KA’BU’L-AHBAR BAHSİ
İslami ilimler zarfında İsrailiyyat’ın azim bir tesire sahip olduğunu iddia eden zındıklar, Ka’bu’l-Ahbâr’ın sahabe ile olan münasebetini indi mütalaalarla kendi lehlerine kullanmak istemişlerdir. Ka’b’ın, zındıkların ifsad gayretine malzeme edilmesinin en baş nedeni ise, O’nun aslen Yahudi olmasıdır.
Yemen’de dünyaya gelen ve hicri on iki yılında Hz. Ömer’in (r.a.) devr-i hilafetinde Müslüman olan Ka’b’ı[71] müsteşrik ve müstağrip koalisyonu ısrarla İslam’ı tahrif etmek için faaliyet gösteren gizli bir komitenin üyesi olarak da takdim etmektedir. Bundan gayesi ise, sahabe ile bilgi alış-verişinde bulunan Ka’b’ın İslami disiplinlere İsrailî bir çok malumatı dahil ettiği kanaatini yaymaktır.
Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Ebu Hureyre (r.anhüm), Ka’b’tan bir takım rivayetlerde bulunmuştur. Şii müellif Abdulhüseyin[72] ve Muhammed Ebu Reyye, Ebu Hureyre’nin (r.a.) Ka’bu’l-Ahbar’dan nakillerde bulunmasını O’na talebelik yapmak olarak niteler, ardından da Ebu Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiği hadislerin gerçekte Ka’b’tan mervi olduğunu iddia eder.
Tarifi imkansız bir derecede Ebu Hureyre (r.a.)düşmanı olan Ebu Reyye; O büyük sahabinin Ka’b’tan duyduklarını Allah Rasülün’den (s.a.v.) işitmiş gibi naklettiğini, gerçekte ise O’nun Ka’b’ın elinde bir oyuncak olduğunu söyler.
Ebu Reyye, çürük iddialarını destekleyebilmek için birkaç hadisi de davasına tanık gösterir.[73]
Fakat delil olarak takdim ettiği hadislerin hiç birisinde muvaffak olamamıştır.
Tashih
Kimin ne derece mümin olduğunu ya da nasıl bir imana sahip olduğunu yalnız Allah Teala bilir. Bu yüzden Ka’b’ın Yahudi olması iman edişine engel teşkil eder, denemez. Nitekim Allah Rasül’ü (s.a.v.) kimseyi sahip olduğu etnik ya da dini kökenden dolayı geri çevirmemiştir.
Ka’b’ın yaptıkları ya da söylediklerine bakmak yerine, etnik kökeninden dolayı imanını sorgulamak, İslami bir ameliye de değildir. Ayrıca Ka’b’ın imani noktada ki güvenirliği asrının tanıkları tarafından da tasdik edilmiştir. Hadis rivayetinde önde olan sahabilerin ondan rivayet etmeleri de buna işaret etmektedir.
Ka’b cumhura göre Sika bir ravidir. Bu yüzden adı, zayıf ve metruk ravileri muhtevi eserlerde geçmez. Zehebi, “Tabakatu’l-Huffaz”da, İbn Asakir “Tarih-u Dimeşk”de, Ebu Nuaym “Hilye”de, İbn Hacer Askalani “el-İsabe”de ve “Tehzibu’t-Tehzip”te ondan bahseder. Hadis münekkitleri Kab’ın güvenilir bir ravi olması hususunda ittifak halindedirler.[74]
Hicri on iki yılında Müslüman olan Ka’b, Medine’ye gelince Ebu Hureyre (r.a.) ile birlikte olmaya önem vermiştir. O, Ebu Hureyre’ye (r.a.) geçmiş ümmetlerin haberlerinden nakiller yapmış Ebu Hureyre de (r.a.) O’na, Allah Resülü’nün hadislerini rivayet etmiştir. Ebu Hureyre’yi (r.a.) Ka’b ile olan bu bilgi paylaşımından dolayı tenkit etmek, hiçbir usul ve esasa dayanmayan ideolojik bir okumadır.
Çünkü her hangi bir Müslüman’ın İslami ölçüler çerçevesinde eski ümmetlerle alakalı malumata sahip olması ve O’nu kullanması meşrudur. Nitekim Allah Rasülü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “İsrail oğullarından haber verin. Bunda hiçbir sakınca yoktur.”[75] İsrailî bilgiyi kullanmada ki kesin ölçüye gelince; o şu şekilde formüle edilmiştir: “İslam’ın doğruladığı kabul, tekzip ettiği reddedilir. Bunun dışındakilerde ise tevakkufta bulunulur.”[76]
Ebu Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiği hadislerin gerçekte Ka’b’a ait bilgiler olduğunu fakat Ebu Hureyre’nin (r.a.) onları Allah Rasülü’ne (s.a.v.) isnat ederek İslamileştirdiğini iddia etmek ise ancak insaf fukaralarının nasibi olabilir. “Her kim benim ağzımdan bilerek yalan uydurursa cehennemde ki yerini hazırlasın.”[77] hadisini rivayet eden sahabilerden biri de, Ebu Hureyre (r.a.) olsun, sonra da Ka’b’tan dinlediği İsrailî bilgiyi hadis diye rivayet etsin, ne mümkün!
Maalesef ki, Ebu Reyye’nin ölçü tanımaz düşmanlığı Ebu Hureyre’nin (r.a.) çok sıradan hareketlerini dahi O’nun aleyhinde ki bedihi deliller gibi takdim etmesine sebep olmuştur.
Yanlış Yere İsnad Edilen Bir Hadis
Ebu Reyye’nin, Ka’b’ın İsrailî bilgisinden nakil olduğunu iddia ettiği Ebu Hureyre (r.a.) hadisleri, gerçekte farklı yollarla bir çok sahabi tarafından da rivayet edilmektedir. Bu durumda, Ka’b’ın bütün bir ashabı etkilediği mi söylenecektir?! Ebu Reyye’nin istidlal ettiği hadislerden birisini tahlil ederek hadiseyi vuzuha kavuşturalım: “Cennette öyle bir ağaç vardır ki, bir atlı gölgesinde yüz sene yürür (yine de mesafeyi kat edemez.). Bu hadisi Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayet eden hadis allameleri arasında şu isimler vardır: Ahmed b. Hanbel (Müsned), Müslim (Sahih), Buhari (Sahih), Abdurrezzak (Musannef), Tirmizi (Camiu’s-Sahih)… Allah Rasülü’nden (s.a.v.) söz konusu hadisi rivayet eden diğer sahabiler ise şunlardır: Enes b. Malik, Ebu Saîd-i Hudri, Sehl b. Sa’d[78], Abdullah b. Abbas, Esma binti Ebi Bekr(r.anhüm) .[79]
İbn Kesir bu hadisin mütevatir olduğunu, yollarının farklılığı, isnadının güçlü oluşu ve ravilerinin güvenirliliğinden dolayı da, münekkit hadis alimleri tarafından kesin bir dille sihhatinin vurgulandığını bildirmektedir.[80]
Bir çok sahabiden rivayet edilen bu hadisi sonraki kuşaklara nakledenler arasında tabiinin büyükleri de vardır. Bütün bunları Ka’b aldatmıştır mı diyeceksiniz?! Muhal farz, bu iddia doğru olsun, bu durumda Ka’b bu sözle ne kast etmiş olabilir? Niçin böyle bir ameliye içerisinde olsun?! Sonra hadis rivayet ederken acaba gayri ihtiyari olarak Efendimiz’in (s.a.v.) tek bir kelimesini farklı rivayet eder miyim endişesiyle yüzünün rengi değişen, gözleri kan çanağına dönüşen, boğazındaki damarlar patlarcasına şişen sahabenin Ka’b’ın sözünü Allah Rasülü’ne (s.a.v.) isnat etmesine sessiz kalması ne mümkün!
Ebu Reyye ya da diğerleri niçin Ebu Hureyre (r.a.) üzerinde başkalarının tesirini ararlar? Onlara göre Allah Rasülü (s.a.v.) Ka’b kadar bir etkiye sahip değil midir ki, O’nun hadisleri dururken Ebu Hureyre (r.a.) Ka’b’ın İsrailî biligisini rivayet etsin.
Ebu Hureyre’yi (r.a.) Efendimiz’den (s.a.v.) başkasına isnat etmek en basitinden ideolojik okuma mahkumiyetidir. Ne ki, sadece oryantalistlerin gör dediklerini görenler duruşlarını değiştirmedikçe en bedihi hakikatleri, en çarpık bilgi diye nakletmeye devam edeceklerdir.
HANEFİLER ADINA İŞLENEN CÜRÜM
Ebu Hureyre’ye (r.a.) karşı oluşturulan müsteşrik ve mustağrip birlikteliğinin istismar ettiği konulardan biri de, Hanefi Fakihlerin O’nun rivayet ettiği hadislerle olan münasebetidir. Ahmed Emin’e göre, Hanefi Fakihler “Musarrât” (sütün sağılmayarak memede toplanması)[81] hadisinde olduğu gibi, Ebu Hureyre’nin (r.a.) kıyasa aykırı buldukları rivayetleriyle amel etmemişlerdir.[82]
Ahmed Emin’e göre, Hanefiler, Ebu Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiği “Musarrât” hadisini sahih kıyasa muhalif gördüklerinden reddetmişlerdir.
Çünkü kıyas, Kur’an, Sünnet ve İcma ile sabit bir delildir. Kıyasa muhalif olan, bu üç esasa da muhalif kabul edilir. “Musarrât” hadisi de sahih kıyasa ve şer’i kaidelere aykırıdır. Çünkü telef edilen sütün ne kadar olduğu tayin edilmeden karşılığında tazminat olarak bir sa’ hurma emredilmektedir. Halbuki Kur’an ve Sünnet’e göre telef olan bir şeyin misli ya da kıymeti ile tazmin edilmesi gerekir.
Ahmed Emin, meseleyi bu şekilde anlatırken; hadisin kıyasa aykırı olması durumunda Hanefilerin kıyası hadise takdim ettiklerini ve bunu da sadece Ebu Hureyre’nin (r.a.) hadisleri için geçerli bir metot kabul ettiklerini ihsas ettirmektedir.
Tashih
Hanefi Fakihler’in kıyası hadise takdim etmeleri gerçeklik değeri olmayan bir iddiadır. Ebu Hanife Hazretleri başta olmak üzere O’nun bütün talebeleri, ravi, fakih olsun ya da olmasın mutlak olarak hadisi, kıyasa takdim etmişlerdir.
Sadece, sonraki dönem usulcülerden Fahru’l-İslam Pezdevi, İsa b. Eban ve Ebu Zeyd Debusi’nin bu husustaki kanaatleri seleflerinden kısmi farklılık arz eder. Onların formüle ettikleri yaklaşım ise şu şekildedir: Ravi fakih ise, mutlak manada rivayet ettiği hadis, kıyasa takdim edilir. Fakih değil ise de aynı işlem yapılır. Fakat bu durumda hadis, bütün kıyaslara aykırı ve re’y kapısını da kapatıyorsa söz konusu işlem ters işletilir.[83] Yani kıyas, hadise takdim edilir.
Görüldüğü gibi Hanefiler, mutlak olarak kıyası, hadis üzerine takdim etmemişler, sadece taklit devri usulcülerinden bazıları yukarıdaki şartlar muvacehesinde meseleye bir sınırlama getirmişlerdir. Fakat bu, Hanefiler’in geneline ait bir görüş değildir. Nitekim Ebu Hanife, hiçbir zaman hadisin bulunduğu yerde kıyasa başvurmamış, hatta sonraki dönem muhaddisler tarafından zayıf kabul edilen bazı rivayetleri dahi kıyasa takdim etmiştir. O, ictihadına aykırı bir haber-i vahid’e rastladığında ravinin fakih olup-olmamasına bakmaksızın hadise göre amel edip önceki fetvasını terk etmiştir.
Nitekim parmakların diyetini faydalarına göre belirlemiş, başparmağın diyetini diğerlerinden fazla tesbit etmişti. Daha sonra “Bütün parmaklar eşittir.”[84] hadisine ulaşınca önceki görüşünden dönmüştür. Hayızın üst sınırını on beş gün olarak tayin etmiş, daha sonra Enes b. Malik’ten rivayet edilen “Hayız üç günden on güne kadardır. Fazlası istihazadır.”[85] hadisini görünce ilk örnekte olduğu gibi birinci görüşünden rucu’ etmiştir.[86]
Son örnekte dikkat edilmesi gereken bir husus daha var ki oda şudur:
Ebu Hanife fakih addedilmemesine rağmen Enes b. Malik’ten rivayet edilen hadisle amel etmiş ve ona dayanarak önceki ictihadını terk etmiştir. Bu da göstermektedir ki; Ebu Hanife ve ilk kuşak Hanefi Fakihler kastedilerek söylenen, onlar; “fakih olmayan ravilerin hadislerini kıyasa aykırı bulduklarında hadislerle amel etmemişlerdir” görüşü mesnetsiz bir iddiadır.
Fakih olmayan ravilerin hadislerine şerh düşen bazı Hanefi usulcülerin tavrına gelince, bu sadece Ebu Hureyre’ye (r.a.) has bir uygulama değildir.
Leknevi bu noktada şunları nakletmektedir:
“Eğer hadis rivayet eden sahabi dört halife, Abadile ( Abdullahlar: İbn Ömer, İbn Abbbas, İbn Mesud ve İbn Zübeyr (r.anhüm), ve diğer müctehitlerden biri ise, hadis, kıyasa takdim edilir. Şayet Ebu Hureyre (r.a.)“Selman el-Farisi” ve Enes b. Malik (r.anhüm)gibi fekahetiyle değil de adaletiyle bilinmekte ise, bu durumda rivayeti, ancak re’y kapısını kapatıyorsa terk edilir. Aksi takdirde hadis, kıyasa takdim edilir. “Musarrât” hadisinde olduğu gibi.[87]
Leknevi’nin, Pezdevi adına yaptığı bu nakilden de anlaşıldığı gibi söz konusu formülasyonu benimseyen usulcülerin Ebu Hureyre’ye (r.a.) özel bir tavırları yoktur. Bu husustaki yanlış anlamaların önünü baştan kapatan İmam Serahsi: “Ebu Hureyre’yi (r.a.) hafife almaktan Allah Teala’ya sığınırız. Çünkü O, adalet, hıfz ve zabtıyla öncelikli bir yere sahiptir.”[88] demektedir.
Ebu Hureyre’nin (r.a.) adil olduğu fakat fakih olmadığı kanaati yukarıda da anlatıldığı üzere Pezdevi, İsa b. Eban ve Ebu Zeyd’e aittir. Meselenin bu boyutunu göz ardı edip, bunu bütün Hanefilere teşmil etmek, sonrada bunun üzerinden hüküm vermek fevkalede yanlıştır. Nitekim Hanefi Usulcülerden Abdulaziz Buhari kesin bir dille bu görüşün Ebu Hanife devrine ait olmadığını (muhdes), sonradan ortaya çıktığını bildirmektedir.[89]