CE_Neferi69
New member
İLİM EHLİNE SAYGI
İlim, gerçeği öğrenmek ve bilmektir. Şuur sahibi insanın
manevî zenginliğidir. Bilgiyi, hikmeti, çözmek için ilim
gereklidir. Akıl sahibi varlık olan insan ideal bir şekilde bu
melekeyi kullanır, ilim ile mücehhez olursa, meleklerden
üstün kabul edilmiştir. Aklını kullanmayan, ilimden yoksun
olanlar ise, sağır, dilsiz ve kör gibi kabul edilmiştir.
Kalbe yerleşen ilim, sahibine fayda veren ilimdir. İlim
sahibi bildiğiyle amel ettiği sürece itibarlıdır. Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v) “İlim rütbesi rütbelerin en üstünüdür.”
buyurmaktadır. İlim, sahibini faziletli kılar. Başkalarına ışık
tutarken kendi iç âlemini de aydınlatır.
Halil İbni Ahmed ilimle alakalı olarak insanları dört sınıfa
ayırır ve şöyle der:
“Birinci sınıf, bilen ve bildiğini de bilenlerdir. Bu sınıfa
dâhil olan kimse âlimdir ona uyunuz.
İkinci sınıf, bilen ve fakat bildiğini bilemeyendir. Bu sınıfa
dâhil olan kimse uykudadır, uyandırınız.
Üçüncü sınıf, bilmediği gibi bilmediğini de bilmeyendir.
Bu sınıfa dâhil olan kimse öğretilebilen insandır. Ona
öğretin.
Dördüncü sınıf, bilmeyen fakat bildiğini iddia edendir.
Bu sınıfa dâhil olan kimse iflah olmaz bir cahildir. Onunla
uğraşmayınız.”
Allah’ın kendisine ilim verdiği kimseler İslâm’ın bayraktarlarıdır.
Hem kendisine hem de başkalarına fayda veren
alimler, peygamber varisleridir.
Ecdadımız ilim ehline ve ilim merkezlerine çok önem
vermiş, mü’minin yitiği olan ilim ve hikmeti bulması için
müesseseler kurmuşlardır.
Tarihi bir anekdotu burada zikretmekte fayda vardır:
Fatih Sultan Mehmet Han, zamanın en zor işi olan, İstanbul’un
fethini gerçekleştirdikten sonra, güzel İstanbul’-
un imarına önem verdi. Harap olmuş bu şehri, yeni baştan
kuruyordu. Çok güzel yollar yaptırdı. Şehrin civarını
ağaçlandırdı. Yeni yeni su kaynakları buldurarak İstanbul
halkını bol suya kavuşturdu. Türklere has temizliğin nişanesi
olarak hamamlar yaptırdı. Bu arada, bugünkü İstanbul
Üniversitesi Rektörlüğünün olduğu bölgeye, bir saray yaptırdı.
Burası şanlı Türk Devleti’nin idare merkezi idi. Saray
demek, devlet adamlarının yetiştiği okul, Türk edep ve terbiyesinin
verildiği irfan yuvası demekti. Halkın yetişmesi için de bu günkü Fatih Camii’nin avlusunda gördüğümüz,
iki taraflı medreseleri yaptırdı. Masraflarını bizzat
karşıladı. Dörder medreseden sekiz medrese idi bunlar.
Dörtlü grubun Haliç tarafına bakanlara ‘Karadeniz
Medreseleri’, Marmaraya bakanlara da, ‘Akdeniz Medreseleri’
denirdi. Hepsine birden ise ‘Sahn-ı Seman’ deniyordu.
Yani sekizli medrese veya sekiz meydanlı demekti.
Cennetin kapısının sekiz olması bu sayıyı tespitte
sanırım etkin olmuştu. Bu medreseler, bölüm bölüm
idi. Osmanlı Devleti’nin yüksek ilim adamları, burada
yetiştiriliyordu, ilme aşık olan Fatih, bu medreselerde
kendisine bir oda tahsisini, müderrisler heyetinden,
yani profesörler kurulundan istedi. Padişah’a verilen
cevap çok manidar idi. Şöyle ki: ‘Evet bu medreseleri
siz kurdunuz. Her türlü ihtiyacını da siz karşılıyorsunuz.
Ancak bu çatı altında size oda tahsis edilebilmesi için,
bazı şartları yerine getirmeniz lâzımdır. Bu da, evvela
bir sınava girerek danişmend (Asistan) olmanız, sonra
da tercih ettiğiniz ilim dalında tez yapıp, bir eser vermeniz
ve başarınızı ispatlamanız şarttır.’ Bu cevabı alan
Fatih Sultan Mehmet Han, gurur ve kibire kapılmadan
imtihana girmiş, sınavı kazanmış, bunun üzerine de
kendisine, Sahn-ı Seman’da bir oda tahsis edilmişti.
Adaletli hükümdar, müderrislerin, ilmin haysiyetini
bu kadar titiz korumalarından dolayı çok sevinmişti.
İlim ehline yakın olmak, Allah ve Resulüne, Allah
dostlarına yakın olmaktır. Cahillerden yüz çevirmek
Hakk emrine uymaktır.
Hazreti Hasan (r.a) şöyle buyurmuştur: “Âlimlerle
oturup kalkan kimsenin dili açılır, zihni aydınlanır, sevinci
artar. Bu kimse öğrendikleriyle faydalı bir kişilik
kazanır.”
Yazımızı Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin oğlu
Kemal Efendi’ye yazdığı mektubundaki nasihatle bitirelim:
“Her zaman iyilere mukârın ol, kötülerden ictinâp
et. Kişinin mîyârı mukârın olduğu kimsedir. Mezbeleden
dâima fenâ, attar dükkanından ise iyi koku intişâr
eder. Zâhirî edebin, manevî kemâlin âyinesidir. Bir şişeye
ne korsan onu gösterir. Bir kimseye bir şey tavsiye
edeceğin zaman evvelâ nefsine tatbik et; kabul eder ise
halka da söyle. Nefsinin kabul etmediği bir şeyi başkalarına
söylerken Allah’tan utan. Vallâhü’l-muvaffıku ve’lmürşid.”
İsmail PALAKOĞLU
İlim, gerçeği öğrenmek ve bilmektir. Şuur sahibi insanın
manevî zenginliğidir. Bilgiyi, hikmeti, çözmek için ilim
gereklidir. Akıl sahibi varlık olan insan ideal bir şekilde bu
melekeyi kullanır, ilim ile mücehhez olursa, meleklerden
üstün kabul edilmiştir. Aklını kullanmayan, ilimden yoksun
olanlar ise, sağır, dilsiz ve kör gibi kabul edilmiştir.
Kalbe yerleşen ilim, sahibine fayda veren ilimdir. İlim
sahibi bildiğiyle amel ettiği sürece itibarlıdır. Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v) “İlim rütbesi rütbelerin en üstünüdür.”
buyurmaktadır. İlim, sahibini faziletli kılar. Başkalarına ışık
tutarken kendi iç âlemini de aydınlatır.
Halil İbni Ahmed ilimle alakalı olarak insanları dört sınıfa
ayırır ve şöyle der:
“Birinci sınıf, bilen ve bildiğini de bilenlerdir. Bu sınıfa
dâhil olan kimse âlimdir ona uyunuz.
İkinci sınıf, bilen ve fakat bildiğini bilemeyendir. Bu sınıfa
dâhil olan kimse uykudadır, uyandırınız.
Üçüncü sınıf, bilmediği gibi bilmediğini de bilmeyendir.
Bu sınıfa dâhil olan kimse öğretilebilen insandır. Ona
öğretin.
Dördüncü sınıf, bilmeyen fakat bildiğini iddia edendir.
Bu sınıfa dâhil olan kimse iflah olmaz bir cahildir. Onunla
uğraşmayınız.”
Allah’ın kendisine ilim verdiği kimseler İslâm’ın bayraktarlarıdır.
Hem kendisine hem de başkalarına fayda veren
alimler, peygamber varisleridir.
Ecdadımız ilim ehline ve ilim merkezlerine çok önem
vermiş, mü’minin yitiği olan ilim ve hikmeti bulması için
müesseseler kurmuşlardır.
Tarihi bir anekdotu burada zikretmekte fayda vardır:
Fatih Sultan Mehmet Han, zamanın en zor işi olan, İstanbul’un
fethini gerçekleştirdikten sonra, güzel İstanbul’-
un imarına önem verdi. Harap olmuş bu şehri, yeni baştan
kuruyordu. Çok güzel yollar yaptırdı. Şehrin civarını
ağaçlandırdı. Yeni yeni su kaynakları buldurarak İstanbul
halkını bol suya kavuşturdu. Türklere has temizliğin nişanesi
olarak hamamlar yaptırdı. Bu arada, bugünkü İstanbul
Üniversitesi Rektörlüğünün olduğu bölgeye, bir saray yaptırdı.
Burası şanlı Türk Devleti’nin idare merkezi idi. Saray
demek, devlet adamlarının yetiştiği okul, Türk edep ve terbiyesinin
verildiği irfan yuvası demekti. Halkın yetişmesi için de bu günkü Fatih Camii’nin avlusunda gördüğümüz,
iki taraflı medreseleri yaptırdı. Masraflarını bizzat
karşıladı. Dörder medreseden sekiz medrese idi bunlar.
Dörtlü grubun Haliç tarafına bakanlara ‘Karadeniz
Medreseleri’, Marmaraya bakanlara da, ‘Akdeniz Medreseleri’
denirdi. Hepsine birden ise ‘Sahn-ı Seman’ deniyordu.
Yani sekizli medrese veya sekiz meydanlı demekti.
Cennetin kapısının sekiz olması bu sayıyı tespitte
sanırım etkin olmuştu. Bu medreseler, bölüm bölüm
idi. Osmanlı Devleti’nin yüksek ilim adamları, burada
yetiştiriliyordu, ilme aşık olan Fatih, bu medreselerde
kendisine bir oda tahsisini, müderrisler heyetinden,
yani profesörler kurulundan istedi. Padişah’a verilen
cevap çok manidar idi. Şöyle ki: ‘Evet bu medreseleri
siz kurdunuz. Her türlü ihtiyacını da siz karşılıyorsunuz.
Ancak bu çatı altında size oda tahsis edilebilmesi için,
bazı şartları yerine getirmeniz lâzımdır. Bu da, evvela
bir sınava girerek danişmend (Asistan) olmanız, sonra
da tercih ettiğiniz ilim dalında tez yapıp, bir eser vermeniz
ve başarınızı ispatlamanız şarttır.’ Bu cevabı alan
Fatih Sultan Mehmet Han, gurur ve kibire kapılmadan
imtihana girmiş, sınavı kazanmış, bunun üzerine de
kendisine, Sahn-ı Seman’da bir oda tahsis edilmişti.
Adaletli hükümdar, müderrislerin, ilmin haysiyetini
bu kadar titiz korumalarından dolayı çok sevinmişti.
İlim ehline yakın olmak, Allah ve Resulüne, Allah
dostlarına yakın olmaktır. Cahillerden yüz çevirmek
Hakk emrine uymaktır.
Hazreti Hasan (r.a) şöyle buyurmuştur: “Âlimlerle
oturup kalkan kimsenin dili açılır, zihni aydınlanır, sevinci
artar. Bu kimse öğrendikleriyle faydalı bir kişilik
kazanır.”
Yazımızı Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin oğlu
Kemal Efendi’ye yazdığı mektubundaki nasihatle bitirelim:
“Her zaman iyilere mukârın ol, kötülerden ictinâp
et. Kişinin mîyârı mukârın olduğu kimsedir. Mezbeleden
dâima fenâ, attar dükkanından ise iyi koku intişâr
eder. Zâhirî edebin, manevî kemâlin âyinesidir. Bir şişeye
ne korsan onu gösterir. Bir kimseye bir şey tavsiye
edeceğin zaman evvelâ nefsine tatbik et; kabul eder ise
halka da söyle. Nefsinin kabul etmediği bir şeyi başkalarına
söylerken Allah’tan utan. Vallâhü’l-muvaffıku ve’lmürşid.”
İsmail PALAKOĞLU