hakkı vermez. Aynı şekilde, düşünce ve kanaat hürriyeti de anayasal güvence altındadır. Fakat, bu hürriyet kişilere yönelik hakaret hürriyetine sahip olduğunuz manasına gelmeyecektir. Toplumsal hayat her şeyden önce karşılıklı saygıyı gerektirmektedir ve hukukun önemli işlevlerinden birisi de bu nizamı tesis etmektir.



1982 Anayasası'na son değişiklikle birlikte verilen şekle göre, temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasını düzenleyen temel kural şudur: "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa'nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." (m. 13) Bu anayasal hükme göre temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanma usulü şu şekilde gerçekleşecektir: Öncelikle, kısıtlama Anayasa'da sayılan sebeplere bağlı olarak yapılmalıdır. Yani 14. maddede sayılan sebeplerin gerçekleşmiş olması veya gerçekleşmesinin kuvvetle muhtemel olması (şüpheye yer bırakmayacak şekilde) temel hak ve hürriyetin kısıtlanması için yeterli olacaktır. İkinci olarak, temel hak ve hürriyetler ancak kanuni bir düzenleme sonucunda kısıtlanabilir. Yani Anayasa'da "kısıtlanabilir" şeklinde bir ibarenin olması kısıtlamayı yorum yoluyla genişletmeye veya fiili bir uygulamaya meşruiyet kazandırmaz. Öncelikle, kısıtlamayı düzenleyen bir kanun bulunmalıdır. Kanunsuz kısıtlama anayasal ihlal oluşturacaktır.



Türkiye'de başörtüsünün kamu kurum ve kuruluşlarında yasaklanmış olması bir "ibadet" hürriyetinin kısıtlanması anlamına gelmektedir. Başörtüsünü yasaklayan bir kanun maddesi olmadığına göre Türkiye'deki başörtüsü yasakçılığı fiili (de facto) bir durumdur ve Anayasa’nın ihlalini oluşturmaktadır. Anayasal hüküm son derece açıktır: "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." Ortada kanun maddesi olmadığına göre ve başörtülü insanların herhangi bir anayasal suça başörtülülük niteliklerinden ötürü karışmadıkları bilindiğine göre, başörtüsü yasakçılığının iç yüzünde jakoben laiklik anlayışı, toplumsal mühendislik ve Batı yaşam tarzının ve tüketim alışkanlıklarının yerleşmesi özleminin yattığını söylemek mümkündür.



Sonuç



Modernleşme anlayışımızın imaj ve görsel ögelere, ritüellere kayıtsız kalmadığını gösteren önemli olgulardan birisi başörtüsü yasakçılığıdır. Başörtüsüne bürokratların, siyasilerin, bilim adamlarının ya da halkın yüklediği anlam önemli değildir. Ortada, Kur'an-ı Kerim'in açık bir hükmü vardır ve Hz. Muhammed'den günümüze kadar kesintisiz bir uygulama, bir İslami gelenek vardır. Tıpkı beş vakit namaz gibi, Ramazan orucu gibi, hac gibi.



Ahmed Hamdi Tanpınar'ın belki de Türk modernleşmesini özetlediği şu sözleri Türkiye'de yaşanan sıkıntının ifadesidir: "Bir yandan tarihi zaruretlerden kudret alan bir irade ile Garb'a gittik, öbür yandan hakiki cevheri ile bizde konuşmaya başladığı zaman sesine kulaklarımızı kapatmak imkansız olan bir mazinin sahibiyiz."11 İmparatorluğun parçalanması ve bilim-teknik ve ekonomik alanlarda geri kalmışlık bizi Batı'ya itmişti. Ama Batı bize bilim, teknik, sosyal ve ekonomik adalet yerine Doğu-Batı, ilerici-gerici, laik-antilaik, tesettürlü-tesettürsüz gibi kutuplaşmalara neden olan zıtlaşmaları armağan etti. Tanpınar'ın Türkiye'deki cevherler ile kastettiği unsurlara dini ritüelleri dahil edip etmediğini bilemiyoruz, ancak bu tespiti tesettür meselesi için de geçerli. Tesettür hakiki cevheri ile konuşmaya başladığı zaman, yani ahlaki boyutunu, Sünnet-i Seniyye edebini pratiğiyle ifade etmeye başladığı zaman bu hakikate elbette kulak tıkanılmayacaktır. Bu yüzden, başörtüsü probleminin başörtüsünün Allah'ın emri olduğuna inanan insanlara da bazı yükümlülüklerini hatırlattığını, tesettürün yalnızca vücudun örtülmesini ifade eden görsel anlamı olmadığını, iç boyutunun nefsi temizliğe yönelik olduğunu da ifade etmek gerekmektedir.



Devletin tarafsızlığının en önemli göstergelerinden birisi, devletin herhangi bir dinin ya da ideolojinin temsilciliği misyonundan uzak durmasıdır. Bu tarafsız tutum devlete her din, inanç, fikir ve mezhep sahibine eşit oranda temsil edilebilme ve haklardan eşit yararlanma imkânı sağlamaya yöneliktir. Türkiye'de yaşanan fiili başörtüsü yasağının temelinde de bu tarafsız tutumun eksikliği yatmaktadır. Devlet, simgelere ideolojik ve siyasal anlamlar yüklediği sürece başörtüsü problemi çözümsüz kalmaya devam edecektir. Oysa, modern devlet anlayışında hukuk vatandaşlık ilişkisine göre uygulanmakta ve bu uygulamalar ideolojilerin katı çerçevelerinden bağımsız tutulmaktadır. Aynı çağdaş uygulamayı başörtüsü problemi için söyleyebilir miyiz?



Dipnotlar



1. Ulus-devletlerin kurulması ve uluslararası ticari rekabetin artmasıyla birlikte insanların giyim tarzlarında dini ve kültürel etkilerin yavaş yavaş etkisini yitirdiği, bunların yerini bütün dünyada görülebilecek giyim tarzının aldığı görülmektedir. İklim ve coğrafi koşulların benzeşmemesine, din, kültür ve anlayış farklılığına rağmen insanların kıyafet konusunda Fransız modasını takip etme, İtalyan çizgilerini benimseme, Amerikan markalarından vazgeçmeme gibi ortak özelliklerine rastlamak mümkündür. Almanya ve Avustralya gibi birbirinden uzak iki ülkede bile benzer giyim özelliklerinin çok yoğun şekilde görülebiliyor olması, giyim tarzında kültürlerin eski etkisini yitirdiğini, kültürel ve yöresel tercihlerin yerini kapitalizmin üretim ve pazarlama anlayışının aldığını göstermektedir. Bu yüzden kapitalizmin evrensel giyim standartları oluşturmada başarılı olduğunu ve bu etkisinin ister istemez bütün kültür ve gelenekleri, hatta dini giyim tarzını bile etkilediğini söylemek mümkündür.



2. Ahzab Suresi, 59: "Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların hür ve iffetli hanımlar olarak tanınmaları ve eziyete uğramamaları için daha uygundur. Allah ise çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Geniş açıklama için: Hak Dini Kur'an Dili Tefsiri, Ahzab Suresi: 59, Nur Suresi: 30, 31)



3. Kadınların tesettürüne karşı çıkan görüşlerin Doğu’ya ait olmadığı, (İslami bilgiden ve yorumdan kaynaklanmayan) Batı felsefesi kökenli olduğu ve her türlü kurumsal ve kültürel yapının Batı’ya uydurulması şeklinde görünüm kazanan aşırı Batıcılıktan kaynaklandığı rahatlıkla görülebilecektir.



4. Şüphesiz buradaki Batılılaşma Türkiye'nin dini ve eski geleneğe karşı ortaya koymuş olduğu hukuki ve siyasal girişimler manasındadır. Yoksa, bilimsel, teknik ve teknolojik anlamda modernleşme veya çağdaşlaşma kastedilmemektedir.



5. Ayşe Kadıoğlu, Cumhuriyet İradesi-Demokrasi Muhakemesi, Metis Yayınevi, İstanbul, 1999, s. 31.



6. Çıkarılmış olan kanunlarla eskiye ait kılık-kıyafetlerin yasaklanarak yerine "devletin standartlarını belirlediği" giyim tarzının getirilmesi, bürokratların tertiplemiş olduğu dans gecelerinde medeni kadın ve erkek imajının alafranga tarzı giyimle özdeşleştirilmesi ve kadın-erkek arasındaki mahrem sınırların kaldırılması modernleşme anlayışımızın kadın-erkek ilişkilerine ve dış görünüme (imaj) ilgisiz kalmadığını göstermektedir.



7. Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Metis Yayınevi, İstanbul 1998, s. 87-88.



8. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2002, s. 197-205.



9. Lem'alar, s. 255.



10. Lem'alar, s. 257.



11. Ahmed Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yayınları, İstanbul 1990, s. 24-35.





Kaynak: Köprü dergisi, sayi 84, 2003
 
Dînimizde kadının yeri neresidir ?

Dînimizde kadının yeri neresidir ?

Dînimizde kadının yeri neresidir ?



Suâl: "İslâmiyet kadına değer vermiyor" deniyor. İslâmda kadının yeri nedir?
Cevap: Dinimizi bilmiyen bir kimsenin İslâmiyetin kadına verdiği değerden bahsetmesi, körlerin fili ta'rîf etmesine benzer. Körün biri, filin bacağına dokunur. "Fil direk gibi" der. Biri karnına dokunur, "Fil duvar gibi" der. Diğeri de hortumuna dokunur. "Fil, yılan gibi" der. Görenle görmeyen bir olmadığı gibi, bilenle bilmiyen de bir olmaz.

Çalışan kadınlara ne kadar maaş verildiğini öğrenmek üzere, Amerika'dan iki kişi gelse, birisi, bakanlık yapan bir kadının maaşını öğrense, öteki de yeni işe giren ilkokul mezunu bir kadının maaşını öğrense, verecekleri rapor elbette birbirinden çok farklı olur. İşçi bir kadın, başbakan olan kadınla mukayese edilmez. İki ayrı cins olan armutla portakal toplanıp şu kadar portakal etti denilemez. Hayvanla insan mukayese edilmez. Çünkü yaratılışları farklıdır. Kadınla erkek mukayese edilerek, "Kadın doğum yapıyor, erkek yapmıyor, böyle eşitlik olmaz" denemez. Allahü teâlâ, kadını erkeği ayrı işler için yaratmıştır. Fizikî yapısı birbirine benzemez. Birbirine benzemiyen iki şey, birbiri ile mukayese edilmez. Bir erkek kalkıp da, "Madem kadın-erkek eşitliği vardır, ne diye kadınlar da bizim gibi yerin altında, kömür ocaklarında, maden ocaklarında çalışmıyor?" diyemez. Çünkü kadının bünyesi buna müsâit değildir. Rusya'da kadın böyle zor işlerde çalıştırılıyorsa da, bu bir hak değil, kadına zulümdür. Herkese bünyesine uygun iş verilmelidir.

Yanlış mukayese

Cinsleri, vasıfları farklı olanlar arasında mukayese olmaz. Meselâ elma armuttan veya armut elmadan üstündür denemez. Çünkü cinsleri farklıdır. Onun için elma ile armut toplanmaz denir. Kadın ile erkek iki ayrı cinstir. Vazîfeleri farklıdır. Taksi ile tank, birbiriyle mukayese edilmez. Yüz kiloluk pehlivan ile elli kiloluk pehlivanı birbiriyle güreştirmiyorlar. Her pehlivan, kilosundaki pehlivanlarla güreşip şampiyon olabiliyor. Ağır sıkletteki bir pehlivan, rakiplerine yenilse, fakat elli kilodaki bütün pehlivanları yense madalya alamaz. Aynı cinsler arasında bile ba'zı vasıflar aranıyor. Kadının boksör, güreşçi olmaması onun değerini düşürmez.

Kadın ile erkek iki ayrı cinstir. Elma ile armut mukayese edilmediği gibi, bunların da birbirine üstünlüğü söz konusu olmaz. Ancak vasıfları eşit olan iki şey arasında kıyaslama yapılır. Vasıfları farklı olan şeyler arasında kıyaslama olmaz. Meselâ vapur, uçak ve otobüs binek vâsıtası olduğu hâlde, birinin diğerine üstünlüğü söylenemez. Uçak, denizde yüzemediği için vapurdan aşağı sayılmaz. Vapur, karada gitmediği için bisikletten aşağı olduğu söylenemez. Vapur başka bir vapurla, uçak başka bir uçakla mukayese edilebilir. İkisi de kara vâsıtası olduğu hâlde, bir tankla bir taksi mukayese edilemez. Tank, taksi kadar hızlı gitmediği için aşağı kabûl edilemez. Herbirinin vazîfesi ayrıdır. Boksta iki kadın, ancak bir erkek kadar dövüşebilir" dense, bu, kadına hakaret olmaz. Cenâb-ı Hak, kadını akıl ve beden yönünden erkeğe göre farklı yaratmıştır. Hattâ bir erkeğin aklını diğer erkeğe göre de farklı yaratmıştır. Biri kalkıp da (Yâ Rabbî insanların aklını niçin eşit yaratmadın?) diyemez. Yaratıcı sorguya çekilemez. Bu bakımdan kadın-erkek, birçok bakımdan mukayese edilemez, ikisi arasında her bakımdan bir eşitlik sözkonusu olamaz. İki erkek arasında her yönden eşitlik olmadığı gibi, iki kadın arasında da farklılıklar vardır.

Üstünlüğün ölçüsü

Dinimizde üstünlük, Allah indindeki kıymete göredir. Müslüman fakir bir zenci, müslüman olmayan bir imparatordan o kadar çok üstündür ki, mukayese bile kabûl etmez.

Dînimizin, zenginlerin ve kadınların çoğunun Cehenneme gideceğini bildirmesi, zengine ve kadına hakaret değildir. Zenginlerin ekserisi, parasını faydalı işlerde kullanmadığı, fakirleri sömürdüğü için onları ikâz etmek için (Şunları yapmazsanız, Cehenneme gidersiniz) buyurulmuştur. Kezâ kadınlar da, erkeklere nisbetle te'sîr altında kalarak daha fazla günâh işlediği için, (Günâh işlemeyin, Cehenneme gidersiniz) diye ikâz ediliyor. İyi kadınları ve servetini iyi yolda harcayanları da cenâb-ı Hak övüyor. Malı hayırlı şey olarak bildiriyor, sâlihâ kadınları da övüyor. Kâfir erkeklerin Cehenneme gideceğini bildirirken, müslüman kadınların Cennete gideceğini haber veriyor.

Dinimiz kadına çok değer vermiş, erkeğe de çok mes'ûliyet yüklemiştir. Kadın, ev içinde ve ev dışında çalışmaya para kazanmaya mecbûr değildir. Evli ise kocası, evli değilse babası, kadına lâzım olan şeyi getirmeye mecbûrdur. Kimsesi olmayan kadına devlet bakar. (Hidâye)

Kaynak: Ihlas Net
 
Neslin Korunması

Neslin Korunması

Neslin Korunması



Adem -aleyhisselâm-’dan beri bütün peygamberler, neslin selâmeti için nikâh husûsunda büyük bir ciddiyet göstermişlerdir. Çünkü neslin muhâfazası, âile müessesesinin sağlamlığı ile mümkündür. Âile müessesesi içinde terbiye edilmeyen, nikâhın dışında oluşan nesiller; hayatın âhengini bozar, iç*timâî nizâmı temelinden sarsar ve anarşiye sebep olur. Nikâhın saâdetini, fuhşun murdarlığına değişmek kadar ahmaklık ve cehâlet olamaz!..



Âileyi oluşturan hayat arkadaşlarının mesud günleri, ince ve derin hâtıralar, samimî neşeler, refah, huzur ve evlâd sevgisi, ancak nikâh gölgesinde ve iyi hazmedilmiş İslâmî prensiplerin sağladığı olgunluk sâyesinde gerçekleşebilir.



Gerçek saâdet, erkek ve kadının aralarındaki bütün münâsebetleri ilâhî emirlere muvâfık bir üslupla gerçekleştirmeleri neticesinde husûle gelir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, onları hem rûhen hem de bedenen birbirlerine muhtaç bir sûrette yaratmıştır. Erkek ve hanım, ikisi birbirini ikmâl eder. İnsanların erkek ve kadın olarak birbirini tamamlayan iki cins şeklinde yaratılması, hayatın dengesini ve saâdetini sağlayan önemli bir unsurdur. Bu denge büyük savaşlar gibi sebeplerle bozulduğunda, aradan çeyrek asır bile geçmeden ilâhî bir tanzimle tekrar düzelmektedir.



Çiftlerin meşrû birliktelikleri ile toplumun temel taşları olan âileler meydana gelmektedir. Âile, toplumun düzeninin kemâle ermesi ve hânelerin saâdet ve mutluluk ile dolabilmesi için temel ve vazgeçilmez bir müessesedir.



Âile tesis edilirken, erkek ve kadın birbirine kesin olarak söz verir; sevgi, samimiyet ve güven esasına dayalı bir birlik kurarlar. Böylece ilâhî kudret akışlarının bir tecellîsi olarak, birbirine yabancı iki kişi artık birbirine en yakın iki insan oluverir. Üstelik kurdukları yuva da kendilerine, ayrıldıkları baba evinden daha sıcak hâle gelir. Allâh Teâlâ, zevc ve zevcenin birbiri için ilâhî bir lutuf olduğunu şöyle beyân buyurur:



“Onun (varlığının ve birliğinin) delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet edesiniz diye kendi cinsinizden size eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki bunda tefekkür eden bir topluluk için nice deliller vardır.” (er-Rûm, 21)



Âilede saâdet, eşler arasında karşılıklı bir anlayış ve olgunluğun meyvesi olup hassâsiyetle korunmalıdır. İki taraf aslâ lâubâlî olmadan, samimiyet içinde yaşamalıdır. Âile hayâtı içinde vakar ve kibir, tevâzu ve zillet, samimiyet ve lâubâlîlik arasındaki hassas sınırlara âzamî derecede dikkat edilmelidir. Ayrıca bu dünyada en fazla nazara gelen şeyin “saâdet” olduğu da unutulmamalıdır. Bu bakımdan âilece görüşmelerde hududlara dikkat etmek ve gayr-i mesud insanlardan -onları da incitmeden- uzak durmaya çalışmak gereklidir.



Ev, sâdece barınmaya mahsus bir dört duvardan ibâret değildir. Orada yaşanılan hâllerin mahremiyetine dikkat etmek ve âilevî meseleleri umûma ifşâ etmemek, saâdet ve huzurun devâmının temel şartlarından biridir.



İslâm, kâmil mânâsıyla doğru anlaşılıp iyi hazmedildiği takdirde âile bir “cennet” hâline gelir. Bundan dolayıdır ki: “Erkeğin cenneti evidir.” buyrulmuş*tur.





***







İnsanın yaratılış gâyesi, Hâlık’ını bilmek ve tanımaktan ibârettir. Bu tanıyışın zihnî merhaleleri aşarak kalbî bir mâhiyet kazanması, gerçek aşk, yâni “muhabbetullâh”tır. Muhabbetullâh, kalbin en seviyeli faâliyetidir. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de “…Âgâh olunuz ki kalbler ancak Allâh’ın zikri ile mutmain olur.” (er-Ra‘d, 28) hükmü yer almıştır. Lâkin kalbin muhabbetullâha müsâid bir kıvâma ulaşması, ancak belli bâzı merhaleleri aşması ile mümkündür.



İslâm’a göre âile ve evlâd muhabbetleri, kalbin ilâhî muhabbete medâr olacak bir vasıf kazanabilmesi için lâzım gelen ibtidâî safhalardandır. Mecnûn’un “Leylâ Leylâ derken Mevlâ’yı buldum.” sözü, bu hikmetin bir başka ifâdesidir.



Mecnûn’un kahramanlığı, sırf bu dünyâ planında takılı kalmayıp, “aşk-ı mecâzî”den “aşk-ı hakîkî”ye, yâni fânî ve beşerî aşktan ilâhî aşka intikal edebilmesiydi. Onun bidâyette hayatını adayacak kadar sevdiği Leylâ, nihâyette ilâhî muhabbete bir basamak teşkil etti. Mecnûn, aradığı hakîkati ilâhî muhabbet âleminde bulunca, hayatındaki Leylâ’nın rolü sona erdi.



Bu bakımdan Leylâlar ile başlayan muhabbet mâcerâsı Mevlâ’da sükûn bulursa, muhabbet gerçek gâyesine ulaşmış olur. Bizler de Mecnûn gibi fânî muhabbetleri ilâhî muhabbete basamak yapıp, neyi aradığımızın farkına vardıktan sonra, yâni hakîkî ve ilâhî muhabbetin hazzını tattığımız gün, kalbimizden şu sevinç feryâdı kopacak:



“Rabbim! Seni uzaklarda ararken kalbimde buldum!..”



Anlaşılacağı üzere kalbin ilâhî muhabbet tecellîlerine mazhar olmasında beşerî muhabbet temrinleriyle seviye kat etmesinin mühim bir rolü vardır. İşte bu istikâmette atılacak en büyük adımlardan biri de nikâh gölgesinde kemâle eren, meşrû bir muhabbettir. Zîrâ karşı cinse olan muhabbet, fıtrîdir. Nitekim Havvâ vâlidemiz,



Hazret-i Âdem’in kaburga kemiğinden halkolunmuş ve bu vesîle ile aralarında kalbî bir akım hâsıl olmuştur.



Eşler arasındaki yakınlık, meşrû bir şekilde icrâ edildiğinde ve Rabbin de takdîr ve murâd etmesi hâlinde, bu yakınlığın en büyük meyvesi evlâd sâhibi olmaktır. Kalbin ilâhî muhabbet yolundaki diğer bir beşerî temrini de “evlâd” iledir. Bir anne-babanın evlâdına olan düşkünlüğü, kendi anne-babasına olan düşkünlüğü ile kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Zîrâ Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile Hazret-i Havvâ vâlidemizin ana-babası olmadığından, muhabbetteki akış, yukarıdan aşağıya, yâni ana-babadan evlâd ve torunlara doğrudur. Çocukların çok sevilmesinin bir hikmeti de budur. Bu şiddetli sevgi, sırf dünyevî, yâni nefsânî olarak devam ederse, Kur’ân-ı Kerîm’de mal ve evlâd gibi nîmetler hakkında buyrulan “fitne” vasfını alır.



Âyet-i kerîmede buyrulur:



“Biliniz ki, mallarınız ve evlâdlarınız, birer fitnedir (imtihan konusudur). Büyük mükâfât ise, (âhirette) Allâh nezdindedir.” (el-Enfâl, 28)



Zîrâ gâfilâne yetiştirilen evlâdlar, âile için ağır bir vebâldir. Şüphesiz ki israf haramdır. İsrafın en kötüsü ise insan israfıdır. Bu yüzden evlâdlarımızı mânevî duygularla mücehhez olarak yetiştirme husûsunda âzamî hassâsiyet göstermek, en büyük kulluk vazîfelerimizdendir.



Mal ve evlâda karşı tavırlarımız, rızâ-yı ilâhî istikâmetinde olup îman lezzetine vesîle olursa o zaman bir “zînet” hâline gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:



“Mal-mülk, çoluk çocuk… Bütün bunlar dünya hayatının zînetleridir. Bâkî kalacak yararlı işler ise Rabbinin katında, hem mükâfât yönünden, hem de ümit bağlamak bakımından daha hayırlıdır.” (el-Kehf, 46)



Mal ve evlâdın bir âyet-i kerîmede “fitne”, diğerinde “zînet” vasfıyla anılması, câlib-i dikkattir. Bunların fitne olması; kalbe köklü bir şekilde yerleşip kulu Rabbinden gâfil bırakması tehlikesine binâendir. Zînet olması ise, rızâ-yı ilâhîye göre istikâmetlendirildiği takdirde kalbdeki îmânı seviyelendiren ve bir sadaka-yı câriye olarak kulun öldükten sonra da ecrinin devâmına vesîle olan en önemli iki vâsıta olmalarından dolayıdır.



Hadîs-i şerîfte buyrulur:



“Allâh Teâlâ, cennetteki sâlih kulunun derecesini yükseltir de, hayrete düşen kul:



«–Yâ Rabbî, bu terfî bana hangi sebeple verildi?» diye sorar.



Allâh Teâlâ da:



«–Çocuğunun sana yaptığı istiğfâr ve duâ sebebiyle…» buyurur.” (Ahmed bin Hanbel, II, 509; İbn-i Mâce, Edeb, 1)



Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:



“İnsan ölünce, bütün amellerinin sevâbı kesilir. Ancak şu üç şey müstesnâ:



Sadaka-yı câriye, kendisinden istifâde edilen ilim, ardından duâ eden sâlih bir evlâd…” (Müslim, Vasiyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)



Anne-babanın en mühim vazifesi, İslâm fıtratı ile teslim edilen yavruyu hayırla donatmak ve onu hayırlı bir evlâd olarak yetiştirmektir. Hayırlı evlâda sâhip olmak, dünyâda da âhirette de huzur ve saâdet vesîlesidir. Bu tâlim ve terbiyenin verilebileceği en hayırlı iklim de âile ortamıdır.



Çocuk, hakka ve hayra yönelmenin îcaplarını ilk olarak âile müessesesinde öğrenir. Sonra buna toplumdaki diğer tesirler eklenir. Lâkin âileden aldığı tesir temeldir. Bu yüzden anne-babanın, evlâdını güzel bir şekilde yetiştirmesi, yâni hayır-hasenât ile donatması, kendileri için bir âhiret mesûliyetidir. Bu, aynı zamanda evlâdın ana-babası üzerindeki en mühim hakkıdır. Bu bakımdan ebeveynin, çocuklarının terbiyesinde büyük bir titizlik, îtinâ ve hassâsiyet göstermeleri îcâb eder. Çocuk yetiştirme konusunda anne ve babanın bilhassa dikkat etmesi gereken başlıca hususlar şunlardır:



a. Çocuğa rûhâniyet telkîn edecek güzel bir isim konulmalıdır.



b. Feyizli bir ortamda inkişâf etmeleri için, yedirilen lokmaların helâlliğine dikkat edilmelidir.



c. Çocuklarda taklid meyli hâkim olduğu için onlara örnek olacak bir davranış güzelliği sergilenmelidir. Zîrâ münâkaşalı ve kavgalı ortamlardan in’ikâs alan çocuk huysuzlaşıp hırçınlaşır.



d. Çocukların davranışları dâimâ kontrol edilip göz önünde yapamadıkları kabahatleri gizli ve tenhâ yerlerde işlemelerine meydan verilmemelidir. Zîrâ bu durumda karakterleri zaafa uğrar, çift şahsiyetli olurlar. Bu hâlin ilk tezâhürleri de yalan ve riyâdır.



e. Çocukların güzel işleri takdir edilip mükâfatlandırılmalı, hatâları ise görmezden gelinmemelidir. Çünkü müsbet davranışlar mükâfât ile pekiştirilerek çocuğun şahsiyetinde kalıcı bir yer edinir. Buna mukâbil, vaktinde îkaz edilmeyen kusurlar da tekrarlana tekrarlana şahsiyetin bir parçası hâline gelir. Bu yüzden bilhassa kız çocuklarının küçük yaşlardaki kıyâfet yanlışlıkları müsâmaha ile karşılanmamalıdır. Zîrâ insanın alıştığı şeyler, zamanla geri dönülemeyen tiryâkilikler hâline gelebilir.



f. Sık sık cezâ vererek çocuk arsız hâle de getirilmemelidir.



g. Emir, yasak ve kâideler telkin edilirken onların kavrayabileceği bir şekilde gerekçeleri de îzâh edilerek iknâ edilmelidir.



h. Âdâb-ı muâşeret ve ahlâk kâideleri öğretilmeli, bilhassa varlıklı âileler, çocuklarının, akranlarına kaba ve kibirli davranmalarına mânî olmalıdırlar. Zîrâ bunlar zamanla huy hâline gelir. Onlara, tevâzû telkin edilmeli, anlayacakları bir dil ile Kasas Sûresi’ndeki “Kârûn” kıssası anlatılmalıdır.



