Başörtüsü ve Laiklik Meselesi
Türkiye, uzunca bir zamandır “Başörtünü tak da gel!” diye haykıran Arif Nazımlarla, “Türkiye Laik’tir, Laik kalacak!” diye feryat eden Türkan Saylanlar arasında sürüp giden fikri ve cebri bir mücadeleye sahne olmaktadır. Meselenin kamuoyunda gereğinden fazla yer işgal etmesi, dahası ‘meleklerin edep yerleri’ mevzulu meşhur Bizans muhabbetlerini andırmaya başlaması ise çözüm yollarını tıkamakla kalmamış, meselenin çetrefil bir hal almasına da sebep olmuştur. Üstelik ağız dalaşından öteye geçemeyen bu hengâmede okul kapılarında, kamera önlerinde, okey masalarında… konuşan, konuşturulan; yönelen veya yönlendirilen onca insandan kaç tanesinin, bir ‘sosyal, hukuk devleti’ olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yasalarını açarak kılık-kıyafet ve laiklik ile ilgili maddeleri okuduğu ise bir başka girift meseledir. Zira çağımızın Dede Korkut’u kabul edilen, Kahramanmaraşlı Abdürrahim Karakoç Bey’in de bir şiirinde yerden yere vurduğu; “Ben bilmem beyim, büyükler bilir!” mantığı, ‘Ben düşünmem beyim, benim yerime büyükler düşünür!’ kolaycılığına hatta daha da ileri giderek ‘Benim yerime büyükler dinler!’; ‘Benim yerime büyükler söyler!’ türünden aymazlıklara kadar varmıştır. Haliyle Türk halkı, okuma; okuduğunu sorgulama yeteneğini kaybedince de olanlar olmuş ve güzel ülkemiz bir sorunlar yumağına dönüşmüştür.
Başörtüsü, dolayısı ile de vücudun bazı kısımlarının örtülmesi her şeyden önce Kur’an-ı Kerim’de işaret edilen namaz, oruç, zekât… gibi temel ve faiz yememek, yalan söylememek, ilim öğrenmek, anaya-babaya itaat etmek… gibi genel esaslara dayanan dini emirlerden olup; daha çok ikinci terkibe (group) girmektedir. Bir namaz ibadeti kadar ağırlığı olmamakla birlikte, ‘Kur’an ahlâkı’ ile ahlâklanmak isteyen samimi bir Müslüman’ın yerine getirmesi gereken şartlardan biridir. Tabi bu bakış açısı dini açıdan bakıldığında geçerlidir. Zira Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dinler karşısında takındığı tavır Fransız laikliğini esas alır. Laik bir devlet olmamız hasebiyle de devlet yönetimimizde dini temayüllere yer verilmez. En azından düşüncede (teori) bu böyledir. Oysa dinle ilgili uygulamalar tamamen farklı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Söz gelimi Gazi Mustafa Kemal’in, Elmalılı Hamdi Yazır Hoca’ya Türkçe Kur’an tefsirini sipariş ederken “Bu tefsir Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadı üzerine kaleme alınacaktır.” diye şart koşmasından tutun da; cami imamlarının devlet memuru olmasına kadar sayısız uygulama iddiamızı doğrular niteliktedir. Aslına bakarsanız Cumhuriyet döneminde yapılan dinsel içerikli icraatların, Abdülhamit Han dönemindeki uygulamaların bir nevi devamı olduğu görülmektedir. Zira Arabistan ve Mısır gibi merkezlerden yayılan ve Türk milletinin bünyesine uymayan dini akımlara (ekol) karşı başlatılan mücadeleden tutun da; Laik eğitim veren okullara kadar bir sürü uygulamanın altında Abdülhamit Han’ın imzası bulunmaktadır. Dahası Mustafa Kemal de bu okullarda yetişmiş bir Osmanlı aydınıdır.
Günümüzde, ‘Laiklik nedir?’ sorusunun yanıtını (cevap) sıradan (normal) bir zekâya sahip kişiler bile kolayca yanıtlayabilir. Ama biz yine de kendi tarifimizi (tanım) yapalım. Laiklik, devlet uzuvlarının (organ), özellikle de hukukunun dini kurallara göre yapılanmaması; devletin, dini inançlar karşısında tarafsız ve eşit mesafede kalması, böylece bir yandan milletle devleti kaynaştırırken diğer yandan da din ve vicdan özgürlüğünü sağlaması olarak tanımlanabilir. Zaten binlerce yıllık devlet geleneğimiz de bu minval üzere inşa edilmiştir. Bununla birlikte Laikliğin önce terim, sonra da kavram olarak hayatımıza girmesinin ise bir asırlık bir geçmişi vardır. Sözcüğün günlük hayatımıza dolayısı ile dilimize girmesi, Paris’e gidip gelmeyi iş edinmiş bir kısım maceraperest serkeşin devşirip getirmesi ile olmuştur.
Fransa’daki Laiklik uygulamaları incelendiğinde görülmüştür ki, Laiklik ilk önceleri din karşıtlığı olarak algılanmış; zamanla bu anlayış biçim değiştirerek dine kayıtsız olma halini almıştır. Yani neredeyse din düşmanlığı diyebileceğimiz bir durumdan, dine karşı tepkisiz kalma, muhatap olmama gibi bir uygulamaya kadar gelinmiştir. Daha doğrusu baskı ve zorlama anlamına gelebilecek reddetme, bastırma, söz hakkı vermeme… halinden; kabullenme, tahammül etme, müsamaha (hoşgörü) gösterme… noktasına kadar gelmiştir. Hatta Yargıtay eski başkanlarından Sami Selçuk Bey de bir makalesinde bu süreci ayrıntılı olarak işlemiştir. Türkiye’deki sorun da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü ülkemizdeki Laikçiler hâlâ Fransızların ilk dönem uygulamalarına benzer saplantılara takılıp kalmış olmak gibi bir garabet durumla karşı karşıyadırlar. Yeri gelmişken Laikler, İslâmcılar… gibi adlandırmaların abesle iştigal lakırdılar olduğu da unutulmamalıdır. Hele de söz konusu olan ülkemizin ve milletimizin esenliği ise… Söz gelimi (mesela) bireylerin Laik olması diye bir durum söz konusu olamaz. Zira Laiklik kavramı, devlet yönetimiyle ilgili bir terimdir. Ancak devlet organları Laik olabilir. Türkiye gibi, büyük devlet olma geleneğine sahip bir devlet söz konusu ise, olmalıdır da… Zira âleme nizam verme iddiası bunu gerekli kılmaktadır. Bu hususu biraz daha açalım ve ‘Türkiye’nin en dindar depik (football) kulübü Antalyaspor’dur!’ diyerek, simgesinin Selçukludan kalma ‘Yivli Minare’ olduğunu söyleyelim. Haliyle ‘Olur mu canım öyle şey!’ gibilerden tepki göstermeniz kaçınılmazdır. O halde bir kulübün, derneğin, okulun yahut fabrikanın dininin olamayacağına kanaat getiren bir akıl, nasıl olur da bir devletin dininin olacağını savunabilir ki?
Türkiye’de, özellikle de kızılca kıyametin koparıldığı yüksek öğretim kurumlarında Müslüman kadınların, kızların başörtüleriyle ilgili yasal anlamda bir yasak söz konusu değildir. Söz gelimi Yüksek Öğretim Kurumunun (YÖK) kılık-kıyafetin başörtüsü kısmı ile ilgili herhangi bir yasak maddesi bulunmamaktadır. Üstelik bir garabet durum da burada karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki bu vatanda yaşamayı tercih eden, bu devlete sadakatle bağlanan başörtülü bir hanımın, devletin hastanesinden, postanesinden, adliyesinden, tiyatrosundan, lojmanından, vapurundan, bankasından… diye giden sayısız kamu hizmetlerinden yararlanması yönetim (regime) sorunu olmuyor da; -üstelik- özerkliği yasalarla da sabit olan evrenkentlerde (univercity) öğrenim görmesi mi tehlike arz ediyor? Asıl tehlikenin eğitimsizlikten, bilgisizlikten (cahillik) kaynaklandığı apaçık ortada iken hem de… Dememiz odur ki, ‘dini’dir; ‘siyasi’dir türünden kısır tartışmalarla meseleyi, Bizanslıların ‘meleklerin apış arası’ konulu muhabbetlerine çevirmenin anlamı ve gereği yoktur cancağızlar. Zira mesele bireysel hak ve özgürlükleri kullanmaya yönelik bir ‘tercih’ meselesidir. Kişi bu tercihini -dini, siyasi, ananevi yahut da moda kaygısıyla hareket ediyor olsa bile- istediği şekilde kullanabilmelidir. Bu ise insan olmanın; insan şerefinin, haysiyetinin bir gereğidir.
Aslında Türkiye’nin temel sorunlarından biri -rahmetli Uğur Mumcu’nun da dediği gibi- “bilgisi yok, ama fikri var” diye tanımlayabileceğimiz insanların sebep olduğu kavram kargaşasıdır. Söz gelimi, bir kısım zevat (kişiler) çıkar, aslı astarı olmayan; akla hayale gelmeyen öyle tumturaklı ifadeler sarf eder ki, insanın aklı hayali durur. Misal bugün ‘Türkçe ezan’ için yanıp tutuşan zadeler, 1950’lerde ‘ezanın Arapça olarak da okunabilmesi’ne izin veren yasanın meclisteki Demokrat Fırka ve Cumhuriyet Halk Fırkası milletvekillerince ‘oy birliği’ ile kabul edildiğini bilmezler. Hoş, ezan bir ‘namaza çağrı’ olup; Arapça, Türkçe yahut İngilizce okunmasında dini yönden herhangi bir sakınca olmadığı da malumunuzdur. Arapçanın tercih edilmesindeki temel kaygı olsa olsa evrensellik ile açıklanabilir. Öyle ya dilimizi bilmeyen bir Malay’ın, bir Boşnak’ın Türkçe ezandan bir şey anlamayacağı da ortadadır. Üstelik ezana gelinceye kadar, Türkçe olması gereken o kadar çok şey varken hem de… Eğitim dilimiz, tıbbi ilaç tanıtımlarımız, işyerlerimizin tabelaları, kullandığımız arabaların adları, dahası Eurovision’da söylediğimiz şarkıların dili… Dememiz odur ki, bırakalım da imam efendi varsın, ezanı Arapça okuyuversin; isteyen başörtüsü takmaya, vakit ezanına kulak kabartmaya devam etsin. Binaenaleyh din meselesi şakaya gelmez. Ne diyordu Jiletçi Müslim Baba: “Bu benim meselem, derin mesele; Ezelden, ebede giden mesele.” Fazla söze ne hacet? Meseleniz, ebedse; ebediniz hayır olsun cancağızlar. Serik–19.08.2008
Aziz Dolu Atabey
TES Serik Temsilciliği
azizdolu.blogcu.com
Türkiye, uzunca bir zamandır “Başörtünü tak da gel!” diye haykıran Arif Nazımlarla, “Türkiye Laik’tir, Laik kalacak!” diye feryat eden Türkan Saylanlar arasında sürüp giden fikri ve cebri bir mücadeleye sahne olmaktadır. Meselenin kamuoyunda gereğinden fazla yer işgal etmesi, dahası ‘meleklerin edep yerleri’ mevzulu meşhur Bizans muhabbetlerini andırmaya başlaması ise çözüm yollarını tıkamakla kalmamış, meselenin çetrefil bir hal almasına da sebep olmuştur. Üstelik ağız dalaşından öteye geçemeyen bu hengâmede okul kapılarında, kamera önlerinde, okey masalarında… konuşan, konuşturulan; yönelen veya yönlendirilen onca insandan kaç tanesinin, bir ‘sosyal, hukuk devleti’ olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yasalarını açarak kılık-kıyafet ve laiklik ile ilgili maddeleri okuduğu ise bir başka girift meseledir. Zira çağımızın Dede Korkut’u kabul edilen, Kahramanmaraşlı Abdürrahim Karakoç Bey’in de bir şiirinde yerden yere vurduğu; “Ben bilmem beyim, büyükler bilir!” mantığı, ‘Ben düşünmem beyim, benim yerime büyükler düşünür!’ kolaycılığına hatta daha da ileri giderek ‘Benim yerime büyükler dinler!’; ‘Benim yerime büyükler söyler!’ türünden aymazlıklara kadar varmıştır. Haliyle Türk halkı, okuma; okuduğunu sorgulama yeteneğini kaybedince de olanlar olmuş ve güzel ülkemiz bir sorunlar yumağına dönüşmüştür.
Başörtüsü, dolayısı ile de vücudun bazı kısımlarının örtülmesi her şeyden önce Kur’an-ı Kerim’de işaret edilen namaz, oruç, zekât… gibi temel ve faiz yememek, yalan söylememek, ilim öğrenmek, anaya-babaya itaat etmek… gibi genel esaslara dayanan dini emirlerden olup; daha çok ikinci terkibe (group) girmektedir. Bir namaz ibadeti kadar ağırlığı olmamakla birlikte, ‘Kur’an ahlâkı’ ile ahlâklanmak isteyen samimi bir Müslüman’ın yerine getirmesi gereken şartlardan biridir. Tabi bu bakış açısı dini açıdan bakıldığında geçerlidir. Zira Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dinler karşısında takındığı tavır Fransız laikliğini esas alır. Laik bir devlet olmamız hasebiyle de devlet yönetimimizde dini temayüllere yer verilmez. En azından düşüncede (teori) bu böyledir. Oysa dinle ilgili uygulamalar tamamen farklı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Söz gelimi Gazi Mustafa Kemal’in, Elmalılı Hamdi Yazır Hoca’ya Türkçe Kur’an tefsirini sipariş ederken “Bu tefsir Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadı üzerine kaleme alınacaktır.” diye şart koşmasından tutun da; cami imamlarının devlet memuru olmasına kadar sayısız uygulama iddiamızı doğrular niteliktedir. Aslına bakarsanız Cumhuriyet döneminde yapılan dinsel içerikli icraatların, Abdülhamit Han dönemindeki uygulamaların bir nevi devamı olduğu görülmektedir. Zira Arabistan ve Mısır gibi merkezlerden yayılan ve Türk milletinin bünyesine uymayan dini akımlara (ekol) karşı başlatılan mücadeleden tutun da; Laik eğitim veren okullara kadar bir sürü uygulamanın altında Abdülhamit Han’ın imzası bulunmaktadır. Dahası Mustafa Kemal de bu okullarda yetişmiş bir Osmanlı aydınıdır.
Günümüzde, ‘Laiklik nedir?’ sorusunun yanıtını (cevap) sıradan (normal) bir zekâya sahip kişiler bile kolayca yanıtlayabilir. Ama biz yine de kendi tarifimizi (tanım) yapalım. Laiklik, devlet uzuvlarının (organ), özellikle de hukukunun dini kurallara göre yapılanmaması; devletin, dini inançlar karşısında tarafsız ve eşit mesafede kalması, böylece bir yandan milletle devleti kaynaştırırken diğer yandan da din ve vicdan özgürlüğünü sağlaması olarak tanımlanabilir. Zaten binlerce yıllık devlet geleneğimiz de bu minval üzere inşa edilmiştir. Bununla birlikte Laikliğin önce terim, sonra da kavram olarak hayatımıza girmesinin ise bir asırlık bir geçmişi vardır. Sözcüğün günlük hayatımıza dolayısı ile dilimize girmesi, Paris’e gidip gelmeyi iş edinmiş bir kısım maceraperest serkeşin devşirip getirmesi ile olmuştur.
Fransa’daki Laiklik uygulamaları incelendiğinde görülmüştür ki, Laiklik ilk önceleri din karşıtlığı olarak algılanmış; zamanla bu anlayış biçim değiştirerek dine kayıtsız olma halini almıştır. Yani neredeyse din düşmanlığı diyebileceğimiz bir durumdan, dine karşı tepkisiz kalma, muhatap olmama gibi bir uygulamaya kadar gelinmiştir. Daha doğrusu baskı ve zorlama anlamına gelebilecek reddetme, bastırma, söz hakkı vermeme… halinden; kabullenme, tahammül etme, müsamaha (hoşgörü) gösterme… noktasına kadar gelmiştir. Hatta Yargıtay eski başkanlarından Sami Selçuk Bey de bir makalesinde bu süreci ayrıntılı olarak işlemiştir. Türkiye’deki sorun da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü ülkemizdeki Laikçiler hâlâ Fransızların ilk dönem uygulamalarına benzer saplantılara takılıp kalmış olmak gibi bir garabet durumla karşı karşıyadırlar. Yeri gelmişken Laikler, İslâmcılar… gibi adlandırmaların abesle iştigal lakırdılar olduğu da unutulmamalıdır. Hele de söz konusu olan ülkemizin ve milletimizin esenliği ise… Söz gelimi (mesela) bireylerin Laik olması diye bir durum söz konusu olamaz. Zira Laiklik kavramı, devlet yönetimiyle ilgili bir terimdir. Ancak devlet organları Laik olabilir. Türkiye gibi, büyük devlet olma geleneğine sahip bir devlet söz konusu ise, olmalıdır da… Zira âleme nizam verme iddiası bunu gerekli kılmaktadır. Bu hususu biraz daha açalım ve ‘Türkiye’nin en dindar depik (football) kulübü Antalyaspor’dur!’ diyerek, simgesinin Selçukludan kalma ‘Yivli Minare’ olduğunu söyleyelim. Haliyle ‘Olur mu canım öyle şey!’ gibilerden tepki göstermeniz kaçınılmazdır. O halde bir kulübün, derneğin, okulun yahut fabrikanın dininin olamayacağına kanaat getiren bir akıl, nasıl olur da bir devletin dininin olacağını savunabilir ki?
Türkiye’de, özellikle de kızılca kıyametin koparıldığı yüksek öğretim kurumlarında Müslüman kadınların, kızların başörtüleriyle ilgili yasal anlamda bir yasak söz konusu değildir. Söz gelimi Yüksek Öğretim Kurumunun (YÖK) kılık-kıyafetin başörtüsü kısmı ile ilgili herhangi bir yasak maddesi bulunmamaktadır. Üstelik bir garabet durum da burada karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki bu vatanda yaşamayı tercih eden, bu devlete sadakatle bağlanan başörtülü bir hanımın, devletin hastanesinden, postanesinden, adliyesinden, tiyatrosundan, lojmanından, vapurundan, bankasından… diye giden sayısız kamu hizmetlerinden yararlanması yönetim (regime) sorunu olmuyor da; -üstelik- özerkliği yasalarla da sabit olan evrenkentlerde (univercity) öğrenim görmesi mi tehlike arz ediyor? Asıl tehlikenin eğitimsizlikten, bilgisizlikten (cahillik) kaynaklandığı apaçık ortada iken hem de… Dememiz odur ki, ‘dini’dir; ‘siyasi’dir türünden kısır tartışmalarla meseleyi, Bizanslıların ‘meleklerin apış arası’ konulu muhabbetlerine çevirmenin anlamı ve gereği yoktur cancağızlar. Zira mesele bireysel hak ve özgürlükleri kullanmaya yönelik bir ‘tercih’ meselesidir. Kişi bu tercihini -dini, siyasi, ananevi yahut da moda kaygısıyla hareket ediyor olsa bile- istediği şekilde kullanabilmelidir. Bu ise insan olmanın; insan şerefinin, haysiyetinin bir gereğidir.
Aslında Türkiye’nin temel sorunlarından biri -rahmetli Uğur Mumcu’nun da dediği gibi- “bilgisi yok, ama fikri var” diye tanımlayabileceğimiz insanların sebep olduğu kavram kargaşasıdır. Söz gelimi, bir kısım zevat (kişiler) çıkar, aslı astarı olmayan; akla hayale gelmeyen öyle tumturaklı ifadeler sarf eder ki, insanın aklı hayali durur. Misal bugün ‘Türkçe ezan’ için yanıp tutuşan zadeler, 1950’lerde ‘ezanın Arapça olarak da okunabilmesi’ne izin veren yasanın meclisteki Demokrat Fırka ve Cumhuriyet Halk Fırkası milletvekillerince ‘oy birliği’ ile kabul edildiğini bilmezler. Hoş, ezan bir ‘namaza çağrı’ olup; Arapça, Türkçe yahut İngilizce okunmasında dini yönden herhangi bir sakınca olmadığı da malumunuzdur. Arapçanın tercih edilmesindeki temel kaygı olsa olsa evrensellik ile açıklanabilir. Öyle ya dilimizi bilmeyen bir Malay’ın, bir Boşnak’ın Türkçe ezandan bir şey anlamayacağı da ortadadır. Üstelik ezana gelinceye kadar, Türkçe olması gereken o kadar çok şey varken hem de… Eğitim dilimiz, tıbbi ilaç tanıtımlarımız, işyerlerimizin tabelaları, kullandığımız arabaların adları, dahası Eurovision’da söylediğimiz şarkıların dili… Dememiz odur ki, bırakalım da imam efendi varsın, ezanı Arapça okuyuversin; isteyen başörtüsü takmaya, vakit ezanına kulak kabartmaya devam etsin. Binaenaleyh din meselesi şakaya gelmez. Ne diyordu Jiletçi Müslim Baba: “Bu benim meselem, derin mesele; Ezelden, ebede giden mesele.” Fazla söze ne hacet? Meseleniz, ebedse; ebediniz hayır olsun cancağızlar. Serik–19.08.2008
Aziz Dolu Atabey
TES Serik Temsilciliği
azizdolu.blogcu.com
Son düzenleme: