Diriler İçin Tevhid
Dua ve konuşmalardan sonra “el-Fâtiha” çekmek…
Ulu bir kişinin ardından “üç ihlâs bir fâtiha” okumak…
Ölülerin ardından “Yâsîn” okumak…
Malum, bunlar dinî dünyamızın vazgeçilmez ritüelleri.
Mehmet Akif “İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin/Ne mezarlıklarda okunmak ne de fal bakmak için” dese de… Selefilik/Vehhabilik hareketleri şiddetle karşı çıksa da…
Bu topraklar bunlardan asla vazgeçmedi, vazgeçmez.
Acaba neden?
Bunların İslam’da sahici bir temeli olduğundan mı?
Hayır.
Çünkü bu topraklara ölüler, atalar ve ruhlar ile bağ kuracak bir şey lazım. Madem İslam da “dinlerden bir din”, o zaman o da bunu sağlamak zorunda (!). Çünkü sanıldığının aksine bu toprakların dipten akan asıl dini hala Şamanizm…
Şamanlıkta din, esasen ölüler, atalar ve ruhlarla ilgilidir. Yeryüzü, diriler ve gerçek hayatla ilgili değil…
Bu nedenle diyorum ki: İyi, güzel okuyorsunuz da, bunları neden diriler için değil de ölüler için okuyorsunuz? İyi, güzel okuyorsunuz da, cenaze evine gelenler için, mezarın başında toplananlar için, o anda sizi dinleyenler için okusanıza!
“el-fatiha!” dendiğinde fatiha suresini neden bir ölüye göndermek için okuyorsunuz? Kendiniz için okusanıza!
“Üç ihlas bir fatiha’ya” asıl dirilerin ihtiyacı yok mu? Üstelik mezarda ölüye okuduğunuz Yasin suresinde bakın ne deniyor: “Biz bu Kur’an’ı dirileri uyarman için indirdik” (Yasin; 70).
Bu ayeti de ölüye okuyorsun ya, hayranım senin zekana ey yurdum insanı! Bari başka bir ayet oku yahu!
Oysa ölen ölmüştür. İstersen üç bin ihlas, beş bin fatiha, yüzbin Yasin oku ölüye zerre kadar faydası yoktur. Mezarlar duymaz! (Neml;80). Hayattayken sahici tövben (dönüşün) varsa ne ala…Öldüğün an bittiğin andır. Allah’ın merhametini dilemek dışında yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Ölünün ardından şundan daha güzel söz ne olabilir: “Allahım merhamet et…”
O okudukların hep diriler için aslında.
Örneğin “açılış, başlangıç” demek olan fatiha ve “saf bir yürek temizliği” demek olan ihlas ya da öteki adıyla “birleme” demek olan tevhid sureleri…
Adlarından da anlaşılacağı gibi, bu sureler diriler için ne muhteşem ve muazzam mesajlar veriyor: Bütün işleri sevgi ve merhametle açmak, başlamak… Şükür, teşekkür…Günün/son günün hesabını ve mizanını (yevmu’d-din) düşünerek yaşamak… Kimseye el avuç açmadan kendi ayakları üzerinde yürümek, kimseye tanrı gibi davranmamak, davranılmasına da asla izin vermemek (iyyake na’budu)…Yalnızca Allah’a yaslanmak, güvenmek, yönelmek, el açmak (iyyake nesta’în)… Doğruluğu ve dürüstlüğü yol bilmek (sırat-ı mustakim) … Bu yoldan gidenlerin izinden gitmek… Bu yoldan sapanlardan ve Allah’ın (en-Nâs’ın) öfkesini çekecek işlerden uzak durmak… Her şeyin başına, açılışına (fatiha) bunları koymak…
Ne güzel!
Bunlara ölülerin mi dirilerin mi ihtiyacı var?
Diriyken bunları yapmıyorsan, ölünce arkandan okunmasını ne yüzle isteyebilirsin ki?
***
İyi de vatandaş ne yapsın diyeceksiniz. Öyle ya, Türkiye’de dinî hayata bakın tamamı “nüsuk” üzerine kurulu: Ezan, namaz, cami, hac, oruç, cenaze, kurban, kandil… Bütün din bundan ibaret! Ordudan sonra en büyük bütçeye sahip Diyanet’in görevi bunları organize ve ifa etmek. Yani bunlar bir “devlet” (kamu) faaliyeti… Devlet, vatandaşın mezarında Yasin okutuyor maaşla!
Ee, devlet böyle olunca vatandaş ne yapsın. Doğrusu öyle sanıyor.
Kanımca Türkiye’de devlet eliyle inşa edilen bir Şaman-İslam sentezi var, “laiklik” diye bir şey yok! Türkiye’nin laik olduğu iddiası gülünçtür, saçmadır!
Şahsen ben İslam’ın devlet marifetiyle Şaman formuna çekilmesine, Şamanlığın dini ihtiyaçlarını (Gök tanrı, ölüler, atalar, ruhlar, kurban, kandil) karşılayan bir fenomene dönüştürülmesine ve bu nedenle de “gerçek hayat dini” olmaktan çıkarılıp devlet güdümlü bir “tapınak dinine” çevrilmesine itiraz ediyorum!
Türkiye’de dinin konumlandırılışı temelden ve kökten yanlış!
(Bu ülkede İslam’ın nasıl konumlandırılması gerektiğini, onun tabiatına uygun olanın ne olduğunu gösterebilmek için klasik “İslam devleti” veya “laiklik” anlayışını aşan yeni bir bakış olan “Adalet Devleti: Ortak iyinin iktidarı” başlıklı bir kitap yazdım. 2003 yılında çıkan kitabın bugünlerde üçüncü baskısı çıkacak. Ayrıntılar için oraya bakılabilir…)
***
Fazla dağıtmadan mevzudan gidelim.
Bu makalede asıl üzerinde durmak istediğim “üç ihlas (tevhid) bir fatiha” vesilesiyle “tevhid” konusu…
Malum “lailahe illallah” (Allah’tan başta tanrı yoktur) tevhid cümlesi oluyor.
Sahabe bunu ölülerin ardından üfürmüyor, mezarlıklarda fısıldamıyor; sokaklarda, meydanlarda, savaş alanlarında haykırıyordu.
O “lailahe illallah” ki ölenin ardından okunmuyor, uğruna ölünüyordu.
Sahi “tevhid” deyince ne anlıyoruz?
“Tevhidî çizgi”, “Tevhidî Müslümanlar”, “Tevhidî bilinç” vs. diye çok duymuşsunuzdur…
Böyle diyenlerin dilinde bile artık ölmüş durumda.
“Birlik ve bütünlük” ifade eden bu kavramın bizzat kendisinin ayrılık ve hizip sloganı haline getirilmiş olması ne hazin!
İnsanlığın yaralarına merhem olacak çözümlerle dolu tevhid meselesini, yeni nesillerin anlamayacağı bir dille; rububiyet tevhidi, uluhiyet tevhidi, zati sıfatlar, subuti sıfatlar, selbi sıfatlar vs. diyerek 700 yıl öncesinin “donmuş kelam metinleri” ile anlatmaktan vazgeçmeliyiz. Çünkü düpedüz yabancı bir dil konuşuyoruz, insanlar anlamıyor. Üç yüzyıl önceki tarih, coğrafya, kültür, mezhep ve cemaat mağaralarımızdan çıkıp da gelmiş gibiyiz. Dilimiz, söylememiz, kelimelerimiz Ashab-ı Kehf’in parası gibi geçmiyor. Çağa yabancıyız. Kullandığımız ölü dille, hayat arasında nereden bakılsa 1100 yıl var…
Üstelik Mısır’ın Ezher’inden İran’ın Kum medreselerine, Suudilerin Şeriat Fakültelerinden Türkiye’nin İmam-Hatip ve İlahiyatlarına kadar, İslam alemi, eskimiş, tedavülden kalkmış, bugün bir karşılığı olmayan bu “ölü dil” ile konuşuyor.
Kısaca “tevhid” bugünün dünyasına ne diyor? Onu yaşayan dille nasıl ifade edebiliriz?
***
Önce diğer bir adı da tevhid olan “üç ihlas”ın kısa bir açıklaması… Bakalım ölülerin arkasından üçer defa okuyup üfürdüğümüz tevhid (birlik) suresinde ne anlatılıyormuş…
“İlan et: Allah birdir! Bölünmez bir bütündür! Doğurmaz ve doğurulmaz! Hiç bir şey O’na denk olamaz!” (Tevhid; 1-4).
Mekke’nin ilk yıllarında inen bu sure görüldüğü gibi topu topu dört ayet.
Eskidünya dinlerinin (Sümer, Asur, Babil, Hitit, Mezepotamya, Mısır, Hind, İran, Roma, Yahudilik, Hıristiyanlık, Sabiîlik vs.) güneş, ay, yıldızlar, gökyüzü, yeraltı, aşk, ışık, karanlık, verimlilik, savaş, rüzgâr, fırtına vb. tanrıları olduğuna inanarak “birliği bozan”… Tanrı’nın eş, oğul, kız, torun, sülale, haneden, kral, din adamı, ırk, bölge, insan, erkek, kadın vs. gibi doğuştan imtiyazlı aracıları, sınıfları, parçaları, ortakları, alt kademeleri (min dunillah), hiyerarşisi olduğuna inanarak “bütünlüğü bozan” kabullerini, Mekke’deki Kureyş Arapları üzerinden reddediyor. “Allah’ı tanrılıkta tek ve bölünmez bir bütün” ilân ediyor.
Demek ki surenin esas mesajı birlik (ehad/tevhid) ve bütünlük (samed) kavramları üzerine kurulmuş…
Ne demek ehad ve samed?
EHAD: Sözlükte “tek olmak, bir olmak” demektir. Bir yapmak, birleştirmek, standart hale getirmek, standardize etmek (tevhîd), birleşmek, ittifak etmek, bir araya getirmek (ittihâden), birlik, federasyon, lig, cemiyet, birleşme, birlik yapma (ittihâd), federal, birleşik (ittihâdiyye), bir, tek, sayı ismi (ehad), birleme (vahdaniyet), birleşmiş (muttehid), Birleşmiş Milletler (el-umemu’l-muttehide), birleyen, birleyici (muvahhid), bir (vâhid), birlik, bir olma, kompleks, ünite, birim (vahde), biricik, yegâne, eşşiz (vahîd) kelimeleri de bu kökten…
Klâsik tefsirlerde bu sure hakkında yirmiye yakın isim rivayet edilir; tefrid (fertleştirme), tecrid (ayrıştırma), tevhid (birleştirme), ihlâs (saflaştırma), necat (kurtuluş), nisbet (gösterme), marifet (bilme), cemal (güzel), mukaşkışa (tedavi eden), mu’avvize (sığınılan), samed (tek bir bütün), esas (temel), mânia (engel), muhdar (hazır olunan), beraet (aklama), müzekkire (hatırlatan), nur (aydınlık), eman (güvenlik)…
Doğrusu surenin içeriği bütün bunları kapsıyor. Fakat tevhid (birleme) ismi sure bütünlüğüne en uygun olanı görünüyor. Bir hadiste geçtiği gibi “Kim bu sureyi okursa Kur’an’ın üçte birisini okumuş gibi olur”… Öyle ki bütün sureler ve bütün ayetler bu sure ile bir şekilde irtibatlıdır. Kur’an’ın hangi ayetinden girseniz yolunuz bu sureye çıkar. “Birci ve bütüncü bakış” bütün Kur’an’ın mihveri ve ruhudur.
Rivayete göre bu sure inkarcıların, Yahudilerin ve Hıristiyanların “Ey Muhammed! Şu tanrını bize bildir. O altından mı gümüşten mi?” sorusu üzerine gelmiş ve genel olarak tüm eski dünyanın tanrı anlayışlarına cevap olmuştur. Bu nedenle “De ki” şeklindeki monoton girişi aynı anlama gelen “tüm dünyaya bildir, anlat, duyur” manasında “İlân et” olarak çevirdim.
Gerçekten de bu kısacık sure Hz. Peygamber’in “adı ile” konuştuğu yüce hakikati en özet şekliyle “Bir ve Bütün (Ehad ve Samed)” olarak tanıtıyor.
Demek ki bu iki kavram “Allah’ın birliği ve bölünmez bütünlüğü” demek oluyor. Birazdan geleceği gibi Allah üzerinden tarihin, hayatın, tabiatın, insanlığın vs. bir bütün oluşu… Çünkü tevhid, “birden fazla olan şeyleri birleştirerek bir yapmak, birlemek, uyumlu hale getirmek” demek.
Kur’an, Mekke’deki Arapların şahsında tüm eski dünyanın tanrılarını geçersiz kılmakta ve onların hepsinin tek bir Tanrı’nın bozulmuş, tahrif olmuş şekilleri olduğunu ilân etmektedir. Âdeta “Kim neye tapıyorsa bilsin ki onları da yaratan Allah’tır. Taptıklarınızın hepsi benim yarattıklarımdır. Şu halde Beni göremiyorsunuz diye, tutup da görünen yarattıklarıma; güneşe, aya, yıldızlara, göğe, yere, suya, ateşe, boğaya, ineğe, insanlara vs. tapmayı bırakın. Onlar benim ayetlerim, işaretlerim, tapılacak yegâne varlık bir tanedir, O da Allah’tır! ” demeye getiriyor. Böylece tevhid ilkesi insan bilincinde büyük bir sıçrama yaptırarak, onu, etrafındaki somut nesnelere bağımlı olmaktan kurtararak özgürleştiriyor…
SAMED: Sözlükte “devam etmek, kastetmek, sebat etmek, karşı koymak, direnmek, içi dolu olmak” demektir. Yönelmek, kastetmek (samd), dayatmak, isnad etmek (ismâd), şişe tıpası (sımâd), yüksek yer, ulu, yüce, içine bir şey girip çıkmayan düz, bütün halinde pürüzsüz kaya (samed), asla gebe kalmayan deve (samde), soğuk ve kurak vakitlerde bile sütü kesilmeyen deve (mısmâd) kelimeleri de bu kökten…
Görüldüğü gibi Samed esas olarak “yüce, ulu, toz tutmayan, kendisine hiç bir şeyin giremediği ve kendisinden hiçbir şeyin çıkamadığı düz ve pürüzsüz kaya” manasına geliyor (Razi, İbn Manzur). Bunu Allah için kullandığımızda “tek bir bütün halinde olan ulu ve yüce Allah” demek olur. Bu ise Türkçe’de “bölünmez bütünlük” dediğimiz şeydir.
Demek ki Allah, varlığı ve birliği ile bölünmez bir bütündür. Aynı şekilde varoluş bütün halinde tek bir organizmadır. Denizin, içindeki balıkları, incileri, yosunları, mercanları vs. ile tek bir su kütlesi olması gibi, Allah da yeri, gökleri, güneşi, ayı, yıldızları, canlıları, bitkileri, madenleri vs. ile tek bir bütündür. Bunlar birbiriyle rekabet halinde, her biri ayrı ayrı tanrılar tarafından yaratılan ve yönetilen varlıklar değildir. Varlık âleminde bir tek hakikat vardır ve O yerlerin ve göklerin nuru, bütün varlığın ruhudur. Hem aşkın, hem içkindir. Her bir varlık kendinde ayrıdır, fakat birbiriyle sıkı bir “birliktelik” içindedir ve hepsi kopmaz, bölünmez bir bütün halindedir. Demek ki evren, varlık, yerler, gökler, canlılar, insanlık vs. tek bir oluşun bölünmez parçalarıdır. Allah’ın nuru da bu oluşun bütüncül ruhudur. Oluş ve akışın her zerresiyle anbean dinamik ilişki halindedir (hayyu qayyum)…
Demek ki bütün o eski dünyanın tanrı-karısı-oğlu şeklindeki panteonları (tanrı ailesi meclisleri) uydurma ve hurafedir. Çünkü Allah’ın birliği ve bölünmez bütünlüğü her hangi bir ortaklığa izin vermez. Kendi tanrısal tözünden parçalar dağıtmaz. Tanrı’nın kapısı (Babil), Tanrı’nın yeryüzündeki gözü (Fi-Ra-vun), Tanrı’nın oğlu (İbnullah) ve bunlara utangaç öykünmeyle Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi (Zıllullah fi’l-arz) iddiaları geçersizdir. Siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçları itibariyle bütün bunlar batıldır. O’nun dışındaki her şey mahlûktur (yaratılmış) ve mahlûkat adalet üzere kaimdir…
Demek ki Kuran, insan idrakinin ufkuna “pürüzsüz kaya” metaforu üzerinden “Allah” tasavvurunu, “bölünmez bütünlüğü” vurgulamak için koyuyor. Yoksa sabitliği, değişmezliği, derinliği, yüksekliği, enlemi, boylamı, sınırları açısından değil. İşte bu “kaya” kendi içinde boyuna devinen ve fakat buna rağmen kendisinde her hangi bir eksilme ve çoğalma, girme, çıkma, düzelme, bozulma olmayan tek bir bütündür. Devinim kemale doğru değil; kemal içinde olmaktadır. Bu anlamda Allah “orada öylece duran” bir kozmik statüko (ex-stence) değil; varlıkla iç içe devinen (kün fe yekun) “Mutlak Oluş”tur…
Burada “mutlak”, ıtlak olunmuş, kayıt altına alınmamış, azade (free/sonsuz özgürlük) manasındadır. Yani oluş halinde olduğu halde bir şey olmaya doğru gitmeyen, devindiği halde değişmeyen, hareket halinde olduğu halde yer değiştirmeyen manasındadır. Aristo’nun başkasını hareket ettirdiği halde kendisi hareket etmeyen Muharrik-i Evvel’i değil…
Bunun anlamı bir bütünün özündeki sonsuz derinlikleri anbean açması, inkişaf ettirmesi, bunun bir sınırının, enleminin, boylamının bulunmamasıdır. Keza bu aynı zamanda varlıkla karşılıklı dinamik ilişki (hayyu qayyum) halinde olmak demektir. Bu nedenle Allah, karakterini “uyku ve uyuklamanın tutmadığı” sürekli yaratılışta gösterir. O’nun tabiatı, bize yansıdığı kadarıyla henüz ortaya çıkmamış bir “imkânlar toplamını” ifade eder.
Demek ki tevhid ilkesi, varlıkların birbirinin karşısına Tanrı olarak çıkmasına mani olmakla, onlara kendi istikametlerinde sonsuz bir inkişaf seyri sağlıyor. Keza Allah kendisi için “Hiçbir şeye benzemez” demekle varlığın önüne her hangi bir duvar da örmemiş oluyor. Bu durumda “Allah”, “Rabb”, “Ehad”, “Samed” gibi tarif ve tanımları “Mutlak Oluş” ile yani “O” (Huve) ile ilişkiye geçmemizi sağlayan ve bizim algı dünyamıza ait bir takım “geçici kelimeler” olarak görmek icap eder.
Demek ki Allah ile ilişki “Ben giderim yol gider” sözündeki gibi bir şeydir… Her “bitti, işte bu son nokta” denilen yerde yeni bir ufuk, yeni bir derinlik açıldıkça açılıyor. İşte bu, insanoğlunun şu anki idraki ile Tanrı konusunda varabileceği en son bilinç düzeyidir. Bu tasavvurun, tarih boyunca böcekler gibi yerlerde sürünen insanoğlunu nerelerden alıp nerelere götüreceği üzerinde iyi düşünülmelidir.
***
Madem işin felsefi ve teolojik temeli böyle, buradan siyasal, sosyal, ekonomik hatta ahlak, estetik ve sanata yansıyan yüzüne geçebiliriz. Öyle ya, böylesi birci ve bütüncü bakışın insanların dünyasında yaşayan yüzü de olması gerekir. Aksi halde yeni bir “donmuş itikat” da biz üretmiş oluruz.
Demek ki tarihe, hayata, tabiata, insanlığa, kamu hayatına, siyasete, ekonomiye, sosyal sınıflara, ahlaki davranışlara, hatta sanat ve estetiğe hep bu “birlik ve bütünlük” açısından bakacağız. Tevhidî bilinç bu demek…
Ali Şeriati’nin tabiri ile buna “tevhidî dünya görüşü” diyoruz.
Buradan bakış, “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” ezeli sorusuna tek bir noktadan ve bütünü kavrayarak bakmamızı sağlar. Çünkü insan beyninin ritmik atışı için böylesi tek nokta yakalaması şarttır.
Matematik bile böyle işler. Mesela “bir” (1) olmasa matematik zihninizi allak bullak eder, darmadağın olursunuz…
Dua ve konuşmalardan sonra “el-Fâtiha” çekmek…
Ulu bir kişinin ardından “üç ihlâs bir fâtiha” okumak…
Ölülerin ardından “Yâsîn” okumak…
Malum, bunlar dinî dünyamızın vazgeçilmez ritüelleri.
Mehmet Akif “İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin/Ne mezarlıklarda okunmak ne de fal bakmak için” dese de… Selefilik/Vehhabilik hareketleri şiddetle karşı çıksa da…
Bu topraklar bunlardan asla vazgeçmedi, vazgeçmez.
Acaba neden?
Bunların İslam’da sahici bir temeli olduğundan mı?
Hayır.
Çünkü bu topraklara ölüler, atalar ve ruhlar ile bağ kuracak bir şey lazım. Madem İslam da “dinlerden bir din”, o zaman o da bunu sağlamak zorunda (!). Çünkü sanıldığının aksine bu toprakların dipten akan asıl dini hala Şamanizm…
Şamanlıkta din, esasen ölüler, atalar ve ruhlarla ilgilidir. Yeryüzü, diriler ve gerçek hayatla ilgili değil…
Bu nedenle diyorum ki: İyi, güzel okuyorsunuz da, bunları neden diriler için değil de ölüler için okuyorsunuz? İyi, güzel okuyorsunuz da, cenaze evine gelenler için, mezarın başında toplananlar için, o anda sizi dinleyenler için okusanıza!
“el-fatiha!” dendiğinde fatiha suresini neden bir ölüye göndermek için okuyorsunuz? Kendiniz için okusanıza!
“Üç ihlas bir fatiha’ya” asıl dirilerin ihtiyacı yok mu? Üstelik mezarda ölüye okuduğunuz Yasin suresinde bakın ne deniyor: “Biz bu Kur’an’ı dirileri uyarman için indirdik” (Yasin; 70).
Bu ayeti de ölüye okuyorsun ya, hayranım senin zekana ey yurdum insanı! Bari başka bir ayet oku yahu!
Oysa ölen ölmüştür. İstersen üç bin ihlas, beş bin fatiha, yüzbin Yasin oku ölüye zerre kadar faydası yoktur. Mezarlar duymaz! (Neml;80). Hayattayken sahici tövben (dönüşün) varsa ne ala…Öldüğün an bittiğin andır. Allah’ın merhametini dilemek dışında yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Ölünün ardından şundan daha güzel söz ne olabilir: “Allahım merhamet et…”
O okudukların hep diriler için aslında.
Örneğin “açılış, başlangıç” demek olan fatiha ve “saf bir yürek temizliği” demek olan ihlas ya da öteki adıyla “birleme” demek olan tevhid sureleri…
Adlarından da anlaşılacağı gibi, bu sureler diriler için ne muhteşem ve muazzam mesajlar veriyor: Bütün işleri sevgi ve merhametle açmak, başlamak… Şükür, teşekkür…Günün/son günün hesabını ve mizanını (yevmu’d-din) düşünerek yaşamak… Kimseye el avuç açmadan kendi ayakları üzerinde yürümek, kimseye tanrı gibi davranmamak, davranılmasına da asla izin vermemek (iyyake na’budu)…Yalnızca Allah’a yaslanmak, güvenmek, yönelmek, el açmak (iyyake nesta’în)… Doğruluğu ve dürüstlüğü yol bilmek (sırat-ı mustakim) … Bu yoldan gidenlerin izinden gitmek… Bu yoldan sapanlardan ve Allah’ın (en-Nâs’ın) öfkesini çekecek işlerden uzak durmak… Her şeyin başına, açılışına (fatiha) bunları koymak…
Ne güzel!
Bunlara ölülerin mi dirilerin mi ihtiyacı var?
Diriyken bunları yapmıyorsan, ölünce arkandan okunmasını ne yüzle isteyebilirsin ki?
***
İyi de vatandaş ne yapsın diyeceksiniz. Öyle ya, Türkiye’de dinî hayata bakın tamamı “nüsuk” üzerine kurulu: Ezan, namaz, cami, hac, oruç, cenaze, kurban, kandil… Bütün din bundan ibaret! Ordudan sonra en büyük bütçeye sahip Diyanet’in görevi bunları organize ve ifa etmek. Yani bunlar bir “devlet” (kamu) faaliyeti… Devlet, vatandaşın mezarında Yasin okutuyor maaşla!
Ee, devlet böyle olunca vatandaş ne yapsın. Doğrusu öyle sanıyor.
Kanımca Türkiye’de devlet eliyle inşa edilen bir Şaman-İslam sentezi var, “laiklik” diye bir şey yok! Türkiye’nin laik olduğu iddiası gülünçtür, saçmadır!
Şahsen ben İslam’ın devlet marifetiyle Şaman formuna çekilmesine, Şamanlığın dini ihtiyaçlarını (Gök tanrı, ölüler, atalar, ruhlar, kurban, kandil) karşılayan bir fenomene dönüştürülmesine ve bu nedenle de “gerçek hayat dini” olmaktan çıkarılıp devlet güdümlü bir “tapınak dinine” çevrilmesine itiraz ediyorum!
Türkiye’de dinin konumlandırılışı temelden ve kökten yanlış!
(Bu ülkede İslam’ın nasıl konumlandırılması gerektiğini, onun tabiatına uygun olanın ne olduğunu gösterebilmek için klasik “İslam devleti” veya “laiklik” anlayışını aşan yeni bir bakış olan “Adalet Devleti: Ortak iyinin iktidarı” başlıklı bir kitap yazdım. 2003 yılında çıkan kitabın bugünlerde üçüncü baskısı çıkacak. Ayrıntılar için oraya bakılabilir…)
***
Fazla dağıtmadan mevzudan gidelim.
Bu makalede asıl üzerinde durmak istediğim “üç ihlas (tevhid) bir fatiha” vesilesiyle “tevhid” konusu…
Malum “lailahe illallah” (Allah’tan başta tanrı yoktur) tevhid cümlesi oluyor.
Sahabe bunu ölülerin ardından üfürmüyor, mezarlıklarda fısıldamıyor; sokaklarda, meydanlarda, savaş alanlarında haykırıyordu.
O “lailahe illallah” ki ölenin ardından okunmuyor, uğruna ölünüyordu.
Sahi “tevhid” deyince ne anlıyoruz?
“Tevhidî çizgi”, “Tevhidî Müslümanlar”, “Tevhidî bilinç” vs. diye çok duymuşsunuzdur…
Böyle diyenlerin dilinde bile artık ölmüş durumda.
“Birlik ve bütünlük” ifade eden bu kavramın bizzat kendisinin ayrılık ve hizip sloganı haline getirilmiş olması ne hazin!
İnsanlığın yaralarına merhem olacak çözümlerle dolu tevhid meselesini, yeni nesillerin anlamayacağı bir dille; rububiyet tevhidi, uluhiyet tevhidi, zati sıfatlar, subuti sıfatlar, selbi sıfatlar vs. diyerek 700 yıl öncesinin “donmuş kelam metinleri” ile anlatmaktan vazgeçmeliyiz. Çünkü düpedüz yabancı bir dil konuşuyoruz, insanlar anlamıyor. Üç yüzyıl önceki tarih, coğrafya, kültür, mezhep ve cemaat mağaralarımızdan çıkıp da gelmiş gibiyiz. Dilimiz, söylememiz, kelimelerimiz Ashab-ı Kehf’in parası gibi geçmiyor. Çağa yabancıyız. Kullandığımız ölü dille, hayat arasında nereden bakılsa 1100 yıl var…
Üstelik Mısır’ın Ezher’inden İran’ın Kum medreselerine, Suudilerin Şeriat Fakültelerinden Türkiye’nin İmam-Hatip ve İlahiyatlarına kadar, İslam alemi, eskimiş, tedavülden kalkmış, bugün bir karşılığı olmayan bu “ölü dil” ile konuşuyor.
Kısaca “tevhid” bugünün dünyasına ne diyor? Onu yaşayan dille nasıl ifade edebiliriz?
***
Önce diğer bir adı da tevhid olan “üç ihlas”ın kısa bir açıklaması… Bakalım ölülerin arkasından üçer defa okuyup üfürdüğümüz tevhid (birlik) suresinde ne anlatılıyormuş…
“İlan et: Allah birdir! Bölünmez bir bütündür! Doğurmaz ve doğurulmaz! Hiç bir şey O’na denk olamaz!” (Tevhid; 1-4).
Mekke’nin ilk yıllarında inen bu sure görüldüğü gibi topu topu dört ayet.
Eskidünya dinlerinin (Sümer, Asur, Babil, Hitit, Mezepotamya, Mısır, Hind, İran, Roma, Yahudilik, Hıristiyanlık, Sabiîlik vs.) güneş, ay, yıldızlar, gökyüzü, yeraltı, aşk, ışık, karanlık, verimlilik, savaş, rüzgâr, fırtına vb. tanrıları olduğuna inanarak “birliği bozan”… Tanrı’nın eş, oğul, kız, torun, sülale, haneden, kral, din adamı, ırk, bölge, insan, erkek, kadın vs. gibi doğuştan imtiyazlı aracıları, sınıfları, parçaları, ortakları, alt kademeleri (min dunillah), hiyerarşisi olduğuna inanarak “bütünlüğü bozan” kabullerini, Mekke’deki Kureyş Arapları üzerinden reddediyor. “Allah’ı tanrılıkta tek ve bölünmez bir bütün” ilân ediyor.
Demek ki surenin esas mesajı birlik (ehad/tevhid) ve bütünlük (samed) kavramları üzerine kurulmuş…
Ne demek ehad ve samed?
EHAD: Sözlükte “tek olmak, bir olmak” demektir. Bir yapmak, birleştirmek, standart hale getirmek, standardize etmek (tevhîd), birleşmek, ittifak etmek, bir araya getirmek (ittihâden), birlik, federasyon, lig, cemiyet, birleşme, birlik yapma (ittihâd), federal, birleşik (ittihâdiyye), bir, tek, sayı ismi (ehad), birleme (vahdaniyet), birleşmiş (muttehid), Birleşmiş Milletler (el-umemu’l-muttehide), birleyen, birleyici (muvahhid), bir (vâhid), birlik, bir olma, kompleks, ünite, birim (vahde), biricik, yegâne, eşşiz (vahîd) kelimeleri de bu kökten…
Klâsik tefsirlerde bu sure hakkında yirmiye yakın isim rivayet edilir; tefrid (fertleştirme), tecrid (ayrıştırma), tevhid (birleştirme), ihlâs (saflaştırma), necat (kurtuluş), nisbet (gösterme), marifet (bilme), cemal (güzel), mukaşkışa (tedavi eden), mu’avvize (sığınılan), samed (tek bir bütün), esas (temel), mânia (engel), muhdar (hazır olunan), beraet (aklama), müzekkire (hatırlatan), nur (aydınlık), eman (güvenlik)…
Doğrusu surenin içeriği bütün bunları kapsıyor. Fakat tevhid (birleme) ismi sure bütünlüğüne en uygun olanı görünüyor. Bir hadiste geçtiği gibi “Kim bu sureyi okursa Kur’an’ın üçte birisini okumuş gibi olur”… Öyle ki bütün sureler ve bütün ayetler bu sure ile bir şekilde irtibatlıdır. Kur’an’ın hangi ayetinden girseniz yolunuz bu sureye çıkar. “Birci ve bütüncü bakış” bütün Kur’an’ın mihveri ve ruhudur.
Rivayete göre bu sure inkarcıların, Yahudilerin ve Hıristiyanların “Ey Muhammed! Şu tanrını bize bildir. O altından mı gümüşten mi?” sorusu üzerine gelmiş ve genel olarak tüm eski dünyanın tanrı anlayışlarına cevap olmuştur. Bu nedenle “De ki” şeklindeki monoton girişi aynı anlama gelen “tüm dünyaya bildir, anlat, duyur” manasında “İlân et” olarak çevirdim.
Gerçekten de bu kısacık sure Hz. Peygamber’in “adı ile” konuştuğu yüce hakikati en özet şekliyle “Bir ve Bütün (Ehad ve Samed)” olarak tanıtıyor.
Demek ki bu iki kavram “Allah’ın birliği ve bölünmez bütünlüğü” demek oluyor. Birazdan geleceği gibi Allah üzerinden tarihin, hayatın, tabiatın, insanlığın vs. bir bütün oluşu… Çünkü tevhid, “birden fazla olan şeyleri birleştirerek bir yapmak, birlemek, uyumlu hale getirmek” demek.
Kur’an, Mekke’deki Arapların şahsında tüm eski dünyanın tanrılarını geçersiz kılmakta ve onların hepsinin tek bir Tanrı’nın bozulmuş, tahrif olmuş şekilleri olduğunu ilân etmektedir. Âdeta “Kim neye tapıyorsa bilsin ki onları da yaratan Allah’tır. Taptıklarınızın hepsi benim yarattıklarımdır. Şu halde Beni göremiyorsunuz diye, tutup da görünen yarattıklarıma; güneşe, aya, yıldızlara, göğe, yere, suya, ateşe, boğaya, ineğe, insanlara vs. tapmayı bırakın. Onlar benim ayetlerim, işaretlerim, tapılacak yegâne varlık bir tanedir, O da Allah’tır! ” demeye getiriyor. Böylece tevhid ilkesi insan bilincinde büyük bir sıçrama yaptırarak, onu, etrafındaki somut nesnelere bağımlı olmaktan kurtararak özgürleştiriyor…
SAMED: Sözlükte “devam etmek, kastetmek, sebat etmek, karşı koymak, direnmek, içi dolu olmak” demektir. Yönelmek, kastetmek (samd), dayatmak, isnad etmek (ismâd), şişe tıpası (sımâd), yüksek yer, ulu, yüce, içine bir şey girip çıkmayan düz, bütün halinde pürüzsüz kaya (samed), asla gebe kalmayan deve (samde), soğuk ve kurak vakitlerde bile sütü kesilmeyen deve (mısmâd) kelimeleri de bu kökten…
Görüldüğü gibi Samed esas olarak “yüce, ulu, toz tutmayan, kendisine hiç bir şeyin giremediği ve kendisinden hiçbir şeyin çıkamadığı düz ve pürüzsüz kaya” manasına geliyor (Razi, İbn Manzur). Bunu Allah için kullandığımızda “tek bir bütün halinde olan ulu ve yüce Allah” demek olur. Bu ise Türkçe’de “bölünmez bütünlük” dediğimiz şeydir.
Demek ki Allah, varlığı ve birliği ile bölünmez bir bütündür. Aynı şekilde varoluş bütün halinde tek bir organizmadır. Denizin, içindeki balıkları, incileri, yosunları, mercanları vs. ile tek bir su kütlesi olması gibi, Allah da yeri, gökleri, güneşi, ayı, yıldızları, canlıları, bitkileri, madenleri vs. ile tek bir bütündür. Bunlar birbiriyle rekabet halinde, her biri ayrı ayrı tanrılar tarafından yaratılan ve yönetilen varlıklar değildir. Varlık âleminde bir tek hakikat vardır ve O yerlerin ve göklerin nuru, bütün varlığın ruhudur. Hem aşkın, hem içkindir. Her bir varlık kendinde ayrıdır, fakat birbiriyle sıkı bir “birliktelik” içindedir ve hepsi kopmaz, bölünmez bir bütün halindedir. Demek ki evren, varlık, yerler, gökler, canlılar, insanlık vs. tek bir oluşun bölünmez parçalarıdır. Allah’ın nuru da bu oluşun bütüncül ruhudur. Oluş ve akışın her zerresiyle anbean dinamik ilişki halindedir (hayyu qayyum)…
Demek ki bütün o eski dünyanın tanrı-karısı-oğlu şeklindeki panteonları (tanrı ailesi meclisleri) uydurma ve hurafedir. Çünkü Allah’ın birliği ve bölünmez bütünlüğü her hangi bir ortaklığa izin vermez. Kendi tanrısal tözünden parçalar dağıtmaz. Tanrı’nın kapısı (Babil), Tanrı’nın yeryüzündeki gözü (Fi-Ra-vun), Tanrı’nın oğlu (İbnullah) ve bunlara utangaç öykünmeyle Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi (Zıllullah fi’l-arz) iddiaları geçersizdir. Siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçları itibariyle bütün bunlar batıldır. O’nun dışındaki her şey mahlûktur (yaratılmış) ve mahlûkat adalet üzere kaimdir…
Demek ki Kuran, insan idrakinin ufkuna “pürüzsüz kaya” metaforu üzerinden “Allah” tasavvurunu, “bölünmez bütünlüğü” vurgulamak için koyuyor. Yoksa sabitliği, değişmezliği, derinliği, yüksekliği, enlemi, boylamı, sınırları açısından değil. İşte bu “kaya” kendi içinde boyuna devinen ve fakat buna rağmen kendisinde her hangi bir eksilme ve çoğalma, girme, çıkma, düzelme, bozulma olmayan tek bir bütündür. Devinim kemale doğru değil; kemal içinde olmaktadır. Bu anlamda Allah “orada öylece duran” bir kozmik statüko (ex-stence) değil; varlıkla iç içe devinen (kün fe yekun) “Mutlak Oluş”tur…
Burada “mutlak”, ıtlak olunmuş, kayıt altına alınmamış, azade (free/sonsuz özgürlük) manasındadır. Yani oluş halinde olduğu halde bir şey olmaya doğru gitmeyen, devindiği halde değişmeyen, hareket halinde olduğu halde yer değiştirmeyen manasındadır. Aristo’nun başkasını hareket ettirdiği halde kendisi hareket etmeyen Muharrik-i Evvel’i değil…
Bunun anlamı bir bütünün özündeki sonsuz derinlikleri anbean açması, inkişaf ettirmesi, bunun bir sınırının, enleminin, boylamının bulunmamasıdır. Keza bu aynı zamanda varlıkla karşılıklı dinamik ilişki (hayyu qayyum) halinde olmak demektir. Bu nedenle Allah, karakterini “uyku ve uyuklamanın tutmadığı” sürekli yaratılışta gösterir. O’nun tabiatı, bize yansıdığı kadarıyla henüz ortaya çıkmamış bir “imkânlar toplamını” ifade eder.
Demek ki tevhid ilkesi, varlıkların birbirinin karşısına Tanrı olarak çıkmasına mani olmakla, onlara kendi istikametlerinde sonsuz bir inkişaf seyri sağlıyor. Keza Allah kendisi için “Hiçbir şeye benzemez” demekle varlığın önüne her hangi bir duvar da örmemiş oluyor. Bu durumda “Allah”, “Rabb”, “Ehad”, “Samed” gibi tarif ve tanımları “Mutlak Oluş” ile yani “O” (Huve) ile ilişkiye geçmemizi sağlayan ve bizim algı dünyamıza ait bir takım “geçici kelimeler” olarak görmek icap eder.
Demek ki Allah ile ilişki “Ben giderim yol gider” sözündeki gibi bir şeydir… Her “bitti, işte bu son nokta” denilen yerde yeni bir ufuk, yeni bir derinlik açıldıkça açılıyor. İşte bu, insanoğlunun şu anki idraki ile Tanrı konusunda varabileceği en son bilinç düzeyidir. Bu tasavvurun, tarih boyunca böcekler gibi yerlerde sürünen insanoğlunu nerelerden alıp nerelere götüreceği üzerinde iyi düşünülmelidir.
***
Madem işin felsefi ve teolojik temeli böyle, buradan siyasal, sosyal, ekonomik hatta ahlak, estetik ve sanata yansıyan yüzüne geçebiliriz. Öyle ya, böylesi birci ve bütüncü bakışın insanların dünyasında yaşayan yüzü de olması gerekir. Aksi halde yeni bir “donmuş itikat” da biz üretmiş oluruz.
Demek ki tarihe, hayata, tabiata, insanlığa, kamu hayatına, siyasete, ekonomiye, sosyal sınıflara, ahlaki davranışlara, hatta sanat ve estetiğe hep bu “birlik ve bütünlük” açısından bakacağız. Tevhidî bilinç bu demek…
Ali Şeriati’nin tabiri ile buna “tevhidî dünya görüşü” diyoruz.
Buradan bakış, “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” ezeli sorusuna tek bir noktadan ve bütünü kavrayarak bakmamızı sağlar. Çünkü insan beyninin ritmik atışı için böylesi tek nokta yakalaması şarttır.
Matematik bile böyle işler. Mesela “bir” (1) olmasa matematik zihninizi allak bullak eder, darmadağın olursunuz…