ı. Çocukların meşrû sınırlar dâhilinde çocukluklarını yaşamalarına imkân tanınmalıdır. Fakat ne fazla serbest bırakılmalı, ne de haddinden fazla baskı yapılmalıdır. Zîrâ fazla rahatlık, nefsâniyeti azdırır, tembelliğe sebep olur; fazla baskı da çocuğun ezik ve silik bir karakter sâhibi olmasına sebebiyet verir. Bu yüzden ölçülü bir üslûb ile vakitlerini fazîletli birer insan olmalarına vesîle olacak davranışlarla doldurmaya gayret edilmelidir.



i. Kendilerine Cenâb-ı Hakk’ın nîmetleri hatırlatılıp hamd ve şükre alıştırılmalıdır. Peygamber Efendimiz’in hayatından misâller verilerek, iç âlemlerinin rûhâniyet iklîminde yoğrulmasına gayret edilmelidir.



j. Daha küçük yaşlarında iken ibâdet ve hizmete alıştırılmalı, ibâdet mes’ûliyeti ve hizmetin ehemmiyeti telkin edilmelidir.



Asil bir nesil yetiştirmek, insanlık muktezâsı olan ulvî bir duygudur. Evlâdların yetiştirilmesi husûsunda çekilen mihnet ve meşakkatler, günahların affına vesîle olur. Çocukların iyi terbiye edilmesi husûsunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:



“Hiçbir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33)



Bu bakımdan çocuklarımızı bir ibâdet vecdiyle yetiştirmeliyiz. Onların rûhânî hayatları husûsunda hiçbir gayret ve himmeti esirgememeliyiz.



Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de:



“Âilene namaz kılmayı emret, kendin de namaza dört elle sarıl!..” (Tâhâ, 132) buyurmaktadır. Âyet-i kerîme muktezâsınca çocuklarımıza ibâdet etmenin şuurunu kazandırmalı ve onları ibâdete alıştırmalıyız.



Yine çocuklarımızı havâîlikten, haşarılıktan, lüzumsuz gezintilerden, eve geç gelmelerden, kötü arkadaşlardan, velhâsıl mânevî dünyâlarını zaafa uğratacak her türlü menfîlikten korumalıyız.



Yavrularımız arasında adâlete riâyet edip hasedleşmelerine meydan vermemeliyiz. Vakitleri geldiğinde -imkânlar müsâid olduğu takdirde- onları evlendirmeliyiz. Damat veya gelin alırken de mal, mülk, mevkî gibi fânî, dünyevî ve izâfî kıymetlerden ziyâde; îmân, güzel ahlâk ve rûhânî hayâtı gözetmeliyiz. Zîrâ îmânî ve ahlâkî duyguları itibâriyle birleşmeyen eşlerin sonu, ya hazin ayrılıklar veya mezara kadar süren ıztıraplar olur.



Âyet-i kerîmede buyrulur:



“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!..” (et-Tahrîm, 6)



Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu



âyet-i kerîmedeki ilâhî emri şöyle tefsîr buyurmuşlardır:



“Onlara, Allâh’a kul olmayı, tâat ve itaati emreder; yine onları Allâh’a isyan etmekten ve günahlardan nehyederseniz, işte bu, onları korumak demektir.” (Âlûsî, Tefsîr, XXVIII, 156)



Cenâb-ı Hak bizlere, “gözümüzün nûru olacak” bir zürriyete nâil olabilmemiz için de şöyle duâ tâliminde bulunmaktadır:



“Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sâhiplerine önder kıl!” (el-Furkân, 74)



***



Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine evlâd takdir etmediği âileler de rızâ hâlinde yaşamalı ve:



“...Ho*şu*nu*za git*me*yen bir şey ço*ğu ke*re si*zin için ha*yır*lı ola*bi*lir. Yi*ne sev*di*ği*niz bir şey de çoğu ke*re hak*kı*nız*da şer ola*bi*lir. Al*lâh bi*lir, siz bilemezsiniz.” (el-Ba*ka*ra, 216) âyet-i kerîmesindeki hikmeti tefekkür etmelidirler.



Yine bu durumda olanlar, imkânları nisbetinde, kimsesiz, fakir ve bilhassa öksüz ve yetim çocukların elinden tutarak hem kendilerine bir tesellî yolu aramalı, hem de onları cemiyetin istismâr ettiği mazlumlar durumuna düşmekten kurtarmaya çalışmalıdırlar. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîs-i şerîfini de düstûr edinmelidirler:



“Kendi yetimini veya başkasına âit bir yetimi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yanyana bulunacağız.”



Hadîsi rivâyet eden Mâlik bin Enes -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in yaptığı gibi işâret parmağıyla orta parmağını gösterdi. (Müslim, Zühd, 42)



Bu ictimâî ibâdet, bütün mü’minlere şâmil bir vazîfedir. Zîrâ mü’min, kendi çocukları gibi başkalarının çocuklarını da düşünen, diğergâm bir gönül ufkuna sâhip insandır. Rûhânî bir âile iklîminde yetiştirilen sâlih evlâdların, anne-baba için sadakayı câriye olacağı mutlaktır. Yetimleri himâye edenlerin de Allâh Rasûlü’nün teveccühünü kazanacağı muhakkaktır.



Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına sık sık; “Bugün bir yetim başı okşadınız mı?” diye sorarlardı.



Allâh’ın bir ibâdethâne olarak yarattığı bu cihanda, mânevî husûsiyetlerini, kulluk tezâhürlerini, insanlık şeref ve kıymetlerini kaybeden ülkelerin, cihan haritasından nasıl silindiklerini âleme ibret olmak üzere beyân eden Kur’ân-ı Kerîm, insanlara irşâd ışıkları tutarak ebedî saâdet yollarını aydınlatmaktadır.



İnsanın eşref-i mahlûkat olmasından dolayı, onun hakkında diğer varlıklardan farklı olarak, izzet, şeref, haysiyet, hayâ ve vakârını koruyup takviye edecek ilâhî emirler vârid olmuştur. Bunlardan biri de “tesettür”dür. Tesettür, mahlûkat arasında yalnız insana mahsus bir keyfiyettir.



Âyet-i kerîmede buyrulur:



“Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise bahşettik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır...”(el-A’râf, 26)



İnsanoğlu, Allâh Teâlâ’nın lutfettiği insanlık vakar, hayâ ve ciddiyetini koruyabilmek için örtünmeye mecburdur. Aksi hâlde bu insânî vasıflar zâyî edilmiş olur. İnsan, kendisinin dûnundaki mahlûkların seviyesine düşer.



Toplumda hayânın kaybolması, fuhuş ve ahlâksızlığın yayılıp alenen işlenir hâle gelmesi de kıyâmet alâmetlerinin belli başlılarındandır. Hadîs-i şerîfte:



“Hayâ îmandandır!”(Buhârî, Îmân, 3) buyrulur. Hazret-i Âdem ile



Hazret-i Havvâ, cennette başka insanlar olmadığı hâlde birbirlerinden ve diğer mahlûkattan hayâ ettiler. Telâş içinde orada bulunan yapraklarla örtünmeye çalıştılar. Bu da gösteriyor ki, maddî olan örtünme ve onun mânevî bağlantısı olan edeb ve hayâ, insanoğlunun fıtratında bulunan en mümtaz vasıflarındandır ve takvâ alâmetidir.



Mevlânâ Hazretleri der ki:



“«–Îmân nedir?» diye aklıma sordum. Akıl, kalbimin kulağına eğilip şöyle fısıldadı: «–Îmân, edepten ibârettir.»”



İslâm, insanlık haysiyetine uygun giyinmeye dâir bâzı kâideler getirmiştir. Bunlardan biri, kıyâfetin vücud hatlarını ortaya çıkaracak derecede dar veya şeffaf olmamasıdır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’nin kardeşi Esmâ’nın ince bir elbise giydiğini görünce, başını çevirmiş ve şöyle buyurmuştur:



“–Ey Esmâ! Bülûğa erdikten sonra kadınların, -yüzüne ve eline işâret ederek- şu ve şundan başka bir yerinin görülmesi doğru olmaz.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 31)



Diğer taraftan, kadının kadınlık, erkeğin erkeklik haysiyetini koruması da zarûrîdir. Bu hususta da Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:



“Kadın gibi giyinen erkekler, erkek gibi giyinen kadınlar, Allâh’ın rahmetinden uzak kalacaklardır.” (Ebû Dâvud, Libâs, 28)



İslâm, kadına çok kıymetli bir mevkî bahşetmiştir. Kadınlar da gerçek saâdeti Kur’ân ve Sünnet’in huzurlu iklîminde aramalıdırlar. Maalesef günümüzde kadınlar çeşitli vaatler ve yaldızlı sözlerle, mutluluğu sokaklarda aramaya itilmektedir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, kadını duygu bakımından erkeğe göre daha zengin yaratmıştır. Bu duygu ve his zenginliği, âile içinde kadının temel ve fıtrî vazîfesi olan neslin muhâfazası ve terbiyesinde büyük bir fayda ve avantaj sağlarken, cemiyet ve iş hayatının kadın fıtratına uymayan zor şartlarında bir dezavantaja dönüşüp onu yıpratan bir tesir icrâ edebilmektedir. Bu yüzden kadın, kendisi hakkındaki ilâhî tanzimin dışına itilirse, onun fıtratına ihânet edilmiş olur.



Akıllı ve dirâyetli bir erkek, evine adım atarken aklını, bir ticârethâneye girerken de hissiyâtını kapı eşiğinde bırakmasını bilir. Kadın ise fıtratına gâlip olan hissîliği gerektiğinde terk edebilme dirâyetini kolay kolay gösteremez. Bu hakîkat, cemiyette kadının istismârına yol açan başlıca sebeplerden biridir.



Cenâb-ı Hak, kadın ve erkek arasında birbirlerini tamamlayan çok güzel bir vazife taksimi yapmış, her ikisine de ayrı istîdatlar vermiştir. Kadın ve erkek, ancak, mânen ve maddeten birbirini tamamladığı zaman yaratılış gâyesine uygun bir olgunluk meydana gelir; âile ve buna bağlı olarak da toplum huzurlu olur.



Ne yazık ki çağımızda kadın ve erkek arasında başlatılan sun’î eşitlik yarışı, kadınların hanımlık ve annelik vazifelerini zedelemiş, âilenin huzuru kaybolmuş, toplum hayatı sarsılmış ve cemiyet, âile fâcialarına sahne olmuştur. Hâlbuki kadın ve erkeğin fizikî ve rûhî yaratılışları eşit değildir ki, fiilî veya hukûkî eşitlik îcâb etsin. Mühim olan, her alanda bir eşitlik değil, haklar ve mükellefiyetler arasındaki adâlet ve dengedir.



Allâh’ın erkek ve kadına verdiği fıtrî husûsiyetlere zıt bir şekilde denge bozulduğunda âile içi çatışmalar ve huzursuzluklar, tatmin olmayan insanları, huzur ve saâdeti başka yerlerde aramaya sevk etmekte, sonunda arş-ı âlâyı titreten boşanmalarla toplumun en mukaddes yapı taşı olan âileler yıkılmaktadır. Böylece, ev içinde âile sıcaklığı bulamayan, örnek alacağı ana-babasından kötü muâmeleye mâruz kalan çocuklar da, sokakların insafına terk edilmiş olmaktadır. Evden kaçarak sokak çocukları arasına katılan çocuklar, kısa zamanda sigara, alkol, tiner, narkotik, fuhuş ve çeşitli suç örgütlerinin ağına düşerek ictimâî bir fâciâya zemin hazırlamaktadırlar. Şüphesiz ki bu hâl, toplum hayatını çoraklaştıran korkunç bir ahlâkî erozyonu da berâberinde getirmektedir.



Asrımızın en korkunç ve iğrenç cinâyetlerinden biri de, zarûret olmadan sırf nefsânî rahatlık için çocuk aldırmaktır. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen yarı vahşî câhiliye insanlarıyla vahşet yarışına girmişçesine, daha anne karnındaki mâsum bebekler parçalanarak modern bir cinâyete kurban edilmektedir. Bu, en başta ilâhî lutfa nankörlüktür. Ayrıca böyle yapanların, hayatın hangi sürprizlerine dûçâr olacakları da meçhuldür. Bu cinâyeti irtikâb edenler, belki yarın hayatta yapayalnız kaldıklarında elinden tutacak olanın, o çocuk olacağını iyi düşünmelidirler. Veya vaktiyle kendi anne-babaları da onları istemeyip aynı âkıbeti onlar için revâ görselerdi, bugün hayatta olamayacaklarını hesâb etmelidirler.



Dîn ve îmandan mahrûmiyet sebebiyle, hayatı sırf ten planında yaşayan, egosunu ve nefsânî arzularını tatmin etmekten başka bir düşüncesi olmayan, insanlık şeref ve haysiyetine vedâ etmiş hodgâm bir neslin, nasıl felâket manzaraları oluşturduğuna dünyâ târihi sayısız defa şâhid olmuştur.



Nesillerini muhâfaza duyguları içinde çırpınan bitki ve hayvanlar karşısında, mahlûkatın en şereflisi olan insanların bu hislerden mahrûmiyeti ne acı ve iğrençtir. Yine onların insanlık rütbesine vedâ edip:



“…Onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar…” (el-A‘râf, 179) âyet-i kerîmesinin şümûlüne girmeleri ne hazindir.



Kadının fıtratı istikâmetinde yaşaması, toplumu cennete çevirir. Huzurlu âileler, toplumun saâdet kaynağıdır. Târih sayfalarına baktığımız zaman görürüz ki, toplumlar hanımlarla âbâd olmuş, yine onların elleriyle berbâd olmuştur. Eğer kadınlara mutluluk için sokaklar gösterilirse, hayat yolları cam kırıkları ile dolar.



Fısk u fucûrun yayılması, fitne-fesâdın tasallutu veya maddî-mânevî imkânsızlıkların icbâr etmesi gibi sebeplerle iffet ve nâmusunu koruma husûsunda zor duruma düşenlere yardım elini uzatmak da, hem İslâmî bir mecbûriyet hem de bir insanlık borcudur. Hadîs-i şerîfte buyrulur:



“Bir kimse, nâmusu çiğnendiği, ırzına sataşıldığı bir yerde müslümanın yardımına koşmazsa, muhtaç olduğu bir anda Allâh da ona yardım etmez.



Irzına sataşıldığı, nâmusu çiğnendiği bir yerde müslümanın yardımına koşan kimseye de, muhtaç olduğu bir anda Allâh yardım eder.” (Ebû Dâvud, Edeb, 36/4884)



Kadının saâdeti, haysiyetini koruyarak yaşamasında ve âilesini muhâfaza etmesindedir. “Cennet annelerin ayağı altındadır.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr, I, 125) hadîs-i şerîfi, sâliha bir anne için ne büyük bir şehâdet-i Muhammediyye’dir.



Diğer bir hadîs-i şerifte de:



“Dünya geçici bir faydadan ibârettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı, sâliha kadındır.” (Müslim, Radâ‘, 64) buyrulmuştur.



Fazîletli bir anne, ilâhî kudretten tecellî eden bir rahmet kucağı, âilede saâdet kaynağı, zevk ve safâ ışığı, âile fertlerinin şefkat odağıdır. Rabbimizin, Rahmân ve Rahîm esmâsının dünyadaki müstesnâ ve mûtenâ bir tecellîgâhıdır. Hayırlı nesillerin yetiştirilmesinde annelerin çok mühim bir yeri vardır. Bütün evliyâullâh ve Fâtihler, ilk feyizlerini sâliha bir anneden emmişlerdir. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde:



“Evinde (yetim) çocuklarının terbiyesiyle meşgul olan Müslüman kadın, cennette benimle beraberdir.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 104) buyurmuşlardır.



Güçlü toplumlar, güçlü âilelerden meydana gelir. Güçlü âileler de daha ziyâde mânevî eğitim görmüş; yâni nefs engelini aşmış, fazîletli hanımların eseridir. Bunun en güzel numûneleri, hanım sahâbîlerdir. Onlar çocuklarına canlarıyla, mallarıyla fedâkârlık yapmayı öğretmişlerdir. Yavrularının gönüllerini, Rasûlullâh Efendimiz’in muhabbetiyle yoğurmuşlardır.



Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi ile ümmete numûne anneler hâline gelen sahâbî hanımlar, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmekte geciken veya O’nunla uzun zaman görüşmeyen evlâdlarını îkâz ederlerdi. Nitekim Huzeyfe -radıyallâhu anh-, bir hâtırasını şöyle anlatmıştır:



Annem bana sordu:



“–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?”



Ben de:



“–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.” dedim.



Bana çok kızdı ve fenâ bir şekilde azarladı. Ben de:



“–Dur, kızma anneciğim! Hemen Rasûlullâh



-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem benim hem de senin için istiğfâr etmesini O’ndan taleb edeyim.” dedim. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 391-2)



İşte evlâdlarını böyle terbiye eden o anneler; hakkı, hayrı ve hidâyeti bütün cihâna yayan örnek bir nesli îmâr etmenin gönül rahatlığıyla Rablerine kavuştular. Bugün de sahâbî aşk ve heyecânıyla evlâdına Allâh ve Rasûlü’nü tanıtıp sevdirerek o mübârek neslin izinden yürümek, her mü’min ana-babanın vazîfesidir.



Bir milletin istikbâlini görmek kerâmet değildir. Bunun için onların gençlerine bakmak kâfîdir. Her devrin gençliği kendi karakterine uygun, enerjisini harcayabileceği ayrı bir heyecan iklîminde yaşar. Her millet, gençliğinin his ve fikir dünyasına göre şekil alır. Eğer bir millette gençler güçlerini mâneviyât ve fazîlet yolunda sarf ediyorlarsa, o millette istikbâl vardır. Bunun en bâriz misâli, Çanakkale ve İstiklâl Harbleri’dir. Buna bütün dünyâ şâhittir ki, sîneleri îmân dolu o şanlı neslin sâhip olduğu metafizik güç, düşmanın maddî gücünü bertaraf etmiştir. Fakat bunların aksine, gençlik, bütün enerjisini nefsâniyete, yani kaba kuvvete esir ve râm ediyorsa, tarihî misâllerle sâbit olduğu gibi, âkıbet hezîmettir.



Günümüzde fazîletli bir nesil yetiştirmek için, mânevî eğitim veren müesseselere ve bilhassa Kur’ân Kurslarına büyük vazîfeler düşmektedir. Zîrâ Allâh’ın kelâmına karşı gösterilen ihmâlden daha ziyâde insanın mânevî hayatını karartan başka bir hata yoktur. Bu yüzden insanların çoğunlukla maddeye râm oldukları zamanımızda Kur’ân-ı Kerîm eğitimine daha çok ihtimam göstermek zarûrîdir.



Şunu unutmamak gerekir ki, Kur’ân-ı Kerîm, bir fânînin eseri değil, Kâinâtın Hâlıkı’nın kullarını dünyâ ve âhiret saâdetine erdirmek için lutfettiği en mühim hidâyet rehberidir. Bu bakımdan mânevî eğitim veren müesseselerde bilhassa şu hususlara ehemmiyet verilmelidir:



1. Talebeler her şeyden önce Allâh’ın emâneti olarak telâkkî edilmeli, onların düşüncelerinin merkezine Allâh’ın azamet-i ilâhiyesi ve kâinattaki kudret akışlarının tefekkürü telkin edilip Peygamber Efendimiz’in hayranlık verici ahlâkı yerleştirilmelidir. Mânevî eğitim ve öğretim, bilginin yanında muhabbetle takviye edilerek, zevk ve lezzet hâline getirilmelidir. Zîrâ îmânın lezzetini duyabilmek, hizmet için en büyük enerji kaynağıdır.



2. Bu müesseseler birer şefkat, fedâkârlık ve hizmet yuvası olmalıdır. O duvarların içinde kuru bilgiler yığınından ziyâde, aşk ve heyecan dolu bir Kur’ân hizmeti verilmelidir. Kur’ân’ın tatbikâtı ise Sünnet-i Seniyye’nin yaşanmasıdır.



3. Talebeye, nezâket, edeb ve güleryüzle yaklaşılmalı, varsa hataları şefkat ve merhametle tashih edilmelidir. Unutmamak gerekir ki bir tâmircinin sanat ve hüneri, tâmir ettiği eserinde ortaya çıkar.



4. İnsan, şahsiyet ve yüksek karaktere hayranlık ve muhabbet duyar. Hayranlık duyduğu kimseyi taklîde çalışır. Kişi, sevdiklerinin câzibesi altında kalır. Zîrâ muhabbet, iki kalb arasında bir cereyan hattı gibidir. Bu bakımdan Kur’ân hizmetinde bulunanların, örnek davranışlarla olgun bir karakter sergileyip kendilerini sevdirmeleri zarûrîdir. Bunun için de “yâr olup bâr olmama”yı, yâni dost olup dostlarının yükünü hafifletmeyi, buna mukâbil kimseye de yük olmamayı düstûr edinmelidirler.



5. Kalb temizliğiyle birlikte zâhirî temizlik ve zarâfete de dikkat etmeli, kılık-kıyâfet ve dış görünüşleriyle de örnek olmalıdırlar. Zîrâ elbiselerin temizlenmesini emreden ve giyim-kuşamda pejmürdeliği hoş görmeyen Peygamber Efendimiz, saç ve sakalların dağınıklığını da tasvîb etmezlerdi. Nitekim bir seferinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mesciddeyken, saçı sakalı karışmış bir adam çıkagelmişti. Rasûlullâh Efendimiz, eliyle ona saç ve sakalını düzeltmesini işâret etti. Adam, bu emri yerine getirdiğinde Rasûl-i Ekrem Efendimiz:



“Bu hâl, herhangi birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık dolaşmasından daha güzel değil mi?” (Aliyyü’l-K-arî, Mirkât, VIII, 261) buyurmuştur.



Bir seferinde de, yine üstü başı dağınık olarak huzûruna gelen bir adama:



“Malın var mı? Hâlin vaktin nasıl?” diye sormuş, adamın maddî durumunun iyi olduğunu bildirmesi üzerine:



“O hâlde, Allâh sana mal verince, eseri üzerinde görünsün!” (Nesâî, Zînet, 54; Ahmed bin Hanbel, IV, 137) diyerek onu îkâz etmiştir.



6. Kur’ân ile duygu derinliğine nâil olabilmek ve Kur’ân’ın ulvî mânâlarını amel-i sâlihler hâlinde davranışlara aksettirebilmek için, kalblerin pozitif enerji ile, yâni muhabbet ve rûhâniyetle dolması zarûrîdir. Kur’ân’dan lâyıkıyla feyiz-yâb olabilmek için, onun kapağı, hürmet, tâzim ve edeb ile açılmalı, onu insanlara Rahmân’ın öğrettiği şuuruyla okunmalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:



“Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)



7. Kur’ân Kursları, öğretimden ziyâde, Kur’ân-ı Kerîm’in azameti karşısında tefekkür, tahassüs ve tecessüs duygularını derinleştiren bir eğitimi hedeflemelidir. Bilhassa peygamber kıssalarındaki ibret dolu mesajlar, kıyâmete yakın zuhûr edecek fitneler, kıyâmet alâmetleri ile ilgili haberler, îman-küfür, tâat-isyân, haram-helâl ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran hükümler işlenerek hayat ve kâinâtı âyetler ışığında mîzân edebilme hâlet-i rûhiyesi kazandırılmalıdır.



8. Mânevî eğitim müesseselerinde vazîfeli olanlar, olgun bir hizmet insanı olmalıdırlar. Bunun için de, sâlih amel sâhibi, merhamet, şefkat, diğergâmlık gibi ahlâkî meziyetlerle donanmış kimseler olmalıdırlar. Ayrıca, hangi zümrenin içinde yaşarlarsa yaşasınlar, kendi varlıklarını ve îmanlarını korumayı bilmelidirler. Onlar, fitne ortamında bile etrâfına müsbet tesir eden, fakat menfî tesir almayan, sağlam bir hâlet-i rûhiyeye sâhip olmalıdırlar. Her hâlükârda kalblerini mal, mülk, mevkî gibi dünyevî menfaat endişelerinden uzak tutmalıdırlar.



9. Talebeyi soğutacak davranışlar olan kaba hitap, adâletsiz muâmele, adam kayırma ve şiddetten sakınılmalıdır. Kur’ân hizmetinde bulunanlar, kendilerinin de “lâ-yüs’el” yâni sorumsuz olmadıklarını, birgün ilâhî mîzanda hesap vereceklerini hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu yüzden de kendilerine emânet edilen talebelerine karşı emir-komuta münâsebetiyle, mecbûriyet kabîlinden, heyecansız, samîmiyetsiz ve kuru bilgilerle ders takrir etmekten kaçınmalıdırlar. Ayrıca, kazanılan her insanın ecri, kaybedilen her insanın da ağır bir âhiret vebâlini mûcib olduğunu unutmamalıdırlar.



10. Îtidâle riâyet edilmelidir. Her şey bir anda verilmeye çalışılmamalı, hazmettirerek, alıştırarak ve tedricî bir sûrette tâlim ve terbiyede bulunulmalıdır. Talebenin anlayış seviyesi ve kâbiliyetleri dikkate alınmalı, ileriki merhalelerde öğrenmesi gereken hususlar başlangıçta ve gerekli altyapı kültürü verilmeden öğretilmeye kalkışılmamalıdır.



11. Mevzûlar bol teşbihlerle, fıkralarla, sual-cevaplarla ve kıssalarla desteklenerek daha kalıcı ve tesirli bir şekilde anlatılmalıdır. Bir eğitimcinin en büyük mârifet ve sanatı, talebenin rûhundan bir damar bulup kalbine nüfûz edebilmesidir. Zîrâ en büyük fetih, gönüllerin fethidir. Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Gönül, Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.”



12. Eğitimciler, talebenin hâlini sîmâsından anlayacak kâbiliyette olmalıdırlar. Onlara kıymet vermeli, dertleriyle birebir ve özel olarak ilgilenip problemlerini çözmelidirler. Zîrâ problemini çözdükleri insanın gönlünü kazanabileceklerini bilmelidirler. Bu yüzden özel alâkaya bilhassa ehemmiyet vermelidirler.



13. Allâh’ın kullarına teşekkürle hizmet, şiâr edinilmelidir. Zîrâ onlar vesîlesiyle kendilerine bu hizmet nasîb olmaktadır. Bu yüzden mânevî eğitim hizmetinde muhâtaplara karşı tebessüm ve teşekkür, bir tabiat-i asliye hâline gelmelidir.



14. Kalblere îman muhabbetini aşılayacak olanların önce kendi kalb âlemlerini ıslâh etmeleri zarûrîdir. En zor iş, insan terbiyesidir. Kendisini terbiye edemeyen, iç âleminden habersiz bir kişi başkasını nasıl terbiye edebilir? Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, kalbî kıvamdan mahrum bir nâdânın hâlini ne güzel hikâye eder:



“Birgün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a yol arkadaşı olan gâfil biri:



“–Ne olur yâ Îsâ! Bildiğin ism-i âzam’ı bana da öğret de şu çürümüş kemikleri diriltip kaldırayım.” dedi.



Îsâ -aleyhisselâm- ise cevâben:



“–O iş senin kârın değildir. İsm-i âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sâhibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, pâk bir lisân ve temiz bir kalb ister. Nefsi pâk olan kimsenin duâsı makbûl olur… Sende Îsâ’nın temiz nefesi yokken ism-i a’zamı okumanın sana ne faydası olur ki?!” dedi.



Fakat gâfil adam ısrâr edince Hazret-i Îsâ, bu ahmağın sözlerine ziyâdesiyle taaccüb etti ve:



“Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl ölü olan kendi kalbini ihyâ etmek. Kendi kalbini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!” diye hayret etti.



Bu misâlde olduğu gibi, kendi yüreğinde hissetmediği için îmânın aşk ve vecdini minik ve mâsum yüreklere hissettiremeyen bir eğitimci ve Kur’ân’ın engin mânâ kevserinden kendisi tatmadığı için tattıramayan bir hoca, büyük bir vebâl altındadır. Çünkü bulunduğu müessese ve tâlim-terbiyesini üstlendiği talebeler, kendisine Allâh’ın birer emânetidir. Talebelere, istenilen rûhânî eğitimi veremez ise, kul hakkı terettüb edeceği muhakkaktır.



İşte istikbâlin şeref sayfalarını dolduracak örnek nesiller, bütün bu vasıflarla donanmış keyfiyetli bir mânevî eğitimin mahsûlü olacaktır. Buna muvaffak olan nesiller, Allâh’ın lutfu ile yücelmiş ve âbâd olmuşlardır. Nitekim dünyâ târihinin en uzun ömürlü devleti olan Osmanlı’nın temelinde Kur’ân-ı Kerîm’e karşı gösterilen hürmet, tâzim ve muhabbetin bulunduğu, mâlum ve meşhurdur.



Çocuklar, anne-babaya ikrâm edilen ilâhî emânetlerdir. İslâm fıtratı ile anne-babaya teslîm edilen çocukların saf ve berrak kalbleri, temiz bir toprak misâli işlenmeye hazır ham bir cevherdir. Onun diken veya gül, acı veya tatlı meyve vermesi, üzerine atılan tohumların keyfiyetine bağlıdır.



Anne-babanın evlâdlarını cehennem ateşinden koruması, dünyânın iptilâ ve musîbetlerinden korumasından daha önemlidir. Cehennem ateşinden korumak da kalblerin Allâh ve Rasûlullâh muhabbetiyle feyizlenmesine bağlıdır. Yavrularına Allâh Teâlâ’yı, Peygamber Efendimiz’i sevdiremeyen anne-babalar, onların hem dünyâ hem de âhiret felâketini hazırlamış olurlar.



Diğer taraftan, çocuğun terbiyesine üç yaşında iken başlanmalı, “daha ufaktır, anlamaz” gibi düşünceler bir kenara bırakılmalıdır. Anne-babalar, evlâdlarının yanında her fırsatta Allâh Teâlâ’nın büyüklüğünden, her şeyin yaratıcısı olduğundan, bütün nîmetleri O’nun bahşettiğinden, O’na şükretmek gerektiğinden, her an ilâhî bir kameranın altında olduklarından bahsetmeli, kabirde sorulacak suâlleri ve onlara verilecek cevapları, yâni kabir dilini öğretmeli, yavrularının rûhî gelişme çağlarında bu telkinlerin kalıcı izler bırakacağını iyi düşünmelidirler. Bu yaşlarda İslâmî telkinden gerekli nasîbini alamayan çocukların ileride terbiye edilmesinin daha da zorlaşacağını hesâba katmalıdırlar.



Çocuk üşümesin, uykusuz kalmasın diye onu namaza kaldırmamak da, büyük bir vebâldir. Bu tip davranışlar, çocuğa iyilik değil, bilakis kötülüktür. Ana-babalar, çocuklarını güzel bir şekilde terbiye etmek için onları daha küçük yaşta, ibâdete, infâka alıştırmalı, onları çevrenin menfî tesirlerinden korumalıdırlar.



Hayırlı bir evlâd, dünyâda en kıymetli varlıklarımızdan biri olduğu gibi âhiret hayâtımız için de devâm eden kıymetlerimiz ve kesilmeyen akarlarımızdır. Bu yüzden, ilâhî bir lutuf olan evlâd nîmetini yanlış yerlerde ve dünyevî menfaatler uğruna hebâ etmek, büyük bir âhiret vebâlidir.



Evlâdların sırf dünyevî seviyelerine ehemmiyet verip mânevî yönlerini ihmâl etmek, sokakların, kötü arkadaşların ve şer odakların sermâyeleri olmalarına göz yummak ve gayr-i ahlâkî yayın ve reklamların heveskârları durumuna düşmelerini müsâmaha ile karşılamak, bu ilâhî lutfa karşı en büyük nankörlüktür.



Velhâsıl, ebedî bir âhiret saâdeti için dünyâ imkânlarından bilhassa mal ve evlâd nîmetlerini, Rabbin rızâsını tahsîle birer vâsıta hâline getirmek zarûrîdir. Bu dünyâdaki son konağımız olan kabrimizin ıssız, tenha ve karanlık kalmaması için bugünlerimizi iyi değerlendirip arkamızda hayırlı bir nesil bırakabilmeye gayret göstermeliyiz. Evlâdlarımızı, kalblerimizin ulvî bir sermâyesi yapalım ki, uzun ve zor seyahatimizde bizler için birer sadaka-yı câriye olsunlar…



Rabbimiz, ihsân ettiği nikâh, âile ve evlâd nîmetlerinin dünyâ ve âhiret saâdetine vesîle olmasını nasîb eylesin!..



Âmîn!



Kaynak: Altinoluk dergisi, 09-10/2004
 
örtüm Ve Ben

örtüm Ve Ben

AYŞE ÇOŞKUNER



Aslında, biz kadınlar oldukça “örtü” meraklısıyız! Masa örtüsü, yatak örtüsü, sehpa örtüsü, buzdolabı-çamaşır makinası , fırın örtüsü, tüp örtüsü, sebzelik örtüsü... O kadar ki eski gaz lambalarına bile özene bezene, el emeği göz nuru dökerek örtü hazırlıyoruz. Evimizin, arabamızın koltuklarını tozdan kirden korumak ve nihayet güvenlik için arabaları da örtüyoruz. Belli ki “örtmeyi” çok seviyoruz. Peki ya örtünmeyi? Örtünmeye de aynı önemi veriyor ve ilâhi maksada uygun örtünüyor muyuz?

Bir kadın olarak bazen kendi hemcinslerimi anlamakta güçlük çekiyorum. Neredeyse günün birinde ev örtüsü ya da çatı örtüsü de icat edecekler! Önümüze gelen her şeye hemencecik bir örtü tasarlıyoruz. Ama kadın, kendini örtmeyi, kendine değer vermeyi, kendini koruma altına almayı akıl etmek istemiyor. Kadınlar kendine acımıyor! Örtünmenin Allah'ın emri olduğunu bildiği halde örtünmeye yanaşmıyor, örtünmeyi ciddiye almıyor. Örtünenlerin bir kısmı da ne yaptıklarının farkında değiller. Neden ?!

Örtünme, “edep” ve “sakınma”yı da içeren bir kavram olarak sosyal ve manevi hayat açısından ne denli önemli ve gerekli bir unsur olduğunu, etrafımızda yaşananları şöyle bir gözden geçirirsek daha iyi anlayabiliriz.

Şimdi mi hatırlayacaktık?

İki yıl önce bir tanıdığım amansız bir hastalıktan vefat etmişti. Henüz hayatının baharında, 19 yaşında, güzeller güzeli bir genç kız idi. Onu ahirete yolcu etmek için cenaze evindeydik.

Böyle zamanlarda insan öyle izlenimler ediniyor ki, yüreğinin cız etmemesi mümkün değil. Bilirsiniz, örtünenlere uzaydan gelmiş gibi bakan, sadece yaşlıların sıcaktan veya soğuktan muhafaza için örtündüklerini zanneden, köylü kadınların da işten güçten saçına bakım yapacak zamanı olmadığı için başlarını bağladığını düşünen epeyce insan var. Onlara göre örtünmek nedir ki !.. İnsanı bez mi koruyacak, derler, kişi kendini kendi korumalı... O eskidenmiş, derler. Böyle bir zihniyetin hakim olduğu sosyal çevrede dinî hassasiyet sahibi kişiler toplumsal baskıyı o denli yoğun hissederler ki, sonuçta kimileri yaşantılarından taviz vermeye başlarlar. Ama dünya kimseye baki değil. Ecel cana dokununca insan doğruyu yanlışı öyle iyi hatırlıyor, öyle güzel seçebiliyor ki ..

Cenaze evine vardığımda istisnasız herkesin huri melekler gibi örtünmüş olduğunu gördüm. Simalar değişmiş, yürekler değişmişti. Kızın annesine sakinleştirici iğne yapılmış, bir robot gibi monoton bir şekilde sadece “ Allahım !” diye inliyordu. Hastahaneden alınan tabutu evin içine getirdiler. Onu son kez görmek isteyenler çoğunluktaydı. Tabutu evin içine kadar taşıyan dört erkekten ikisi cenazeye mahrem idiler. Başta cenazenin annesi olmak üzere, orada bulunan pek çok kadın bir ağızdan, kararlı ve kesin bir tavırla hemen o yabancı erkeklerin dışarı çıkmasını, onlar çıkmadan cenazenin yüzünün asla açılmamasını söylediler. Şüphesiz bu isteklerinde haklıydılar, bu hassasiyete kim itiraz edebilirdi? Fakat işin çok acı bir tarafı vardı: Bu genç kız hayatta iken ona bu yönde hiçbir telkin yapılmamıştı. Oysa şimdi, öldükten sonra yüzü bile yabancı gözlerden sakınılıyordu! Bu kızcağızın tesettürü ve mahremiyeti, ölünce birdenbire çok önemli oluvermişti!

Hayretler içinde kalmıştım. O dile gelseydi acaba etrafındakilere ne söylerdi? Ben hayattayken bana mahrem olmayanlardan sakınmayı öğretmediniz, beni buna inandırmadınız, ama pişmanlığınızı ben daha toprağıma kavuşmadan gösterdiniz, demez miydi?

Yürek yakan iç hesaplaşma

İnsanoğluna ölümden daha büyük ibret yokmuş gerçekten. İnsan ister istemez böyle ortamlardan etkilenip kendini hesaba çekiyor. Ben de öyle yaptım. O anda hayatımı, ne ile nasıl meşgul olduğumu gözden geçiriyordum. Kutsal sayılan bir mesleğim vardı, lakin çalışma ortamım tesettüre müsaade etmiyordu. Kadının çalışıp para kazanmak zorunda olmadığını otuz beş yaşında öğrenmiştim, geri dönemedim! Maneviyat aynasında kendi suretime baktığımda hiç güzel göremiyordum. Saçımı örtebilmek hariç, diğer bütün yönleriyle tesettüre riayet etme ve kendimi muhafaza etme gayretlerime rağmen hiçbir zaman huzurlu olamamıştım . İşte o cenaze evinde, örtünmeden canımı almaması için Rabbim'e bir kez daha yalvardım.

Aradan iki yıl geçti. Şimdi emekli oldum. Daha doğrusu çok rahat bir iş ortamını ve kariyer yapma imkan ve hevesimi bir yana itip, kalan ömrümü tesettürlü ve vicdanen huzurlu yaşayabilmek için, kısaca örtünmek için emekli oldum. Şimdi huzurlu bir haleti ruhiye içindeyim. Evde canım da sıkılmıyor, emeklilik bunalımına ne zaman düçar olacağım diye bekliyorum. Oysa zaman geçtikçe kendimi daha da iyi hissediyorum. Yine de etraftan öyle tavırlarla karşılaşıyorum ki hayrete düşüyorum. Zihniyet olarak kendime yakın gördüğüm birçok “aklı başında” insanın emekli olduğumu duyunca yüzleri donuklaşıveriyor. Yazık ettiğimi söylüyorlar. “Daha yaşın genç, evde örtünüp oturmakla kime ne faydan olacak ki?” diyorlar. Üzülüyorum. Verdiğim karara değil, inanan insanların bu bakış tarzına üzülüyorum. Kim bilir, benimle aynı durumda olan ne kadar kadın vardır memlekette; inandığını yaşamaktan aciz!

Ama bu kez daha farklı bir bilince sahibim. Yirmi beş yıl öncesine dönüp baktığımda, o devirde, memleketin içinde bulunduğu siyasi kamplaşma ortamında bir gün aniden başımı örtüvermiştim. Artık mücadelemin simgesini başımın üstünde taşıyacaktım! Kalmakta olduğum kız öğrenci yurdunda bana benzer pek çok arkadaş vardı. Başörtülü olmak ayrıcalıktı. Grup içerisinde özellikle erkekler başörtülülere haddinden fazla iltifat ediyorlardı. Bu durum hoşa gidiyordu. O nesil zamanla iki yola ayrıldı. Bir kısmı “derin” etkilerle kolaycacık örtündükleri gibi hemencecik başörtülerini açıverdiler. Bir kısmı ise sonradan işin şuuruna varmışlardı. Sadece okula giderken başlarını örtmekle kalmayıp, namaz da kılıyorlardı. Grup içinde de olsa, daha takvalı davranıyorlardı. Bunlar tahsillerini yarıda bıraktılar. Sonra zamanla bu kararından pişmanlık duyanlar da oldu. Aflardan yararlanıp üniversitelere geri döndüler, okullarını bitirip çalışma hayatına atıldılar. Gerçek mücadeleyi orada verecektik! Nasıl da yanlış yönlendirilmişiz!

Şimdi özeleştiri yaptığımda, kendimizi ikna etmenin, açıkçası kandırmanın dışında hangi mesafeyi almışız, diye soruyorum. Yani bugün için örtünme konusu yirmi beş yıl öncesine göre mesafe aldı mı sizce? Oysa başörtüsü bir mücadele ya da çatışma unsuru haline getirilmeseydi, şimdi belki daha rahat örtünebilecektik. Düşünün bir kez: Başörtülü olduğum için beni okula almıyorlar diye ortalığı ayağa kaldıranlar sonra ne yapıyorlar? Bir çoğu şimdi ne haldeler?

Bazı şeylerin değeri onları kaybedince daha iyi anlaşılır. İtiraf etmeliyim ki, mecbur olmadığımız uygulamalara kendimizi mecbur tutmuşuz.

Huzura götüren yol

Öğrenciliğimin son yıllarında benden dört-beş yaş küçük bir köylü kızı ev arkadaşım olmuştu. İki yıllık bir bölümde okuyacaktı. Öyle temizdi ki... Ama arkadaş çevresi acımasız, kendisi de dirençsizdi. Ona abla rolü oynuyordum. Sırlarımızı paylaşıyorduk. Güzel bir kızdı. Arkadaşları hemen ona bir flört edindirmeye giriştiler. Başörtülü değildi, ancak hanım bir kızdı. Kendisine yakıştırılmaya çalışılan delikanlı ile okulunun kantininde ilk buluşmalarında oğlan onun elini tutmağa teşebbüs etmiş. Kızcağız da tepkili bir şekilde elini çekivermiş. Buna bozulan delikanlı demiş ki: “Kusura bakma ama ot gibi kızsın, seninle çıkamam!” Eve geldiğinde hüngür hüngür ağlıyordu. Boş yere üzülüyorsun, dedim, demek ki onun niyeti başkaymış, aslında sen kendinle iftihar etmelisin. Onun hakaret sandığın sözü sana bir iltifattır. Mahremiyetini koruyabilmişsin. Ne güzel!

Ev arkadaşım okulu bitince memleketine döndü. Efendi bir delikanlı ona talip oldu, örtünmesini de istedi. Evlendiler. Yıllar sonra yolumuz düştü, ziyaretlerine gittik. İki evladı, mutlu bir ailesi vardı. Çalışmıyordu ve hayatından memnundu. Onu mutlu görmek beni de duygulandırdı. O, hayatı için doğru bir karar vermişti.

İnsan inandığı gibi yaşayamayınca vicdanen ızdırap çekiyor. Her ne kadar vebali kurum ya da kişilere yüklese de, aslında çözümün kendi nefsinde düğümlendiğini bal gibi biliyor. Bir metrelik kumaş parçası olarak basite alınan örtü kadının başından uçuverince, hatalar da ardı sıra gelmeye başlıyor. Taviz tavizi getiriyor. Nihayetinde sebebi bilinmeyen bir mutsuzluk benliğini sarıyor. İbadetinden lezzet alamıyor, tövbesinde samimi olamıyor. Allah'ın huzurunda olduğunu unutuyor. Kendim için söylüyorum ..

Şimdi tekrar örtündüm. Ama bir mücadele amacım falan yok. Kendim için... Manevi olarak çok suçluluk yaşadım. Dünya güzeli bebeklerim şu fani dünyada sadece bir gün kadar eğleşip sütümü dahi tatmadan ahirete gittiklerinde, beni cennette bekliyor olacakları tek tesellim idi. Lakin cennete örtüsüz gidebilir miydim? Beni görünce hayal kırıklığına uğramayacaklar mıydı? Rabbim'in rızasına uyamamanın haricinde, bir günlük evlatlarımdan bile utanıyordum. Herkes gibi kaderimde yazılmış olan imtihanlarım oldu. Özlemler, umutla umutsuzluk arasında uzun hastane günleri, ani kayıplar, yanlış teşhisler, başkalarının hazmedilmesi güç ihmallerinin verdiği acılar... Bütün bunlara rağmen tevekkülle yaşayabilmenin tek yolu şüphesiz Yaradan'a sığınmaktı, ben de öyle yaptım. Seccadeye kapanmak, içimi Rabbim'e dökmek şifa kaynağım oldu. Şükürler olsun.

Niyetlerimiz kim ve ne için?

Madem ki Rabbim bu kadar lütufkâr, o zaman onun istediği şekilde yaşamak ne küçük bir karşılık değil mi? Tekrar örtünmek, ancak bu kez başkaları ya da mücadele için değil, yalnızca Rabbim'in rızası için... Ne güzel!

Çevremdeki bazı kişilerin benden uzaklaşabileceklerini, beni görmezden gelmeye çalışacaklarını biliyorum. Bunları yıllar önce de yaşamıştım. Bir takım sosyal sıkıntılarımız olacak elbet. Ama örtünmenin vereceği huzur bunların hepsine bedel. Çünkü ben ikisini de yaşayarak -maalesef- tecrübe ettim.

Bazen yanlışlar da yapıyoruz. Bize ön yargılı davranıldığı varsayımına kendimizi kaptırıp, biz de çevremize karşı önyargılı olabiliyoruz. Çocuğumuz okulda başarısız olsa, öğretmeninin bize gıcıklığından dolayı iyi eğitmediğini zannediyoruz. Hastanede sıra kavgası, olur olmaz yerlerde erkeklerle ağız dalaşı yapıyoruz. Bize hiç yakışmıyor. Tesettür sadece başımızı örtmek değil ki !.. Bu mücadele şartlanmasını bir tarafa bırakmalı, ilâhi emrin özüne uygun davranma yönünde kendimizi biraz daha disiplin altına almalıyız.

Örtünmenin sadece şekli bir emir olmadığı, bunun yanı sıra takva diye adlandırılan çekinme ve manevi korunmayı da içinde barındırdığı anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Özellikle gelenekler işin içine katıldığında yanlışlarımız daha da artıyor. Bazen kendimizi unutuveriyoruz.

Geçenlerde hevesle Hacı Bayram Camii'nin civarındaki dükkanlara başörtü almaya gitmiştim. Benden biraz daha yaşlıca bir hanım da otuz yaşlarında oğluyla beraber dükkana girdi. Belli ki oğlunun misafiriydi ve onu gezdiriyordu. Tezgahtâr benim de evladım yaşındaydı ama delikanlıydı. Birkaç başörtüye baktık. Kadınız ya! Rengi-deseni yakışacak mı, karar vermeliyiz. Örtünsek de yaşlansak da güzel görünme hevesindeyiz. Oysa tesettürün özü güzellikleri gizleme esasına dayalı değil mi? Her neyse .. O mu güzel, bu mu, derken diğer hanım karar veremeyince hemen eliyle başındaki örtüyü sıyırıverip yenisini denemek için aynanın karşısına geçti! Aklaşmış, tarumar saçları ortaya dökülmüştü. Şaşırmıştım. Oğlu belli ki daha bilinçliydi, anasını kırmadan: “Anam, senin el emeği oyalı örtün daha güzel.” diyerek hemen annesinin başını tekrar örtüverdi ve onu dükkandan dışarıya çıkardı. Sağ olasın oğul! Rabbim böyle evlatların sayısını arttırsın. Kızlarımız onlara emanet edilsin...

Örtü mü, başörtüsü mü?

Örtünme konusunda bir yazı yazmaya niyet ettiğimde, başlık olarak “Başörtüm ve Ben” yazmayı düşünmüştüm. Sonra bundan vazgeçtim Çünkü tesettür sadece başı örtmekle sağlanmış olmuyordu. Üzülüyorum ki, tesettür konusu epey değişime uğratıldı. Bu konuda da işin özüne tekrar dikkat çekmek gerekir. Herkesin ortalıkta manken gibi arz-ı endam ettiği bu devirde, inançlı genç kızlar da etkilenip işin özünü göz ardı ediyorlar. Tesettür sadece başörtüsü takmakla olmuyor ki... Vücut hatlarının gizlenmesi, çekici olmaktan kaçınma, hal ve tavır olarak ölçülü ve seviyeli olmayı da gerektiriyor. Örneğin başörtü taktığınızda kısa kollu bir giysi ile ya da hatlarınızı belirginleştiren bluz, pantolon ile dışarı çıkarsanız örtünmüş sayılmazsınız. Bile bile hata yapmamak gerekir.

Açılıp saçılanların ise hiç de imrenilecek bir hayatları olmadığını herkes görebilmekte. Kullanılan, sömürülen, kağıt mendil gibi çöpe atılıverenler bu güzel kadınlar değil mi? Bunun adına “özgürlük” diyorlarsa “esaret” daha iyidir! Sadece kadının güzelliği üzerine kurulu ilişkilerin nihayetinde hüsranla sonuçlanması da sık rastlanılan bir durumdur.

Kalabalıktan çıkıp yerimizi bulmamız gerekiyor. Meydanlara akın ederken terk ettiğimiz kalelerimize dönmek zor geliyor. Meydan ortasında öylece kalakalmamak için de taviz üstüne taviz veriyoruz. Günümüz müslüman toplumları, fetihlere çıkayım derken kuşatılmış, esir alınıp dönüştürülmüş insanlarla dolu. Bunun büyük bir oyun olduğunun farkında değil miyiz?

Artık alemler genişliğinde örtümüze sığınıp, yalnız Allah'a yönelme zamanı. Bırakalım şeytanlar birbirlerini kışkırtsınlar.

İşte “örtüm ve ben” bu duygu ve düşünceleri yaşıyoruz. Peki ya siz?...



Kaynak: Semerkand dergisi, 02/2005
 
Başörtüsü: çözümler, Sorular, Yeni Perspektifler

Başörtüsü: çözümler, Sorular, Yeni Perspektifler

BAŞÖRTÜSÜ: ÇÖZÜMLER, SORULAR, YENİ PERSPEKTİFLER



AİHM ve Başörtüsü



AB kapısında bulunuyoruz. Türkiye’nin tam üye olup olmayacağını bilmiyoruz. Öyle olmakla beraber hemen hemen her konuda herkes AB’ye büyük ümitler bağlamış durumda. Başörtüsü sorunuyla ilgili de AB’ye büyük ümit bağlayanların sayısı az değil. Aşırı iyimserliğe gerek yok. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. AİHM’in, 26 Haziran 2004’te başörtüsüyle ilgili açıkladığı kararına bakınca, AB’de neyle karşılaşacağımızı tahmin edebiliyoruz. AİHM’nin verdiği karar önemli ölçüde referans oldu ve bu kararın işaret ettiği çerçeve, üç aşağı beş yukarı Avrupa Birliği’nde de karşımıza çıkacaktır.



İkinci önemli husus, başörtüsü yasağı sadece kadınların değil, hepimizin sorunudur. Genel anlamda bir insanlık sorunudur, ama özel olarak Müslüman insanın sorunudur. Eğer yeterince bunun farkında olmasak, başörtüsü meselesinin kadın çerçevesinde yoğunlaştırılması zaman içinde bizi cinsiyetçiliğe götürme tehlikesini içinde taşır.



Kanaatime göre başörtüsü yasağıyla ilgili yaşadığımız bu tecrübe, sonunda bizi temel bir perspektif değişikliğine götürmeli. Buna bağlı olarak tutumumuzu da değiştirmemiz gerekir. Öne süreceğim fikirler birçok kimsenin hoşuna gitmeyebilir. Afaki bulunabilir, ama bunların artık dile getirilmesi ve üzerinde imal-i fikr edilmesi gerekir diye düşünüyorum.



Şu ana kadar elimizdeki kayıtlara göre okullardan atılan öğrenci sayısı 80 bin (bu, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın açıkladığı rakamdır, Zaman, 1 Ekim 2004), başörtüsü yüzünden işinden atılan öğretmen sayısı 5 bin. Bu çok yüksek bir rakam elbette. Haziran-2000’den itibaren üniversite ile ilişkisi kesilip de öğrenci affından yararlanacakların sayısı 677 bindir. Bunların doğrudan 270’nin başörtüsü mağduru olduğu iddia ediliyor (Hürriyet, 17 Şubat 2005). Ben kesin olarak bu sayının çok yüksek olduğunu, yüzbinlerle ifade edilebileceğini düşünüyorum. YÖK’ten da yapılan açıklamada ifade edildiği üzere, öğrencilerin büyük bir bölümünün “devamsızlık” dolayısıyla üniversite ile ilişkisi kesilmiştir. Bunlardan kız öğrencilerin yüzde 90’ı başörtüsü dolayısıyla okula gidemeyen ve “devamsızlık” adı altında okudukları bölümlerle ilişkisi kesilenlerdir. Ayrıca şunu unutmamalı: 1982’den bu yana sorunun devam ettiğini düşünürsek rakamın ne kadar yüksek olduğunu tahmin edebiliriz.



AİHM bu konuda bilgisiz değildi. Gerekli temel bilgileri topladı. Mahkemenin kararının sonuçta siyasi bir karar olduğunu anladık.



Şunun altını çizmekte fayda var: Konunun AİHM’e götürülmesi temel bir hataydı, tıpkı yıllarca Avrupa’ya ve bir “Batı Kulübü” olduğunu öne sürerek AB’ye karşı çıkan RP’lilerin partinin kapatılma davasını AİHM’e götürmeleri gibi. Yine de RP davası sonuçta siyasi nitelikliydi, ama başörtüsü AIHM’yi “dini bir vecibe”nin tanınmasında, dini bir vecibenin yerine getirilip getirilmeyeceği konusunda yetkili merci kılması” açısından vahim bir hataydı. Kendi elimizle dinimize müdahale edilmesine fırsat ve verdik. Çünkü biraz sonra üzerinde duracağım gibi, dini vecibelerin tanımlanması hiçbir mahkemenin yetki alanında değildir.



Başörtüsü kesin, açık ve tartışmasız dini bir vecibedir. Aksini iddia edenlerin ne iyi niyetlerine, ne İslami nasslardan hüküm çıkarma ehliyetlerine güven duyulur, bunların ilahiyatçı olması veya yıllardan beri Müslüman çevrelerde tanınır olması veya kabul görmesi bu gerçeği değiştirmez.



AİHM açık bir şekilde çifte standart bir tutum takip etti, iki şapkası olduğunu göstermiş oldu. Yani Müslümanlar söz konusu olduğunda başka bir hukuk şapkasını; Avrupa’nın, Batı’nın kendi soydaşı, kendi dindaşı olduğunda farklı bir şapkayı başına geçiriyor. Hukukçularımızın, avukatlarımızın bu çifte standart konusunda dikkatli olmaları gerekirdi. AİHM’in zorla din değiştirme, dini hayata uygulanan baskılar, yaşama hakkının ihlali, Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili verdiği kararlar ortada. Müslümanlara sıra geldiğinde tarihi ön yargıları öne çıktı, İslamiyet’in ikinci bir kültür olduğu ve Türkiye’nin uyguladığı modernizasyon politikası bağlamında bu şekilde ele alınması gerektiği konseptine teyit verdi. Öne sürdüğü gerekçeler komikti. Mesela Türkiye’de “Müslüman çoğunluğun olması, Türkiye’de azınlık üzerinde baskı kurma tehdidi oluşturabilir”, dedi. Yani azınlık hakları için çoğunluğun haklarını feda etti.



Bu yetmiyormuş gibi “potansiyel bir tehdid”i esas aldı. Hukukta hiçbir şekilde olmaması gereken ve fiili bir baskı olmadığı halde musavver bir tehlike üzerinde karar bina etti. Kararda ilginç bir cümle var: “Başörtüsü örtenler örtmeyenler üzerinde baskı kurar.” Bu AİHM’in başını açanlardan yana tavır aldığını gösteriyor. Yani mahkemenin bizzat kendisi, taraf tutuyor, ayrımcılık yapıyor. Bu mantığa göre, başını açanların başörtülüler üzerinde baskı kurduklarını kaale almıyor. Halbuki bir mahkemenin önüne çıktığınız zaman, hakim ve mahkeme heyeti herhangi bir şekilde ayrımcılık yapamaz. Başka bir ifadeyle davacının veya davalının kılık kıyafetine bakamaz. Davanın bizzat kendisine bakması icap eder. Fakat AİHM -ki Avrupa’ da en üst hukuk merciidir-, din ve vicdan hürriyetini, ifade hürriyetini, kılık kıyafet seçme hürriyetini, eğitim ve öğretim görme hakkını, dinine göre yaşama hakkını görmezlikten geldi. Önce, Batı’da yüzyıllardır savunulan bir değerin aksine davrandı, yani erkekle kadın arasında ayırımcılık yaptı, arkasından kadınlar (başını örten ve açan kadınlar) arasında bu ayrımcılığı sürdürdü.



Peki neden?



Mahkeme’nin kararı temel bir zihni uyanışa vesile olmalı. Biz Müslümanlar, ya saflıktan ya bilgisizlikten, dinimizin temel değerlerine rağmen modern dünyanın kültürünü tüketebileceğimizi düşünüyoruz. Mücadelesini verdiğimiz tek şey başörtüsü ve kılık kıyafetle sınırlı. Fakat artık ciddi bir yüzleşmeye, otokritiğe ihtiyacımız var.



Belli ki, AİHM ve Batı’nın tavrı “dini bir sebep”e dayanmaktadır. Görünmez dini sebep görünür seküler formlara bürünerek varlığını sürdürüyor. Avrupa insanı, ister liberal ister Hıristiyan olsun, dinimizi üç semavi dinden bir din olarak kabul etmiyor. Onun gözünde kültürünün temelinde Yahudilik ve Hıristiyanlık var. Bugünkü modern kültürün ortaya çıkışında İslam’ın herhangi bir katkı sağladığını kabul etmiyor. Abbasiler ve sonraki dönemlerde çalışma yapanlara, “postacılar, nakilciler” gözüyle bakıyor, Arapların ve Müslümanların ortaya çıkardığı zengin külliyatı Yunan felsefesine yazdıkları “büyük bir şerh” olarak görüyor. Onun için de Grek ve Roma’yı temel alıyor.



“İbrahimi dinleri” kabul etse dahi, Batı, bizi İsmail’in soyundan olduğumuz, İsmail Hacer’in çocuğu olduğu ve Hacer de cariye olduğu için ikinci sınıf insan kabul ediyor. Bu kolay kolay değişebilecek bir bakış açısı değildir. Bu kültürel genlere işlemiştir. Elbette Avrupa’ya karşı ırkçı bir tutum içinde olmayalım, nitekim bunun aksini düşünen ve savunanlar da var, ama çoğunluğun ve hakim-sivil toplumun bize nasıl baktığını ve bizim kendimizi nasıl idrak etmemiz gerektiğini iyi bilmemiz gerekiyor.



Dini Bir Vecibe



Başörtüsü konusunda bilmemiz gereken husus şu ki, başörtüsü demokratik bir konu, yani demokrasi yoluyla elde edilen, elde edilebilecek bir hak değildir. Dolayısıyla devletlerin müdahale alanına giremez. Başka bir ifadeyle yasama meclislerinin alanına giremez, meclisler bu konuda yasa yapamaz. Devletler bu konuda herhangi bir karar veremezler. Mahkemeler de bir karar veremezler. Çünkü bu dini bir vecibedir. Bir dine mensup olan insanlar kendilerini nasıl beyan ediyorlarsa, onları kendi beyanları ve konumlarıyla temel almak lazımdır. Bu bir inanç konusudur, başını örtenler dini inançlarının gereği olarak örtünüyorlar, dini bir vecibeyi yerine getirmeye çalışıyorlar. Bu dini vecibenin referansı, kaynağı dindir. Bütün dünya bunun bir vecibe olmadığını iddia etse dahi o yine kendi zatında, kendi hakikatinde, kendi özünde dini bir vecibedir. Vecibe olma özelliğini kıyamette kadar devam ettirecektir.



Bu din yeryüzünden kalkmadıkça, başörtüsü meselesi de yeryüzünden kalkmaz. Şu halde devletler ya diğer vecibeler gibi bu dini vecibenin yerine getirilmesi için gerekli düzenlemeler yapar veya engel olur. Tarih boyunca dini hayat üzerinde baskılar olmuştur, modern zamanlardaki yönetimler de bundan bağımsız değildir. Devletler, meclisler, mahkemeler, başörtüsünün dini bir vecibe olup olmadığına kendileri karar veremezler.



Dini bir vecibe olarak örtünmenin şekli, vicdani bir kanaattir, içtihatla ilgili bir tercihtir; bunu fertler ve sivil cemaatler, gruplar tayin eder. Bu konuda da mahkemeler herhangi bir müdahalede bulunamaz. Yasama meclisleri yasa yapamazlar, yapmamalıdırlar. Çünkü eğer benim vicdani kanaatim dini vecibeyi yerine getirmek için çarşaf giymemi gerektiriyorsa, çarşaf giyerim. Ve hiç kimse beni çarşafımdan dolayı küçük düşüremez, aşağılayamaz, çarşafın “dine aykırı olduğu”nu iddia edemez. Ama bu memlekette Diyanet İşleri Başkanı bile “kara çarşaf” deyip, örtünme emrinin çarşafla yerine getirilebileceğine inanan insanları aşağılıyor, toplumun bir kesimine, müminlerin bir bölümüne hakaret edebiliyor. Başkan, şunu diyebilirdi: “Çarşaf tesettür vecibesinin yerine getirilmesinde amir bir hüküm değildir, başka şekilde bu vecibe yerine getirilebilir.” Bu cümle fıkhi bir değeri vardır ve doğrudur. Ama “kara çarşaf” dediğinde oryantalist bir dil kullanmanın ötesinde aslında suç işlemektedir. Çünkü toplumun bir kesimini tahkir ve tezyif etmektedir.



Toplumun bir kesiminin tahkir ve tezyif edilmesi bizde yaygın bir teamüldür. Size gazetelerden örnekler verebilirim. Almanya’da yaşayan bir hanım bizim bir köşe yazarımıza mektup yazıyor ve “Bazı kadınların hantal giyindiklerini, çevreden tepki çektiklerini”dedikten sonra şunları soruyor: “Giyimde çevrenin de tepkisini çekmeyecek şekilde tesettürlü olmamız mümkün değil mi? Mutlaka belli kimselerin benimsedikleri hoş karşılanmayan hantal giyme mecbur mu bütün hanımlar? (Ahmet Şahin, Avrupa’daki hanımların giyim sorunları, Zaman, 25 Ağustos 2004). Bu mektubu yazan hanımın tesettürlü olması, beş vakit namaz kılması önemlidir. “Hantal” diye tanımladığı kıyafet tepeden tırnağa olan dış elbisedir. Avrupa sokaklarında bunu giyenin Türkiye’den gelmiş Müslüman bir kadın olduğunu hemen belli ediyor. Ama bu hanıma göre bu kıyafet “çevrenin tepkisi”ne sebep oluyor. Tepki çektiği doğrudur, çünkü Avrupa tek kültür, tek tip insan merkezli bir dünya görüşüne sahiptir. Farklı din müntesiplerinin kendilerine özgü yaşama biçimlerine, kendilerini somut olarak toplyumsal hayatta ifade etmelerine ve buna göre temel bazı hak ve özgürlüklere sahip olmalarına kapalı bir demokrasiye sahiptir. Başka bir ifade ile siyasal çoğulculuk vardır, ama kültürel ve toplumsal çoğulculuk yoktur.


Burada önemli olan Müslüman hanımların da artık bu tür elbiselere artık hoşgörüyle bakmaması. Mesela çoğu “çarşaf” dendiğinde tüyleri diken diken olur. “Çarşaf” dendiğinde bedenini ve yüzünü estetize ederek modern hayata uyum sağlayan kadının aklına Afganların geleneksel kadın kıyafeti burka geliyor ve bundan utanıyor.Oysa çarşaf gibi burkayı İslam dışı ilan etmek de kimsenin hakkı ve yetkisi dahilinde değildir. Burkayı aşağılamak Afgan kadınının, kültürü, tarihi zevki, estetik beğenisi ve kişiliğiyle aşağılamaktır. Kimse fıkhi bakımdan burka giymek zorunda değildir elbette, ama hiç kimse burkayı İslam’a aykırı bir kıyafet ilan etmek veya aşağılamak durumunda da değildir.



O zaman şunu diyeceğiz: başörtüsü demokratik bir oylama konusu değildir, referandum konusu da değildir. Bazıları, çok dahiyane bir fikirmiş gibi “Hadi referanduma gidelim” diyor. Referanduma gidip toplumun yüzde 99’u “başörtüsü takılmalı” dese dahi bu şirk olur. Toplumun bu konuda karar verme yetkisi yoktur. Bu Allah’ın va’z ettiği bir hükümdür. Kadınların örtüneceğine Allah ve Resulü karar vermiş, imamlar icma etmiştir. Toplumun yüzde 51 veya yüzde 99’u başörtüsü takılmamalı da diyebilir. Biz Münzel Şeriat’ta, münzel hükümlerde ne zamandan beri toplumu, kamoyunu referans alıyoruz ki?



Çözüm: Siyaset



Bir başka önemli husus, hukuki yollarla, mahkemelere müracaat ederek de bu sorunu çözemeyiz. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hukuk verilidir, elimizde verilmiş, yapılmış bir hukuk vardır. Hukuk ve kanunlar onları yapanların dünya görüşünden, ideolojilerinden, sınıfsal çıkarlarından, sahip oldukları konum ve avantajlarla olan ilişkilerinden bağımsız değildirler. İnsanlar, yasa yaptıklarında bunlar belirleyici olur. Modern toplumlarda hukuk ideoloji bağımlıdır ve toplumu emredici modernizsyon politikları çerçevesinde değiştirmenin, dönüştürmenin etkili bir aracı olarak kullanılmaktadır. Elbette uygulayıcı durumunda olan hakimler belli bir hukuk çerçevesinde ellerindeki kanunlara göre karar verirler. Ayrıca hukukun, hakimlerin, yargı mensuplarının hangi farklı dünya görüşlerinden bakıp olaylar hakkında hüküm verdiklerini söylemeye gerek yok.



Bu durumda tek bir çözüm yolu kalıyor, o da siyasettir. Eğer bir çözüm peşinde olacaksak siyaset yolunu denemeliyiz.



AİHM karar verirken, tarihinde ilk defa bir şey yaptı. İlk defa Türkiye’nin hukuki mevzuatını referans gösterdi, bu mevzuata göre mevcut yasağa destek verdi, yani yasağı teyit etti. Başka bir ifadeyle başörtüsünü yasaklayan kararı onayladı. Bu mevcut iktidarı rahatlatan bir karar gibi görünse de, bir başka açıdan çözüm için bir yoldur da.



Sanki Türkiye’ye şunu demiş oldu: Eğer sen mevzuatını değiştirirsen ben de o mevzuata göre başörtüsünün serbest kalmasına onay verebilirim. Bu durumda söz konusu mevzuatın değişmesi gerekir. Eğer siyasi iktidar bu konuda kararlı ve samimiyse mevcut mevzuatı değiştirme cihetine gitme yolunu seçecektir. Usul ve en azından tutarlılık açısından AİHM aksini bir tutum içine giremez. Çünkü o zaman iktidar şunu deme hakkına sahip olur: “Arkadaş sen benim bu mevzuatımı niçin referans gösterdin? Ben işkenceyi yaptığımda mevcut mevzuat vardı, Güneydoğuda köy boşaltıldığında, gözaltında kayıplar olduğunda, haksız istimlak davalarında yine bu mevzuat söz konusuydu. Sen mevzuatı yargılıyorsun, beni tazminat vermeye mahkum ediyorsun, peki başörtüsü konusunda niçin bu mevzuatı kabul ediyorsun? Niçin işkence, köy boşaltma gibi başörtü konusunda da Türkiye’yi yargılamıyorsun?”



Başörtüsü sorunu basit yönetmelik değişiklikleriyle çözülemez. Bu açıkça anlaşılmıştır. Aynı şekilde iddia edildiği üzere toplumu ikna etmekle, bir konsensüs sağlamakla da çözülemez. İkna edilecek “toplum” kimlerden oluşuyor? Kamuoyu araştırmaları, toplumun yüzde 70’inin başörtüsü yasağına karşı olduğunu gösteriyor. En son Polmark Araştırma Şirketi’nin Ocak-2005 sonu itibariyle yaptırdığı araştırma bunu göstermektedir (Zaman, 10 Şubat 2005). Ama yine de yasak sürüyor.



Bir kesim var ki, “ben hiçbir şekilde bu başörtüsünün serbest kalmasına taraftar değilim,” diyor. Ben bu kesimi, bu sert çekirdeği nasıl ikna edeyim? Ve niçin ikna edeyim? Ben, dini bir vecibemi yerine getirmek istediğimde neden bir başkasını ikna etmek zorunda olayım? Eğer bu temel bir hakkımsa, temel bir özgürlüğümse devlet bunu güvence altına almak zorundadır. Toplumun yüzde 1’i vicdani kanaat olarak bir şeye inanıyorsa o yüzde 1’in hakkını siyasi iktidar güvence altın almak zorundadır. Yüzde 99 öyle düşünmüyor olabilir. Örneğin diyelim ki, Hindistan’dan ineğe tapan bir grup geldi bize. Bunlar ineğe tapıyorlar. Ama bizde toplumun tümü insanların ineğe tapınmalarına karşı. Pekiyi, biz Hinduları inançlarından, inançlarıyla ilgili ritüellerinden, ibadet şekillerinden yoksun bırakabilir miyiz? Onlar bizi bu konuda ikna etmek zorunda mıdır? Hindulara, ineğin kutsallığı konusunda bizi ikna etme mecburiyetini kim koyuyor? Öyle bir şey olabilir mi? Elbette olamaz.



Modern anayasalar yapılırken, halkın çoğunluğu ne derse desin, temel hak ve özgürlüklere ile azınlık haklarına aykırı anayasa yapılamaz. Bugün genel kabul gören ilke bu iken, neden halkın yüzde 70’i küçük bir azınlığı ikna etmek zorunda kalsın veya onunla mutabakata varmadıkça temel bir hakkını kulanamasın? Doğru olan şu ki, ne çoğunluk azınlığı haklarından mahrum etmeli ne azınlık çoğunluğu ikna etmek zorunda kalmalı.



Bu sorunun çözümünün tek bir yolu gözüküyor: Kapsamlı bir anaysa değişikliği. Kurumların görev ve yetkilerini yeniden tanımlayacak bir değişiklik. Madem ki yasa koyma yetkisi sadece meclise aittir, başka hiçbir kurum ve kuruluş meclisin önüne geçmemeli. Meclis, başörtüsünün dini bir vecibe olup olmadığına karar vermeyecek, çünkü bu meclisin yetkisi dahilinde bir karar değildir, laikliğe de aykırıdır. Meclis, bunu dini bir vecibe olarak kabul edenlerin dini vecibelerini hiçbir engelle karşılaşmadan özgürce yerine getirebileceklerine ilişkin yasa çıkaracak. Ya kapsamlı bir anayasa değişikliği veya Anayasa Mahkemesi’nin geri çevirme yetkisi olmayan bir “Meclis kararı”!



Kamusal Alan, Hizmet Veren-Hizmet Alan Ayırımı



Bir husus da şudur: “Hizmet veren” ve “hizmet alan” ayırımı yapmak sorunu çözmeyecektir. Bu ayırım temelden yanlıştır. “Başörtülüler kamu hizmeti veren alanlarda istihdam edilmesinler, ama üniversitelerde okumalarına izin verilsin”, fikri çözüm değildir. Zaten Türkiye ve Tunus’tan başka dünyanın neresinde üniversitelerde başörtüsü yasağı var ki! Üniversite okuyan bir genç kızın hedefi iş ve hizmet piyasasına katılmak, meslek sahibi olmaktır. Siz ona “Oku, mesleki formasyon kazanmak için emek ve kaynak harca, bu işe yıllarını sarfet, ama başörtünden dolayı hizmet veren konumda olma” diyorsunuz. Bunun mantığı nedir? Başörtüsü emri sadece üniversitede okuyanlar için mi? Memurlar, çalışanlar neden eğer inanıyor ve istiyorsa bu temel dini vecibeyi yerine getirmesin? Neden iş ve din arasında bir çatışma içine atılsın?



Başörtüsü sorununa taraf olanlar toplumun kendisi ve küçük bir zümredir. Bazıları “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istiyor.” Bugüne kadar yüz binlerce genç kız ve aile acı çekti, haksızlığa maruz kaldı. Bunun sonucu bu olmamalı, böyle bir çözüme asla rıza gösterilmemeli. Lise dahil bütün eğitim kademelerinde isteyen başını örtebilmeli ve liyakatine, formasyonuna göre kamuda veya özel sektörde iş bulabilmelidir. Çünkü bu dini vecibenin esası, büluğ çağına eren genç kızın dini bir vecibe olarak başını örtmesidir, bunun keyfi istisnası yoktur.



Mevcut iktidar elinde bulundurduğu çoğunlukla kapsamlı anayasa değişikliğini yapabilecek güç ve imkana sahipti. Partiden yapılan istifalarla bu çoğunluğu kaybetti. Şimdi diğer partileri (mesela DYP ve ANAP’ı) ikna ederek anayasa değişikliğine gidebilir. İktidar nasıl AB üyeliği sürecinde çok sayıda reform kararı alıp, gerektiğinde risk almaktan çekinmiyorsa, bu konuda da risk alabilmelidir. DYP böyle bir teşebbüse hazır olduğunu açıkça dile getirmektedir.



Son olarak değinmek istediğim husus şudur: Öyle anlaşılıyor ki, bu sıkıntı daha uzun süre devam edecek. Avrupa genelinde de yasaklar yaygınlaşabilir, hatta günün birinde Avrupa’da üniversiteler bile başörtülü öğrenci almak istemeyebilir. Mevcut iktidarın bu sorunu çözebileceğine ilişkin ümitler giderek zayıflıyor. Başbakan bu konuda “bir taahhütlerinin olmadığı”nı söylüyor. Kabul etmemiz lazım ki, bu yasak küresel bir konseptin bir parçası. Bu durumda bir çok konuda ve alanda olduğu gibi başörtüsü konusunda da bazı görüşlerimizi gözden geçirmemizde fayda var.



Yeni Sorular Yeni Perspektifler



Belki şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir: Acaba her ne olursa olsun, biz bugünkü örgün eğitim kurumlarında okumak zorunda mıyız? İlim öğrenmenin, iyi bir Müslüman olmanın, toplumda fonksiyonel olmanın mümkün ve tek yolu bu mudur? Başka bir seçeneğimiz yok mudur? Kamusal hayata girmek, görev almak konusunda çok istekli olduğumuz belli. Kamusal hayattan ne anlıyoruz? Devletin kendi uhdesine ayırdığı ve iktidar seçkinlerinin, merkezdeki çekirdeğin imtiyazlarını korumak amacıyla düzenlediği ve denetlediği bir kamusal alan tanımını kabul ediyor muyuz? Biz böyle bir alana mı girmek istiyoruz? Orada merkezi çekirdeğin bir unsuru mu olmak istiyoruz?



Bu soruların cevapları üzerinde düşünmek zorundayız.



Kişisel gözlemlerimden hareketle şunu diyebilirim: Mevcut durumda modern toplumun üç alana, birbiriyle ilişkili, birbiriyle etkileşim halinde üç alana ayrılmakta olduğunu görüyoruz: “Özel Alan”, “Sivil Alan” ve “Siyasi Alan”. Kamusal alan ve kamusal alanın tanımı, ister Habermas’tan, ister Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in demeçlerinden hareket edelim, söz konusu olan, sivil hayatı da denetim ve gözetim altına almayı amaçlayan bir alan tanımıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Modern devlet kamusal alan üzerinden sivil alanı ve giderek özel hayatı da sıkı bir denetim altına almak istiyor.



Oysa bize özgü alanlarda var olabilirsek; kendimize ait sivil alanlar, inisiyatifler, özel dünyalar, oturma biçimleri, yeni yaşama biçimleri, varolma şekilleri geliştirebilirsek; yeni öğrenme tarzları geliştirebilirsek, belki de kamusal alanın kendi içinde bir dönüşüme uğramasına, sınırlarının daralmasına, kısılmasına ve toplumun, yani ümmetin devletin önüne geçmesine, üstüne çıkmasına imkan bulabiliriz. Tarihsel geleneğimizin ruhu budur. Bizim örgütlenme modelimiz aşağıdan yukarıya doğrudur, yani temelde sivildir ve geniş özgür alanların varlığını öngörür. Farklı modeller üzerinde düşünmekte yarar var. Bizim kendimize özgü varoluş alanlarımız olmalı, hiç kimse bizi kendi alanlarına çekmemeli. Osmanlıda, Emevilerde, Abbasilerde Müslüman kadın ne yapıyor idiyse onu yapmaya çalışalım. Geleneğimizden olduğu kadar, modern dünyanın imkan ve avantajlarından da istifade edelim.



Biz tek bir perspektife mecbur ve mahkum değiliz. Bir kapı kapanır, yüzlerce kapı açılır. Varoluşumuz, yaratılışımızın hikmeti İÜ. Hukuk fakültesinde okuyup avukat olmak, icra ve iflas işleriyle uğraşmak değildir. Mağduriyete uğradığımız bir gerçek. Ama ben bir Müslümanım. Müslüman olma bilinci tek başına ümmet olma gücünü verir: İbrahim aleyhisselam gibi güçlü ve evrensel bir bilince sahip olmalı. Dinin yaşanması yeni hayat alanlarının bulunmasıyla mümkündür. Bize ait olmayan biçimler bizim hayatımızın anlamı ve amacı olmamalı.



Bizi nereden çıkartmak istiyorsa oraya dönelim. Evi, vakfı, hayır faaliyetlerini, birlikte öğrenimi, sivil kursları, cemaat hayatını küçümsemeyelim. Bu alanda iyi örnekler var. Mesela başörtüsü yasağı dolayısıyla üniversiteyi bırakan Meryem Çetinel –ki özel bir üniversitede coğrafya okuyordu- hattat Yusuf Sezer’in kurslarına devam ederek icazet almayı başardı ve iyi bir hattat oldu. (Zaman, 8 Aralık 2003.)



Ancak bunu göze alan kızlarımızı işe almamakla, onlara destek çıkmamakla veya hoşlarına gitmeyecek tekliflerde bulunmakla cezalandırma yoluna gitmeyelim. Tam aksine tercih listesinin başında yer almayı hak ediyorlar. İş piyasasında, firmalarının,şirketlerinin vitrinlerini başı ve artık başka yerleri açık kızlar ve kadınlarla süsleyen dindarlara, muhafazakarlara, dinlerini birer bezirgan gibi kullandıklarını söylemekten çekinmeyelim.



İslamcılık, İslami hareketler üzerine yüzlerce ve binlerce çalışma yapılıyor. Söz konusu çalışmalarda tarihsel durumların, çevresel faktörlerin etkisi araştırılır. Fakat araştırmacıların, sosyal bilimcilerin, oryantalistlerin, İslamologların bilmediği bir şey var: Bu hareketleri ortaya çıkaran çevresel faktörler değildir. Yani ekonomik sefalet, siyasi baskılar, eşitsizlikler etkileyici faktörlerdir. Asıl belirleyici faktör nedir, biliyor musunuz? Allah’ın bir çağrısına bizim verdiğimiz cevaptır? “Ey İman edenler, yeniden iman edin”!. Modern tarihte İslamcılık ve İslami hareketler bu çağrıya bir cevaptır. İmanımızı harekete geçirmeye çalışalım, ona tutunalım, düşünme perspektifimizi buna dayandıralım. Bu iman bize çok büyük imkan ve avantajlar, dönüştürücü enerjiler sağlayacaktır. Sonucun ne olacağını bilmiyoruz. Elimizde herhangi bir formül, bir model yok. Geleceği de planlamaya kalkışmayalım. Ama bu imanın muhalif ve dönüştürücü bir güç olduğunu, bize yeni hayat alanları keşfettirecek kadar bir enerji verdiğini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım. Bizi dirilten ve direncimizi arttırıp sürekli kılan imandır.





Kaynak: Umran dergisi, 05/2005
 
Başörtüsü Ile öne çikan Köklü Değerler

Başörtüsü Ile öne çikan Köklü Değerler

BAŞÖRTÜSÜ İLE ÖNE ÇIKAN KÖKLÜ DEĞERLER



Başörtüsü, Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça işaret edildiği (24/31) gibi, İslâm’ın kadın giyimi için öngördüğü örtünmenin vazgeçilmez bir unsurudur. O, örtünmeyi bütünleyişi ile Müslüman giyimini çağrıştırır. Müslüman hanımlar önce başörtüleriyle bilinir ve tanınırlar. Diğerlerinden bununla farkedilirler. Ve başörtüsünün onlar için dinî bir icab oluşu ise, ilmî bakımdan tartışmasızdır.



Müslüman hanımların büyük çoğunluğu başörtüsü gereğine fiilen ve saygı ile uyarlar. Böylece, yaşayışlarının bütünü için olduğu gibi, giyim hususunda da dini meşruiyeti esas tutar ve aynı çizgiyi izleyen geleneği hassasiyetle sürdürürler. Onlardan bir kısmının ise, seküler giyim kültürünün etkisi altında kaldıkları için başörtüsü kullanmadıkları da bir gerçektir. Şerî kuralı tanımaları ve işi inkâra vardırmamaları kaydıyla bu durumun, onlar hesabına günah olmakla beraber, imanlarını tehlikeye atmak anlamına gelmediği, genel kabul gören bir kanaattir. Ancak, bireysel ve müstakil olaylar için böyle düşünmek mümkün ise de, bu davranışın ısrarlı, sistematik ve yaygınlık kazanmış bir eğilim hâlinde süreklilik arzetmesi ve ümmetin bütünlüğünü tehdit etmesi durumunda aynı tahlilin savunulamayacağı da açıktır. Çünkü bu takdirde, böyle yapanlar, inkarcılarla aynı safta yer almış; örtünme karşısında tavır belirlemiş ve onu fiilen kaldırmak anlamına gelen somut bir kararlılık sergilemiş olurlar. Bu aykırılığın, dini hükmü reddetme noktasına götürülmesi hâlinde ise, iman açısından esaslı bir sorun oluşturacağı zaten bellidir.



Sadece bir günah seviyesinde kalarak ya da küfür noktasına götürülmüş ısrarlı bir masiyet hâline dönüştürülerek başörtüsü gereğinden fiilen uzaklaşılması; herhalde İslâm topluluklarının sekülerleşmesinin ve bu bağlamda özellikle yabancı kültürlerin etkisi altında kalmalarının çarpıcı neticelerinden biridir. Bu anlamda tipik bir yabancılaşma olgusudur. Asıl sorun da olayın bu karakterinden kaynaklanmaktadır. Bunun içindir ki, başörtüsüne karşı duranlar, konuyu sekülerleşme yönünde stratejik bir fırsat sayar ve başörtüsü için sergiledikleri muhalif tavırlarını onu toplum dışı tutmak hususunda ısrara vardırırlar. Bu kesim için asıl mesele, toplumu İslâm’dan uzaklaştırmak (ya da dinin etki alanını daraltmak) ve böylece de seküler zihniyet için dönüştürmektir. Hedefleri önce başörtüsünü kaldırmak, sonra da onun çağrıştırdığı değerleri bütünüyle unutturmaktır. Müdahaleci ve baskıcı tutumlarının altındaki sebep budur.



Konu sadece Türkiye’nin ve bazı İslâm ülkelerinin bir meselesinden ibaret değildir. Başörtüsü, Müslümanların yaşadığı hemen bütün coğrafyaların; demografik yapısı gayrimüslim ağırlıklı toplumların ve özellikle Batılı ülkelerin de gündemine girmiştir. Her birinde farklı düzeylerde ve değişik gerekçelerle onları da meşgul etmektedir. Bizde toplumu dönüştürme amacıyla yürütülen yasakçı politikanın yansıdığı bu konu; onlar için, Müslümanlığın kendi toplumlarını nasıl etkileyeceğini değerlendirmeye çalıştıkları güncel bir vakıadır. Bazen içlerinde, meseleyi kendileri hesabına potansiyel bir tehdit gibi algılayıp yasakçılığa meyledenler çıksa da, bu gün için genel olarak bizim yasakçılarımıza göre çok daha hoşgörülü ve müsaadekâr davrandıkları bir vakıadır.



Başörtüsü İslâm Dininin belli bir gereği ve örtünen kadının vazgeçilmez bir kıyafet unsuru olduğuna göre, ona yönelik düzenlemenin din özgürlüğü ile doğrudan irtibatlı olacağı açıktır. Onun kullanımının kısıtlandığı ya da baskı altına alındığı bir düzenlemenin ise, din özgürlüğüne ve dinini yaşama hakkına aykırı olacağı belli ve kesindir. Din özgürlüğü, halihazır uluslararası belgelerde daima ‘insan hakları’ kategorisinde temel bir hak ve özgürlük mevzuu olarak kaydedilmişken, buna rağmen başörtüsünü ısrarla yasak hudutları içinde tutmanın hukukî bir izahı elbette olamaz. Şu halde, meşru dayanağı bulunmayan birtakım düzenlemelerle baskıya maruz tutulan Müslüman kadınların bu konuda, esasen ilke düzeyinde tanınmış olan haklarını kullanmak istemeleri; önlerindeki engellerin kaldırılmasını talep etmeleri ve muhataplarına, kendilerini bağlayan hukuk esaslarını ve taahhütlerini hatırlatmaları elbette doğaldır.



Evet, yasal savunma ve hak talebi gereklidir; istenen sonuca gitmek için ilk planda tutulması lazım gelen yoldur. Ancak daha önemli olan, bu hak talebinin arkasındaki ihtiyacın tanıtılması ve anlatılmasıdır. Çünkü en azından bir kısım muhataplarımız bunu hâlâ layıkıyla bilmiyor. Hangi gerçek icaba karşılık olduğu bilinmeyen talepler ise, beklenen ilgi ve saygıyı görmüyor. Asıl anlamlı olan, başörtüsünü de lüzumlu kılan örtünme kavramının nasıl köklü ve soylu bir insanî gerekliliğe karşılık bulunduğunun izahıdır. Kısacası Allah’ın Dininin örtünmeyi hangi hikmetlerle gerekli kıldığıdır.



Örtünme Eğilimi Fıtrî Yapıdan Kaynaklanıyor



Kadın olsun erkek olsun insanlar için örtünme eğiliminin fıtrî bir temeli vardır. Âdem ile eşinin cennetten inişleri ile sonuçlanan olay da bunu göstermektedir: “Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan çıplaklıklarını (çirkin yerlerini) açmak için, ikisine de vesvese verdi (fısıldadı) ve: ‘Sizi Rabbiniz, başka bir şey için değil, sırf melek olmayasınız yahut ebediyyen kalanlardan olmayasınız diye bu ağaçtan menetti’ dedi ve ‘Herhalde ben sizin hayrınızı isteyenlerdenim’ diye ikisine de yemin etti. Böylece kandırarak ikisini de düşürdü. Bu suretle ne zaman ki o ağacı tattılar, ikisine de çıplaklıkları açılıverdi ve cennet yapraklarından üst üste üzerlerini örtmeye koyuldular...” (7/20-22) “Ey Âdemoğulları! Şeytan ana-babanızı, çıplaklıklarını kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de aldatmasın...” (7/27)



Bunun üzerine onlar, pişmanlık içinde hemen Allah’a sığınarak: “Her ikisi, ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Ve eğer Sen bizi mağfiret etmez, merhamet buyurmazsan, şüphe yok ki, kaybedenlerden oluruz’ dediler.” (7/23)



Ve Allah’a dönüş yapıp tevbe ettiler: “Sonra âdem, Rabbinden kelimeler (birtakım ilhamlar) aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (2/37)



Burada tasvir edilen olayda, insanın mâsiyeti ile ayıp yerlerini farkedişi ya da çıplaklığını hissedişi arasındaki bağlantıya işaret edilmiş; günah ile utandırıcı açıklığın birlikte görünüşüne dikkat çekilmiştir. Bu suretle Âdem ile eşinini şahıslarında insanoğlunun, dosdoğru ilerlemek yerine, kayba uğrayışı ve engellenişi ile neticelenen ve onu açmaza düşüren bu iki tehlikenin birbirine yakınlığına vurgu yapılmış ve buna karşılık kendisinin, pişmanlık içinde hemen örtünerek tevbe edişindeki paralellik de ayrıca resmedilmiştir. Buna göre, günaha ve çıplaklığa karşı bilincin uyanışındaki benzerlik, tevbe ile örtünme arasında da aynen vâriddir. Şu halde, aykırılık çizgisinde ortak olan günah ile çıplaklık konularında insan tutarlı olmalı; hem tevbeye, hem de aynı doğrultuda örtünmeye yönelmelidir. Başka bir ifadeyle örtünme de, aynı tevbe gibi bir kulluk gereği olarak benimsenmeli ve yerine getirilmelidir.



Kur’ân-ı Kerîm’de günahlar için tevbe gibi, gerekliliğine pek çok yerde işaret edilen ‘istiğfar’ın kelime olarak aslı ‘ğa-fe-ra’dır ki, bu da, “bir nesneyi kirden ve pastan koruyan bir mahfaza ile örtmek” (bkn. El-Müfredat, Râgıb el-Isfahânî, ĞFR maddesi) anlamına gelmektedir. Bununla, insan için günahlarının örtülmesi ve artık onu lekelemekten çıkarılması talep edilmiş olur ki, tevbenin bir başka ifadesidir. Şu halde, temel bir bağışlanma duası olarak istiğfar da, gene örtünme fiilini hatırlatan benzer bir kavramla ifade edilmiştir.



Keza, Allah’ın mü’min kullarının seyyiatlarını bağışlayacağını belirtmek için Kitapta 14 yerde geçen ve sözlükte ‘örtmek, gizlemek; nankörlük etmek’ manalarına gelen ‘küfr’ kökünden ‘keffera’ ‘yükeffiru’ kelimeleri de; gene tamamen ‘örtmek’ ya da ‘silmek’ demektir. Böylece vahyin dilinde bağışlanma ile örtünmenin benzer ve paralel oluşları, -aynen tevbede olduğu gibi- günahları tamamen silip gidermeyi belirten ‘keffera’ ‘yükeffiru’ kelimeleriyle de bir kere daha vurgulanmıştır.



İnsanın giyinen bir varlık olarak diğer yaratılmışlardan ayrılması, Rabbinin ona olan pek özel bir lütfudur: “Ey Âdemoğulları! Size çıplaklıklarınızı gizleyip örtecek elbiseyi elbette Biz indirdik. -Kuş tüyünü de.- Fakat takvâ elbisesi; işte o, sırf hayırdır. İşte bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki, düşünüp hatırlarlar...” (7/26) Böylece giyinerek çıplaklığımızı örtüyor ve hoş bir görünüm kazanıyoruz. Elbisenin Allah tarafından indirilmesi, insan için giyinip-örtünerek çıplaklıktan kurtulmanın, Rabbimizin bir emri olduğu anlamına gelir. O’nun, insanın giyinip örtünmesinden hoşnut olacağının bir ifadesidir.



Âyette yer alan ve ‘sırf hayr’ olarak nitelenen ‘takvâ elbisesi’ ibaresi ise, elbisenin ve örtünmenin amacını ve asıl hedefini belirtmektedir. Bu da takvâ sahibi olmaktır. Takvâ, insanın kendisini, âhirette telâfisi olmayan ağır kayıplara ve kalıcı bir azaba sürükleyecek olan; dünyada da onun için sıkıntı ve yıkımla sonuçlanacak bulunan şeylerden sakınması; korkup çekinmesi anlamına gelmektedir. Günah ve isyandan korunmanın yolu budur. Takvânın bir elbise gibi resmedilmesi ise, onun insanı, her yönden bütünüyle kuşatan; ahlâkî tehlikelere kapatan; kötülük ve uygunsuzluklara sürüklenmesini engelleyen manevî bir örtü mesabesinde oluşundandır. Örtünmenin, asıl amaç olan ahlakî korunma için, onu ifham eden bir başlangıç ve amelî bir gereklilik olduğuna da böylece dikkat çekilmiştir. Evet elbise, takvâyı çağrıştırır ve aynı zamanda ona hizmet eder. Cenâb-ı Hakk, Âdemoğullarına elbise nimetini indirirken aslında onlarda takvâ bilincini uyandırmayı murad etmiştir. Çünkü bu fizikî icab, takvâ için bir hazırlık mahiyetindedir. Giyinip örtünmenin, düşünülmesi gereken asıl anlamı da buradadır. Şu hâlde giyinmek ve örtünmekle aslında takvâ bilincine vararak ona yönelmiş olmalıyız.



Bu bakımdan, örtünün arkasında sakınma psikolojisi ve edep daima hissedilmeli; takvâya bakan niyet ve irade kararlılığı iyice anlaşılmalıdır. Örtünen insan, kendisini haramdan uzaklaştıran, başkaları için kendi fiziğini bir fitne mevzuu olmaktan çıkaran örtülerini severek-sevinerek bürünmelidir. Ona, nâmusu ve haysiyeti için koruyucu bir tedbir, bir vasıta olarak sarılmalıdır. Onun içinde huzur ve sekînet bulmalı; onu teennî ile, mazbut ve abartısız bir içtenlikle taşımalıdır.



Burada ‘kuş tüyü’ anlamına gelen ve istiare olarak ‘süs kıyafeti’ni ifade eden ‘rîş’ kelimesi ise; avret yerlerini (çıplaklığı) örten (çamaşır gibi) temel giyim unsurlarına ek olarak, örfen yakışıklılık ve zarafet için giyilen kıyafeti belirtmektedir. O da giyimin, ifa ettiği rolü daha üst bir düzeye yükselten nitelikli bir tezahürü ve elbette gene Allah tarafından bahşedilmiş -ve insana yakıştırılmış- ayrı bir lütuftur.



Evli çiftler için: “... Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz ...” (2/187) buyurulmuştur. Burada da eşler, daima birlikte, içli dışlı oldukları; birbirlerinin cinselliklerini gayri meşru yönelişlerden korudukları ve ayıplarını dışarıya karşı gizledikleri için elbiseye benzetilmişlerdir. İnsan cinselliğini nikah esasına bağlayan ve aile kurumu içinde çözen kadîm ahlâkı ve eşler arasındaki sıcak muhabbeti vurgulayan pek hoş bir istiaredir.



İnsan zaman zaman tefekkür için yalnız kalmaya, kendini toplumdan tecride ihtiyaç hisseder. Bazen inzivaya çekilerek nefsi ile baş başa kalmak ve böylece sekinet içinde kendini dinlemek özlenen bir şeydir. Bu konuda mescidlerde tek başına kalarak kendini ibadete ve tefekküre vermeyi belirten itikafı hatırlamalıyız. Ayrıca, bildiğimiz oruçtan başka, eskiden bazen, hiç dünya kelamı etmemek şeklinde bir oruç türü uygulandığı ya da bunun, orucun bir gereği gibi telâkki edildiği de bilinmektedir. (msl. 19/26) Bütün bunlarda imsâkı esas alan bir tutum ile insanın nefsini varlık alanından mümkün olduğunca çekmesi söz konusudur. İbadet kastıyla nefsin, mutad faaliyetlerden bir süre uzaklaştırılması ve sıradan meşgalelerin dışında tutulması hedeflenmektedir. Bedenin örtülmesinde de böyle bir imsâk; nefsini tutma, tecrid etme ve geri çekme esprisi vardır. Genel olarak ibadet psikolojisinin bir yansıması olan imsâk, bir sakınma davranışı olarak örtünmede de hissedilir. Giyinip örtünmek, vücudu gözlerden gizlemek, yabancı bakışlardan çekmek demektir. Şüphesiz, bu amaç için kıyafetlerini bir disiplin içinde belirli sınırlar içine çekip düzenlemek de özel bir çaba ister, dikkat ve itina işidir. Şu halde ibadetlerin imsâkî tabiatı, örtünme sonucuna yönelen gayretlerin de ana hassasiyetidir.



Aynı çizgide, bazen olağan dışı durumlarda, hatta fevrî bir davranışla, sarınıp örtünmek de gerilimden kurtulmak için arzulanabilir. Tabii hâletine dönene kadar, heyecanını yatıştırmak için sarınmak ihtiyacı hissedilebilir. Zaten elbise ve örtü de bir çeşit sığınak gibidir. Peygamberimiz (sav) vahyin başlangıç döneminde böyle hâller yaşamıştır. Muhatabı olduğu vahyin azameti karşısında ürpermiş ve sükûn bulmak için iyice bürünüp örtünmüştür. Müzzemmil sûresinin “Ey o örtünen!” ve Müddessir sûresinin de “Ey bürünen!” şeklinde Rasûlullah’a hitapları bunun delilleridir. Belki bu hitaplarda bir ilâhî rıza ve iltifat nüktesi bulunduğu; çünkü tertemiz heyecanlarıyla Rasûlullah’ın örtünmesinin, beşerin kendine özgü soylu bir hâlini temsil ettiği düşünülebilir.



Örtünme, inanan insanın yaşayışına merkez edindiği ibadetinin de temel bir şartıdır. Bu da onun aslî önemini zaten ortaya koymaktadır. Şu bilinir ki, namaz kılmak için önce vücudun görünmemesi gereken yerlerinin örtülmesi lazımdır. (Setr-i avret bahsi.) İnsanın yaratılış hikmetine yaraşan en soylu davranışı ibadetlerinde, özellikle de namazlarında görünür. Bu bakımdan, namazında örtünmenin vazgeçilmezliğini bilen bir mü’min, bunu hâliyle ibadetini bütünleyen bütün öbür etkinliklerine de taşıyacaktır. Çünkü ibadetleri ile tutarlı bir doğrultuda yaşamak onun için ahlâkî olan yoldur. Bu anlamda ibadet için örtünme, sırf orada kalmaz ve insan hayatının bütününe hâkim bir gereklilik hâlinde özümsenir.



Ego ve Dini Bilincin Uyanışı







Varlığa getirildiği andan itibaren insan, kendisini çepeçevre kuşatan dış âlemi gözlemlemekle, orada Allah’ın âyetlerini (O’nu işaret eden belirti ve delilleri) okur ve her şeye hükümran olan ilâhî gerçekliği derinden hisseder. O’nun aşkın kuşatıcılığı ile muhatap bulunduğunu anlar. Kendi benliği ile dış âlemin ayrılığını farkeder. Egosunun (kendi mevcudiyetinin) şâhidi olur. Böylece korunma/sakınma duygusu ile donanır ve insiyakî bir eğilimle kendi ‘özel’liğini kıskanan bir varlık hâline gelir. Kendisinde uyanan güçlü hâyâ duygusunun kaynağında da bu vardır. Kusurlardan, çirkinliklerden, hata ve uygunsuzluklardan hep utanılır. Kişisel zaaflar da böyledir. Çünkü bunların, Allah’ın huzurunda ve hemcinslerinin arasında kendi varlığı için yakışıksız düştüğünü sezmiştir.



Egonun belki en uç ve en çetin tezahürü cinsellikte ortaya çıkar. Benliğin bu zorlu belirişi ile insan, bireyliğini ve kendine özgü bir varlık oluşunu çarpıcı bir şekilde algılar. Bu yüzden hâyâ duygusu özellikle cinsellik etrafında gözlemlenir. Sonra, psiko-sosyal mahiyette bir manevî disiplin olan edep, hâyâ hissinin bir türevi olarak gelişir. Yüksek ahlâka özenen ve beşerî ilişkileri güzelleştiren kişilik yapılanışı böylece vücut bulur. İnsanın kulluğunu idraki ve dinî bilincinin canlanması da bu yapı üzerinde gerçekleşir. Çünkü imana erişmek, kendi nefsinin farkında olmakla yakından alâkalıdır.



Giyimin, Zarurî Olmaktan Öte Hizmetleri Vardır



Cenâb-ı Hakk, insan vücudunu nahif yaratmış, diğer canlılardan farklı olarak ona ilk planda doğa ve iklim şartlarına karşı giyinerek korunma zaruretinde olan bir beden vermiştir. Aynı zamanda, onda ben şuurunu ve hâyâ hissini var etmiş; giyinmek için kendisine gereken her şeyi hazırlamış ve bunları kullanıp yararlanacak zeka ile de donatmıştır. Fakat giyimin asıl görevi -yukarıda da temas ettiğimiz gibi- onun takvâya hizmet etmesi ve muttaki insan idealine zemin oluşturmasıdır. Bunun için beşerî ilişkilere yüksek bir vasat hazırlaması; edep, zarafet ve insanî güzelliklerin mümkün olacağı uygun bir düzey sağlaması ve herhalde ortamı cinsel istismara elverişli olmaktan çıkarmasıdır. Ama bunun gerçekleşmesi örtünmedeki hikmetin kavranmasına ve ona saygı duyularak sadâkat gösterilmesine bağlıdır. Tesettüre aldırmayanlara gelince, seküler tutumlarıyla onlar, giyimi asıl esprisinden saptırıp dönüştürmüş ve takvâ hedefi ile uyuşmayan bir yöne çekerek kötüye kullanmış oluyorlar. İman ile ve kulluk esası ile bağdaşmayan bir tavır üzere gidiyorlar.



İnsan cinselliği inkâr edilemez. Onu görmezden gelen ya da yok farzeden bir toplum yapılanması sağlıklı olamaz. İki cinsin karşılıklı konumlarını ve hassasiyetlerini göz ardı eden ve bu bağlamda giyim konusunda cinselliği görmezden gelen bir yaklaşımla isabetli çözümlere ulaşılamaz. Bu alanda insan cinselliğini temel ve gerçek bir veri olarak hep dikkate almak zarureti vardır.



Her iki cinsin fizikî ve psikolojik bütün varlıkları, karşılıklı olarak birbirleri için cinsel anlam ve değer taşır ve bu yüzden de mahremiyet çerçevesi içinde yer alır. Kadîm cinsel ahlâk ve evlilik kurumu önemini koruduğu sürece, mahremiyet ve örtünmede temel kriter bu olacak ve meselenin fıkhı (düzenleyici hükümleri) bu esasın etrafında şekillenecektir. Özetle, cinsel olan evliliğe hasredilecek ve dışarıya karşı örtülecektir.



Örtünmede cinselliğe ait olanı -haram hudutları içinde bulunduğundan- tecrid etme ve gizleme vardır. Taa ki, cinsel anlam ve değer taşıdığı için kişisel sakınmaya bir vesile olan insan vücudu örtülerek korunsun, serbestçe ulaşılamayan bir hususiyet olarak saklı kalsın ve haram ilgilerin konusu olabilmek ihtimalinden çıkarılsın. Bu köklü tavır, evlilik dışı cinsel ilgilerin tamamını -hangi düzeyde olursa olsun- (zinaya varmasa bile) mübah saymamak ve insan bedenini mahrem olmayan kimseler için, onların ilgilerinden sakınmak demektir. Örtünmenin kapsamı da bunun için geniş tutulmuştur.



Burada fıtrata uygun bir tutum, cinsel potansiyelin doğasını olduğu gibi gözeten gerçekçi/köktenci bir değerlendirme ve sonuç itibariyle sağlıklı bir tavır söz konusudur. En önemlisi de bunun, kulluk bilinci ve ibadet yönlenişine hizmet etme bakımından haiz olduğu elverişliliktir. Bu noktada cinselliğin makul şekilde tecridi ve insan üzerindeki cinsel baskının -mümkün olduğunca- azaltılması kastedilmiştir ki, bu da helâl-haram ayırımının netleşmesi sonucu, bu ayırımı esas alan bir örtünme ile kabildir.



Aile ve Etrafındaki Değerler Korunmak İsteniyorsa



Allah’ın Dini’ne dayanan kadîm ahlâk, insan cinselliğini nikah bağına ve aile yapılanmasına hasretmiştir. Bunun dışı hukuken tanınmaz ve himaye görmez. Bu sebeple erkek ile kadın ilişkilerinde serbestlik anlayışının, imanlı ve dindar insanlarca kabulü söz konusu olamaz. İki cins arasında serbestliğe rıza gösteren, müsaadekâr davranan veya en azından müsamaha gösteren tavrın tamamen ters olduğu pek açıktır. Kadîm ahlâkı yaşatan İslâmiyet, bu konuyu disiplin altına almış; erkek ile kadın arasında birlikteliği hayli sınırlayarak net kurallara bağlamıştır. Örtünmeyi ilke edinmesi de bunun bir devamı mahiyetindedir. Bu bakımdan, genel olarak Batı’da bu konuda fiilen (de facto) ve hukuken (de jure) geçerli olan anlayışı, gevşeklik ifade eden alışkanlıkları ve değer yargılarındaki çözülmeyi Müslüman toplumundan beklemek ve ona taşımaya kalkışmak boşunadır. Bu tesbit elbette, konunun bir devamı olarak şekillenen seküler giyim hususunda da aynen geçerlidir.



Şu bir gerçek ki, örtünmenin egemen olduğu bir kültürde, cinselliğin evlilik yoluyla tabii ve ahlâkî çözümüne doğru güçlü bir yönleniş olacak, herkes uygun çözümün evlilikte olduğu bilincini kazanacaktır. Böyle bir toplumda gençler, çok erken çağlarından itibaren cinsel ilgi ve yönlenişlerini, kendilerine bu yönde akseden toplum şuuruna göre belirleme (ya da terbiye etme) yoluna gireceklerdir.



Görülüyor ki, aile yapılanması ve onun etrafında şekillenen mahremiyet kavramı örtünme ile bütünlenir. O gözetilmemişse, toplumun nüvesi, güçlü bir desteğinden mahrum kalır ve cinsellik yavaş yavaş aile dışı çözümlere yönelir. Bu sadece nazarî bir ihtimal değil, tecrübe edilmiş yaşanan bir vakıadır. Bu durumda, hâlen Batı’da görüldüğü gibi, evlenme bir külfet gibi görülür, nikahsız birliktelikler sıradanlaşır ve evlilik dışı çocuk sayısı gitgide artar. Nesep sağlığı ve hukuku tehlikeye girer. Akrabalık bağları gölgelenir. Mal varlığının nesiller arasında intikalini düzenleyen miras hükümleri de anlamını yitirir. Kadîm ahlâktan destek alan kavramların oturmuşluğu tamamen sarsılır. Başta aile olmak üzere, onun vücut verdiği kavram ve kurumlar, temellerini kaybeder ve istikrarlarını borçlu oldukları zeminleri altlarından kayar.



Manevî ve Psikolojik Sağlık Örtünmeyi İşaret Ediyor



Bütün insanlar şu veya bu şekilde giyinirler. Ancak giyinmenin takvâya yönelik, onu çağrıştıran ruhunu sezgileriyle ve onun da ötesinde bilinçle yakalayanlar imanlı insanlardır. Onlar ilk bakışta sıradan bir iş gibi görünen giyim konusunu, örtünmeyi esas alarak “Müslümanca bir iş ve tavır” hâline dönüştürmüş; kıyafet kültürlerini dinî ve ahlâkî hassasiyetlerinin yansıdığı mazbut bir çizgide şekillendirmişlerdir. Böylece onların giyinişleri, başlı başına ahlâkî bir titizlik ve özen ifadesi olmuştur.



Açıklığın bir çeşit cinsel istismar olduğu ortadadır. Kışkırtıcı rolü ile o, karşı cins için ister istemez istismar anlamı taşır. Çünkü açıklıkta kaba ve ilkel bir çekicilik vardır. Zaten bu çekicilik kötüye kullanılmak suretiyle insanlar etkilenmek istendiği için bu yola gidilmiştir. Yaygın bir şekilde açıklığın geçerli olduğu bir kültürde alışkanlık ve olayın sıradanlığı, içinde yaşanan ilkel yapının istismara elverişli karakterini değiştirmez. Hâkim kültürün böyle yapılanmış olması ve buna alışılmış olunması cinsel câzibenin etkileyiciliğini kaldırmaz. Açıklıkta karşı cins ile, cinselliğin sürekli dahil bulunduğu bir iletişim ortamı vardır; istismar da her zaman mümkün ve kolaydır. Karşı cinsin zaaflarına ve ahlâkî hafifliklerine meydan açıktır. İnsanlar iletişim ve ilişkilerini, böylesine ilkellikle malûl bir ortamda sürdürmek durumundadırlar. Zira açıklığı ve sonuç olarak cinsel câzibeyi olağan ve sıradan bir olay hâlinde serbest bırakmak, insanlar için onu öne çıkarmaktan başka bir anlam taşımaz. Bu da ortamı kaba ilkelliğe açık tutmak anlamına gelir. Böyle bir ortamda karşı cins -hiç değilse ilk planda- bir nesne, bir eşya gibi görsel yönü ile algılanabilir. Oysa insana asla bu gözle bakılmamalıdır. Çünkü o, herhangi bir obje değil, fizikî ve anatomik yapısının ötesindeki hüviyeti ile muhatap alınması gereken bir varlıktır.



Şunun açıklıkla ve dürüstçe teslim edilmesi gerekir: Haddizatında çok güçlü ve baskın bir eğilim olan cinsellik, özellikle gençlik yıllarında insanların çok büyük bir kısmı için zaten denetimi çetin bir sorundur. Bu zor sorunlarında, üzerlerindeki baskıyı azaltmak için insanlara yardımcı olmak gerekirken, bunun aksini yapmak; yani, nikah ve aile kavramını umursamayan bir tavırla açıklığı benimsemek ve mahremiyete ilişkin ahlâkî endişeleri göz ardı ederek erkek-kadın beraberliğine alabildiğine müsaadekâr davranmak, işi tamamen zorlaştırıp çıkmaza götürmekten başka bir şey değildir.



Böyle zorlaştırılmış bir ortamda beşerî ilişkiler rahatsız ve ruhen yorucudur. Özellikle ibadet psikolojisi yönünden pek aykırı, hırpalayıcı ve hayli zorlaştırıcı münasebetlerdir. İnanan insan için temel öncelik olan kulluğunu yaşama esprisine ve nefsin arınmasını ve terbiyesini amaçlayan dinî öğretimin bütününe terstir.



Örten Kıyafet Hem Ahlâkî Hem de Güzeldir



Örtünmeye karşı olanlar onu estetik bulmuyorlar. Halbuki örten kıyafet, hem etik icapların; hem de estetiğin gereklerini karşılayan bir sonuçtur. Önce şu esasta anlaşmak gerekiyor; estetik tek başına ele alınamaz. Nasıl insan ancak bütün vecihleriyle birlikte düşünülüyorsa, estetik de etik ile aynı anlam bütünlüğü içinde mütalaa edilmek gerekir. Çünkü bu iki kavram, ilâhî hikmetin iki ayrı vechine karşılıktır. Ama farklı boyutlara karşılık oluşları zıtlık ya da aykırılık anlamı taşımaz. Birbirini bütünler ve asla ters düşmezler. Bu yüzden ürettikleri çözümler aynı doğrultuda ve paraleldir. Estetik sonuçların etik değerleri askıya aldırması veya ahlâkî icapların estetik yönden aykırı sonuçlar doğurması söz konusu olamaz. Birbirini tamamlayan değerlerde çelişkiden bahsedilemez. Bir şeyi ahlâken benimsemişsek, estetik yönden de severiz. Gene bir şey estetik bulunmuşsa, bu onun esasen ahlâkî değer taşıdığındandır.



Ama fıtrata ve kadîm ahlâkî değerlere yabancılaşmış gönülleri bu konuda ikna etmek kolay olmuyor. Onların gerçeklik algıları bölünmüş olduğu için, etiği hiç hatıra getirmeden hep estetikten söz edebiliyorlar. Oysa imanlı insan, bu ikisini birlikte düşünmek ve gözetmek durumunda olduğunun farkındadır.



Fizikî yapılarıyla güzel sayılanların bunu teşhirleri, ondan yoksun bulunanlar için bir tür ayırımcılık olduğundan utandırıcıdır; edep ve ahlâk dışı bir davranıştır. Her açıklık girişiminde aynı etik mahzur vardır. Çünkü açıklık, güzel olduğu düşünüleni göstermekle ilgilidir. Aslında sadece dünya hayatına ait geçici ve aldatıcı ölçülere dayandığı hâlde, sırf bir kısım insanlarca önem atfedildiği için birtakım izafî farklılıklara değer vermek elbette ayıptır, hiç yakışık almaz. Güzellik ve kusursuzluk bir ayrıcalık değildir. Dünya hayatında o bir imtihan konusu olarak verilmiş özel bir nasiptir. İnsanın onu hemcinsleri için bir fitne mevzuu hâline getirmemesi lazımdır. Oysa örtünmede, güzel sayılanlarla bundan mahrum olanların ya da kusurlu bulunanların aralarında mevcut olan fizikî farklıların alenen izlenmesine fırsat tanımamak bakımından sorun kapanmakta ve herkes için rahatlatıcı olan çözüm ortaya çıkmaktadır. Konu, özellikle yoksun ve kusurlu bulunanların ruh hâletleri açısından düşünüldüğünde, bunun ne kadar önemli bir manevî destek ve ferahlama sebebi olduğu ve özellikle de ne kadar müşfik bir tutum oluşturduğu herhalde kabul edilecektir.



Fizik alanında insan eliyle yapılan estetik düzenleme ve müdahalelerde de her zaman mutlaka ‘saklama’ veya ‘gizleme’ (kamuflaj) unsuru mevcuttur. Güzellik bu usulle sağlanmaya çalışılır. Bu da örtünme kavramının paralelinde olan bir başka vakıadır. Mimariden şehirciliğe, dekorasyondan resme, makyajdan terzilik sanatına, hatta belki müziğe kadar bu hep böyledir.



* * *



Alışkanlık psikolojisi bir kısım insanları, içinde yaşadığı ortamı olduğu gibi kabule sevkeder. Bu gibiler genelde sorgulama yapmaz ve mevcut ortamı tartışmayı aklına getirmez. Hâkim durumda olan ve yaygınlık kazanmış bulunan kültür, onlara fıtrî eğilimlerini kaybettirebilir ve nihayet kulluk gereklerini de unutturabilir. Böylece onlar alışkanlığın sevkiyle yaşarlar. Kalabalıklar için durum çoğunlukla böyledir; onlar için genelde gaflet ağır basmaktadır. Bu yüzden açıklıktan rahatsızlık duyarak onu sorgulamak, daima, iman ve kulluk bilinci ile donanmış insanların bir meselesi olmuştur.



Başörtüsü ve onun ayrılmaz bir unsuru bulunduğu örtünme, kadîm medenî toplumlarda ve hemen her devirde, insanî ve ahlakî bir değer kabul edilmiş ve hep var olmuştur. Onun, sadece İslâm Dininde değil, Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta da dini bir icab olarak benimsendiğini biliyoruz. Başlangıçtan itibaren insanlar arasında her devirde, iman ile nifakın; salâh ve takvâ ile isyan ve bozgunculuğun; ahlâk ile fıskın aynı anda farklı gruplar üzerinde bir arada gözlemlenişinde olduğu gibi; giyim konusunda da örtünme esaslarını gözeten bir geleneğin yanı sıra, onu dışlayan veya umursamayan seküler bir tavır da hep görülmüştür. İnsanların imana veya tam aksine küfür ve nifaka yönelik temel tutumları, nasıl tarihî süreçle ilgili bir mesele değilse, örtünme konusundaki temel tercih ve yaklaşımları da öyledir. Bu bakımdan, örtünmeyi yadırgayan ve ona karşı tavır koyan davranış, gerçekte sadece (belli bir tarih kesitini ilgilendirdiğini zannettikleri) İslâm’ın bir şiârına ve gereğine cephe almış olmuyor; aynı zamanda insan için fıtrî olan ve onun ibadet hayatını bütünleyen kadîm hayat kültürüne de ters düştüğünü ve yabancılaşma içinde bulunduğunu açığa çıkarıyor.



Allah’ın Dini, insan cinsinin yaratılışından itibaren onun için geçerli kılınmış ve Âdem (as) ile başlayan dünya sürecinde o, daima Allah’a teslimiyet (Müslüman olmak) gereğinin sorumluluğunu taşımıştır. Hep süregelen bu hikmet, Hz. Muhammed’e (sav) gelen ilâhî vahiy ile de teyid ve ihya edilmiştir. Kozmik bir varlık olan insana, dünyada da âhirette de başarı vaad eden, onu kurtuluş ve mutluluğa ulaştıracak olan yol budur. Onun ötesi ise, bir çıkmazdır. Şu halde anlamayan, anlamak istemeyen ve ısrarla muhalefet edenler, bu zulümleriyle gerçekte sadece kendilerine yazık ediyor ve kendi geleceklerini karartmış oluyorlar.



Kaynak: Umran dergisi, 05/2005
 
Kadin Ve örtünme Emri

Kadin Ve örtünme Emri

KADIN VE ÖRTÜNME EMRİ



MÜBAREK EROL



Kullarının selamet ve saadetini dileyen Rabbimiz, peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla hak yolu bildirmiş ve insanlığın o yola girmesini emretmiştir. Habib-i Kibriya s.a.v. peygamberlerin, Kur'an-ı Kerim de kitapların sonuncusudur. Tebliğ edilen hak yolun adı, Rabbimiz'in adlandırmasıyla “İslâm”dır.



Müberra dinimiz İslâm, sadece Allah ile kul arasındaki mücerret bağdan ibaret değildir. Fertlerin ve toplumların bütün ihtiyaçlarını içine alan eşsiz bir nizamdır.



Müslüman, bu nizamı eksiksiz olarak kabul eden insandır ve balık su içinde bulunduğu müddetçe nasıl huzurluysa, müslüman da İslâm'ın emir ve yasaklarına uyduğu nisbette huzur bulur.



İslâm yalnızca kişinin vicdanına bırakılan bir din değildir. Dinimiz, “hayatım yalnızca benimle Allah arasında, başkasını ilgilendirmez” sözüne izin vermez. Bütün hayatları ve hayatın bütün safhalarını birbirine bağlar.



O halde imanla şereflenen her mümin İslâm dininin emir ve yasaklarına uygun olarak yaşamak mecburiyetindedir. Zaman ve mekân ne olursa olsun, müslüman, hayatının gidişatını bu ulvî nizama göre çizmelidir. İmanda samimi olmanın ölçüsü de budur.



Samimi iman sahibi olan her müslüman bilir ve kesin olarak inanır ki, yüce dinimizin verdiği her emir insanın fıtratına ve ruhuna uygun, kişinin saadetine ve kurtuluşuna vesiledir.



Yüce dinimizin emir ye yasakları tartışılmaksızın kabul edilir, pazarlık yapılmaz, işine gelmeyince reddedilmez. Fakat zaman zaman bu yüce dine mensub olanların da, ne cüretle bilinmez, Cenab-ı Mevlâ'nın kimi emirlerini bile bile anlamazdan geldikleri, kendi arzularına göre yorumladıkları, tahrif ettikleri görülür.



Bu emirlerden biri, belki de en çok dile getirileni, yıpratılmaya çalışılanı, etrafında fırtınalar koparılanı hanımlara yönelik örtünme emridir. Halbuki kadınların örtünmeleri, tesettüre riayet etmeleri, dinimizin kesin emirlerinden biridir.



Tesettür, Rabb'ü-l Alemin'e karşı kulun itaat ölçülerinden biridir. Tesettür aynı zamanda iffet, fazilet, şeref, hürriyet ve saadettir.



Her emrinde mutlak hikmet sahibi olan Yüce Rabbimiz, mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:



“Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, (ihtiyaçları için dışarı çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Böyle giyinmeleri, tanınıp eziyet edilmemeleri için daha uygundur. Allah, çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.” (Ahzap, 59)



Diğer bir ayet-i celilede ise şöyle buyurulmaktadır: “(Habibim) mümin kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu boyun, kulak, baş, kol ve bacak gibi yerlerini) açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz, eller, ayaklar) müstesna. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (Göğüs ve boyunlarını göstermesinler). Ziynet (yer)lerini ancak şu kimselere gösterebilirler: Kocalarına, babalarına, kocalarının (başka anadan olma) oğullarına, kendi erkek kardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğullarına, kız kardeşlerinin oğullarına, müslüman kadınlarına, ellerindeki cariyelere, (şehvetsiz ve kadına) ihtiyacı olmayan ihtiyar kimselere, henüz kadınların gizli yerlerinin farkına varmamış olan çocuklara. Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını da (yere veya birbirine) vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz Allah'a tevbe edin ki dünya ve ahiret saadetine kavuşasınız.” (Nur, 31)



Evet; ayet-i celile açıkça gösteriyor ki, müslüman kadınların yüzleri, elleri ve bir rivayete göre ayakları hariç, bütün uzuvlarını örtmeleri farzdır. Açmaları ise haramdır. O halde hiçbir müslüman kadın yüzü, elleri ve ayakları dışında hiçbir yerini, kendisine nikah düşen yabancı erkeklere gösteremez.



Ancak yukarıdaki ayet-i celilede zikredilen on iki kimseye İslâm hukukunun tayin ettiği ölçüler dahilinde ziynet yerlerini göstermeleri caizdir. Bunların dışında bir müslüman kadın dışarıya, yabancı erkeklerin görebileceği bir yere gitmek zorunda olduğu zaman saçlarını, kollarını, bacaklarını, ziynet ve süslerini kapatarak çıkmaya, yani tesettüre riayet ederek çıkmaya mecburdur. Bunu yaparken, giysisinin vücut hatlarını gösterecek kadar ince veya dar olmamasına da özen göstermek zorunludur. Bu bakımdan günümüzdeki bazı tesettür uygulamaları örtünme vasfını yitirmiş görünmektedir. Müslümanların buna da dikkat etmesi, hakka batıl karıştırmaması büyük bir vazifedir.



Rabbimiz, Habib-i Kibriya s.a.v.'in hanımlarının şahsında bütün müslüman hanımlara şöyle emreder:



“(Ey peygamber hanımları) evlerinizde oturun (ve ihtiyacınız için dışarı çıkmanız gerektiğinde) evvelki cahiliyet (zamanında süslenerek, ince elbiseler giyerek, açılıp saçılarak sokağa çıkan kadınların) çıkışı gibi çıkmayın. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin.” (Ahzap, 33)



Hz. Aişe ve Ümmü Seleme r.a. validelerimizin bildirdiğine göre, yukarıda zikredilen tesettürle ilgili ayet-i celileler nazil olduğu zaman, müslüman hanımlar derhal vücutlarını örtmüşler, tereddüt göstermeden Allah'ın emrine itaat etmişlerdir.



Kuvvetli bir iman ve hayânın neticesi olan örtünme büyük bir değer ifade etmektedir. Nefsin süfli arzularına uyma yerine, kainatın şirin bir misafiri olarak, misafirhane sahibinin emirleri istikametinde hareket etmek büyük önem taşır.



Aslında kadının fıtratı da bu ilâhi emire uygunluk arzeder. Çünkü kadın, yaradılışı gereği bir sakınma duygusu hissederek örtüsüne sığınır. Böylece nâmahremlerin dikkatini çekmekten, onların kem bakış ve kötü düşüncelerine hedef olmaktan kurtulur. Zira kadının kalesi ve siperi örtüsüdür.



Tesettüre riayet etmemek, yani açık-saçıklık, sadece bireye değil, aile kurumuna da zarar vericidir. Yalnızca birbirlerine ait olma hissiyle hareket edip, bunun için söz verenler, tesettür emrine riayet edip mahremiyeti korumalıdırlar. Aksi halde karşılıklı güven, sevgi ve hürmete dayanan aile mutluluğu sarsılır. Kimse güvensiz bir evlilik yapmak istemez.



Asrımızda örtünmenin, sakınmanın büyük oranda terkedilmiş olması, evlenme oranının gittikçe azalmasına sebep olmuştur. İnsanların bekâr kalmayı tercih edişlerindeki artış gösteriyor ki, tesettürün aile ocağının kurulmasında ve devamında büyük rolü vardır.



Örtünmenin hürriyeti kısıtladığını savunabilirler. Sormak gerekir, nefsin arzularına esir olmak, hayvanî duyguların emrine girmek nasıl bir hürriyet olabilir? Öyle de olsa, kim istediğine ne kadar ulaşabilir? Mevlâ nasip etmedikçe kimsenin eline bir şey geçmez. O'na karşı gelinmekle de huzur bulunmaz. Gerçek hürriyet, Rabbimiz'in emirlerine kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Örtünmek, Allah'a, Peygamber s.a.v.'e, Kur'an'a inanan herkes için mukaddes bir emirdir.



Tesettür, müslüman hanımın hürriyetini gasbetmek, kısıtlamak, medeni haklarını çiğnemek için değil, bilakis bunları yerli yerine koymak ve korumak içindir. Tesettür, asalet ve faziletin ölçüsüdür. Çünkü asalet ve fazilet, dinin emirlerine uyup uymama bakımından kıyaslanır.



Örtünmek imanın, edebin, hayânın açık bir ifadesidir. Habib-i Edip s.a.v. Efendimiz hadis-i şeriflerinde: “Hayâ imandandır. İman ise cennete götürür.” ve “Hayâ güzeldir. Fakat kadınlarda çok daha güzeldir.” buyurmuşlardır.



Müslüman ebeveynler, ana-babalar, kızlarına, gelinlerine örtünmenin faziletini, hayâ perdesinin ulviyetini öğretmek zorundadırlar. Hayâ kaybedildiği an her şey kaybolmuştur. Bundan sonra dünyadaki hiçbir güzelliğin anlamı kalmaz. Hayâ perdesi yırtılmış insan bir avuç topraktır. İnsan olma vasfını yitirmiştir.



Müslüman kadınların örneği, Hz. Hatice, Hz. Aişe, Hz. Fatıma (Allah onlardan razı olsun) gibi validelerimizdir; ar perdesini yırtmış olanlar değil.



Asr-ı Saadet'in hanımları, ayet-i celile nazil olur olmaz hemen örtünüyorlar. Asrımızda ise bin beş yüz yıldır gelmiş olan bu emir göz ardı edilmekte, ona uyulmamaktadır.



Bütün bunların sebebi birer baba, birer ana olarak üzerimize düşen vazifelerimizi yapmadığımız; hanımımıza, kızımıza, gelinimize, İslâm'ın iffet ve faziletini öğretmediğimiz ve yaşamadığımız içindir.



Tesettür, yani örtünmek, kendini haramdan gizleyip korumak dinimizin çok açık bir emridir. Dinimizin emirleri de, tartışılmak için değil, uyulmak içindir. Dinin emirlerine itaat etmeyip, dünyanın emrine girenler de, bir meta gibi kullanılmaktan kurtulamazlar.



Rabbimiz'in tevfik ve inayeti ile...



Kaynak: Semerkand dergisi, 11/2004
 
Tesettür-i Nisvân Meselesi Hakkında Son Söz

Tesettür-i Nisvân Meselesi Hakkında Son Söz

Tesettür-i Nisvân Meselesi Hakkında Son Söz





Mahmud Es’ad



Hazırlayan: Nazmi Eroğlu



Ali Râif imzalı mektup sahibine,



"Tesettür-i nisvân" [kadınların örtünmesi] meselesini Şimâlî Rusya Türklerinin nasıl halletmiş oldukları hakkında izahat talep ediyorsunuz. Bu meselenin bir mesele-i şer'îyye olduğu ve Şimal Türklerinin asırlardan beri müstebit bir hükümet-i ecnebiye idaresinde her türlü müşkülâta rağmen selâbet-i diniyelerini [dine bağlılıklarını] muhafaza etmiş bir Müslim kavim bulunduğu malum iken nasıl hal etmiş olacakları muhtac-ı istîzâh [açıklama ihtiyacı] mıdır? Kur'an-ı Kerim'de ..."Ey müminler dine müteallik bir şeyde ihtilaf ettiğiniz takdirde eğer hakikaten Allah'a ve yevm-i ahirete [ahiret gününe] iman ediyorsanız Allah Teâla'nın kitabına ve Resulünün sünnetine müracaat ediniz" buyruluyor...



İlan-ı Meşrutiyet'ten beri "kadın" meselesi güya tesettür meselesinden ibaret imiş gibi sürekli bu mesele ile iştigal edildiğini ve her eline kalem alan muhakeme yürütmeye kalktığını görüyoruz. Bu bâbda o kadar çok söz söylenilmiş ve yazılmıştır ki, artık kadr-ı marufunu [bilinen değerini] geçmiş ve herkese usanç gelmiştir. Hem de bu meseleyi mevzubahis edenler, zannediyorum ki, hiç kendilerine taalluku [ilgili] olmayan bir şey ile meşgul oluyorlar. Bunun bir mesele-i şer'iye olmasına nazaran bu bâbda muhakeme-i akliye tarikine [akıl yürütme yoluna] gitmek meseleyi çıkmaz yola sokmak demektir.



Hem de böyle şekle ait bir mesele ile senelerce uğraşmaktan ne çıkacağını anlamıyorum. Beş senedir bununla iştigal ediliyor, bir faide-i ameliyesi [pratik bir faydası] görüldü mü? Nisvânımız bir hatve [adım] olsun ilerlemesine tesiri oldu mu? Alelhusus şeran hallolunmuş bir şeyi yeniden hal ile uğraşmak tahsîlü'l-hasıl [kazanılmış olan] kabilinden değil midir? İstihsal edilecek netice eğer Şeriata muvafık ise sarf edilen mesai abes ile iştigal olur, eğer muhalif ise Allah'a ve yevm-i ahirete [ahiret gününe] inanan hiçbir Müslim ona tabi olmaz.



Lakin, biz acayip adamlarız. Esası bırakır, şekil ile uğraşırız dururuz. Bu ise havanda su dövmek kabilindendir. Zannımca halledilmesi lazım gelen mesele nisvânın talim ve terbiyesidir [eğitim ve öğretim]. İşte, Allah'ın ve Resulünün emreylediği budur. Bununla ne kadar iştigal edilirse o kadar değeri vardır. Seyahat-ı ahirimde [son seyahatimde] Rusya İslamlarının merkez-i şer'isi ve müftünün ikametgâhı bulunan Ufâ beldesinde mülakatıyla müşerref olduğum "Tarih-i Kavm-i Türkî" eserinin müellifi Kadı Hasan Atâ Hazretlerinden aldığım malumata göre; Ufâ beldesinde bundan yirmi beş sene evvel yalnız bir İslâm mahallesiyle bir mescit ve bir mektep mevcut imiş, şimdi beş İslam mahallesi meydana gelmiş, her mahallede birer mescit ve birer mektep inşa olunmuş. Bunları Kadı Hazretleri ile birlikte gezdik, cümlesini gördüm, hangi zevat tarafından hangi tarihlerde ve ne suretle inşa olunduklarını tetkik ettim. Elyevm [bugün, hâlâ] bunlarda usul-i cedide [yeni metot] üzere tedris edilen şakirdanın [öğrencilerin] adedi bini mütecavizdir [geçmektedir, fazladır]. Sinn-i tahsile vasıl olan [öğrenim yaşına gelen] kızlardan talim ve terbiye görmeyen hiç, ama hiçbir fert yoktur. Maddi ve manevi terakkiyi gördünüz mü? İşte, ciddiyet buna derler.



Ey beş seneden beri "tesettür-i nisvân" meselesi hakkında icâle-i kalem eden [kalem gezdiren] muharrir-i kiram [şerefli yazarlar]! Sizin İstanbul'unuzda kadınların şöyle dursun, erkeklerinizin içinde okur yazar kaç kişiniz vardır? Meşrutiyet'ten beri talim ve terbiye-i nisvan hususunda ne kadar terakki husule getirdiniz? Kadınlarınızı Atina'da tahsil görmüş, ne idüğü belirsiz bir takım hekim bozuntularının dest-i tahribkârîsine [yıkıcı ellerine] teslim ediyorsunuz. Onları tedavi edecek bir tabibe-i Müslime [Müslüman kadın doktor] yetiştirdiniz mi, yahut yetiştirmeye teşebbüs ettiniz mi? Kadınlara dair böyle halledilecek binlerle mesail [sorunlar] durup dururken şekle ait bir meselenin etrafında dolaşıp duruyorsunuz. Bu öyle bir mesele ki, hallinde bir fayda olmadıktan başka idamesinde [devamında] zarar vardır. Tarafeyn beynine adavet ve husumet ilka etmekten [tarafların arasına kin ve düşmanlık sokmaktan], tefrika husule getirmekten başka faide-i müfid [ifade eden] değildir. Selamet-i memleket [ülkenin geleceği] namına bu meseleyi artık mevzubahis etmekten vazgeçiniz.



Bir de arasıra "tahrir-i mer'eh", yani kadınlara hürriyet vermek meselesinin mevzubahis olduğunu görüyorum. Böyle bir meselenin mevzubahis olması Avrupa'yı çok bilmekliğimize mukabil kendi hukukumuzu bilmediğimizden neşet ediyor [çıkıyor] sanırım. Avrupalılar bu mesele ile meşgul oluyorlar ya! İşte, bu kadar kafi! Biz de meşgul oluyoruz. Ama onlar ne için meşgul oluyorlar? Bunu taharri [araştıran] edenimiz yok. (Görüyorsunuz ya! Bazı ihvanımızı rencide etmemek için Avrupa mukallitliğimizden bahsetmiyorum.) Biz, kadınlarımız Şeriat-ı İslâmiyenin bahşettiği hukuku temin edelim, ondan ziyadesine ihtiyaçları yoktur. Ona Avrupalı kadınlar da gıpta ederler.



Şaşarım! Erkekleri bile henüz hür olmayan bir memlekette kadınlara hürriyet vermekten bahsediliyor. Gerçi memleketimizde Meşrutiyet ilan olundu, bununla nail-i hürriyet [hürriyete kavuşmak] mi olduk zannediyorsunuz? Halbuki, siz yalnız üzerinizden maddi olan istibdadı [baskıyı] ref' [kaldırmak] edebildiniz. İstibdat-ı maddi her vakit kuvve-i maddiye ile ref' ve izale edilebilir. Lakin, bununla insanlar hür olmuş olmaz. Asıl hürriyet cehl ve taassubun istibdadını ref' ve izale ile hasıl olur. Cahil bir kavme siz istediğiniz kadar hürriyet veriniz! O, yine şiddetli bir esaret zinciri altında inlemektedir. İstibdat-ı maddiyi izale ile milletin işi nihayet bulmuş değildir, belki yeni başlamıştır. Çünkü, evvelce mevani-i maddiyeden [maddi engellerden] dolayı istibdat-ı maneviyi izaleye çalışmak mümkün olmazdı. Ancak fedakâr bir takım zevatın hamiyetiyle bu maksadın istihsalinden sonra çalışmak için meydan açıldı. Acaba, o vakitten beri millet kendisini cehl ve taassubun istibdadından kurtarmaya çalıştı mı? İşte düşünülecek mesele budur.



Siz erkek, kadın herkesi Allah'ın emri ve Resulünün sünneti üzere talim ve terbiye ediniz, onlar şeriat-ı mübeccelenin [yüceltilmiş] kendilerine bahşettiği hukukunu öğrenir ve hüsn-i istimal [güzelce kullanırlar] ederler. Siz insanlara hürriyet esasına müstenit olan bir şeriattan daha ziyade hukuk bahşedemezsiniz. Zira, her hakkın bir nihayeti vardır ki, başkasının hakkını ihlal ettikçe onu tecavüz mümkün değildir. O had dahilindeki hukuku ise Şeriatımız temin eylemiş. Biliniz ki, bir hakkın derece-i mer'iyeti [değer verilme derecesi] malumiyetiyle [bilinmesiyle] mütenasiptir, malum olmayan bir hak mevcut da değildir. Siz yalnız kadınlara değil, hatta erkeklere hürriyet vermek ister misiniz? Onlara hak ve vazifelerini anlatınız, yoksa her türlü mesainiz abestir ve mahkûm-ı akamettir [sonuçsuz].



Sebîlürreşâd, C. 11, aded: 279, İstanbul, 2 Kanun-ı Sani 1329/15 Ocak 1914, s. 289-290.



Kaynak: Köprü dergisi, sayi 84, 2003
 
İslam Kaynaklarında Örtünme

İslam Kaynaklarında Örtünme

İslam Kaynaklarında Örtünme



Hayreddin Karaman



Prof. Dr.



Giriş



Müslümanların takvimine göre Medine'ye hicretten bu yana on dört asrı geride bıraktık. Bu uzun zaman dilimi içinde Müslümanlar Kur'an'ı okudular, Sünnet ve Sîret'in (Hz. Peygamberin açıklamaları ve uygulamalarının) da yardımıyla onu anladılar, hayatlarına uyguladılar; bir hidayet, bir rehber olarak gönderilen Kur'an bu vazifesini yerine getirdi. Hicretten sonra uzunca bir süre (yedi, sekiz yıl) içinde parça parça indirilen Nur sûresinde iki âyet örtünme ve iffeti koruma vazifesi ile ilgili idi. Bu sûre iner inmez İslam kadınları başörtülerini, boyun ve gerdanlarını da örtecek şekilde bağladılar, on dört asır hiçbir âlim örtünme emrini farklı anlamadı; yüz, eller ve ayaklar dışında bütün vücudun, uygun giysilerle örtülmesinin farz olduğu hükmünde ittifak edildi (icmâ meydana geldi). Son birkaç asırda oryantalizm, sömürgecilik ve kültür istilası bazı Müslümanların kafalarını karıştırdı; kendi değerlerinin evrensellik veya geçerliğinden şüphe etmeye başladılar; bunları başka düşünce ve kültürlerin değerleriyle değiştirmenin zorunlu olduğuna inandılar; bunu yapabilmek için yine dine dayanmak gerektiğinden usule uygun olmayan, zorlamalara ve saptırmalara dayanan içtihatlara(!) kalkıştılar. Bu yeni, zorlama ve uyarlama (kitabına uydurma) amacına yönelik içtihatların son yirmi, otuz yıl içinde yöneldiği hedeflerden biri de örtünme oldu. Yeni yorumcular on dört asırlık uygulamayı, Kur'an âyetlerini, hadisleri, fıkıh âlimlerinin icmâını bir yana bırakarak önce "madem ki, uygar dünya örtünmüyor; güzel ve doğru olan budur, biz de böyle yapmalıyız" fikrine geldiler, sonra bu fikri zorla uygulamaya koyanların işini kolaylaştırmak için mûteber olmayan okuma ve yorumlama yollarına saptılar.



Türkiye altmışlı yılların sonlarına doğru başörtüsünü üniversitelerde (önce Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde) yasakladı, sonra bütün fakülteler yasak kaplamına alındı, derken sıra İlahiyat Fakültelerine ve İmam Hatip okullarına geldi. Buralarda okuyan ve dini uygulamalar bakımından daha hassas olan kızlarımız yasağa karşı direnmeye başlayınca bir yandan ceza uyguladılar, öğrenim haklarını ellerinden aldılar, "ya kırk katır, ya kırk satır" dediler, insanları en tabiî iki hak ve taleplerinden birini diğeri için feda etmek (ya örtünmeyi, ya okumayı ve çalışmayı seçmek) durumunda bıraktılar, bir yandan da örtünmeyi dini bir gereklilik olmaktan çıkarmak için ilahiyatçılardan yetkisiz, bilgisiz, duyarsız, uyumlu olan bazı kimseleri devreye soktular. Şimdi onlar her gün yeni bir şey bulduklarını zannederek (veya iddia ederek) yirmi otuz yıl önce söylenmiş ve cevaplandırılmış "argümanlarını" tekrarlıyorlar. Biz bu yazıda, sekiz on yıl önce bana, Ezher Üniversitesi'ne ve Diyanet'e, (bir dergi adına Dr. Fahri Demir tarafından) sorulmuş sorular ile bunlara tarafımdan verilmiş cevapları okuyacaksınız. Sonunda göreceksiniz ki, bugün söylenenler yeni değildir ve insaflı olanlar için ikna edici açıklamalar yapılmış, cevaplar da verilmiştir.



Hollanda'da neşredilen Arayış ve İslâm Dergisi, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı'na, Mısır Müftülüğü'ne ve şahsıma 17 (on yedi) sorudan oluşan bir yazı göndermiş, bu yazıda özellikle yurtdışında bulunan Müslümanların örtünme anlayış ve uygulamalarından kaynaklanan güçlükleri ve olumsuzlukları dile getirmiş, örtünme emrinin dindeki yerinin incelenmesini, eğer bu emir kesin, olmazsa olmaz kabilinden değil ise -ki, yazıda bu hüküm, üstü kapalı olarak benimsenmiş gözükmektedir- bu hususun ilgililer tarafından ortaya konulmasını istemiştir.



"Bölüm-I"de, Arayış ve İslâm Dergisi'nin ileri sürdüğü görüşlere yer verilecek ve bunlar hakkında değerlendirmelerde bulunulacak, "Bölüm-II"de sorulara özlü cevaplar verilecek, görüşler tartışılacaktır.



Bölüm-I:



"İçinde yaşadığımız toplumda, "İSLAM" adı, "Şerîat Devleti" ve "Başörtüsü" gibi bazı kavramlarla özdeşleştiriliyor. Ayrıca, değişik kültür çevresinde yaşayan ve millî ve manevî değerleri korumayı hayatî bir mesele olarak kabul eden vatandaşlarımızdan önemli bir kısmı da başörtüsünü, namazdan da zekâttan da önde bir namus meselesi olarak görüyor; çocuğunun, büyüdükten sonra başörtüsünü takmayacağını, dolayısıyla temel dinî değerlerinden kopmuş olacağını düşünerek, çocuğunun okul çağından, hattâ ilkokul sıralarından itibaren başını örtmek istiyor ve onu buna zorluyor. Buna ilaveten, Hollanda'daki okullarda okuyan çocuklarımızın din dersine, burada görevli dinî öğrenim görmüş resmî din görevlilerinin ders verme istekleri, kısmen kabul ediliyor ise de, ilkokul için gerekli pedagojik formasyon ve dil (Hollandaca) eksikliği sebebiyle çoğunlukla reddediliyor. Bu konuların, kuruluşlarımız çapında müzakere edildiği bir toplantıda şöyle bir tecrübe intikal etti: Hollanda'nın Tilburg kentindeki kuruluşumuz, resmî din görevlilerinin okuldaki din derslerine girebilmesi için gereken teşebbüslerde bulunmuş. Önlerine çıkan engelleri aştıktan sonra, isteği kabul durumuna gelen okul yönetimi demiş ki; "peki madem öyle istiyorsunuz, hocanız okulumuza din dersine gelsin; fakat bir şartla: Uzun görüşmeler sırasında bizim edindiğimiz intiba odur ki, çocuklarınız hocanızın din dersine gelmesini istemeyeceklerdir. Çocuklarınıza soralım. Onlar arasında bir anket yapalım. Şayet çocuklarınız, hocanızın derse girmesini isterlerse, biz de yönetim olarak bunu kabul edeceğiz." Buradaki kuruluşumuz sekreterinin naklettiğine göre, çocuklarımız arasında anket yapılmış, camideki hocalarının kendilerine din dersine gelmesini isteyip istemediklerini sormuşlar. Alınan sonuç çok ilginç. Çocuklarımız demişler ki: "Hoca bizim kılık-kıyafetimize karışmayacaksa, hoca bizim başörtümüze karışmayacaksa, hoca bizim sporumuza karışmayacaksa, hoca bizim bazı haklarımızı engellemeyecekse gelmesini isteriz. Değilse gelmesin." Bir diğer husus da, bu ülkede bir çocuk başını örter de okula giderse, okul arkadaşları ona "dilenci" gözü ile bakmakta, hattâ bazan ona "dilenci" dedikleri bile olmaktadır. Bu tecrübe de, camiye Kur'an Kursu niteliğindeki öğrenim için gelen çocuklara, hocalarının başörtüsünün gereğini anlatmaları sırasında çocukların anlattıkları olaylardan elde edilmiştir. İşin diğer yönü ise, Avrupa insanınca, örf ve âdetin tesiri ile olacak ki, başörtüsünün "dinin vazgeçilmez gereği (zarûrat-ı dîniyyeden)" sayılmasının sebep ve hikmeti anlaşılmamakta, dolayısıyla İslâm'ın, mânâsı anlaşılmaz, pratiği olmayan bir din olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır. Eğer başörtüsü, maslahat-ı dünya gereği olarak emredilmemiş de ahiret sevabına müteallik vazgeçilemez dinî bir emir (zarûrat-ı dîniyyeden) ise, her şeye rağmen, onu, bizzat dinimizi nasıl savunuyorsak öylece savunmak boynumuzun borcudur. Şayet, Kur'ân-ı Kerîm'deki başörtüsü emri, örf ve âdet şartlarına bağlı, maslahat-ı dünya gereği bir irşad emri ise o zaman: a) Bir yandan, vatandaşlarımızı, içinde yaşadıkları değişik kültür muhitinde karşılaştıkları zorluklardan kurtarmak, b) Öbür yandan gayr-i müslimlere mübîn olan Kur'an emirlerini "anlaşılmaz" olarak göstermiş olmamak için, konuyu dergimiz vasıtasıyla herkese bildirmek istiyoruz. Eğer sonuç bu son şıktaki gibi tecelli ederse, bu ülkemizde nerede ise içinden çıkılmaz halini alan "başörtüsü" problemine de bir ışık tutmuş olur."



***



Soru-cevap kısmına geçmeden önce yukarida ileri sürülen görüşler ve tesbitler konusunda bazı açıklamalar yapmayı faydalı buluyoruz:



a) İslâm adının, şerîat devleti ve başörtüsü ile özdeşleştirilmesinden maksat "İslâm eşittir başörtüsü ve şerîat devletidir." demek ise, başka bir ifade ile şerîat devleti ve başörtüsü yoksa İslâm da yoktur denmek isteniyorsa, bu anlayış isabetli değildir. Sünnî anlayışa, ehl-i Sünnet Müslümanlığına göre, gerek başörtüsü ve gerekse şerîat devleti "amel"e dahildir; bunlar dinin iman kısmı değil de amel, uygulama kısmı içinde yer alırlar. Amel imandan cüz olmadığına göre, "Başını örtmeyen kimse, şerîat devletini gerçekleştirmeyen toplum mü'min değildir, Müslüman değildir." denemez. Nitekim, namaz kılmayan, oruç tutmayan, farz olduğu halde zekât vermeyen, hacca gitmeyen, haram olduğu halde faiz yiyen, alkollü içki kullanan kimselere de, eğer imanları varsa, bütün bunların dinî hükümlerine inanıyor, farzı farz, haramı haram olarak biliyor ve kabul ediyorlarsa kâfir denemez. Bunların vasfı "fâsık mü'min"dir; yani bunlar imanı olan, fakat ameli olmayan, amel bakımından kusurlu ve günahkâr sayılan Müslümanlardır. Ancak yukarida sayılan hususların imanın bir parçası, vazgeçilmez bir unsuru olmaması, önemsiz olduklarını ifade etmez. Amel bir yandan imanın güçlenmesini ve korunmasını sağlamakta, diğer yandan, iman edenlerin en yüce emelleri olan Allah rızasını kazanmaya vesile teşkil etmektedir. Bu iki yönüyle amel, İslâm'da vazgeçilmez bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Bunları korumak, bir bakıma İslâm'ı korumak, dinin hayatiyetini sağlamak mânâsına gelmektedir. Çünkü, uzun süre amelsiz olarak gayr-i müslim bir çevrede yaşamak, önce imanın zayıflamasına, sonra da sönüp gitmesine sebep olabilmektedir.



b) Bir kısım vatandaşımızın başörtüsünü, namazdan ve zekâttan önde bir namus meselesi olarak görmesi tartışılabilir; ancak ilk nazarda yanlış görülmez. Kişinin iman ve kimliğinin korunmasında bazen kılık-kıyafet, namaz ve zekâttan önemli olabilir. Bu, "Namaz kılmayalım, zekât vermeyelim, yalnızca başımızı örtelim." demek değildir. "Onları da yapalım, ancak öncelikle başımızı örtelim" demektir. Öncelik değerlendirmesi de içinde yaşanan şartların zorlamasıyla oluşabilir. Başörtüsü ile namusun ilgisine gelince; şüphesiz başını örtmeyen kadınlarımıza namussuz demek mümkün ve caiz değildir; ayrıca her başını örten kadına da namuslu demek isabetli olmayabilir. Cinsî hayatta namusu, "meşrû olmayan cinsî tatminden kalben ve bedenen uzak kalmak" mânâsında alırsak; bunun, başörtüsü ile "birbirinden ayrılmaz" bir ilişkisi yoktur. Başını örten ve örtmeyen kadınlar arasında namuslu ve iffetli olanlar bulunduğu gibi, namus ve iffetten yoksun olanlar da bulunabilir. Ancak meseleye İslâm ahlâkı ve ahkâmı açısından bakarsak, hüküm bir ölçüde değişmektedir. İslâm, ileride isbat edileceği üzere, kadın ve erkeğin vücudunda bazı yerlerin avret olduğunu, bunların yabancılara (nâmahrem olanlara) gösterilmemesi gerektiğini bildirmiş, insanların gözleri ve elleri ile de zina yapabileceklerine işaret etmiştir. (Buhârî, İstîzân, 12; Müslim, Kader, 20) Gözün zinası kadına ve erkeğe şehvetle, cinsî arzu ile bakmaktır; elin zinası da cinsî arzu ile dokunmaktır. Toplum içinde kadının ve erkeğin avret yerlerine şehvetle bakacak insanlar her zaman ve her yerde bulunabileceğine göre, bunu bilen bir Müslümanın avret yerlerini açarak dışarı çıkması, İslâmî namus ve iffet kavramını zedeleyen bir davranış olmaktadır. Çocuğunun ileride örtünmesi gerektiğine inanan bir Müslümanın, küçük yaşında onu örtünmeye alıştırması, örtünme eğitimi vermesi de yadırganacak bir husus değildir.



Burada yanlış olan zorlamadır. Henüz örtünme ve ibadet ile yükümlü olmamış çocukları, ibadet ve örtünmeye zorlamak, eğitim kaidelerine aykırıdır ve caiz değildir. İleride çocukların, örtünme ve ibadetten nefret etmelerine sebep olabileceği için bu davranıştan mutlaka uzak durulmalı, zorlama yerine teşvik ve sevdirme çarelerine başvurulmalıdır.



c) Hollanda'da anılan okulda yapılan anket sonucu çocukların, cami hocasını ancak "kılık kıyafetlerine ve sporlarına karışmaması" şartıyla din derslerine kabul ettikleri anlaşılmaktadır. Bu sonuca bakarak hemen başörtüsünü suçlamak, bu gelişmeye başörtüsünün sebep olduğunu îmâ etmek uygun olmasa gerektir. Burada bir kusur vardır; ancak bu kusur başörtüsü emrine değil, taraflardan birine aittir; ya cami hocası iyi niyetli olmasına rağmen ehliyetsizdir, öğretmenlik formasyonu eksiktir, kaş yapayım derken göz çıkarmıştır, çocukların nefretini kazanmıştır; yahut da çocuklar İslâmî eğitim açısından uygun olmayan bir çevrede olumsuz yönde şartlandırılmışlardır, peşin olarak İslâmî hayat onlara itici gelmeye başlamıştır. Ayrıca, çocukların ileri sürdükleri şartlar içinde ilgi çekenleri, üzerinde durulması gerekenleri var. Hiçbir hoca çocukların normal, İslâmî âdâb ve ahkâm ile çalışmayan sporlarına karışmaz, kimsenin meşrû haklarını da engellemez. Fakat, Batı'da, bazı ülkelerde ve okullarda spor dersi içinde yüzme de vardır. Okullardaki veya okul dışında bulunan spor salonlarındaki yüzme havuzlarına çocuklar ve gençler, kızlı erkekli mayolar giyerek girmekte, yarı çıplak bir vaziyette yüzmektedirler. Bunu hangi Müslüman caiz görür ki, cami imamı, yahut din bilgisi öğretmeni caiz görsün! Gençlerin mahrum edildiklerini söyledikleri hakları, kızlarla düşüp kalkmak, İslâm'ın haram kıldığı bazı davranışlarda bulunmaksa, din bilgisi hocasının bu konuda onları uyarması, bunların günah olduğunu söylemesi hâtâ mıdır? Hakları engellemek midir? Hür ve demokrat ülkelerde kanunları, nizamları çiğneyen kimseler uyarılmıyor mu, bu davranışlarında ısrar edenler engellenmiyor mu? Bir Müslüman'a göre ilâhî emir ve yasaklar kanun kuvvetinde olduğundan, bunlara riâyet etmek, bunları korumaya çalışmak niçin hak engellemek şeklinde değerlendirilmekte ve kınanmaktadır?



d) Eğer bir çevrede dilenciler başlarını örtüyorlarsa ve bu sebeple başlarını örten çocuklara, gençlere dilenci gözü ile bakılıyorsa bunun, örtünme karşısında bir zorluk, hattâ bir engel oluşturacağı düşünülebilir. Ancak buna karşı alınacak tedbir, başörtüsünden vazgeçmek değil, başını inancı gereği örtenleri, dilenmek için örtenlerden ayıran modalar, şekiller, renkler, kıyafetler bulmaktır. Ben, Batı'da gördüğüm yerlerde dilenci kızların başlarını örttüklerine şahit olmadım. Bunun çok yaygın bir âdet olduğunu sanmıyorum. Bu sebeple "başörtüsü-dilencilik" ilişkisinde bir hile, bir propaganda seziyorum. Hepimiz biliyoruz ki, günümüzde, İslâm'ı içlerine sindirememiş çevreler, dinini yaşayan Müslüman'a gerici, helal-haram konusunda titiz davranana mutaassıp ve bağnaz, faiz yemeyene, rüşvet kabul etmeyene ahmak, kadın-erkek ilişkilerinde İslâm'ın koyduğu sınırlara riayet edene hasta... diyorlar. Onlar böyle diyorlar diye Müslümanların da kendilerini öyle sanmaları, yahut aşağılık duygusuna kapılmaları beklenemez; Müslümanlara yakışan davranış ve tavır alış, makul, dengeli ve faydalı davranışları ile aksini isbat etmek, başkalarını kendilerine imrendirmektir.



e) Avrupa insanının, başörtüsünü dinin vazgeçilmez bir gereği olarak anlamakta güçlük çekmeleri tabiîdir. Çünkü, onların modern gelenekleri, âdetleri, felsefeleri ve hayat görüşleri içinde "dinî bir emir olarak başörtüsünün" yeri yoktur. Eğer, Avrupa insanına başörtüsünün dindeki yerini anlatmak gerekiyorsa, işe, bir bütün olarak İslâm'ı anlatmakla başlamalıdır. Batı, İslâm'ı, İslâm'da kadın-erkek ilişkilerinin sınırlarını, bu sınırların dayandığı gerçekleri anlayınca başörtüsünün dindeki yerini de anlamakta, makul karşılamakta, İslâm bütünü içinde tutarlı bulmaktadır. Meseleye bizim problemimiz açısından bakıldığında, Avrupa insanının başörtüsü emrini anlaması gerekmemektedir. Onlara göre önemli olan, bu konuda Müslümanların neye inandığı, nasıl davrandıklarıdır. Laik, hür ve demokrat Avrupalı, bir insanın belli bir davranışı, inancı gereği yaptığını bilirse, bunu anlarsa ona saygı duyar, imkân ve hürriyet tanır; bu davranışın kendi inanç ve kafasına sığıp sığmadığına bakmaz. Eğer meseleye tebliğ açısından bakılıyor ve başörtüsünün bu bakımdan Avrupalı için itici, caydırıcı olduğu düşünülüyorsa, bu "itici ve caydırıcı davranışlar" listesine daha birçok vazgeçilmez dinî davranışı eklemek gerekecektir. Avrupalı muhtemelen domuz, içki, reşitlerin rızalarıyla yaptıkları zina, faiz, usulüne göre öldürülmemiş hayvan etini yeme yasaklarının da hikmetini anlamayacak, bunların dinin vazgeçilmez talimatı olmasını kafasına sığdıramayacaktır. Onların Müslüman olmalarını sağlamak için bunlardan vazgeçilemeyeceğine göre, Müslümanların yapacağı, dinlerini bir bütün halinde yaşamak, İslâm'ın âlemlere rahmet olduğunu davranışları ile ispat etmek, gayr-i müslimlere sevgi, merhamet, anlayış ve iyilikle yaklaşmak, şahıslarında İslâm'ın sevilmesini sağlamaktır. Anlaşılan sayısız kural ve talîmatı ile İslâm benimsendikçe, anlaşılmaz sanılan kısımlar da anlaşılır olacaktır.



f) Bize göre, İslam'ın örtünme emri ve bu arada başı örtmek, "maslahat-ı dünya gereği bir irşat emri" değildir; örf, âdet ve fayda-zarar (maslahat) anlayışı değişti diye değiştirilemez bir dinî emirdir. Başını, kol ve bacaklarını, boyun ve gerdanını örtmeyen kadınlar Müslüman olsalar dahi bu davranışları ile günah işlemiş olurlar, şüphesiz günah ve kusur sahibi Müslümanlar da Allah'ın kullarıdır; Allah dilerse onların günahlarını bağışlar, dilerse cezalandırır. İslâm âliminin vazifesi insanları Cennet veya Cehenneme göndermek değildir; onun görevi İslâm gerçeklerini insanlara ulaştırmak, anlatmak, yani tebliğ etmektir. Biz de karınca kararınca bunu yapmaya çalışacağız.



Bölüm-II:



— Gazzâlî'ye ait ifadeden (el-Mustasfâ, c. I, s. 434-435) delile, emrin tavsiye için olduğunu değil, vücûb için olduğunu söyleyenin muhtaç olduğu anlaşılmıyor mu? Gazzâlî'nin koyduğu bu ölçüde ilmî bir tereddüt var mı? Gazzâlî'nin koyduğu bu ölçüde mutabık isek, başörtüsü emrinin vücûb ifade ettiğinin delili nedir?



— Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîslerde geçen emirlerin bağlayıcı olup olmadıkları (vücûb ifade edip etmedikleri) hükmünü Gazzâlî'nin açıklama ve anlayışına dayandırmak istiyorsak, "bu hüküm, açık ve kesin olarak tevakkuftur; yani emrin gereklerinden birini belirlemek için başka delil ve işaret (karîneler) aramaktır; bunları bulmadıkça da durmak, bir hükme varmamaktır." Buna göre "emrin tavsiye için olduğunu" söyleyen de buna delil bulacak, "bağlayıcı olduğunu" söyleyen de buna delil bulacaktır. Gazzâlî'nin görüşü tevakkuf olduğuna göre, bunu tek taraflı alıp "emrin bağlayıcı olduğunu söyleyenin, Gazzâlî'ye göre, delil bulması gerekir" demek yanılgıdır; bu yanılgının sebebi de peşin hükümdür; önce bir şeyi hissî veya gayr-i dinî sebeplerle benimsemek, sonra da buna akıl ve nakil yönlerinden delil aramaya kalkışmaktır. Eğer, Gazzâlî taklit olunacaksa onun kitaplarına bakarak, doğrudan bu konuda (başı örtme, başörtüsü kullanma konusunda) ne dediğini araştırmak gerekmez mi? Biz Gazzâlî'nin bu konuda ümmetin icmâından ayrılmadığını, hür kadınların başlarının ve saçlarının avret olduğu görüşünde olduğunu biliyoruz ve bu sebeple de kadınların başlarını örtmeleri gerektiğini savunuyoruz. Bunu gereksiz bulanların, örtünme emrinin (bu emir bir bütündür, başı diğer yerlerden ayırmamıştır) tavsiye için olduğunu ileri sürenlerin buna delil bulmaları gerekecektir. Örtünme emrinin bağlayıcı olduğunu gösteren delilleri ise biz aşağıda diğer sorulara cevap verirken sunmuş olacağız.



— Başörtüsü emrinin (mutlak tesettür başka), vücûb için olduğunu Cumhûr nerede söylüyor? Cumhûrun bu görüşü nerede naklediliyor? 20'nci asırdan önce, herhangi bir devirde bu emrin vücûb mu nedb mi ifade ettiği tartışılmış mıdır? Kim ne demiştir?



— "Mutlak tesettür (örtünme)" ile başörtüsü aynı âyetlerde ve aynı üslûb içinde hükme bağlanmıştır. Örtünme emrinin kadının başını da içine alıp almadığı bütün devirlerde konuşulmuş ve hür Müslüman kadının baş ve saçlarının avret olduğunda, örtülmesi gerekli bulunduğunda, örtünme emrinin bu uzuvları da içine aldığında ittifak edilmiştir. Bu hüküm, bütün fıkıh kitaplarının namaz bahsi ile helal-haram konularına ayrılan "kerâhiye, hazr ve ibâha" bahislerinde yazılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîslerde baş dahil olmak üzere avret yerlerinin örtülmesi ile ilgili emir ve talîmatın bağlayıcı (vücûb için) olduğunda ittifak edildiğini, "özellikle ittifaklı meseleleri toplayan" icmâ kitaplarında da görmek mümkündür. Burada birkaç icmâ kitabından nakiller yapmakta fayda görüyoruz: "Ergenlik çağına gelmiş hür ve Müslüman bir kadının namaz kılarken başını örtmesi gerektiğinde ve başı tamamen açık olarak namazını kılmış olması halinde namazı iade etmesinin gerekli bulunduğunda müçtehitler ittifak etmişlerdir." (İbnu'l-Munzir, el-İcmâ', s. 41) Bu ifadede "namaz kılarken" kaydı vardır, bu kayıt bizi yanılgıya düşürmemelidir; çünkü meselemiz, kadının avret yerlerinin tesbitidir, namazda örtülen yerler avret yerleridir ve yukaridaki ifade başın avret olduğunu açıklar ve kesin olarak ortaya koymaktadır. (Ayrıca bak. Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s. 316) "Kadının eli ve yüzü müstesna olmak üzere bedeni ve saçının avret (kapatılması gerekli uzuv) olduğunda fıkıh âlimleri ittifak etmişlerdir. Kadının yüzü, elleri, hattâ tırnaklarının avret olup olmadığı konusunda ise görüş farkları (ihtilâf) vardır." (İbn Hazm, Merâtibu'l-icmâ, s. 29) "İlim sahipleri, namaz kılarken kadının başını örtmesi gerektiği, başı tamamen açık olarak kıldığı namazı yeniden kılması icabettiği hususunda ittifak etmişlerdir." (İbn Kudâme, el-Muğnî, c. I, s. 633) "Alimler, avret yerlerinin mutlak olarak (namaz dışında ve içinde) örtülmesinin farz olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak bu örtünmenin namazın sıhhat şartı olup olmadığı konusu ile avret yerlerinin sınırlandırılması konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. ... Kadının el ve yüzü hariç bütün vücudunun avret olduğu ulemâ çoğunluğunun görüşüdür. (Geriye kalan müçtehitlerden) Ebû Hanîfe'ye göre ayakları da avret değildir, Ebû Bekr b. Abdurrahman ve Ahmed b. Hanbel'e göre kadının bütün vücudu avrettir." (İbn Rüşd, Bidâye, c. I, s. 98-90) Bu nakillerde, kadının saçları avret değildir diyen bir âlimin bulunmadığı, başka bir deyişle kadının başının örtülmesi gerektiğinde ittifak ve icmâ bulunduğu açıkça görülmektedir. Bu icmâ ve ittifakın dayanağı âyet olsun, hadîs olsun fark etmemektedir; icmâ bu nasların delâlet ve hükmüne kesinlik kazandırmaktadır. Hicrî üçüncü asrın ikinci yarısında yaşayan Taberî (v. 33210/992), dördüncü asırda yaşayan Ebû Bekri'r-Râzî el-Cessâs (v. 370/980), beşinci asırda yaşayan Şâfiî mezhebinden el-Keyâ el-Herrâsî (v. 504/1110), çağdaşı, Mâlikî mezhebinden İbnu'l-Arabî (v. 543/1148) gibi birinci veya ikinci dereceden müçtehit veya mezhebe bağlı âlimlerin, ahkâm âyetleri ile ilgili tefsirleri elimizdedir. Bu tefsirlerde örtünme ile ilgili âyetlerin mânâ ve hükümleri incelenmiş, üzerinde birleşilen noktalar ile ihtilâf edilen hususlar açıkça kaydedilmiştir. Bunlara dayanarak, konunun ne zamandan beri tartışıldığını ve kimin ne dediğini tesbit etmek kolaylıkla mümkün bulunmaktadır. Bizim tesbitlerimize göre Sahâbe müfessirlerinden günümüze kadar her asırda yapılan ve kısmen yazılan tefsirlerde "hür, Müslüman kadınların, el, yüz ve ayakları hariç, bütün vücutlarının avret olduğu, örtülmesi gerektiği" konusunda sözbirliği ve görüş beraberliği vardır. Nûr ve Ahzâb sûrelerinde yer alan âyetleri ile bunları açıklayan hadîslerin, "yüz, el ve ayaklar" dışında kalan yerlerin örtülmesi gerektiğini kesin ve bağlayıcı olarak ifade ettiğinde birleşilmiştir. Hiçbir fakîh "Başın veya örtülmesi gereken diğer yerlerin, dünya hayatında faydası bulunduğu için ve âdete dayalı olarak örtülmesi tavsiye edilmiştir, fayda ve âdet değişirse örtülmeyebilir." şeklinde bir görüş ileri sürmemiş, müçtehitler bu konudaki talîmatın devamlı ve bağlayıcı olduğunda birleşmişlerdir. (Örnek olarak bak.: Taberî, Câmi'u'l-beyân, c. XVIII, s. 82 vd; Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, c. III, s. 314 vd.) Kadının saçı ve başı dahil olmak üzere örtünmesinin gerekli ve bu konudaki emir ve talîmatın bağlayıcı olduğunu müfessir ve fıkıhçılar nereden çıkarmışlardır? Bir kere "Emir vücûb içindir, bağlayıcıdır; aksine bir işaret bulunmadıkça böyle yorumlanır." diyen usulcülere göre ortada bir problem yoktur; Allah ve Rasûlü kadın ve erkeğin belli yerlerinin örtülmesini emretmiş ve istemişlerdir; baş ve saç da örtülmesi gereken yerler içindedir, bu emirler de bağlayıcı olduğuna göre örtünmek (başörtüsü, türban... kullanmak) gereklidir, farzdır, dinin vazgeçilmez bir isteğidir. İmam Gazzâlî gibi "Emrin bağlayıcı olup olmadığı belli değildir, bunun için ayrıca bir delil, karîne ve işarete ihtiyaç vardır, meselâ oruç emri bağlayıcıdır; çünkü seferde ve hastalık yüzünden tutamayanların nasıl tutacakları anlatılmış, böylece bağlayıcı olduğuna işaret edilmiştir..." diyenlere göre de bu konuda bir kapalılık ve problem yoktur. Çünkü, Allah Teâlâ örtünme ile ilgili âyetlerde şöyle bir seyir takip etmiş ve arka arkaya açıklamalar getirmiştir:



a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını, iffetlerine sahip olmalarını istemiş, ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağını bildirmiştir.



b) Kadınların da gözlerini haramdan (cinsî arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan) sakınmalarını, iffetlerini korumalarını emretmiş, hemen bunun arkasından zarûrî olarak açıkta kalanlar (eller, ayaklar ve yüz) müstesnâ bütün vücudu kapatmalarını, güzel ve çekici yerlerini (zînet) nâmahreme açıp göstermemelerini istemiştir.



c) Başörtülerini boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamalarını emretmiştir.



d) Örtülecek ve açıkta bırakılacak yerleri sınırladığı gibi vücudunu kimlere karşı örteceğini ve kimlere karşı açabileceğini ayrıntılı olarak açıklamıştır.



e) Son âyetin sonunu "Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz!" şeklinde getirmiştir; bu ifade, gerek daha önceki davranışlar ve gerekse bu âyet geldikten sonra ona uymayan hareketlerin günah olduğuna, bunlardan kurtulmak için Allah'a tövbe edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. (Nûr: 24/29-31)



f) Bu âyetler nâzil olunca Müslüman kadınlar, bulundukları yerden ayrılmadan, etekliklerinin uygun yerlerini yırtarak başörtülerini bununla bağlamışlar ve bundan sonra hiç aksatmadan bu emri yerine getirmişler, Hz. Peygamber (s.a.) de bu âyetin uygulanmasını titizlikle takip etmiştir. Bütün bu karîne, delil ve işaretler, konumuz olan örtünme emrinin bağlayıcı olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu emir âdete de bağlı değildir; çünkü o zaman cârî olan âdeti olduğu gibi bırakmak için değil, değiştirmek ve ıslâh etmek için gelmiştir, başörtülerini omuzlarından arkaya atarak boyun ve göğüslerini açıkta bırakan cahiliye kadınlarına yeni bir örtünme şekli öğretmiş, İslâmî örtüyü tarif etmiştir.



— Bir âyette aynı sîgalarla ifade edilen her konunun hükmü, aynı mertebede mi kabul edilmek icab eder? Böyle bir prensip hangi usul ve kavaidde mevcuttur? Usul ve kavâidde olması şart değil, âlim olmak da şart değil, akıl var yakîn var diyecek isek, o takdirde, Bakara, 177. âyetinde, birr-ü takva'ya ermenin şartları olarak iman, ibadet ve infak konuları aynı sîgalarla yan yana zikredilmektedir. Bu durumda iman konularının hükmü ile ibadet konularının hükmü; iman ve ibadet konularının hükmü ile infak konularının hükmü aynı mertebede mi kabul edilecektir? Meselâ, zekât'ın dinî hükmü ile akraba, yetim ve yoksula infakın dini hükmü aynı mertebede mi kabul edilecektir?



— Bir âyette, aynı şekil ve üslûb içinde arka arkaya sıralanmış emir ve talimatın aynı hükümde olması şart değildir. Bakara sûresinin 177. âyetinde olduğu gibi iman, ibadet, infak arka arkaya sıralanınca, ibadet ve infakın da iman derecesinde önemli ve gerekli olduğu mânâsı çıkarılmaz. Ancak bu hususların bizim konumuzla alâkası yoktur. Örtünme ile ilgili âyetlerde namus ve iffetin korunması ile belli yerlerin örtülmesi arka arkaya zikredilmiştir. Fukahâ örtünme gereklidir derken bu hükmü, âyetlerin sıralanışından çıkarmamışlar, hüküm çıkarmanın açık ve kesin kaidelerinden faydalanmışlardır. Buna göre, zina etmek de haramdır, çıplak yerlere şehvetli (hattâ bazı yerlere şehvetsiz) bakmak da haramdır. Şimdi, zinanın haramlığı ile avret yerlerini açmanın ve buralara bakmanın haramlığı aynı derecede olmayabilir; fakat aynı derecede olmamak, birinin çiğnenebileceğini, buna uyulmasa da olabileceğini ifade etmez, bağlayıcı olma, riayet gerekli bulunma, çiğnenmesi caiz olmama bakımından haramlar arasında fark yoktur.



— Endonezya ve Malezya çok eski birer İslâm ülkesidir. Bu ülkelerdeki Müslümanlar tesettür emrini Hicaz veya Anadolu Müslümanları ile aynı şekilde mi algılamış ve tatbik etmiştir? Uygulamanın farklı olduğu, Endonezyalı Müslümanın, değil sadece başını açmak, göğsü açık dolaştığı tarihen bilindiğine göre, tesettür emrini tatbik etmekte örf ve âdete bağlı maslahat-ı dünya mülahazasının rolü olmak icab etmez mi? Daha dün, 60'lı yıllara kadar şehirlerimizde erkeklerin bile başları açık gezmeleri, dinî tepki ile karşılanmaktaydı. Hâlâ bugün bile dünyanın pek çok yerinde, hattâ Anadolu'nun bazı yörelerinde tepki ile karşılanmaktadır. Bu tepkiyi, dinî kaynaklı değil de örfî kaynaklı kabul etmek mecburiyetinde olduğumuza göre, kadınların başlarını örtmelerindeki uygulamayı da bu açıdan değerlendirmek icab etmez mi?



— Endonezya veya Malezya Müslüman kadınlarının baş ve göğüslerinin açık bulunmasını, bunun caiz olduğuna delil sayabilmek için, Allah Rasûlü'nün (s.a.) bunları görmesi ve sesini çıkarmaması, yahut oralarda yaşayan âlimlerin, baş ve göğüsleri açmanın caiz olduğuna dair, delile dayalı fetvâ vermiş olmaları gerekir. Bunlar bulunmadığına göre, şurada veya burada İslâm'ın yasaklarını çiğneyen erkek ve kadınların bu davranışlarını delil kılmaya, bunları Kitap ve Sünnete göre değerlendirmek gerekirken, Kitap ve Sünneti bunlara göre yoruma tabi tutmaya kimsenin hakkı ve salahiyeti yoktur.



Erkeklerin başlarını örtmeleri gerektiğine dair hiçbir dinî talimat yoktur. Bu sebeple İslâm ulemâsı, baştan beri bunun caiz olduğunu söyleyegelmişlerdir. Mübah olan bir sâhada örf ve âdete, benimsenen âdâba uyulması tabiîdir. Bu sebepledir ki, fukahâ, erkeklerin başlarını açmalarının saygısızlık olarak kabul edildiği bölgelerde, namaz kılarken başın örtülmesi gerektiğini, böyle bir telakkinin bulunmadığı bölgelerde, namazın açık baş ile kılınabileceğini ifade etmişlerdir. Kadınlara gelince, Kaynak: Köprü dergisi, sayi 84, 2003
da sıralanan delillere dayanılarak baştan beri kadının başını örtmesinin bağlayıcı bir dinî emir olduğuna hükmedilmiş ve bu hüküm uygulanmıştır. Bu bir inkılâb hükmüdür, örfü, âdeti devam ettirmeye değil, değiştirmeye yöneliktir, değişebileceğine dair hiçbir delil ve görüş mevcut değildir.



Kaynak: Köprü dergisi, sayi 84, 2003
 
İffetini Koruyana Cennet Var

İffetini Koruyana Cennet Var

İffetini Koruyana Cennet Var



Allah Tealâ kullarını dünyaya tertemiz gönderir ve orada iffetli yaşamalarını ister.



Gözlerini dünyaya açtıklarında nasıl saf ve su gibi berrak iseler, gözlerini dünyaya kapadıkları zaman da, elbiselerine bulaşan çamurlardan arınmış olarak kendisine tertemiz dönmelerini arzu eder. Hem nesillerinin hem de yaşadıkları toplumların bozulmaması için iffetli yaşamalarını gerekli görür.



Büyük ödüller



Bir şey daha var. Allah Teâlâ kullarını günahtan kıskanır. Buradaki kıskanma ifadesi Peygamber Efendimize aittir. Kullarının günah kirinden uzak kalmasını Cenâb-ı Mevlâ’nın ne kadar çok istediğini bize anlatmak için böyle söylemiştir. Ailesinin iffetine düşkün bir insanı, onlardan birinin iffetini zedelemesi nasıl perişan ederse, bir kulun günah batağına düşmesi de Cenâb-ı Hakk’ı pek üzer.



Allah Teâlâ kullarına zinayı işte bu sebeple yasaklar; kötülüklerin açığını ve gizlisini onlara bu sebeple haram kılar (Buhârî, Küsûf 2, Tefsîr 6/7, Nikâh 108; Müslim, Liân 17, Tevbe 33).



Yüce Rabbimiz erkeklerin ve kadınların, gözlerini haramdan korumalarını bunun için emreder (Nur 24/30-31).



İffetini koruyanların kurtuluşa ereceklerini, cennetlerde ikramlara nâil olacaklarını bildirirken (Mü’minûn 23/5; Meâric 70/29), onları günahlardan uzak tutmayı hedef alır.



İffetlerini koruyan erkekleri ve kadınları bağışlayacağını ve onlara büyük bir ödül hazırladığını haber verir (Ahzâb 33/35).



Allah Teâlâ’nın kullarını bu kadar çok sevmesi, onları günah kirinden korumak için Kur’ân-ı Kerîm’inde zaman zaman böyle vaatlerde bulunması ne kadar sevindiricidir.



Baba şefkatiyle



Kur’ân-ı Kerîm’in ilk müfessiri olan Peygamber Efendimiz, iffeti korumaya teşvik eden âyetleri, yavrusunu kötü davranıştan sakındıran bir baba şefkatiyle açıklamış, kadınlara, erkeklere, gençlere bu konuda ayrı ayrı öğütler vermiştir:



“Bir kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, iffetini korur, bir de kocasına itaat ederse, ona ‘Haydi, cennetin hangi kapısından istersen gir’ denilir” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 191; Elbânî, Sahîhu’t-Tergîb ve’t-terhîb, II, 411-412, 618).



Bu hadîs-i şerif; bizim iffet timsâli analarımız, bacılarımız, kızlarımız için ne güzel bir müjdedir!



Kâinâtın Efendisi erkek kadın ayırımı yapmadan bütün ümmetine verdiği bir başka müjdede şöyle buyurur:



“Siz bana altı şeyi garanti edin, ben de size cennete girmeyi garanti edeyim:



Konuştuğunuzda doğru söyleyin.



Va’dettiğiniz zaman va’dinizi yerine getirin.



Size bir şey emanet edildiğinde emanete riâyet edin.



Allah’ın yasakladığı günahlardan uzak durmak suretiyle iffetinizi koruyun.



Harama bakmaktan sakının.



Ve elinizi haramlara dokunmaktan koruyun (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 323; Elbânî, Silsiletü’l-ehâdîsi’s-sahîha, III, 454, nr. 1470).



Böyle bir müjdeyi, Kureyşli gençlerin şahsında ümmetinin gençlerine şöyle verir:



“Kureyşli gençler! İffetinizi koruyun; zinadan uzak durun. İffetini koruyana cennet var!” (Hâkim, el-Müstedrek [Atâ], IV, 398; Elbânî, Sahîhu’t-Tergîb ve’t-terhîb, II, 618).



Nefis meydan muharebesi



Hayat gerçekten bir mücadeledir; bir savaş meydanıdır. Bu savaşın en çetini de iç dünyamızda meydana gelmektedir. Bir yandan kulunun iffetli olmasını isteyen Allah Teâlâ, öte yandan onun nefsini günaha meyilli yaratmış, çeşitli organlara da bu zaafı besleme ve onu günaha doğru itme özelliği vermiştir. Peygamber Efendimiz bu hali şöyle ifade buyurmuştur:



“Gözün zinası bakmak, kulağın zinası dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası tutmak, ayağın zinası yürümektir. Nefis zinayı isteyip arzu eder; üreme organı da bu isteği ya gerçekleştirir veya reddeder (Buhârî, İsti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20-21; Ebû Dâvûd, Nikâh 43). Neden böyledir? Çünkü insanın imtihan olması ve “Nefis meydan muharebesini” kazanması gerekmektedir. Cennet, bu savaşı kazanan yiğitlerindir.



Resûl-i Ekrem Efendimize, insanı cehenneme en çok sürükleyen şeyin ne olduğunu sordular, o da bunun “ağız ve cinsel organ” olduğunu söyledi (Tirmizî, Birr 62; İbni Mâce, Zühd 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 392, 442).



Ağız; Allah’ı zikretmek ve güzel sözler söylemek suretiyle insana cennetin yolunu açtığı gibi, konuşulmaması gereken şeyleri telaffuz ederek onu cehenneme de sürükleyebilir.



Öte yandan helâliyle beraber olmak insana sevap kazandırdığı halde (Müslim, Zekât 53), bu duygunun harama âlet edilmesi insanı cehenneme götürebilir.



Evlenmeli, evlendirmeli



İnsanların nefislerine uyup günah uçurumuna kolayca sürüklendiği devirler olmuş, ardından da ya yere batarak veya taş kesilerek bunun cezasını çekmişlerdir. İçinde yaşadığımız zaman dilimi günaha kolayca sürüklenme bakımından eski devirleri aratmayacak durumdadır. Onun için yavrularımızı bu felâketten korumanın yollarını bulmalıyız. Öncelikle onlara zinanın insan için bir felâket olduğunu anlatmalı ve onları evlenmeye teşvik etmeliyiz.



Çünkü iffetini korumanın en iyi yolu evlenmektir. Evlilik, Efendimizin ifadesiyle imanın yarısını mükemmelleştirmektir. Geri kalan yarısını güzelleştirmek için de Allah’a karşı gelmekten sakınmak gerekir (Taberânî, el-Evsat, VII 332, VIII, 335; Elbânî, Silsiletü’l-ehâdîsi’s-sahîha, II, 199).



Evini geçindirecek kadar maddî güce, eşini mutlu edecek kadar beden sağlığına sahip olanlar evlenmelidir. Evlenecek parası olmayanlar ise, evleninceye kadar oruç tutmalıdır. Çünkü oruç insanı günaha düşmekten korur (Buhârî, Savm 10, Nikâh 2, 3; Müslim, Nikâh 1, 3).



Öte yandan evlilik kolaylaştırılmalıdır. Evlenmeden önce şu da alınsın, bu da olsun demenin yanlışlığı görülmeli ve bu hastalık terk edilmelidir. En bereketli, en hayırlı evliliğin, maddî sıkıntısı az evlilikler olduğu unutulmamalıdır (Ebû Dâvûd, Nikâh 30, 31).



Bir de evlenmek isteyip de buna imkân bulamayanlara gerektiğinde maddî imkân sağlamak, gerektiğinde aracı olmak suretiyle yardım etmelidir. Yavrularımızın iffetinin her şeyden daha önemli ve öncelikli olduğu göz ardı edilmemelidir.



İffetin güzellikleri



İffetli olan kimse yaşarken de öldükten sonra da Allah’ın rızâsını elde eder.



Etrafındaki insanların sevgi ve saygısını kazanır.



Cenâb-ı Hakk’ın kendisine emanet verdiği organları yerli yerinde ve yaratıldığı maksada uygun şekilde kullanır.



Hem kendi soyunun hem beraber yaşadığı insanların soylarının temiz kalmasını sağlar.



İffetli insanlardan meydana gelen toplumda zinanın doğurduğu korkunç hastalıklar görülmez.



İffetli insan, Allah’ın haram kıldığı kötülükleri düşünmeyeceği için kalbinin sağlığını korumuş olur ve böylece mâneviyat basamaklarını daha kolay tırmanır.



Görüldüğü gibi iffet, insanın sahip olması gereken büyük bir zenginliktir. Kendimiz için, ailemiz için, hatta bütün mü’minler için Allah’tan iffet niyaz edelim ve iffetli kalmak için Peygamber Efendimizin yaptığı gibi Mevlâmıza şöyle dua edelim:



“Allâhümme innî es’elüke’l-hüdâ ve’t-tükâ ve’l-‘afâfe ve’l-gınâ: Allahım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim”. (Müslim, Zikir 72)



Kaynak: Altinoluk dergisi, 11/2004
 
Kur’ân’da, Fert, Aile ve Toplum Ahlâkı

Kur’ân’da, Fert, Aile ve Toplum Ahlâkı

Kur’ân’da,

Fert, Aile ve Toplum Ahlâkı



Kur’an’da ahlak, nazari ve ameli boyutuyla birbirinin ayrılmaz parçası olarak görülmüş ve iç içe incelenmiştir. Bir başka ifadeyle, Kur’anda ahlak, soyut bir kavram ve bilim konusu değil, hayata uygulanması gereken değerler manzumesi olarak sunulur. PRATİK AHLAK’la ilgili olarak Kur’an’da fert, aile sosyal ve siyaset ahlakı ile ilgili çok geniş malzeme ve esas bulmaktayız.



1. Ferd Ahlakı: Kur’an, sosyal duruma verdiği önem nispetinde ferd varlığına da değer vermiştir. Ayetler ve ayet gruplarının emir, nehiy, teşvik ve sakındırma bakımından ferde yönelik kaide, telkin ve göndermeleri çoktur. Zira bütün bir sosyal yapı fertlerle ayakta durur, yükselir veya alçalır. Kur’an, ferdi ıslah edip geliştirirken doğruluk, takva, tevbe, şükür, ihlas, sabır ve sebat, hilim, iffet, çalışma, güzel söz, iyi iş gibi olumlu ahlaki değerlere sevkeder ki İslam ahlakçıları bu olumlu niteliklere “münciyat” – kurtuluşa götüren – davranışlar derler. Buna karşın ferdi yine ıslah edip geliştirirken onu güzel ahlaktan alıkoyan yalan söyleme, ölçüsüz hayat (sefahat, tuğyan, nankörlük, israf, cimrilik), ölçüsüz davranış (ümitsizlik, başa kakma, buğz, taşkınlık, kibir ve büyüklük taslama, fuhuş ve zina) gibi olumsuz ahlaki değerlerden de alıkoyar ki İslam ahlakçıları buna “mühlikat” – helâka götüren davranışlar – derler.



Kur’an, ferdin görevlerini çeşitli ayetlerde hatırlatmış ve bunları yer yer tarif ve tahlil etmiştir. “Ey iman edenler, nefislerinizi düzeltmek üzerinize vacibtir” (Maide, 5/105) ayetinde her ferdin kendine karşı vazifelerini bilip yapması istenmiştir.



Kuran-ı Kerim’de ferdin beden ve ruh yapısının korunmasını, geliştirmesini zaruri bir vazife saymıştır. Kur’an, temizliğin önemini “Allah temiz olanları sever” (Tevbe, 9/108) ayetiyle açıklarken, iç veya ruh temizliğinin yanı sıra, beden, yiyecek, giyecek, mesken ve çevre temizliği üzerinde durarak temizliğin faydasını ve güzelliğini, buna karşılık pisliğin zararlarını ve çirkinliğini çeşitli benzetme ve kıyaslamalarla anlatmaktadır.



2. Aile ahlakı: Kur’an, aile ahlakıyla ilgili sağlam ölçüler koyar ve çeşitli tavsiyelerde bulunur. O, sosyal birliğin en üstün ve en sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, dayanışma, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek aile kurumuyla korunmasını ve sürdürülmesini hedef alır. Ailenin dünya hayatının düzeninde olduğu gibi, ahiret hayatında da önemi vardır. İyilerin erişecekleri saadet ve Cennet müjdelenirken onların yanında atalar, zevceler ve soylarından salih olanların bulunacağı, buna karşılık Cehenneme girerken hüsrana uğrayanların kendilerini de ailelerini de ziyana uğratacakları haber verilmiş, sevap ve azapta ailenin rolüne işaret edilmiştir. “Ey inanlar, kendinizi ve ailenizi ateşten koruyunuz” (Tahrim, 66/6) emriyle ailenin korunması ve yüceltilmesi istenmiştir.



Kur’an’da evlilik, ebedi bir akd, ağır ve sorumluluk isteyen bir anlaşma olarak tanıtılır (Rum, 30/21; Nisa, 4/20-21) ve eşlerin aile kuruluşunda, evlilikte ve anlaşmazlıklarda karşılıklı görevleri hatırlatılır. Evlilikte gaye, neslin devamı ve çoğalması (Bakara, 2/223; Nahl, 16/72) olduğu gibi, şehvet kuvvetinin de kontrol altına alınmasıdır. Kur’an’da, eşlerin birbirine karşı yakınlıkları açıklanırken, birbirleri için elbise oldukları (Bakara, 2/187) istiaresine yer verilmiştir.



Kuran-ı Kerim’e göre erkek, evin idarecisi, bakıcısı ve hakimidir. Ev içinde ve dışındaki ağır yükümlülükleri sebebiyle kadınlar üzerinde kaimdirler. (Nisa, 4/34) Ailede kadın ve erkeğin belirli hak ve yükümlülükleri vardır. Evin idarecisi olarak görev yapan erkek hanımına karşı iyi davranmak durumundadır. Kadın da ilk etapta iffet ve namusunu korumakla yükümlüdür.



Kur’an’da anne-babanın çocuklara karşı görevler de belirtilmiştir. Onları sevmek ve değer vermek, onlara bir emanet ve denenme – imtihan vesilesi gözüyle bakmak, yetişmeleri ve eğitimleriyle ilgilenmek, dünya ve ahiret tehlikelerinden korumak gerekmektedir.



Anne baba iyiliğe layık kişilerdir. Kur’an, Allah’a ibadetten hemen sonra anne ve babaya iyiliği emretmiş, onları iyilik ve yardım edilmesi gerekenlerin en başında saymıştır. (İsra, 17/23-24; Bakara, 2/215; Nisa, 4/36; Nahl, 16/151; Lokman, 31/14; Ahkaf, 46/15, 17-18) Anne-babaya iyilik ve itaatin yanı sıra, kötülük yapmaktan kaçınmak ve onların öğütlerini dinlemek gerekir.



Kur’an, çekiştirme, çekememezlik ve anlaşmazlıktan uzak, yardımlaşma ve dayanışmayı esas alan bir kardeşlik ahlakını hedeflemektedir. Ayrıca, akrabalık görevini yerine getirenleri övmüş, aile çevresiyle ilgiyi kesmeyi münafıklık ve fasıklık olarak nitelemiştir. (Bakara, 2/27; Ra’d, 13/21, 25; Muhammed, 47/22) Akrabaya ve çevremizdekilere, manevi yardımla birlikte maddi yardımda bulunmak da gerekmektedir: “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver!” (İsra, 17/26; Rum, 30/38) mealindeki ayetlerde yardım, kesin bir emir halinde yer alan, ahlaki zorunluluktur.



3. Toplum ahlakı: Kur’an-ı Kerim, bir yandan insan ve onun yeryüzündeki halifeliğinden bahsederek, ferdin üstünlüğüne yer verirken (En’am, 6/165; A’raf, 7/10, 24; Hud, 11/61; Enbiya, 21/105; Nur, 24/55) diğer taraftan, toplumun önemine ve gereğine değinerek, ahlaklı ve ideal bir toplumu gerçekleştirme yollarını belirler. Müslüman toplum, belli ahlaki görevlerle yükümlü, seçkin ve şerefli bir ümmettir. İnsanlar birbirini tanıyabilmeleri için, millet ve kabilelere ayrılmışlardır. (Hucurat, 49/13; Bakara, 2/143; Al-i İmran, 3/110)



Kur’an, topluma ve toplum hayatına büyük önem verir. Birlik olma, tefrikaya düşmeme, dağılmama ve toplum ahlakını kurma önemli esaslardır. “Birlikte, Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; birbirinizden ayrılmayın… Sizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun.” ve “Ey inananlar, hayırlı işlerde birbiriniz ile yarışın.” (Al-i İmran, 3/103-104; Bakara, 2/148) ayetlerinde bu esaslar görülmektedir. Yani Kur’an, ferdi sorumlulukları hatırlatırken hemen toplum gerçeğine yönelmektedir.



Ferd, topluma karşı bir takım görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Bu görevler adalet ve ihsan kavramlarına indirgenebilir. Kur’an, adaleti “adl”, “kıstas” ve “mizan” sözcükleriyle ifadelendirerek uygulanması gerekli bir ahlaki davranış olarak emreder. “De ki, Rabbım adaleti emretti” (Hadid, 57/25), “Gerçekten Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor” (Nahl, 16/90) ayetlerinde ilahi ölçülere uygun şekilde, her şeyi yerli yerine koyarak, herkesin hakkının verilmesi istenmektedir. Kur’an, adaletin, sözde, hükümde, muamelelerde, ailede ve çevrede ortaya çıkmasını ve uygulanmasını talep eder. (En’am, 6/152; Nisa, 4/3, 58,127, 129, 136; Bakara, 2/282; Maide, 5/8, 42, 95, 106; Rahman, 55/7-9)



İhsan ise, bir işi her yönüyle güzel yapmaktır. O, dünya ve ahirette insana hayır ve kurtuluş sağlayan, ecri büyük bir davranıştır. Onu bir ticaret benzetmesiyle ifade edecek olursak, adalet sermaye, ihsan ise kar hükmündedir. “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de iyilik et” (Kasas, 28/77), “İyilik ediniz; çünkü Allah, iyilik ve ihsanda bulunanları sever” (Bakara, 2/195) ayetleri ihsanı emretmektedir. İhsan, öfkeyi yenme, affetme, secde, sabır, takva ve cihad konularında beliren ve övülen bir özelliktir. (Al-i İmran, 3/134; Maide, 5713; A’raf, 7/161; Hud, 11/115; Yusuf, 12/90, Ankebut, 29/69) Onun uygulama yerleri, kısas, talak, anne ve baba olmak üzere toplumu ve aileyi içine alan sahadır. (Bakara, 2/83, 178, 229, Nisa, 4/36;En’am, 6/151; İsra, 17/23)



Toplumda fertlerin birbirine karşı görevleri emirlere uyma yasaklardan kaçınma şeklinde belirir. İyiliği emir-kötülüğü nehiy, yardımlaşma, affetme, güvenilir olma, sözünde durma, birlik, sevgi ve kardeşlik, nazik olma, kibar davranma gibi hususlar Kur’an’da belirtilen ve istenen ahlaki emirlerdir. Buna karşılık, öldürme, hırsızlık, aldatma ve haksızlık, hıyanet, zulüm ve fesad, gıybet ve alay da ahlakı nehiyler veya yasaklardır. Bize düşen, gerek ferdi hayatımızda, gerekse aile ve toplum alanında olsun, Kur’ân’ın öngördüğü ahlakî güzellikleri yaşamak, nehiylerden kaçınmak olacaktır.



Kaynak: Altinoluk dergisi, 10/2004
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks