goygoycu BASIN bunu da yaz!!!

yelken06500

New member
Discovery kanalda 2 çarpıcı deneye denk geldim. İnsan izledikleri karşısında şaşırıyor ve hoşlanıyor haliyle...
Bizim yapmamız gereken bilimsel araştırmaların yabancı ülkelerde yapıldığını görünce ‘keşke bizim bilim insanlarımız da zaman zaman bu konularda yoğunlaşsalar” diye düşünmemek elde değil.
Bakın ne yaptılar...

Çalışmayı yürüten araştırmacılar denek grubu olarak yemeğe 5-6 kişi davet ettiler. Denekler aynı zamanda araştırmacıların tanıdıkları... Fakat katılımcılar yemeğe davetli olmakla beraber bir araştmada denek olarak kullanıldıklarının da farkında değiller.
Araştırmacılar denekler gelmeden önce sofraya özel bir sistem kurdular. Ortaya konulan büyükçe çorba tabağının altını önceden delmişler ve özel bir sistemle çorba eksildikçe tamamlamasını sağlayacak mekanizma kurmuşlar. Tabi bundan deneklerin haberi yok. Uzunca bir süre çorbaya kaşık salladılar...
Demiştik ya bunlar birbirini tanıyan kişiler. Araştırmayı yürüten ev sahibi durumundaki kişiler davetlilere, “eh artık yetiversin, doydunuz artık, çok yediniz, fazla yemek sağlığa zararlıdır ” diye takıldılar. Onlar da dediler ki, “yahu ne doyması, çorbanı bile yarısı hala duruyor...”
Araştırmayı yürütenler çalışmadan elde etmeyi düşündükleri sonucu görmenin keyfi ile kahkahayı patlattılar ve onlara gerçeği açıkladılar. Meğer çorba eksildikçe özel mekanizma alttan takviye ettiği için o vakte kadar koca 3 tabak dolusu çorba yemişler. Ama tabaktaki çorba bitmediği için hiçbir zaman yeterince yemiş gibi bir hisse de kapılmamışlar...
Gelelim hadis-i şerife...

Deneyi izlerken aklıma, hadis kitaplarının rızık bölümlerinde geçen o meşhur hadis-i şerif geldi... Neydi o hadis-i şerif: “Muhakkak ki bir kişilik yemek iki kişiye, iki kişilik yemek de üç ve dört kişiye yeter. Dört kişilik yemek de beş-altı kişiye yeter.”
Meğer sofradakiler yemeleri gerekenden 3 kat fazla yedikleri halde tokluk hissine kapılmamışlar ya, işte yukarıdaki hadis-i şerif bu durumumu anlamamızı daha da kolaylaştıyor.
Kısacası sofralarımızdaki yemekle o sırada bulunanların iki katı insan doyabilir. Sofralar açmak ve paylaşmak lazım.
İşin tam da bu noktasında Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker’in, gıda krizinin küresel bir sorun olarak gündemini koruduğu şu günlerde dile getirdiği, zayıflamaya harcanan parayla 850 Milyon aç insanı doyurmanın mümkün olduğu tespitini hatırlamamak mümkün mü?

Rızıkta problem yok. Dağılımda problem var.
Tıpkı küresel ısınma iddialarında olduğu gibi...
Buharlaşıp bulut olan su miktarı ile, buluttan yine yağmur tanesi olarak yere düşen su damlacağı zinciri içinde zerre miktar azalma yok. Allah’ın rahmeti tastamam duruyor yerinde...
Bu sorunun temelinde de iklim değişiklikleirne neden olacak şekilde tabiatı hoyratça kirletmenin etkisi var. Bu nedenle bir yanda kuraklık yaşanırken öbür yanı sel götürüyor. Tıpkı, bir yan açlıktan kıvranırken, diğer yanda fazla beslenmekten kaynaklanan aşırı kiloların sorun olması gibi...

Azı haram olanın çoğu da...
Bugün sizlerle paylaşacak olduğum ve alkolün insan üzerindeki etkisini ölçen diğer deney de şöyleydi...
Araştırmacılar 4 bayan deneği bir cafeye davet ettiler. 2 erkek denekten bu bayanları güzellikleri ölçüsünde puanları ile değerlendirmeleri istendi. Erkekler 4 bayanı bir müddet izlediler ve güzellik derecelerine göre puanladılar.
Sonra erkek deneklerin her birine koca bardak içinde 1’er litre bira ikram edildi. Bira içerken bayan denekleri görmelerine fırsat verilmedi.

1’er litre bira içildikten sonra ellerine puanlama kartonu verildi ve bayanları yeniden puanlamaları istendi. Erkek deneklerin bira aldıktan sonra yaptıkları puanlamada her birinin bira içmeden önceki duruma göre yüzde 15’e yakın daha fazla puan verdikleri görüldü. 1 litre bira içmenin bile deneklerin bakış açısını değiştirdiği anlaşıldı. Kaldı ki bira alkol oranı düşük alkollü içeceklerden. Kim bilir rakı veya daha sert diğer alkollü içecekler kullanıldığında karşıdakini algılama durumu nasıl gerçekleşiyor.
Hz. Aişe (r.a.)’den nakledilen bir hadisi şerifte de, sarhoşluk veren her içkinin azının da çoğunun da haram olduğu bildirilmiştir.
Şimdi benim korkum, kendini yeterince güzel hissetmeyen veya eşinin kendisini daha güzel algılamasını isteyen bayanların bu araştırmayı okuduktan sonra eşlerinin önüne habire birayı veya başka alkollü içeceği dayamaları ve içmeye teşvik etmeleri... J Ama unutulmasın ki bu işin bir de ayılma safhası var...
İyisi mi, herkesin olduğu gibi görünmesinde, en azından böyle riskli uygulamalara yönelmemesinde fayda var. Mesele sadece onların bakış açısını değiştmek değil, kendi bakış açısını değiştirerek de güzel görünmeye gayret etmek olmalı. Sanırım böylesi daha kestirme yoldur...

Kadınların eşlerini daha yakışıklı algılamalarına yönelik ne tür deneyler yapıldığına gelince... İzlemem sürüyor. Denk gelirsem onu da paylaşırım... J
İnsan hakikaten enteresan bir varlık. Bakalım daha neler öğreneceğiz.
Hazır söz yemekten içmekten açılmışken, bizlere zarafeti ve beyefendi olmayı hatırlatan bir hadis-i şerif ile yazımıza son verelim.

“Sofra kuruldumu, hiç kimse sofra toplanıncaya kadar yemekten kalkmasın. Doysa bile, herkes bırakmadan, yemekten elini çekmesin, yemeye devam etsin. Zira kişi (erken çekilirse) arkadaşını mahçup eder, o da bırakır. Halbuki arkadaşının daha yemeye ihtiyacı vardır.”

prof. osman özsoy
 
Araştırmacı yazar Süleyman Yeşilyurt piyasaya sürülen 18. eseri ile bir daha kara tülleri kaldırmış
Hem Yeşilyurt'a, hem de kitabın tanıtımını yaptığım için bana kızacakların varlığından şüphem yok...
Ne yapsaydık ya?
Kökü dışarıda, dalları üzerimize düşen yabani ağaçları tanımasaydık, tanıtmasaydık, gözlerimizi yumsaydık daha mı iyi olacaktı?
Ülkemizi örümcek ağı gibi sarmış “Mason Locaları”nı isim isim saymış Yeşilyurt... Bunun artık gizleneceği kalmamış...
Ta Osmanlı'nın hasta adamlık günlerinden zamanımıza kadar isimler resmigeçit yapıyor...
Orgeneral Refik Tulga... 33. derece üstad mason.
Orgeneral Eşref Manas... Üstad Mason-Erenler Locası.
Korgeneral Selahattin Tokay... Sebataist ve Bilderberg üyesi.
Korgeneral Şefik Erensü... Üstad Mason-Erenler Locası...
Tümgeneral Prof.Dr. S. Tahsin Aygün... Büyük Loca kurucusu...
Tümamiral Necdet Tiryaki... 33. derece Üstad Mason...
Tümgeneral Zeki Belgin... Ankara İnanış Locası...
Tümgeneral Necmi Ökten... Ankara Yıldız Locası...
Tuğgeneral Prof. Dr. Kamil Sokullu... Büyük Loca kurucusu...
Tuğgeneral Prof. Dr. Necip Berksan... 33. derece Üstad Mason...
Tuğgeneral Prof. Dr. Saim Bostancı... Bilderberg üyesi...
Tuğgeneral A. Kemal Sarıay... Suprem Konsey üyesi...
Tuğgeneral Alaaddin Mizanoğlu... Ankara İnanış Locası...
Tuğgeneral A. Remzi Yiğitgüden... 33. derece Üstad Mason...
Tuğgeneral İlker Güven... 33. derece Üstad Mason...
Kur. Albay N. Tahsin Erol... Büyük Loca kurucusu...
Kur. Albay Ertuğrul Alatlı... 33. derece Üstad Mason...
BÜYÜK-KULÜP-Cercle d'Orient üyeleri:
Bu kulübün üyelerini ve niçin kurdurulduğunu, kimlere hizmet götürdüklerini kitabı okuyunca öğreneceksiniz...
Oramiral Bülent Ulusu-Büyük Kulüp-Cercle d'Orient
Oramiral Nejat Tümer-Büyük Kulüp-Cercle d'Orient
Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu-Büyük Kulüp-Cercle d'Orient
Orgeneral Çevik Bir... Büyük Kulüp Balotaj Başkanı.
Orgeneral Necati Özgen... Büyük Kulüp Cercle d'Orient.
Orgeneral Yaşar Büyükanıt... Büyük Kulüp-Cercle d'Orient...
Orgeneral İlker Başbuğ... Büyük Kulüp Şeref Üyesi...
Büyük Kulüp Cercle d'Orient Yönetim Kurulu bir renkler cümbüşü sanki:
Duran Akbulut-Yüksel Yalova-Tevfik Altınok-Atalay Şahinoğlu ve aklınıza getiremeyeceğiniz siyaset numuneleri...
Disiplin Kurulu da enteresan:
Mehmet Moğultay-Başkan-Tümamiral Nezih İşeri, Süleyman Demirel familyasının damadı ve CHP milletvekili İlhan Kesici, saymakla bitmeyecek diğer zevat...
Meşhur sosyologlardan Ziya Gökalp'in de Mason olduğu kaydedilen kitapta çok şok edici isimler bulunmaktadır...
“Eee, bunlardan bize ne? Herkesin özel hayatına niçin gireceğiz? Bunlar doğru değil” diyenlere vereceğim cevap:
“Bu ülkenin insanlarını laiklik silahıyla vuran kimlerdi? Masonlar değiller miydi? Onlar ki Mustafa Kemal'in 'zararlıdır' diyerek kapattığı, vefatından sonra iktidara gelen İsmet İnönü'nün tekrar açılmasına müsaade ettiği bir bölücüler hareketidir...”
Halkımızın giyim-kuşamıyla, okuduğu Kur'an ile, ibadetiyle, kitaplarıyla, tarihiyle uğraşanlar kimlerdir?
Yeter artık...
Korkmanın hiçbir ahlaki getirisi yoktur...
Önce şunu bilelim, Masonluk Türk karakterine, İslam ahlakına ters düşen bir görüştür... Yahudiler tarafından kurulmuş, dünyanın her yerine yayılmışlar...
Bu tehlike bilinmeli...
 
İnsan ‘iyi’dir. Bu hüküm mutlaktır. Teorik olarak insan iyiyi, güzeli ve doğruyu sever. İnsan vicdanı, şaşmaz bir hesap makinesi doğruluğunda tartar ve karar verir.

Hiçbir insanın tabiatında ‘iyi olmaya mani’ bir durum yoktur. Gerçek anlamda insan ‘iyi’dir. Bunun tersi muhaldir.

Yaratıcı hiçbir insanı ‘kötü’ olsun diye tasarlamamıştır. Esasında her bir insan doğduğunda, daha hiçbir program yüklenmemiş, sistemi belirlenmemiş bir bilgisayar kadar temiz ve problemsizdir.

Doğuştan getirdiği sabit bir işletim sistemi olmadığı gibi, bir korkusu, bir fobisi, hobisi de yoktur. Sadece bu kadar mı?

Hayır! Bir dini de yoktur, milliyeti de yoktur, bunlara dair bilgisi de...

Hiç kimse, doğuştan dinsiz veya dinli değildir, Müslüman veya gayr-i Müslim de değildir. Ama ‘doğruyu, iyiyi, güzeli, hayrı, menfaati’ tartabilecek sayısız düzeneklerle donanmıştır, o kadar. Hayra mani hali yoktur. Bu hale de ‘islam fıtratı’ denir.

Evet, her birimiz düzeneklere terazilere sahip olmak bakımından eşitiz. Ama o terazilerde kullanacağımız gramlar, gramajlar sonradan edinme oldukları için izafidirler. Bu sebeple tek tip insanlardan oluşmuş bir toplum yaratma ütopyaları hep fiyasko ile neticelenmiştir.

(Çünkü murad-ı ilahi farklıdır. Her insan, Rububiyetin kendi azametini temaşa etmek için var ettiği bir penceredir ama insanlar uğradıkları değişik aberasyonlarla –aberasyon, bilgisayarlardaki ‘fabrika ayarları’nın kişiselleştirilmesi esnasında oluşan hatalı yapılanmalar gibidir- ‘islam fıtratı’ dediğimiz noktadan, ‘inhiraf’ edip o pencereyi ebediyen kapatırlar)

O terazilerde kullanılacak gramlar, ağırlıklar, birimler, değerler ve ölçüler zaman içinde anne/baba, aile, çevre, mahalle, millet ve beşeri hars tarafından bize adeta bir program gibi yüklenir.

Düzeneklerimiz denk olsa bile gram ve gramajlarımız eşit olmadığı için insanlar arasında ‘gerçek bir uyum’ olması imkânsızdır… Uyum var gibi görünüyorsa, taraflardan biri ferağat ediyor demektir.

Sadece bir ‘Yaratıcının Varlığı’ konusunda mutabık olabiliriz. O’nun dışında, O’na dair isim ve nitelemeler de dahil her şey izafidir; sana göre veya bana göredir. Nitekim insanlar bir yargıya varacakları zaman ‘bana göre’ diye başlarlar. Çünkü gerçekten de bir insanın vereceği hüküm, asla objektif değildir; olamaz. Zira eşyanın hakikati sabit değildir.

Dolayısıyla eşyanın kendisi değil bizdeki yansıması vardır. Herkesin aynası bir değil ki aynı eşya aynı şekilde yansısın. Yani algılarımızı belirlediğimiz ölçü ve tartı birimlerimiz, aynı değildir; aynıymış gibi görünse de… O yüzden pekala size kırmızı görünen berikine kahve rengi gibi gelebilir. İnsanların birbirini yargılarken kullandıkları kıstaslar, elimizdeki ‘kilogram’ gibi dünyanın her yerinde sabit olsaydı, yeryüzünde asla kavgalar ve savaşlar olmazdı.

Ama bunun imkânı yok. Mesela birine diyorsunuz ki “Bana 100 metre kumaş gönder”. O da gönderiyor. Fakat ölçüp bakıyorsunuz ki, adamın gönderdiği kumaş, 65 metre. ‘Beni kandırdın’ diye kızarsınız. Oysa gerçekten o kendi ‘metresi’yle size yüz metre kumaş göndermiştir. Ama onun metre diye 65 santim olan ‘endaze’yi kullandığını bilemiyorsunuz.

İşte insanların birbirinden farklı olmalarına sebep olan, bu sonradan edinilen ve asla birbirine benzemeyen ölçme/tartma gramajlarının farklılığındandır. Tabii kefelerden birinin altına sıkıştırılmış bir parça ağırlığın (insanı yanlışa sevk eden engramlar) dengeyi bozabileceğini de unutmayalım. Batılı psikologlar buna ‘aberasyon’ diyor. Yani fabrika ayarlarının kişiselleştirilmesi esnasında meydana gelen sapmalar… Cinnet, sapıklık, delilik, bilumum hastalıklar, işitme ve görme problemleri… aşk, fanatizm, taassup, vecd, halüsinasyon… hepsi ama hepsi o tercihler neticesinde insanda karar kılan arazlardır. Ve insan, bunun farkında olmaz. Terazisinin bozulduğunu asla kendiliğinden bilemez ve kabul de etmez.

Böyle olunca da bütün insanlar ‘esas itibarıyla’ masum sayılırlar. Nitekim insan, kötülüğü kötülük bilerek yapmaz. Ya tiryakilik edinmiştir, onun normal görür, ya içine düşmüştür çıkamaz. Ya da gerçekten onu doğru zanneder. (Bazı müfessirler, insandaki bu sırra binaen, sonunda Cenab-ı Hakkın beşere ait tüm günahları temizleyeceğini söylemişlerdir) Tefessüh etmiş akıl ve vicdan başka… Yoksa insan fıtratı; kötülüğü salt kötülük olsun diye yapmaz.

Keza, kimse kimseye karşı da değildir. Her insan kendinden yanadır (nefs bizzat kendini sever çünkü). Sana karşı duruyor görünmesi, onun kendinden yana aldığı tavrın senin doğru zannettiğine aykırı düşmesindendir…
* * *
Bu meseleye neden girdim.

Son birkaç yazıda genel geçer ezberlerin tersine, zihinlere bir iki jimnastik yaptırayım dedim. Toplumdaki farklı düşünme kabiliyet ve esnekliğinin kapasitesini ölçmek için! Çünkü haber7.com okuyucuları bu ülkenin en aklıselim sahibi kesimi gibi geliyor bana. Her siyasi kesimden okuyucusu var. (Esasında portalların topluma yaptığı en büyük katkı, aykırı fikirdeki insanların birbirlerinin görüşüne muttali olmalarını sağlamasıdır.)

Yazılara yapılan yorumlardaki ‘sanal linç’ girişiminden anladım ki, toplum olarak hâlâ, bir mesele üzerinde mutabakata varma olgunluğundan çoook uzaktayız.

Herkes, -doğal olarak- kendi bulunduğu yeri evrenin merkezi sayıyor; başkalarının da bir merkezi olabileceğini kabul etmiyor. Ancak onun gibi seviyorsanız âşıksınız, onun gibi inanıyorsanız müminsiniz, onun tarif ettiği vatan fikrine sahipseniz vatanperversiniz.

Değilse, ne müminsiniz, ne vatanperversiniz, ne de insansınız… Ve tuhaftır, din ile milliyet de birbirinden tefrik edilmiş. Dindar bir jargon kullanmak, bir milliyetçi açısından ‘vatan haini, satılmış, yabancı uşağı’ olmaya yetiyor. Dindar ise milliyetçiyi ‘dinsizlik’le yaftalayabiliyor. Ara renkler ve bileşkeler yok!…

Oysa bir Müslümanın indinde, din ile milliyet müttehittir, birdir. Varmış gibi görünen ayrılık itibarîdir, zahirîdir, arızîdir. Bu ikisi, gerçekte biri birisiz olmayan hakikatlerdir. Hatta denilebilir ki din, milliyetin hayatı ve ruhudur.

İkisine ayrı bakıldığında, dinin insanda yarattığı gayret, sahiplenme ve haysiyet yüz ise, milliyetin yarattığı birdir. Çünkü hamiyet-i milliye yani milliyetçilik, esasında, bir insanın, milletinin bekası, yükselmesi, ileri gitmesi için meşakkati göze alması, milletin menfaatini kendi menfaatinden üstün tutmasıdır. Bu da hakiki manada yüzde bir kişide ya olur ya olmaz. Toplumun selameti, huzuru ve asayişinin muhafazası için her bir ferdin bu yüksek ideale ulaşmasını beklemek zor.

Ama dinî hamiyet, hayatın bütün alanlarını kuşattığı ve kişiyi, sürekli haram ve helal, cennet ve cehennem terazisinde tuttuğundan; bireyi başkalarının hukukuna saygılı olmaya zorlar. Bu yüzden, sosyolojik açıdan din, milliyet fikrinden daha kuşatıcı ve elzemdir… İnsan hem dindar ve hem de milli hamiyet sahibi olsa, nurun alâ nurdur.

Esasında, milliyet fikri dinin hizmetkârı ve kalesi olmalıdır. Mânisi ve zıddı değil. Zaten dinî ve milli hamiyeti birbirinden ayırdığımızdan bu yana, milletin içinde tefrika eksik olmuyor.

Eskiden bazı aklıevveller, sanki büyük bir hakikate parmak basıyorlarmış gibi ‘Önce Türk müsün Müslüman mısın’ diye sorarlardı. Bundan daha ahmakçasına bir soru olmaz, bir milleti ayrıştırmak için. Benim Türklüğüm İslamıma mani değil ki. Aksine ben dinimle dindarlığımla milletime fedakârlık yaparım, ona hizmet ederim.

Dikkatle bakıldığında görülür ki dini hamiyet ve ‘İslamiyet milliyeti’ Türk, Arap, Fars ve sair akvam içinde tamamen mezcolmuş. (Galatasaray’ın şampiyonluk maçlarından birini İran’da izlemiş bir arkadaşımdan duymuştum. Galatasaray’ın attığı her golde şehir ayağa kalkıyordu demişti.)

Çünkü İslam arş-ı âladan gelen bir urvetü’l-vüskâdır. Kopmaz, sarsılmaz, mağlup olmaz. Nitekim ne zaman batı bizi sıkıştırmışsa onların da kanına dokunmuştur, dokunuyor. (4 beş bin yıllık tarih içinde yaşanmış üç beş nahoş hadiseyi misal getirip şu büyük hakikati görmezlikten gelmek doğru olmaz.)

Ama görüyorum ki içimizde öyle Türkçüler peyda olmuş ki, sadece Müslüman halklara değil dine de öfkeyle bakıyorlar. Ben onları muhatap almam. Bin yıl geçse, bin değişik yönetim uygulansa hep muhalif olacak bir insan, hasta bir ruhtur. Kaale alınmaz. Çünkü onların tek arzusu bir tek hal üzre kalmak; yani ‘atalar dini’ne uymaktır. Oysa değişim ve tekamül, kainatın en temel yasasıdır.

Değişime ayak uyduramayanlar, eskisi gibi kalmak isteyenler kibirli ama korkak zavallılardır. Zayıftırlar çünkü doğacak yeni şartlara hazır değiller. Cahildirler çünkü riski yönetmeyi bilmezler. Bir lokma bir hırkaya razıdırlar ama buna razı olanlara hayat razı değildir ki onlar varlıklarını sürdürsünler.

Bir okuyucum, ‘Büyük ülkeler, büyük fedakârlıklar üzerine bina edilmiş ve sürdürülmüştür’ cümleme kızıp Amerikalıların Kızılderilileri, Portekizlilerin Aztek ve İnkaları nasıl yok ettiğini hatırlatmış. Yani zımnen diyor ki, biz de PKK’yı öyle yok etmeliyiz ki büyüyelim.

‘Neden daha eski ve daha tecrübeli olmaları gereken şu iki üç medeniyetin insanları, kendilerini geliştiremediler, ilerleyemediler ve yok edilmekten kendilerini kurtaramadılar?” demiyor da, ‘Amerikalılar fedakârlık yapmadılar’ demeye getiriyor. (Sanki ben Amerika’yı savunuyorum,!)

Evet bir millet, kendisini geliştiremez, bilgide muasır seviyeyi yakalayamaz ve hayat tarzını genel trendlere uyduramazsa yok olur. Ne Allah onlara merhamet eder, ne kader onlara insaf eder, ne de insanlar…

Tekrara düşmüş, atasının bildiğinden başka ezberi kalmamış, kör, sağır, putlaştırılmış kavram, şahıs ve müesseselerin ruhundan istimdat eden toplumlar, insafsızca yok edilirler ve bu adalet-i ilahiyeye de ters düşmez!

‘Kulle yevmin huve fi şe’n” buyuruyor Cenab-ı Hak. Haşa “O” değişiyor mu ki, ‘Ben her anda başka bir şandayım’ buyursun. Bu ayet bize evrendeki temel dinamiği ifade ediyor.

Evet değişim, doğru yönde değişim ve gelişim olmazsa, ya gider, 600 yıl önceki örfü olduğu gibi getirip zamana uygular ve İstanbul’un göbeğinde, XII-XIII. Yüzyıl İran kıyafetleriyle dolaşırsınız veya onuncu yıl marşları eşliğinde 1920’li 30’lu yılların yarı tiranlık uygulamalarını ilericilik ve cumhuriyetçilik zannedersiniz! İkisi de aynı ruh halinin yansımaları...

Tepkileri de aynı, takdirleri de… Ya karşısınız, ya taraf… Akla kapı açan hiçbir teklif, lügatlerinde yer bulamıyor. Her yeni teklif getireni ya hain ya dinsiz ilan ediyorlar.

Eh buyurunuz, size selam olsun… Yolunuz açık olsun!

m.a.bulut
 
konak ilçesi Yağhaneler semtindeki bir apartmanın yöneticisi, 'kapıcılık hizmet yönetmeliği'ne başörtüsü yasağını da soktu. Başörtüsünü 'siyasi simge' olarak değerlendiren kadın yönetici, uyulmaması halinde işten atılma gerekçesi sayılan yönetmeliğe şunları yazdı:
"Kendisi, eşi ve çocukları takke, şalvar, takunya, kötü terlikle dolaşamaz. Eşi ve kızları, siyasal simge haline gelen türban ve benzerlerini kullanamaz. Dinî inanç ve ibadetini herkesin gözü önünde yapamaz, işlerine mazeret olarak gösteremez."
Olay Eskiizmir Caddesi'ndeki Öz-Ter Apartmanı'nda yaşandı. Çorumlu Naki Seriner, 2002 yılında göç ettiği Çeşme'de güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu. Çocuklarının okul problemi baş gösterince geçen yıl İzmir'e taşındı ve 4 Ağustos'ta Öz-Ter Apartmanında işe başladı. Yöneticisi Figen Tüzün, kendisini işe alırken söz konusu sözleşmeyi imzalattı. Aradan 1 yıl bile geçmeden de görevine son verdi. Naki Seriner, İzmir 4. Noterliği'nden gelen 28 Mayıs 2009 tarihli ihbar mektubuyla şaşkına döndü. 'İş akdinin sona erdirildiği' tebliğ ediliyordu. Kanunen 4 ay olması gereken ihbar tazminatının 4 hafta şeklinde ödeneceği bildiriliyor, 15 gün içinde apartmandaki daireyi tahliye etmesi isteniyordu. Gerekçe olarak İş Kanunu'nun 25. maddesini ihlal etmesi gösteriliyordu. Ancak Seriner, işsiz kalmasını yönetmeliğe bağlıyor. Yöneticinin daha önce kendilerini ziyarete gelen annesine tepki gösterdiğini, kıyafetini beğenmediğini ileri sürüyor. "Üç ay önce eşimin ağabeyi ve eşi bizi ziyarete gelmişti. Yönetici, yengemizin başörtüsünü problem yaptı, çıkarmasını istedi. Birkaç günlüğüne gelen misafirlerin, uzun süre kalmamasını talep etti. Başörtüsü takmamalarını, gerekirse gelip başından alacağını söyledi. Ben de polise gittim ama bir işlem yaptırmadım. İşten kovulmamızın başlangıcı bu olaydır." diyor.
130720090607121951648.jpg

Yönetici Figen Tüzün ise yönetmelikteki hükmü savunuyor. Bunun özel bir şart olduğunu, sözleşmenin okutularak imzalatıldığını ve kapıcının o şekilde işe başlatıldığını anlatıyor. Kapıcının akrabalarının binaya gelerek uzun süre kalamayacağını dile getiren Tüzün, Naki Seriner'in kendisine saygısızlık ettiğini, kapısını tekmelediğini iddia ediyor. Tüzün, 'Türbanı siyasî simge olarak mı algılıyorsunuz?' sorusuna, 'bazı kişilerin taktığı tuhaf şeyler olduğunu, bunların hoş olmadığını ve bir kadın olarak yakıştıramadığı' karşılığını veriyor. Apartmana başörtülü gelenlere de karışmadığını vurguluyor. Apartman sakinleri ise yöneticiye itaatsizlik sebebiyle kapıcının işine son verildiğini söylüyor.
4857 sayılı İş Kanunu'nun 'Eşit Davranma İlkesi' başlıklı 5. maddesi, iş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplere dayalı ayrım yapılmasını yasaklıyor

zaman
 
Türkiye de yaşarken bu çok acı gerçeği hazmedebilmekne kadar zor ise, bu gerçeklere rağmen yönetenlerin hala Müslüman dan rey almasını hazmetmek de o kadar zor...
 
Yaşlar ilerlediğinden mi nedir, son birkaç yazımızda “son an’lar” meselesi nedense biraz daha ilgi alanımıza girdi... Ya önemli bazı tarihler birbiri ardına denk geldi, ya da bir çeşit algıda seçicilik söz konusu... Zaman su gibi akıp gidiyor...
Bugün 8 Haziran 2009.
Hüzünlü bir günün sene-i devriyesi...
Peygamber Efendimizin miladi olarak 8 Haziran 632 de vefat ettiği düşünülürse, bugün itibari ile tam 1377 yıl olmuş.
2004 yılı Nisan ayında Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle İstanbul'da bilbordlara bazı sivil toplum kuruluşlarınca, “Hz. Muhammed 1477” yaşında afişleri asılmıştı. İyi bir anma sloganı değildi. Mevzuyu sığlaştırıyordu. O günlerde eleştirmiştim. Bu hesaba göre Hz. Musa 4 bin, Hz. İsa 2 Bin yaşında olur. Geçen yılların uzunluğu mevzuya değer kazandıran bir muhteva olarak yansıtılmamalıydı.
Tasavvuf düşüncesinde ilk yaratılan, varlıkların başlangıç sebebi olan Nur-ı Muhammedî’dir. Yaratılmışlar arasında herşeyden önce o vardı. Yunus Emre Divanında bu konuyu uzun anlatır. Hz. Muhammed’in (sav) tüm varlık aleminde ilk yaratılan olduğunu ifade eden manzume ve beyitleri vardır.

"Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur” hadis-i şerifinin devamında âlemin yaratılış safhaları sırayla, kalem, levh, arş, hamele-i arş olan melekler, kürsi, diğer melekler, gökler, yerler... şeklinde ifade edilir. Göklerin ve yerlerin yaratılmasından önceki safhalarda, yaratılış doğrudan doğruya Nur-u Muhammedîden gerçekleştiği bilgisine yer verilmektedir. Her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin başlangıcının böylece takdir edilmiş olması İlâhî hikmete muvafık düşmektedir.
Son sözleri...
Mevzuya yaptığımız bu girişten sonra, gelelim bundan 1377 yıl öncesine, 8 Haziran 632 tarihine...
Peygamber Efendimizin vefatından bir gün önceydi...
Herkes nefesini tutmuş bekliyordu. Çünkü az evvel Hazreti Peygamber, “Bende bir hakkı olan varsa gelsin alsın” dediğinde, orada bulunan sahabelerden biri; “evet, benim bir alacağım var. Bir gün kırbacınızın ucu o sıra açık olan sırtıma değmişti de, canım yanmıştı” dedi. Hz. Peygamber hiç tereddüt etmeden üstündeki kıyafeti sıyırdı, arkasını döndü ve ‘vur’ dedi.
Herkes şaşkındı. O sahabe hemen koşturdu ve elini yüzünü Hz. Peygamber’in mübarek sırtına sürdü, doyasıya öptü. Ardından da, “teninizin değdiği yerleri cehennem ateşinin yakmayacağını bildiğimden, mübarek bedeninize dokunabilmek için mahsus böyle söyledim” dedi. Hz. Peygamber bu davranışıyla, kul hakkının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Vefatına çok az bir süre kala göz nuru kızı Hz. Fatma’yı yanına çağırdı ve kulağına bir şeyler söyledi. Hz. Fatma’nın önce üzüldüğü sonra sevindiği görüldü. Hikmeti sorulduğunda; “Babam bana yakında vefat edeceğini söyleyince çok üzüldüm. Fakat benim yanıma ilk sen geleceksin dediğinde ise sevindim” cevabı verdi. Nitekim Hz. Fatıma Peygamber Efendimizden 6 ay sonra vefat etti.
Peygamber Efendimiz vefat etmeden az önce eşi Hz. Ayşe’nin dizine uzandı ve mübarek başını Hz. Ayşe’nin çenesi ile göğsü arasına yasladı. Misvak istedi. Takatsiz olmasına rağmen, zaten inci tanesi gibi olan dişlerini temizledi. Rabbi’nin huzuruna tertemiz gitmek istiyordu.
Bu vesile ile şu noktanın da altını çizelim.
Peygamber Efendimizin son nefesini vermeden az önce dişlerini temizlemesi, kıyametin kopmak üzere olduğunu bilseniz bile elinizde bir fidan varsa dikiniz tavsiyesini ve benzeri binlerce örnek davranışını kendimize de, toplumumuza da, insanlık alemine de yeterince anlatamadık ya, ona yanıyorum. Dünya Çevre Haftası’nın kutlandığı şu günlerde başka söze gerek kalır mıydı?
Benzer örneklere diğer dinlerin mühim şahsiyetlerinin hayatlarında bu kadar yoğunlukla denk gelinmiş olsa, tüm dünya çoktan onların dinlerine dahil olmuş olurdu. Hz. Peygamber’i ve bu dine ait değerleri ve güzellikleri insanlığa anlatmakta geç kaldık, vesselam... Eğer bugün dünyada ineğe tapanların sayısı Müslümanların sayısına yakınsa, kristal misüllü değerlerini dünyaya anlatamayanların “ah benim öküz kafam” diye düşünmesi ve hicap duyması gerekir.
Durum böyle olunca, Amerikan Başkanı Obama konuşmasında Kur’an’dan bir iki alıntı yaptı diye avunup duruyoruz. Bir örnek abide olarak Hz. Peygamber insanlığı çepeçevre kuşatıncaya ve O’nun mesajı herkese ulaşıncaya kadar kendimizi yeterince birşey yapmış duygusu içinde hissetmemeliyiz.
Türkçe Olimpiyatları’ndaki güzelliğe bir de bu pencereden bakınız... Oralara, o tertemiz genç dimağlara götürülen nefes kimin nefesi... O tatlı yüzler bize neden bu kadar sıcak geliyor... Hangi iklimin rahmet esintileri o gençlerin çehrelerinde tebellür etmiş ve bir nur halesi nakşedilmiş.
Sonra da vicdanınıza bir sorun... O mesajı oralara götürmek için gidenlere de, onların buralara gelmesine vesile olanlara da ne kadar katkımız oldu. Neden sadece 115 ülke vardı da, insanoğlunun yaşadığı her yöreden, her köşeden, her ülkeden, her kabileden çocuklar yoktu. Ve biz, bu mesaj ve bu nefes her yere ulaşabilsin diye o civanmertlere, Başbakan Erdoğan’ın tabiri ile günümüzün o çağdaş akıncı beylerine nasıl bir katkıda bulunabiliriz? Bu sadece onların mı sorumluluğu ki kenardan seyrediyoruz. Bari birşey yapmıyorsak, hased ya da kıskançlıkla hayırlı işlere mani olmayalım da, hiç olmazsa günahlarına girmeyelim. Şeytanı sevindirmeyelim.
Son anları...
Peygamber Efendimiz vefatından az önce son sözleri olarak; Namaza dikkat edilmesini, kadın haklarının korunmasını, idare altındakilere iyi muamele edilmesini, emanetlerin yerlerine ulaştırılmasını istedi." (Câmiü's-Sağîr, c.3, s.188/3190) İnsanlık sırf bu öğütlere kulak verse, daha yaşanılabilir bir dünya oluşturmak işten bile değildir.
Son cümlelerini tamamlamıştı ki, bir ara kapı çaldı. Gelen Hz. Cebrail’di. Selam verdi. Peygamberlik görevinin sona erdiğini söyledi. Ardından, kapıda bekleyen bir misafir daha olduğunu ve eğer izin verirse ancak içeri girebileceğini söyledi. Hz. Peygamber “o kim?” diye sordu. Hz. Cebrail, ölüm meleği Hz. Azrail dedi. Hz. Peygamber, “gelebilir, ben hazırım” cevabı verdi. Şahadet parmağını yukarı kaldırdı; “Yüce Dosta" gittiğini söyleyerek ruhunu teslim etti. Hz. Ayşe seslendi, cevap alamadı. Hz. Peygamber’in mübarek gözünden bir damla yaşın yanağına süzüldüğünü gördü.
Bilemiyoruz artık Hz. Peygamber niçin ağlıyordu. Geride bıraktığı dost ve arkadaşlarının hasretine mi, yoksa Müslümanların emanete yeterince sahip çıkamayacakları endişesi ile mi?
Ya Rasül... Emanetine yeterince sahip çıkamadık, doğrudur. Ama bugün dünyanın dört bir yanında milyonlarca Müslüman yeni bir kıpırdanışın arefesinde... Kar çiçekleri sert kışın ardından yeniden boy göstermeye başladı...
İşin doğrusu Türkçe Olimpiyatlarını ben biraz da bu gözle izledim ve bir kez daha umutlandım.
Sağolasın Türkiye...

prof.osman özsoy​
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks