Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İskender Pala: Divan şiirinden müstesna beyitler

ozkanalbay

New member
Katılım
4 Ara 2006
Mesajlar
103
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Bana sık sık sorarlar; en beğendiğiniz şiir kimindir, en çok hangi şairi seviyorsunuz, sizin müstesna beytiniz hangisidir vs. Divan şiiriyle uğraşınca öyle bir çırpıda sayılıverecek kadar değildir sevdiğiniz manzumeler.


Hele öyle beyitler vardır ki bir şiirin diğer beyitleri içinde, yıldızlar arasında dolunay gibi parlak dururlar. Bunun için Divan şiirinde sevilen şiirlerin veya beyitlerin sayısı olmaz.



Fuzulî’nin gazellerini, Nef’î’nin kasidelerini, Bakî’nin mersiyesini, Ruhi ve Ziya Paşa’nın terkib-i bendlerini, Nedim’in müstezad ve bazı şarkılarını, Galib Dede’nin tardiyelerini ve na’tlarını herkes gibi ben de çok severim. Perakende şiirler söz konusu edildiğinde Ahmet Paşa’nın “Gül yüzünde göreli zülf-i semen-sây gönül” murabbaını, Rasih’in “Süzme çeşmin gelmesin müjgan müjgan üstüne” dizesiyle başlayan gazelini, Osman Nevres’in “Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül” nakaratlı şarkısını okumayı ve hatta bestelerini dinlemeyi pek severim. Beyitlere gelince; ben bunları ikiye ayırıyorum: Nükteli olanlar ve hikmetli olanlar.

Nükteli olanlar, şairin zekasındaki zarafeti göstererek insanı hayrete düşürür. Mesela, “Zâhid bu bürûdetle eğer dûzaha girsen / Bir lü’le duhân yakmağa ateş bulamazsın” beytini akledip söylemek için yalnızca şairlik yetmez. Suratından düşenin bin parça olduğu soğuklukla birini cehenneme gönderip oranın ateşini hepten söndürtmek gibi bir hayal herhalde sıradan bir zekanın ürünü olamaz. Yahut, “Ayıttı ol peri bir gün düşüne girüren bir şeb / Sevincimden nice yıllar geçipdür görmedim uyku” diyen Zatî’nin ‘Lütfedip bir gece rüyana gireceğim diyen sevgilinin bu vaadine sevinmekten uyku uyuyamayan’ tavrına mübalağa zekası mı, yoksa zeka mübalağası mı demekte tereddüt edersiniz. Hele şu beyitte ‘Ey yüce Rabb’im! Benim yerime amel defterimi yakıver!’ diyen meçhul şairin samimi münacaatına ne demeli: “Bakma yâ Rab sevâd-ı defterime / Onu yak âteşe benim yerime”.

Ben beyitlerdeki hikmete de bayılırım. İnsan bu tür beyitleri sık sık okumalı bence, kendi kendine tekrarlamalı. Çünki bunlar birer tarz-ı hayat (yaşam biçimi) olarak her gün dünyamızı kuşatıyor. İşte buyrun, Basirî, kadının erkeğe, yaşlının gence, bir okun yaya ihtiyacı gibi her daim insanların birbirlerine muhtaç olduklarını söylemiş: “Zen merde cüvân pîre kemân tîrine muhtac / Eczâ-yı cihân cümle biribirine muhtac” Ziya Paşa’nın hikmetli beyitleri ünlüdür. Der ki bir tanesinde: “Nîk ü bed herkes bulur âlemde bir gün ettiğin / Kendi çekmezse cezâ mîrâs kalır evlâdına” Yani şöyle demek; ‘İyi yahut kötü, bu dünyada ne edersen onu bulursun. Hatta karşılığını sen görmesen bile evladına miras kalır.’

Bir de berceste mısralar vardır, okuduğunuz an çarpılırsınız hani. Yunus Emre hazretlerinin sehl-i mümteni ayarındaki mısraları gibi. Nitekim buyurur: “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” Haydi buyrun… Bu dizeyi günde elli kere okusanız elli kere ferahlarsınız. Yalan dünyanın ardına düştüğümüz ölçüde kafamıza dank etmesi gereken bir dizedir bu ve dünyalıklar için çırpındığımız kadar gönlümüzdeki daralmanın artacağını söyleyip durur. Gönül darlığından kurtulmak için bu dizeden daha hikmetli bir öğüt, bize göre, ya hadis, ya ayet olabilir. Yenişehirli Avni Bey’in şu duası da hikmet bakımından ne derece zengindir: “Mâni-i rızk olanın rızkını Mevlâ kessin”.

Divan şiirinde güzellikler harman harmandır. Aradığınız renk ve deseni mutlaka bulursunuz. Yeter ki onu arayın…




BERCESTE

Biz bu ilden gider olduk kalanlara selam olsun

Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun

Yunus




Son mektup

Sevgili okuyucu!.. Okuduğun şu yazıları kağıtlara kalem ile yazdığım zamanlara rastlıyor ilk aşinalığımız… Belki sen daha bebektin… Sonra yıllar su gibi aktı, araya daktilo girdi, bilgisayarlar girdi. İyi günde ve kötü günde eski zamanlara dair, tarih, şiir, sevgi ve dostluk üzerine hep söyleşmeye çalıştım seninle. Sancılar çektim müşterek benliğimizi keşfetmek adına ve krizler yaşadım kadim tarih sayfalarının ortak hatıralarını yeniden paylaşmak, geçmişten geleceğe ilhamlar taşımak için. Bu süre içinde ben seni hakikatli bir ayak direyişle sevdim, gerçek bir dost, bir anne, baba, evlat, kardeş misali kendime yakın buldum, yakınım saydım. Senin de beni kabullendiğini, söyleyeceklerime dikkatle kulak verdiğini bilerek yaptım bunu üstelik. Benim klavyenin başında ağladığım yazıları sen de okurken ağladın, ben gülerken de sen güldün. O yüzden kolay değil şimdi “Allah’a ısmarladım!” demek, kolay değil gözdeki nemi silmek.

Her neyse, sözü kısa kesmek gerek:

Dile kolay… Tam on beş yıl… Her şey sıradanlaşmaya; cümleler, sözler, yazılar birbirini tekrara başladı. Artık susmak veya başka bir şekilde, başka bir zamanda konuşmak gerekiyor. Bunun için ayrılıyoruz. Ve giderken eşiğine yüreğimi bırakıp da gidiyorum.

Biliyorum çok zor bunları söylemek, bu satırları yazmak kadar zor… Cümlelerimi onlarca kez değiştirip belki yüz kerre bozup yeniden yazmam işte bundan. Hayatımın bu en zor yazısını yazarken beni anlayışla karşılayacağını biliyorum ey okuyucu.

Mahabbet, meveddet ve uhuvvetle Taala’ya emanet ol ve’s-selam!...
 

ozkanalbay

New member
Katılım
4 Ara 2006
Mesajlar
103
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
İskender Pala: Ateşler içinde

İskender Pala: Ateşler içinde

XVIII. yüzyılın ünlü şairi Şeyh Galib, belki de bütün divan şiiri macerası boyunca ateşten en çok bahseden ve aşkı bir ateş ile izaha çalışan yegane adamdır.

Bir yandan İstanbul ufuklarını yalayıp yok eden yangınlar görmüş, diğer yandan Mevlânâ’nın aşkı izah ederken özetle söylediği “Hamdım, piştim, yandım” vetiresinden ilham almış ve sonuçta tasavvufî düşüncelerini ateş ve yanma üzerine teksif ile söylediği beyitleri de alev alev tutuşturmuş, okuyucunun yüreğini de yakmıştır. Ünlü eseri Hüsn ü Aşk’ta Benî Mahabbet (Sevgioğulları) obasını tavsif ederken,

Giydikleri âfitâb-ı temmûz

İçtikleri şu’le-i cihân-sûz

Erzâkları belâ-yı nâgâh

Ateş yağar üstlerine her gâh



diyecek derecede ateş ile ünsiyet peyda etmiştir. Dediğine göre o kabilede herkes “Temmuz güneşini giyerler, cihanı yakan ateşi içerler. Erzakları apansız geliveren belalardan ibaret ve üzerlerine her an ateşler yağmakta...”

Galib Dede ve Efendim dediği Mevlânâ’ya göre neydeki yanık nağmeler aslında birer hava değil ateştir ve o ateşi tadmayanlar aşktan behremend olamazlar. Aşk ateşi, kalpte hararetin artmasıyla tutuşan ve insanın bütün benliğini yangınlara veren değerli bir varlıktır ve gönlünde bu ateşi taşımayanlar hiç yaşamamış sayılsalar yeridir. Nitekim tasavvufa göre insan ateşin sınavından geçerek arılık kazanır ve aslı nur olan melekler derecesine ancak ateşten sonra yükselir.

Ateş, evrenin kurucu unsurlarından (anasır-ı erbaa) biri, belki birincisidir. Toprak, hava ve su aslında ateşi de içeren, yahut ateş ile değişen ögelerdir. Bu yüzden tabiatta hızla değişen pek çok şey ateş kullanılarak dönüştürülür, yahut ateş ile terbiye edilir. Sanayide kağıttan kumaşa, çelikten kuartza kadar hemen her alanda ateş tam bir dönüştürücü ve terbiyeci olarak görülür. Havayı, suyu ve topraktaki maddeleri değiştiren de hep ateştir. Demiri işlemek de, yemeği pişirmek de ateş iledir.

Ateşin maddeleri ayrıştırması veya hall ü hamur etmesi özelliği onu yüksek mertebelere çıkarır. Nitekim insanın maddesi ile manasını da birbirinden ateştir ayıran. Yine ateştir ki insanı acılar, ayrılıklar ve azablarla harmanlayıp pişirebilir. Sonuçta kirlerinden arınan insan İlahi tecellilere hazır hale gelir. Bu hâlin devamında insan semenderleşir ve ateşte yanmaz olur, belki ateş onun için bir lezzete dönüşür. Değil mi ki bütün azabların sonunda lezzete çıkan bir kapı bulunur...

Ateş, şeytanın yaratıldığı madde olmak bakımından da insan nefsinin imrendiği bir varlıktır. O yüzdendir ki ham insan şeytanî konulara daha fazla meyleder, ama aşk ateşi ile yandıkça varlığındaki ateş ihtiyacını giderir ve Rahmanî’liğe yönelir, insan-ı kâmil olur. Bu bakımdan ateş mahremdir, kalbimizde yaşar. Gizlidir, çünkü maddenin içinde ya potansiyel olarak veya cevher olarak mevcuttur. Alevleriyle oynamak isteyenlerden mutlak itaat ister, yaktıkça acı verir ama sonuçta mürebbiyeliğini de icra eder. Allah’ın Celal ve Cemal sıfatları gibi.

Cehennemin ateş fikriyle izahı belki de ateşin temizleyiciliği üzerine bina edilmiş bir düşüncenin sonucudur. Mademki kirli olanlar cennete giremez, o halde Allah da kullarını kirlerinden arıtmak için cehennemi yaratmıştır. İbrahim’e karşı serin ve selamet olan (yani içinde yakmama vasfı da gizli olan) ateş, elbette O’nun emrine itaat için yakar ve bu yanış aşkın gereği bir yanış ise kişi dünyada cenneti yaşar. Çünkü ateşin yandığı yer gönüldür ve şamanın ateşe tutkusu da, zerdüştün ateşi kavramak isteyişi de aslında gönlü ele geçirme gayretinden öte değildir.

Gönül ki içinde ateş yanar, sakın onu avuç içi kadar yürek ile ölçüp bir kandil sanmayınız... Gönül ki bir ülkedir ve yangın bir uçtan bir uca bütün kentleri yalayıp yutmaktadır. İsterseniz bu yazıyı bir de ateş denizlerini gözünüzün önünden ayırmayarak okuyunuz; ta ki kendi yangınınızı ve ateşinizin cesametini görebilesiniz.



*** KIRK ÇEŞME

Kanunî Sultan Süleyman, şehri kavuran ateşlere bakıp da Kağıthane arkalarında gördüğü suları şehre getirtmek için Mimar Sinan’a sorduğunda Sinan usta,

- Çok pahalı bir iş hünkarım, ama iki yolu var, demişti. Ya halkı seferber edeceksiniz, ya da hazineden masrafı esirgemeyeceksiniz. Padişah masrafın ne kadar olduğunu sorunca da,

- Hünkarım, su on bir saatlik menzildedir, akçe keselerini uç uca dizerseniz şehre gelmesi mümkündür, cevabını verdi.

Kanuni bu cevabı abartılı bulmadı, bilakis gülümseyerek karşıladı:

- Hazinemden keseleri teker teker değil, çifter çifter dizeceğim, var işe başla.

Mimar Sinan, bu inşaatta tam dokuz yıl çalıştı ve yaptığı bendlerden şehirde tam kırk çeşmeden su akıttı.



***
BERCESTE

Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûybâr âteş

Semender-tıynetân-ı aşka bestir lâlezâr ateş

Şeyh Galib

Gül de, gül fidanı da, gül bahçesi de ve hatta o bahçeden akan ırmak da ateş kesilmiş yanıyor. Aşkın semender yaratılışlı erleri (âşıklar) için, zaten ateş de bir lale bahçesi olarak yeter...
 

ozkanalbay

New member
Katılım
4 Ara 2006
Mesajlar
103
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
İskender Pala: İlginç bir vak’a

İskender Pala: İlginç bir vak’a

Peçevi İbrahim Efendi ile Gelibolulu Âlî’den naklen özetliyoruz:


Kanuni dönemi alimlerinden Sahn müderrisi iken şeyhülislam hakkında Rüstem Paşa’ya yazdığı bir şikayet mektubunda devlet itibarına saygısızlık ettiği için padişah huzurunda azarlanarak azledilmiş bir Arapzade vardır. Bilahare Semiz Ali Paşa vezir-i azam olunca ilk icraatı bu Arapzâde’yi Mısır kadılığına tayin etmek oldu. Âlî’ye göre o gece olanlar şöyledir:

Divandan sonra saadetlü padişah hasodayı teşrif buyurup canlarının sıkkın olduğu belli olunca Yakup Ağa;

-Düşmanlarınız mahzun olsun; padişahımın ıztırabı nedir? diye sormuş ve hünkar hazretleri;



-Vezir ettiğiniz cahil huzurumuzu kaçırdı. Divanımızda azarlanmış bir gafile Mısır kadılığının verilmesini arz etti. İlk arzıdır, vermesek vezirlik şerefini ayaklar altına alırdık. Verdik amma kendimizi de Mısır ulemâsına rezil edeceğimizden korkuyorum. Bu adamın kabalığı orada bizim itibarımızı düşürür. Ne olaydı ki Allah vere ve sağlıkla Mısır’a varmaya, diye anlattılar.

Arapzade, evliyayı inkar edenlerden olup pek çok kişinin şimşeğini çekmiş idi. Peçevi’nin anlattığına göre;

- Ben ömrümde içki, zina, hırsızlık, halka tecavüz, yalan şahitliği, hakkı inkar vb. hiçbir büyük günah işlemedim. İyi hallilikle evliya olunsaydı ben olurdum, der dururmuş.

Malum İbrahim Gülşenî Halvetiye’nin Gülşeniye kolunun kurucusu olup Mısır’da medfundur. Arapzade yola çıkacağı vakit,

- İbrahim Gülşenî’nin kemiklerini çıkartıp yaktıracağım, davasına düşmüş.

Ne ki iş böyle olmamış. Arapzade gemi ile yola çıkmış. Âlî’den aktaralım:

Hikaye olunur ki gemi Rodos’a gelir ve oradan engine açılmak üzere iken Arapzade Kur’an-ı Kerim’den tefe’ül edip (fala bakıp) açtığı sayfada “Ve’n-Nâziâti garkan! (Nâziat suresi, 1)” ayeti gelince herkes derin bir korkuya kapıldığı halde Arapzade,

-Ayetin başındaki “ve” harfi birleştirme takısı (vasl vavı) olduğu için bu bizim Mısır’a vâsıl olacağımızın alametidir. Falımız hayırlı çıktı, dedi.

O sırada ilmiye sınıfından ve kadılardan yolculuk arkadaşları itiraz ettiler:

- Bizim arzumuz batıp boğulmaktan kurtulmaktır. Bu ayeti böyle tefsir etmek doğru değildir. Yolculuktan ya dönülsün, ya erteleyelim.

Arapzade bu fikirde olanları yanından kovdurttu. Geminin diğer yolcuları da çaresiz sustular. Ancak gemi engine açılır açılmaz hiç yoktan şiddetli bir fırtına çıktı. İkindi vakti olmasına rağmen ortalığa öyle bir karanlık çöktü ki göz gözü görmez oldu. Gemideki herkes kendi derdine düşüp sabaha kadar çalkanıp durdular. Gün ışıyınca fırtına diner ve yolcular bakarlar ki kalyonun reisliği (kaptan köşkü) yerinde yok. Ve tabii içindeki gemiciler, kaptanlar ve ona bitişik kamaralarla birlikte hatırı sayılır yolcular da denize uçup gitmişler.

Gelibolulu buradaki detayı Arapzade’nin çömezi Menteşeli Muhyiddin Efendi’nin oğlundan bizzat dinleyerek aktarır:

- Babam anlatırdı, Rodos adasına vardığımız zaman sancak beyi Hüsam Bey gelip Arapzade merhumla buluştu ve “- Burada birçok kere kerameti görülmüş, duası makbul Borazan Ali Dede derler bir aziz vardır, himmetini istemeyince gitmeyin.” dedi. Bu iş aslında Arapzade’nin itikadına aykırı olmakla beraber sancak beyinin gönlü olsun diye muîdine bir altın kurban parası verip, “-Bizi duadan unutmasınlar!” diye o azize yolladı. Çömez varıp da altını önüne koyarak dua rica edince o aziz iki ellerini havaya kaldırarak, “-Ruhu için Fatiha!” dedi. Çömez, ihtiyar galiba iyi duymadı, yahut ne dediğimi anlamadı diye aynı şeyi yine söyleyip dua isteyince Ali Dede yine aynı şekilde söyledi ve bu hal üçüncü kez tekrarlandı. Çömez Arapzade’den çekindiği için “-Hele görelim ne zuhur eder?” diye olup biteni kimseye söyleyemedi.

Öte yanda Arapzade denize açıldıkları vakit tefsir dersine başlar. Allah’ın hikmeti Nuh Tufanı bahsi rastlar. O anlatırken de karşıdan mendil parçası kadar bir bulut zuhur eder. O da bunu misal gösterip anlatmaya devam eder: “- İşte şu kadarcık bir bulut görünür ve arkasından âlem bir siyah perdeye bürünür… demeye kalmadan aynı dediği gibi olur, müthiş fırtına başlar ve ortalık kıyamete döner. İşte o hengamede Arapzade o gece kaybolur gider. Menteşeli çömez kurtulanlar arasında olup yıllar sonra Rodos’a gelip Borazan Ali Dede’yi bulur, ayaklarına yüz sürer. O da kendisine anlatır: “-Siz bize kurban bedeli getirdiğiniz vakit birden kendimi o gemide gördüm. Hz. Hızır eline bir keser almış geminin dört yanını delmedeydi. Neden böyle ediyorsun diye sordum; Arapzade’yi göstererek; “-Şu zalimin batıp boğulması murad olunmuştur!” dedi. Ya bu öbür müselmanlara yazık değil mi?” diye sorduğumda da “-İyi dedin!” diye elindeki keserle gemiyi bırakıp yalnızca reisliğin gemiyle bağlarını kopardı, gerisini bıraktı. İşte o vakit olacakları anlayıp siz dua isteyince “Ruhu için Fatiha!” demekle yetindim.

Evet!.. Hikayeyi tarihler böyle kaydediyor. Olanlar salt hakikat midir, menkıbe mi kestiremiyoruz. Ancak bu adamlar yaşamıştır ve Borazan Ali Dede, İbrahim Gülşenî’nin halifelerinden Abdi Halife’nin dervişi bir aziz zattır. Arapzade, evliyaya inanmasa da büyük bir alim imiş. Birçok kitaplar yazmışsa da vefatından sonra hiç çoğaltılmamış, hepsi tek nüsha olarak kalmış.

BERCESTE

Gün yüzün görmeyeliden ki günüm dün gibidir
Bana bin yılca gelir gerçi sana dün gibidir Karamanlı Nizami

Sultanım! Güneş yüzünü görmeyeli gündüzüm gece gibidir. Belki sana dün gibi gelir ama, (senden ayrılalı) bana bin yıl geçmiş gibi…
 

ozkanalbay

New member
Katılım
4 Ara 2006
Mesajlar
103
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
İskender Pala: Kendi kendisi olabilmek

İskender Pala: Kendi kendisi olabilmek

DÜN / BUGÜN

Toplumların birkaç yüzyılda bir kendilerini yeniden yapılandıran kırılma noktaları vardır. Tükenişin, inhitatın ve ataletin taze bir enerjiyle eski ivmesine yönlendirilmeye çalışıldığı bu dönüşüm çağlarında toplum mimarlarının anlayışları fevkalade önemli olur.

Batı dünyası Rönesans hareketiyle kendini yenilerken aydınlar antik Yunan ve Latin kaynaklarına döndü ve hiç komplekse kapılmadan kendi külleri üzerinde Kaknüs’ü yeniden uçurmayı başardılar. Daha sonraki yüzyıllar ise işte bu temel değerler üzerine bina olunacak bir dizi yenilikten ibaret oldu. Bizde Tanzimat ile başlayan yenilik hareketleri eskiye ait her şeyi inkar ve reddetmekle işe başladığı içindir ki eski medeniyet birikimlerinin gücünü hissetmeden sıfır noktasından sıçramanın zorluğu yaşandı.



Aynı yıllarda tıpkı bizim gibi bir tükenişin eşiğinde olan Japonya ise kendi medeniyet birikiminden ilham ile kendini yeni kimliğiyle üretti ve hakimiyetini sağladı. Hem Rönesans Avrupası hem de modern çağ Japonyası bu dönüşümü gerçekleştirirken eski medeniyet ve kültürlerini diriltmeye çalışmadılar; bilakis onu yeni bir anlayış ve bakış açısıyla yorumlamaya, yeni sentezlere varabilecek bir kültürel zemine çekmeye önem verdiler. Böylece günümüz Avrupa uygarlığı da, Japon uygarlığı da geleneksellik açısından asla kendilerini inkar etmediler, tam tersine Avrupa entelektüelleri eski Roma ve Latin kültür ve sanatından, Japon entelektüelleri de Comon, Asuka veya Nara çağı medeniyet birikimlerinden yararlandılar, geçmişlerini derinliklerine, kaynaklarına inerek araştırdılar, kendilerini yeniden ürettiler ve çağdaş anlayışlar ortaya koydular. Bu çağdaş bakış onların teknolojisine, sanatına, kültürüne, düşünce ve teknik alanlarına yansıyıp orijinal ürünlere dönüştü. Bizim rönesansımız sayılan Tanzimat ve uzantısı olan fikir akımları nedense hep geçmişimizi inkarla işe başladı ve haklı olarak bütün yeniliklere kapıları sonuna kadar açmakla gelişmeyi sağlamayı öngördü. Bu doğruydu, yeniliklere çabuk uyum sağlıyorduk da, nedense bu yeniliklerin kendi geçmişimize ait kültür ve sanat ile bağlantılarını kurmakta zorlanıyor; bu yüzden teknik alandaki başarılarımızı radikal köklere ulaştıramadığımız için de kayda değer bir gelişme ve ilerlemeden hep yoksun kalıyorduk.

Yıllar yılı söyledik, bir kez daha söyleyelim; geçmişi inkar ederek gerek kültür ve sanat, gerek edebiyat ve müzik gerekse teknik ve bilim alanında büyük atılımlar gerçekleştirmek zordur. Elbette klasik zamanlara dönüp oradaki hayatı kuru kuruya taklit ederek yaşamaktan söz etmiyoruz; hayır, biz geçmişi çağdaş bir anlayışla yeniden kurgulamaktan söz ediyoruz. Geçmişimizi anlayarak, irdeleyerek, özümseyerek içinden günümüze yönelik güzellikleri, anlayışları, uygulamaları damıtmaktan söz ediyoruz. Aydınlarımızın özgün fikirler ve eserler çevresinde buluşmaları ancak geçmişin ortak vicdanına sahip olmaktan geçer çünkü. Geçmişiyle yakınlık kuramayan aydınlardaki tarih özleminin ters teperek geçmişle hesaplaşma biçiminde tezahür etmesinin, -tarihi arka planı ıskalamak yüzünden- aslında onların eserlerine bir kısırlık yahut sığlık olarak yansıdığı muhakkaktır. Batı kültürünü körü körüne taklit etme hastalığının asıl sebebini de galiba bu anlayışta aramalıdır.

Kendine ait olanı inkar ile başkasına ait olana kapılanma... İşte yüzyılları aşacak şah eserlerin (opus magnum) ve kalıcı olacak büyük bir medeniyetin önündeki yegane engel... İnsana pek çok şey olmadan evvel, “kendi” olmak gerekir çünkü!..

Çevreci bir anlayış

Osmanlı yüzyılları boyunca bütün seyyahların ittifakla yazdıkları konulardan biri, atalarımızın çevreyi ve tabiatı koruma hassasiyetidir. Çünkü onlar, bırakınız bahçelerindeki bir ağacı kesmeyi, kamuya ait yerlerdeki ağaçlara da kimseyi dokundurtmazlarmış. Tarihimizde bir çınar ağacı bazen bir mahallenin merkezi, bazen de bir dükkanın veya evin içinden dalları uzanan bir aile ferdidir. O çağlarda, mesela sahipsiz bir arazideki fidanların çevresini hasırla sarılmış olarak görmek mümkündür. Hani soğuk vurmasın diye... Yine bir binanın güneş duvarında bir kuş evi varsa kimse buna şaşırmaz; çünkü atalarımız kuşları, köpekleri, kedileri pek severmiş. Öyle ya, kuşları barındırmak, beslemek bir bereket anlayışının kapısından girmektir. Batı’da hayvan koruma dernekleri kurulmadan yüzlerce yıl evvel İstanbul sokaklarında sık sık kedileri ve köpekleri, ciğerci yahut sakatatçıdan aldığı parçalarla doyurmaya çalışan adamlara rastlanırmış. Belki de bu yüzdendir, eski gravürlerde seyyar ciğercilerin peşinden bir sürü kedi ile köpek hoş bir geçim ile yürüyüp gider.

Bugün mü? Köpeklerden ürküyoruz artık. Kediler pejmürde, sokaklarda uyuz oldular. Güvercinler için buğday parayla satılıyor. Kuşlar, bırakınız kuş evlerini şehre bile giremez durumdalar. Leylekleri ise yalnızca sürüler halinde gökyüzünde görebiliyoruz. Balıklara gelince; onlara ekmek kırıntılarından çok olta atıyoruz.

BERCESTE

Bil illeti kıl sonra müdâvâta tasaddî

Her merhemi her yâreye merhem mi sanırsın?

Ziya Paşa

(Önce hastalığı teşhis eyle; ancak ondan sonra deva için çareler ara. Her merhemi her yaraya iyi gelecek sanırsan aldanırsın!..)
 

ozkanalbay

New member
Katılım
4 Ara 2006
Mesajlar
103
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
İskender Pala: Huzur dersleri

İskender Pala: Huzur dersleri

DÜN / BUGÜN

Ramazan bereketi denir ya, işte tam da ondan bahsedeceğiz.

Bilmem farkında mısınız; artık ramazanlar pek çok toplantıya, görüşmeye, konferans ve etkinliğe zemin hazırlıyor, çeşitli kuruluşlar özellikle kültürel etkinlikler düzenlemek açısından neredeyse birbirleriyle yarışıyorlar.


Eskiden yalnızca büyük şehirlerde düzenlenen bu tür programların gitgide Anadolu kasabalarına kadar yayılması doğrusu entelektüel birikimlerin paylaşılması açısından hayli yararlı da oluyor. Keşke bu toplantılara masanın her iki yanından da daha çok insan katılabilse; daha çok bilgi ve kültür akışı sağlanabilse.



Lüks otellerde verilen iftar yemekleri bahsi var bir de. Kültürel amaçtan ziyade bir dost ağırlama faslı gibi. Buna da elbette ihtiyaç var, illa ki bu tür lüks sofralarda iftar etmek herhalde fakir fukaranın da hakkı olsa gerektir.

Anlattıklarımızın paralelinde geçmişe bakacak olursak Osmanlı entelektüellerinin ramazana has toplantıları içinde huzur derslerini en ön sırada görürüz. Osman Gazi zamanında başlayıp Murad Hüdavendigar’ın tertibiyle resmileşen ve her ramazanın ilk sekiz gününde icrası gelenek haline gelen huzur derslerinde şeyhülislam ile onun seçtiği 8-10 kadar alim bulunur, bunlardan birisi (genellikle ulemâdan olur) bir sureden ayetler okuyup meal ve tefsirini verir, sonra da meclistekiler (bunlar da müderrislerden seçilir) sorular sorarak meseleyi müzakere ederlerdi. Öğle namazıyla ikindi arasında ve hünkar huzurunda icra edilen derslerin katılımcıları her gün ayrı kişilerden seçilebilirdi. Müzakerecilere üç aylar başlangıcında ders konusu ve katılım günleri habe r verilir, böylece hazırlıklı bir toplantı icra olunurdu. En son huzur dersi Halife Abdülmecid huzurunda 1924 ramazanında yapılmıştır. Huzur derslerinin sonunda padişaha dualar edilir, o da alimlere hatırı sayılır hediyeler verirmiş.

Atalarımız huzur derslerine özenerek halk arasında da toplantılar tertip etmişlerdir. Bu toplantılarda da keza zamana ve mekana uygun okumalar ve açıklamalar yapılırmış. Konaklarda ve eşraf arasında Leyla ile Mecnun okumaları, mahalle kahvelerinde Kan Kalesi, Hamzaname, Battal Gazi gibi destanlar okunması gelenektendir. Okunan kitaplar o zamanın imkanlarına göre elyazması olduğundan, ramazandan evvel sahaflardan kira ile temin edilir, okuma bilen bir kişi okudukça anlatıma yorumlar katar, zenginleştirir, hatta mahallileştirdiği de olurmuş. Bu tür meclislerde masrafı bazan tertipleyen karşılar, bazan da kahvehane sahibi kitabı okuyandan kahve ve çay parası almaz, onun yerine dinleyicilere bolca servis yaparmış. Bu meclislerin en büyük sakıncası, hiç şüphesiz, kitabı okuyanın yazıyı söktüremeyip heceleye heceleye okumasıdır.

Eski çağların entelektüel muhitlerinden biri de enderun iftarlarında teşekkül edermiş. Özellikle ramazan ortasında kutsal emanetlerin ziyarete açılmasıyla birlikte enderun iftarları fevkalade önem kazanır ve devlet ricali burada iftarda buluşmaya can atarmış.

Bir de lezzeti estetikle buluşturmak isteyenlerin Bayezit Kulesi’nde yaptıkları iftarlar vardır. Ramazanın yirmisinden sonra iki veya üç defa yapılır, katılmak isteyenlerin çokluğu ile hiyerarşik hırgür çıkar, buna mukabil davetiye gönderilenler gelemezlerse paylarına düşen mükellef sofralarını gönderirlermiş. İftarı düzenleyenler, yaşlı olup kuleye çıkamayacak zengin paşalara ve hidivlere davetiye göndererek mükellef sofralar kurdurturlarmış. Oruç haliyle kuleye çıkmanın zahmeti, herhalde yukarıdan Adalar ve Marmara manzaraları ile Yeşilköy taraflarındaki gün batımını seyretmeye değer bir şey olsa gerek.

Burada bir notu da ilave edelim: Eski İstanbul sofralarının ramazan çorbası işkembeden ibarettir. O kadar ki, iftarda işkembe çorbası bulundurmayan ev sahibi ayıplanırmış. Top atılır atılmaz bütün şehrin, intikam alırcasına işkembe çorbasına saldırdığını varın siz düşünün!..

Hiç şüphesiz eski ramazanlarda midelerden öte gönüllerin doyması için de zengin ve zarif nimetler ilgililere sunulmuştur. Bugünün ramazanlarında onlardan eksik kalan bir yanımız olduğunu sanmıyorum. Mideler, zihinler, gönüller ve hassaten ruhların ziyafeti adına biz de ona “onbir ayın sultanı” diyoruz zaten.


ACAYİP / GARAYİP

Vaktiyle musıkişinas bir Tesbihçi Emir Efendi yaşamış. Bayezit Camii avlusunda tesbih satar, bu sırada kendi bulduğu bir terennüm ile “Tesbihim birer paraya!” diye şarkı okur gibi sesine ahenk verirmiş. Garip tesadüftür, bu tesbihçi öldüğü zaman “Tesbihim birer paraya!” sözünü ebced ile hesap edenler tesbihçinin ölüm yılına tekabül ettiğini görmüşler.


BERCESTE

Neşv ü nemâ bulamaz düşmeyicek hâke nebât

Mütevâzı olanı rahmet-i Rahmân büyütür

Laedrî

(Bir tohum, toprağa düşmeyince asla büyüyüp gelişme gösteremez. Çünkü mütevazı olup başını yere indireni Allah’ın rahmeti büyütür.)
 
Üst Alt