Ağlayan Hurma Kütüğü

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Şurası âşikârdır ki, Allâh'ın kendi huzûruna dâvet ettiği her kul, bu dünyâyı izzet ve şerefle geçilmesi gereken bir geçit bilir. Dünyânın aldatıcı lezzetlerine, haysiyet kırıcı ihtiraslarına kapılmaz. İlâhî muhabbet, hedefine rehber ve meş'ale olur.
Ancak ilâhî sırlara gönül gözleri ve gönül kulakları tıkalı olan kişiler, bir ağacın ve emsâli nebâtât ve cemâdâtın nasıl dile gelip gaybî hakîkatler söyleyebileceğine inanamaz; buna akıl erdiremezler.
Kâinâttaki ilâhî, ince nizâm ve program, "Ol!" emri ve tâlimâtının neticesidir.
Eğer cansızlar, Allâh'ın "Ol!" emrini duymamış, bunu idrâk etmemiş olsalardı, o zaman bu ilâhî ihtarların mânâsı anlaşılmazdı. Fakat mâdem ki canlı, cansız bütün varlıklara "Ol!" emri verildi; bu demektir ki, ilâhî emirleri yalnız insanlar değil, cansızlar da duyarlar.
Bir et parçasından ibâret olan dilimiz, ifâdelerimizi kelâm hâline getirmiyor mu? Yediklerimiz ve içtiklerimizin lezzetini bize haber vermiyor mu? Bütün kâinatta ne varsa, duyan, hisseden hâl lisânı ile konuşur. Duymayan, hissetmeyen, ancak gâfil, gönül mahrûmlarıdır.
İblîs, gâfillerin gönlüne zan dolu buzdan bir şüphe koyar. Bu şüphe de, onların bütün vicdanlarını ve iz'ânlarını dondurur. Gözleri, şekilleri zâhiren görürse de, mânâlara ve derinliklere karşı perdeli olur. Böylelikle içlerindeki iblîs ve nefs-i emmâre, bunları mukadder bir uçurumda âdetâ intihar ettirir.
Gâfillerin, mânevî dünyâlara karşı duyarsız ve kopuk olmaları, onların, rûhları ile kâinât ve Allâh arasındaki bağlarını keser ve vahîm bir idrâksizliğe sürükler.
Dolayısıyla yalnız kuru bir akılla yola çıkanların idrâkleri kıtlaşır. Lâkin kâinâttaki hâdiselerin sırf dış görünüşlerini değil de, rûhâniyet ve iç âlemlerini görebilme sırrına ermiş olan irfân ehli, hiçbir şekilde aklın çıkmazlarına takılmaz. Bu Hakk dostlarının, görüş, biliş, seziş ve sebatları, dağları ve taşları bile kendilerine hayrân bırakır.
Gönül gözleri görmeyenler, yalnız akıl yolunu körün değneği gibi kullanmak zorunda kalırlar. Bu değnek, onların taşlara çarpıp yuvarlanmalarını önlerse de, bu gidiş, elbette önünü gören insanın yürüyüşündeki emniyet gibi olamaz.
Gerçek körler, cesede âid gözleri âmâ olanlar değil, gönül gözleri kapalı olanlardır. Yoksa cesed gözü kapalı, fakat kalb gözü açık öyle has kullar vardır ki, onlara öteler ötesi ayândır.
Zâten Rabb'imizin en yüce hikmeti şudur ki, kendisini ve hikmetlerini, gönül gözü ile görenlere gösterir.
Cansızların neler söylediğini, ağaç dallarından yükselen tesbîh seslerini, gönülsüz, kuru bir akılla anlamaya çalışmak, beyhûde bir davranıştır.
Hazret-i Mevlânâ'nın ifâdesi ile cemâdât, hâl lisânı ile der ki:
"Ey gâfil insan! Biz cansız varlıklar olduğumuz hâlde ilâhî kudret bize hareket ve mârifet vermiştir. Bize diğer bütün canlıların yapamayacağı hünerleri yaptırmıştır. Senin ağzın ve dilin de cansız bir cisimken Allâh ona kelâmların her türlüsünü söyletmiyor mu? Öyleyse insan idrâk etmez mi ki, Hudâ istediği zaman neden hurma ağacına bir hasret, bir hicrân ve bir sevdâ kasîdesi söyletmesin?.."
Şeytan, Âdem -aleyhisselâm-'a baktığı zaman, karşısında topraktan yaratılmış bir insan göreceği yerde, insan silüetinde bir toprak yığını gördü. Bu sebeple ona secde etmedi. Âdem'deki aslî cevheri göremedi. Onun topraktan olan cesed yapısına aldandı da Rabb'ine isyan etti. Neticede huzûr-i ilâhîden kovuldu. Ebû Cehil ve emsâlleri de, insanı toprak yığını zanneden iblîs gibi Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'deki sonsuz ilâhî tecellîleri göremediler.
Aşağıdaki hâdise, cemâdâtın uyanıklığı ile Ebû Cehil ve emsâllerinin gafletini îzâh sadedinde çok mühimdir:
Ebû Cehil, birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'i aklınca imtihân etmek istedi. Ellerine taşlar alarak Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in yanına geldi ve:
"-Bil bakalım, avucumda ne var? Gerçekten peygambersen ve sâhiden göklerin ardındaki sırlardan haberdâr isen, bu kadar yakınındaki şeyleri de hemen bilmen lâzım!.." dedi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
"-Avucunun içindekileri ben mi söyleyeyim, yoksa onlar mı benim hak peygamber olduğuma şehâdet ederek konuşsunlar? Kudretullâh için senin avucundakileri dile getirmek çok basittir. Rabb'im dilerse, bütün cansızlar canlanıp insan gibi konuşurlar. Esasen onlar, Allâh'ın kudret ve azameti hakkında gönül sahiplerine nice sırlar ifşâ ederler. Fakat elbette sen ve senin gibi gâfiller, onların dilinden ve hâlinden anlayamaz!.." dedi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, böyle söylerken, taşlar bir bir dile geldiler. Kelime-i şehâdet getirdiler.
Ebû Cehil, bu hâlden korktu, ürktü. Taşlar, elinden düştü. Nasipsiz bedbaht, îmân edip kurtuluşu seçeceği yerde:
"-Yalan, yalan!" diye haykırdı.
Sonra da:
"-Yeryüzünde seninle başa çıkabilecek bir sihirbaz olamaz!" dedi.
Bu küfür tezâhürleri ile, kendisine kıyâmete kadar buğz edilecek kâfirlerin en mel'ûnu oldu. İlâhî rahmetten ebedî olarak uzaklaştırıldı.
Ebû Cehil, hem kör, hem sağır... O, Hazret-i Âdem'i toprak yığını gören şeytan gibi ilâhî tecellîlere, nûr-i Muhammedî'ye âmâ oldu. Gözleri gaflet, hiddet ve küfür perdesiyle kapalı olduğu için Âlemlerin Efendisi'ni kendisi gibi sadece etten ve kemikten bir kalıp zannetti.
Böylelerinin kıyâmete kadar mevcûdiyeti de bu âleme hâkim âdetullâh îcâbıdır.

Bir defasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz, beraberinde Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Alî -radıyallâhü anhüm- olduğu hâlde Uhud'a çıkmışlar idi. Uhud, üzerindeki bu mânevî şahıslardan dehşete gelerek sallandı. Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de:
"Sâkin ol ey Uhud! Üzerinde bir nebî, bir sıddîk ve iki şehîd var!" (Tirmizî, 3703, Nesâî, Ahbâs 4/5, VI, 235) buyurdu.
Bu ifâdeden hemen sonra koca dağ, sükûnete bürünerek sâkinleşti.
Yalnızca cemâdât değil, hayvânât ve diğer varlıklar da Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'i tanır, O'na muhabbet duyar ve itâat ederlerdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in bizi gafletten uyandırıcı şu hadîs-i şerîfi, ne kadar düşündürücüdür. Buyururlar ki:
"-Cinlerin ve insanların isyankâr olanları dışında, yer ve gökte bulunan bütün varlıklar, benim, Allâh'ın Rasûlü olduğumu bilirler." (Ahmed bin Hanbel, Müsned)
Bütün bu anlattıklarımız gösteriyor ki, cemâdât ve nebâtâtta da tezâhür eden hârikulâdelikler, yukarıda zikri geçen hurma kütüğüne münhasır değildir.
Yâ Rabbî! O senin Habîb'inin muhabbetinden ağlayan hurma kütüğünün hâlinden bizlere de bir muhabbet hissesi nasîb eyle!
Âmîn!.


Osman Nûri Topbaş
 
Geri
Üst
AdBlock Detected

We get it, advertisements are annoying!

Sure, ad-blocking software does a great job at blocking ads, but it also blocks useful features of our website. For the best site experience please disable your AdBlocker.

I've Disabled AdBlock    No Thanks