---------Bir Musibet, Bin Nasihat Meselesi
---------Hani bir atasözümüz vardır. Borç, yiğidin kamçısıdır, denir. O hesap, sorunlar da, Türk milletinin kamçısı olmuş canlar. Türkiye, Hanedanlık günlerini de sayarsak, nerede ise 250 yıldır birçoğu hastalık (kangren) halini almış olan sorunlarla uğraşıp durmaktadır. Uzun yıllara yayılan savaşlar, dış borçlar, Kıbrıs, Batı Trakya, Musul-Ker kük, Ermeni meselesi, sanayileşmenin gerçekleştirilememesi, toprak ıslahatının (refo rm) tamamlanamaması, sağ-sol çatışmaları… diye giderken; bölücü terör olayı, bütün bu sorunların tuzu biberi oluvermiştir. Üstelik tevekkeli (boşuna) denmemiştir; bir mu- sibet, bin nasihatten evladır diye… Sözümüzün haklılığı da böylece ortaya çıkmakta- dır. Kalemle halvetime atasözleri ile başlamaktan muradımız, Türk Dil Kurumu başka- nından takdir almak değildir haliyle…
---------Gelinen noktada PKK’nın artık “üç beş çapulcu” olmadığı malumunuzdur sanı-rım. Öyle ya “Yılanın başı küçükken ezilir.” diye diye, atalarımızın boşuna gırtlak pat-lattıkları da ortadadır. Peki, hain baskınlarla, halkımızı; kahpe pusularla, Mehmetçiği-mizi şehit eden, ruhunu emperyalizme satmış bu sırtlanlara karşı ne yapmalıyız? Öy-le ya, Ozan Arif’in de dediği gibi “ölene zabıt, kalana tabut tutmaktan” başka yapacak bir şeyler de olmalıdır. Şehit cenazelerinin ardından bağırmakla da olmuyor? Hatta gi dip okey masasında yahut bir barda nutuk atmak da çare değil. Zamanında niçin özel timi lağvedip, ülkenin batısında genelev kapılarına nöbetçi; bilmem hangi müdüre, şo-för yaptınız ağalar? Meclise, PKK uzantısı partiyi taşırken aklınız neredeydi? Ya APO ’ya “Sayın Başkan!” diyen dallamaların, hâlâ televizyonlarda -üstelik gargara yapmak tan bile beter bir Türkçe ile- arz-ı endam eylemesine ne demeli? Ya idam cezası me- selesi ne olacak? 12 Eylül’de sağcı-solcu gibi zırva suçlamalarla ülkemin gencecik fi-danlarını ipe gönderirken bile aklınıza gelmeyen idam cezasının kaldırılması mesele- si, nasıl oluyor da APO denen lavuğun yakalanmasının hemen ardından gündemin ilk maddesi oluveriyor? Şimdi bu sorulara kafa yormaya başladıysanız, meselenin çözü-münün de az çok belli olduğunu anlamışsınızdır.
---------Terör denen bu kangreni yok etmek için çare nedir? Çare, ya verip kurtulmak (Ki bu tarihimizde olmamış ve olmayacak bir olaydır.) ya da vurup öldürmektir! Ama en önce kararlılık göstermek gerekmektedir. Kararlılık ise tedbirlerin adam gibi alın-ması, uygulanması ve uygularken de sulandırılmaması ile mümkün olur. Oy kaygısı ile anam Kürt, babam Kürt; Avrupa birliğinin yolu Diyarbakır’dan geçer; canım hepi-miz Müslüman’ız gibi aymazlıklarla yahut da ayrışmacıların ekmeğine yağ sürdüğü-nün farkında bile olmayan safça bir edayla “Türk-Kürt kardeştir!” bağırışları ile soru -nun çözülmeyeceği bilinmelidir. Çünkü sorun Diyarbakır’da, Hakkâri’de yaşayan in-sanlarımızdan kaynaklanmamaktadır. Oralarda yaşayanlar da Antalya’daki Yörük; Si vas’taki Türkmen; Sakarya’daki Çerkez; Elazığ’daki Zaza… gibi öz be öz bu yurdun çocuklarıdır. Türk adı verilen ulu çınarın birer dalıdır. Mesele, Türk-İslam dünyasının serpilip güçlenmesini istemeyen şer odaklarının, ağacın gövdesine PKK, DHKP-C, El-Kaide... gibi “ne menem bir şey” oldukları meçhul börtü böcekleri (haşarat) musal lat etmelerinden çıkmaktadır. Aklı başında bir insan, çınardan koparılacak bir dalın, çınarın dibinde çürüyüp gideceğini; çürümese bile, bir elde maşa görevi göreceğini bilir. Ki burada, çürüyüp gitmek bile en şerefli sondur bize göre! Maşa olmak ise an-cak soysuzların yapabileceği bir davranıştır. Damarımda Türk kanı taşıyorum diyen bir insan da, herhalde Musa olmak dururken; asa olmayı kabul etmez. Kabul ediyorsa da, zaten o Türk değildir.
---------Türkiye yıllarca bölücü terörle mücadele etti. Ya da etmiş gibi göründü. Zira bir zamanlar toplumbilimi, ruhbilimi, tarih, edebiyat, sanat, spor, sinema gibi bilim ve kül-tür kaynaklarını da kullanarak yöre ile bütünleşme yoluna gidilebilirdi. Misal Yeşilçam, Aziz Nesin hikâyeleri ve Kemal Sunal tiplemeleri ile doğudaki insanımızı aşağılamak yerine, “Demirci Kava” destanını beyaz perdeye aktarabilirdi. İnsanımız “Ergenekon’ dan Çıkış” ile “Demirci Kava” arasındaki benzerliği görüp, daha da kaynaşabilirdi. Yö -re insanına, PKK’yı ve örgütün akıl hocalarından (teorisyen) olduğu bilinen, hatta ki-tapları “Eğer ahiret günü varsa ve Arap Muhammed bize şefaat etmezse -ki varsın et mesin- Kürtlerin peygamberi Zerdüşt bize yardım edecektir.” gibi zırvalıklarla dolu o-lan Marksist Musa Anter’in gerçek yüzü anlatılabilirdi. Namusuna düşkün yöre insanı-na, dağa çıkan kızlarının, Kandil’de “gitar çalan çocuklar” değil de “orta malı” olduğu bile anlatılabilseydi, sorun yarı yarıya çözülürdü. Yahut elinde sineklik ile salonda hop layıp zıplayan yazlıkçılar gibi davranmak yerine; çevreyi ilaçlamak, sokağın başında duran çöp bidonunu ortadan kaldırmak, en azından kapağını iyice kapatmakla işe ba şlamak gerekirdi. Bu arada konu komşunun çevreye pislik atmaması da tembih edile-bilirdi. Bu tembihi de dünyanın en güçlü ordularından biri olan kolluk kuvvetlerinizle yapabilirdiniz. Misal, attıkları pisliği derdest edip (derleyip, toparlamak) kendi bahçe-lerine dökebilirdiniz. Bunu yaparken, sayıları, İran’da 30 milyon; Irak’ta 2,5 milyon; Su riye’de 200 bin; Yunanistan’da 200 bin olarak bilinen soydaşlarınızdan yardım alabilir diniz. Yıllarca yükünü çektiğiniz NATO’yu devreye sokabilirdiniz mesela. Diyeceğim, yapmamamız gereken çok şey vardı. Yaptık. Yapmamız gereken çok şey vardı. Yapmadık. Ama en azından bir yerlerden başlamak gerekmektedir. Mesele, bir musibet; bin nasihat meselesi… Ya da uyanık olup, bir nasihatle işi halletme becerisi… Ötesini, meclisteki ağaların paşa gönlü bilir. 28.01.2008 Pazartesi
Aziz Dolu
Türk Eğitim Sen
Serik İlçe Yönetimi
---------Hani bir atasözümüz vardır. Borç, yiğidin kamçısıdır, denir. O hesap, sorunlar da, Türk milletinin kamçısı olmuş canlar. Türkiye, Hanedanlık günlerini de sayarsak, nerede ise 250 yıldır birçoğu hastalık (kangren) halini almış olan sorunlarla uğraşıp durmaktadır. Uzun yıllara yayılan savaşlar, dış borçlar, Kıbrıs, Batı Trakya, Musul-Ker kük, Ermeni meselesi, sanayileşmenin gerçekleştirilememesi, toprak ıslahatının (refo rm) tamamlanamaması, sağ-sol çatışmaları… diye giderken; bölücü terör olayı, bütün bu sorunların tuzu biberi oluvermiştir. Üstelik tevekkeli (boşuna) denmemiştir; bir mu- sibet, bin nasihatten evladır diye… Sözümüzün haklılığı da böylece ortaya çıkmakta- dır. Kalemle halvetime atasözleri ile başlamaktan muradımız, Türk Dil Kurumu başka- nından takdir almak değildir haliyle…
---------Gelinen noktada PKK’nın artık “üç beş çapulcu” olmadığı malumunuzdur sanı-rım. Öyle ya “Yılanın başı küçükken ezilir.” diye diye, atalarımızın boşuna gırtlak pat-lattıkları da ortadadır. Peki, hain baskınlarla, halkımızı; kahpe pusularla, Mehmetçiği-mizi şehit eden, ruhunu emperyalizme satmış bu sırtlanlara karşı ne yapmalıyız? Öy-le ya, Ozan Arif’in de dediği gibi “ölene zabıt, kalana tabut tutmaktan” başka yapacak bir şeyler de olmalıdır. Şehit cenazelerinin ardından bağırmakla da olmuyor? Hatta gi dip okey masasında yahut bir barda nutuk atmak da çare değil. Zamanında niçin özel timi lağvedip, ülkenin batısında genelev kapılarına nöbetçi; bilmem hangi müdüre, şo-för yaptınız ağalar? Meclise, PKK uzantısı partiyi taşırken aklınız neredeydi? Ya APO ’ya “Sayın Başkan!” diyen dallamaların, hâlâ televizyonlarda -üstelik gargara yapmak tan bile beter bir Türkçe ile- arz-ı endam eylemesine ne demeli? Ya idam cezası me- selesi ne olacak? 12 Eylül’de sağcı-solcu gibi zırva suçlamalarla ülkemin gencecik fi-danlarını ipe gönderirken bile aklınıza gelmeyen idam cezasının kaldırılması mesele- si, nasıl oluyor da APO denen lavuğun yakalanmasının hemen ardından gündemin ilk maddesi oluveriyor? Şimdi bu sorulara kafa yormaya başladıysanız, meselenin çözü-münün de az çok belli olduğunu anlamışsınızdır.
---------Terör denen bu kangreni yok etmek için çare nedir? Çare, ya verip kurtulmak (Ki bu tarihimizde olmamış ve olmayacak bir olaydır.) ya da vurup öldürmektir! Ama en önce kararlılık göstermek gerekmektedir. Kararlılık ise tedbirlerin adam gibi alın-ması, uygulanması ve uygularken de sulandırılmaması ile mümkün olur. Oy kaygısı ile anam Kürt, babam Kürt; Avrupa birliğinin yolu Diyarbakır’dan geçer; canım hepi-miz Müslüman’ız gibi aymazlıklarla yahut da ayrışmacıların ekmeğine yağ sürdüğü-nün farkında bile olmayan safça bir edayla “Türk-Kürt kardeştir!” bağırışları ile soru -nun çözülmeyeceği bilinmelidir. Çünkü sorun Diyarbakır’da, Hakkâri’de yaşayan in-sanlarımızdan kaynaklanmamaktadır. Oralarda yaşayanlar da Antalya’daki Yörük; Si vas’taki Türkmen; Sakarya’daki Çerkez; Elazığ’daki Zaza… gibi öz be öz bu yurdun çocuklarıdır. Türk adı verilen ulu çınarın birer dalıdır. Mesele, Türk-İslam dünyasının serpilip güçlenmesini istemeyen şer odaklarının, ağacın gövdesine PKK, DHKP-C, El-Kaide... gibi “ne menem bir şey” oldukları meçhul börtü böcekleri (haşarat) musal lat etmelerinden çıkmaktadır. Aklı başında bir insan, çınardan koparılacak bir dalın, çınarın dibinde çürüyüp gideceğini; çürümese bile, bir elde maşa görevi göreceğini bilir. Ki burada, çürüyüp gitmek bile en şerefli sondur bize göre! Maşa olmak ise an-cak soysuzların yapabileceği bir davranıştır. Damarımda Türk kanı taşıyorum diyen bir insan da, herhalde Musa olmak dururken; asa olmayı kabul etmez. Kabul ediyorsa da, zaten o Türk değildir.
---------Türkiye yıllarca bölücü terörle mücadele etti. Ya da etmiş gibi göründü. Zira bir zamanlar toplumbilimi, ruhbilimi, tarih, edebiyat, sanat, spor, sinema gibi bilim ve kül-tür kaynaklarını da kullanarak yöre ile bütünleşme yoluna gidilebilirdi. Misal Yeşilçam, Aziz Nesin hikâyeleri ve Kemal Sunal tiplemeleri ile doğudaki insanımızı aşağılamak yerine, “Demirci Kava” destanını beyaz perdeye aktarabilirdi. İnsanımız “Ergenekon’ dan Çıkış” ile “Demirci Kava” arasındaki benzerliği görüp, daha da kaynaşabilirdi. Yö -re insanına, PKK’yı ve örgütün akıl hocalarından (teorisyen) olduğu bilinen, hatta ki-tapları “Eğer ahiret günü varsa ve Arap Muhammed bize şefaat etmezse -ki varsın et mesin- Kürtlerin peygamberi Zerdüşt bize yardım edecektir.” gibi zırvalıklarla dolu o-lan Marksist Musa Anter’in gerçek yüzü anlatılabilirdi. Namusuna düşkün yöre insanı-na, dağa çıkan kızlarının, Kandil’de “gitar çalan çocuklar” değil de “orta malı” olduğu bile anlatılabilseydi, sorun yarı yarıya çözülürdü. Yahut elinde sineklik ile salonda hop layıp zıplayan yazlıkçılar gibi davranmak yerine; çevreyi ilaçlamak, sokağın başında duran çöp bidonunu ortadan kaldırmak, en azından kapağını iyice kapatmakla işe ba şlamak gerekirdi. Bu arada konu komşunun çevreye pislik atmaması da tembih edile-bilirdi. Bu tembihi de dünyanın en güçlü ordularından biri olan kolluk kuvvetlerinizle yapabilirdiniz. Misal, attıkları pisliği derdest edip (derleyip, toparlamak) kendi bahçe-lerine dökebilirdiniz. Bunu yaparken, sayıları, İran’da 30 milyon; Irak’ta 2,5 milyon; Su riye’de 200 bin; Yunanistan’da 200 bin olarak bilinen soydaşlarınızdan yardım alabilir diniz. Yıllarca yükünü çektiğiniz NATO’yu devreye sokabilirdiniz mesela. Diyeceğim, yapmamamız gereken çok şey vardı. Yaptık. Yapmamız gereken çok şey vardı. Yapmadık. Ama en azından bir yerlerden başlamak gerekmektedir. Mesele, bir musibet; bin nasihat meselesi… Ya da uyanık olup, bir nasihatle işi halletme becerisi… Ötesini, meclisteki ağaların paşa gönlü bilir. 28.01.2008 Pazartesi
Aziz Dolu
Türk Eğitim Sen
Serik İlçe Yönetimi