Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Diriler İçin Tevhid

chamdali

New member
Katılım
28 Nis 2006
Mesajlar
647
Tepkime puanı
123
Puanları
0
Diriler İçin Tevhid

Dua ve konuşmalardan sonra “el-Fâtiha” çekmek…

Ulu bir kişinin ardından “üç ihlâs bir fâtiha” okumak…

Ölülerin ardından “Yâsîn” okumak…

Malum, bunlar dinî dünyamızın vazgeçilmez ritüelleri.

Mehmet Akif “İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin/Ne mezarlıklarda okunmak ne de fal bakmak için” dese de… Selefilik/Vehhabilik hareketleri şiddetle karşı çıksa da…

Bu topraklar bunlardan asla vazgeçmedi, vazgeçmez.

Acaba neden?

Bunların İslam’da sahici bir temeli olduğundan mı?

Hayır.

Çünkü bu topraklara ölüler, atalar ve ruhlar ile bağ kuracak bir şey lazım. Madem İslam da “dinlerden bir din”, o zaman o da bunu sağlamak zorunda (!). Çünkü sanıldığının aksine bu toprakların dipten akan asıl dini hala Şamanizm…

Şamanlıkta din, esasen ölüler, atalar ve ruhlarla ilgilidir. Yeryüzü, diriler ve gerçek hayatla ilgili değil…

Bu nedenle diyorum ki: İyi, güzel okuyorsunuz da, bunları neden diriler için değil de ölüler için okuyorsunuz? İyi, güzel okuyorsunuz da, cenaze evine gelenler için, mezarın başında toplananlar için, o anda sizi dinleyenler için okusanıza!

“el-fatiha!” dendiğinde fatiha suresini neden bir ölüye göndermek için okuyorsunuz? Kendiniz için okusanıza!

“Üç ihlas bir fatiha’ya” asıl dirilerin ihtiyacı yok mu? Üstelik mezarda ölüye okuduğunuz Yasin suresinde bakın ne deniyor: “Biz bu Kur’an’ı dirileri uyarman için indirdik” (Yasin; 70).

Bu ayeti de ölüye okuyorsun ya, hayranım senin zekana ey yurdum insanı! Bari başka bir ayet oku yahu!

Oysa ölen ölmüştür. İstersen üç bin ihlas, beş bin fatiha, yüzbin Yasin oku ölüye zerre kadar faydası yoktur. Mezarlar duymaz! (Neml;80). Hayattayken sahici tövben (dönüşün) varsa ne ala…Öldüğün an bittiğin andır. Allah’ın merhametini dilemek dışında yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Ölünün ardından şundan daha güzel söz ne olabilir: “Allahım merhamet et…”

O okudukların hep diriler için aslında.

Örneğin “açılış, başlangıç” demek olan fatiha ve “saf bir yürek temizliği” demek olan ihlas ya da öteki adıyla “birleme” demek olan tevhid sureleri…

Adlarından da anlaşılacağı gibi, bu sureler diriler için ne muhteşem ve muazzam mesajlar veriyor: Bütün işleri sevgi ve merhametle açmak, başlamak… Şükür, teşekkür…Günün/son günün hesabını ve mizanını (yevmu’d-din) düşünerek yaşamak… Kimseye el avuç açmadan kendi ayakları üzerinde yürümek, kimseye tanrı gibi davranmamak, davranılmasına da asla izin vermemek (iyyake na’budu)…Yalnızca Allah’a yaslanmak, güvenmek, yönelmek, el açmak (iyyake nesta’în)… Doğruluğu ve dürüstlüğü yol bilmek (sırat-ı mustakim) … Bu yoldan gidenlerin izinden gitmek… Bu yoldan sapanlardan ve Allah’ın (en-Nâs’ın) öfkesini çekecek işlerden uzak durmak… Her şeyin başına, açılışına (fatiha) bunları koymak…

Ne güzel!

Bunlara ölülerin mi dirilerin mi ihtiyacı var?

Diriyken bunları yapmıyorsan, ölünce arkandan okunmasını ne yüzle isteyebilirsin ki?

***

İyi de vatandaş ne yapsın diyeceksiniz. Öyle ya, Türkiye’de dinî hayata bakın tamamı “nüsuk” üzerine kurulu: Ezan, namaz, cami, hac, oruç, cenaze, kurban, kandil… Bütün din bundan ibaret! Ordudan sonra en büyük bütçeye sahip Diyanet’in görevi bunları organize ve ifa etmek. Yani bunlar bir “devlet” (kamu) faaliyeti… Devlet, vatandaşın mezarında Yasin okutuyor maaşla!

Ee, devlet böyle olunca vatandaş ne yapsın. Doğrusu öyle sanıyor.

Kanımca Türkiye’de devlet eliyle inşa edilen bir Şaman-İslam sentezi var, “laiklik” diye bir şey yok! Türkiye’nin laik olduğu iddiası gülünçtür, saçmadır!

Şahsen ben İslam’ın devlet marifetiyle Şaman formuna çekilmesine, Şamanlığın dini ihtiyaçlarını (Gök tanrı, ölüler, atalar, ruhlar, kurban, kandil) karşılayan bir fenomene dönüştürülmesine ve bu nedenle de “gerçek hayat dini” olmaktan çıkarılıp devlet güdümlü bir “tapınak dinine” çevrilmesine itiraz ediyorum!

Türkiye’de dinin konumlandırılışı temelden ve kökten yanlış!

(Bu ülkede İslam’ın nasıl konumlandırılması gerektiğini, onun tabiatına uygun olanın ne olduğunu gösterebilmek için klasik “İslam devleti” veya “laiklik” anlayışını aşan yeni bir bakış olan “Adalet Devleti: Ortak iyinin iktidarı” başlıklı bir kitap yazdım. 2003 yılında çıkan kitabın bugünlerde üçüncü baskısı çıkacak. Ayrıntılar için oraya bakılabilir…)

***

Fazla dağıtmadan mevzudan gidelim.

Bu makalede asıl üzerinde durmak istediğim “üç ihlas (tevhid) bir fatiha” vesilesiyle “tevhid” konusu…

Malum “lailahe illallah” (Allah’tan başta tanrı yoktur) tevhid cümlesi oluyor.

Sahabe bunu ölülerin ardından üfürmüyor, mezarlıklarda fısıldamıyor; sokaklarda, meydanlarda, savaş alanlarında haykırıyordu.

O “lailahe illallah” ki ölenin ardından okunmuyor, uğruna ölünüyordu.

Sahi “tevhid” deyince ne anlıyoruz?

“Tevhidî çizgi”, “Tevhidî Müslümanlar”, “Tevhidî bilinç” vs. diye çok duymuşsunuzdur…

Böyle diyenlerin dilinde bile artık ölmüş durumda.

“Birlik ve bütünlük” ifade eden bu kavramın bizzat kendisinin ayrılık ve hizip sloganı haline getirilmiş olması ne hazin!

İnsanlığın yaralarına merhem olacak çözümlerle dolu tevhid meselesini, yeni nesillerin anlamayacağı bir dille; rububiyet tevhidi, uluhiyet tevhidi, zati sıfatlar, subuti sıfatlar, selbi sıfatlar vs. diyerek 700 yıl öncesinin “donmuş kelam metinleri” ile anlatmaktan vazgeçmeliyiz. Çünkü düpedüz yabancı bir dil konuşuyoruz, insanlar anlamıyor. Üç yüzyıl önceki tarih, coğrafya, kültür, mezhep ve cemaat mağaralarımızdan çıkıp da gelmiş gibiyiz. Dilimiz, söylememiz, kelimelerimiz Ashab-ı Kehf’in parası gibi geçmiyor. Çağa yabancıyız. Kullandığımız ölü dille, hayat arasında nereden bakılsa 1100 yıl var…

Üstelik Mısır’ın Ezher’inden İran’ın Kum medreselerine, Suudilerin Şeriat Fakültelerinden Türkiye’nin İmam-Hatip ve İlahiyatlarına kadar, İslam alemi, eskimiş, tedavülden kalkmış, bugün bir karşılığı olmayan bu “ölü dil” ile konuşuyor.

Kısaca “tevhid” bugünün dünyasına ne diyor? Onu yaşayan dille nasıl ifade edebiliriz?

***

Önce diğer bir adı da tevhid olan “üç ihlas”ın kısa bir açıklaması… Bakalım ölülerin arkasından üçer defa okuyup üfürdüğümüz tevhid (birlik) suresinde ne anlatılıyormuş…

“İlan et: Allah birdir! Bölünmez bir bütündür! Doğurmaz ve doğurulmaz! Hiç bir şey O’na denk olamaz!” (Tevhid; 1-4).

Mekke’nin ilk yıllarında inen bu sure görüldüğü gibi topu topu dört ayet.

Eskidünya dinlerinin (Sümer, Asur, Babil, Hitit, Mezepotamya, Mısır, Hind, İran, Roma, Yahudilik, Hıristiyanlık, Sabiîlik vs.) güneş, ay, yıldızlar, gökyüzü, yeraltı, aşk, ışık, karanlık, verimlilik, savaş, rüzgâr, fırtına vb. tanrıları olduğuna inanarak “birliği bozan”… Tanrı’nın eş, oğul, kız, torun, sülale, haneden, kral, din adamı, ırk, bölge, insan, erkek, kadın vs. gibi doğuştan imtiyazlı aracıları, sınıfları, parçaları, ortakları, alt kademeleri (min dunillah), hiyerarşisi olduğuna inanarak “bütünlüğü bozan” kabullerini, Mekke’deki Kureyş Arapları üzerinden reddediyor. “Allah’ı tanrılıkta tek ve bölünmez bir bütün” ilân ediyor.

Demek ki surenin esas mesajı birlik (ehad/tevhid) ve bütünlük (samed) kavramları üzerine kurulmuş…

Ne demek ehad ve samed?

EHAD: Sözlükte “tek olmak, bir olmak” demektir. Bir yapmak, birleştirmek, standart hale getirmek, standardize etmek (tevhîd), birleşmek, ittifak etmek, bir araya getirmek (ittihâden), birlik, federasyon, lig, cemiyet, birleşme, birlik yapma (ittihâd), federal, birleşik (ittihâdiyye), bir, tek, sayı ismi (ehad), birleme (vahdaniyet), birleşmiş (muttehid), Birleşmiş Milletler (el-umemu’l-muttehide), birleyen, birleyici (muvahhid), bir (vâhid), birlik, bir olma, kompleks, ünite, birim (vahde), biricik, yegâne, eşşiz (vahîd) kelimeleri de bu kökten…

Klâsik tefsirlerde bu sure hakkında yirmiye yakın isim rivayet edilir; tefrid (fertleştirme), tecrid (ayrıştırma), tevhid (birleştirme), ihlâs (saflaştırma), necat (kurtuluş), nisbet (gösterme), marifet (bilme), cemal (güzel), mukaşkışa (tedavi eden), mu’avvize (sığınılan), samed (tek bir bütün), esas (temel), mânia (engel), muhdar (hazır olunan), beraet (aklama), müzekkire (hatırlatan), nur (aydınlık), eman (güvenlik)…

Doğrusu surenin içeriği bütün bunları kapsıyor. Fakat tevhid (birleme) ismi sure bütünlüğüne en uygun olanı görünüyor. Bir hadiste geçtiği gibi “Kim bu sureyi okursa Kur’an’ın üçte birisini okumuş gibi olur”… Öyle ki bütün sureler ve bütün ayetler bu sure ile bir şekilde irtibatlıdır. Kur’an’ın hangi ayetinden girseniz yolunuz bu sureye çıkar. “Birci ve bütüncü bakış” bütün Kur’an’ın mihveri ve ruhudur.

Rivayete göre bu sure inkarcıların, Yahudilerin ve Hıristiyanların “Ey Muhammed! Şu tanrını bize bildir. O altından mı gümüşten mi?” sorusu üzerine gelmiş ve genel olarak tüm eski dünyanın tanrı anlayışlarına cevap olmuştur. Bu nedenle “De ki” şeklindeki monoton girişi aynı anlama gelen “tüm dünyaya bildir, anlat, duyur” manasında “İlân et” olarak çevirdim.

Gerçekten de bu kısacık sure Hz. Peygamber’in “adı ile” konuştuğu yüce hakikati en özet şekliyle “Bir ve Bütün (Ehad ve Samed)” olarak tanıtıyor.

Demek ki bu iki kavram “Allah’ın birliği ve bölünmez bütünlüğü” demek oluyor. Birazdan geleceği gibi Allah üzerinden tarihin, hayatın, tabiatın, insanlığın vs. bir bütün oluşu… Çünkü tevhid, “birden fazla olan şeyleri birleştirerek bir yapmak, birlemek, uyumlu hale getirmek” demek.

Kur’an, Mekke’deki Arapların şahsında tüm eski dünyanın tanrılarını geçersiz kılmakta ve onların hepsinin tek bir Tanrı’nın bozulmuş, tahrif olmuş şekilleri olduğunu ilân etmektedir. Âdeta “Kim neye tapıyorsa bilsin ki onları da yaratan Allah’tır. Taptıklarınızın hepsi benim yarattıklarımdır. Şu halde Beni göremiyorsunuz diye, tutup da görünen yarattıklarıma; güneşe, aya, yıldızlara, göğe, yere, suya, ateşe, boğaya, ineğe, insanlara vs. tapmayı bırakın. Onlar benim ayetlerim, işaretlerim, tapılacak yegâne varlık bir tanedir, O da Allah’tır! ” demeye getiriyor. Böylece tevhid ilkesi insan bilincinde büyük bir sıçrama yaptırarak, onu, etrafındaki somut nesnelere bağımlı olmaktan kurtararak özgürleştiriyor…

SAMED: Sözlükte “devam etmek, kastetmek, sebat etmek, karşı koymak, direnmek, içi dolu olmak” demektir. Yönelmek, kastetmek (samd), dayatmak, isnad etmek (ismâd), şişe tıpası (sımâd), yüksek yer, ulu, yüce, içine bir şey girip çıkmayan düz, bütün halinde pürüzsüz kaya (samed), asla gebe kalmayan deve (samde), soğuk ve kurak vakitlerde bile sütü kesilmeyen deve (mısmâd) kelimeleri de bu kökten…

Görüldüğü gibi Samed esas olarak “yüce, ulu, toz tutmayan, kendisine hiç bir şeyin giremediği ve kendisinden hiçbir şeyin çıkamadığı düz ve pürüzsüz kaya” manasına geliyor (Razi, İbn Manzur). Bunu Allah için kullandığımızda “tek bir bütün halinde olan ulu ve yüce Allah” demek olur. Bu ise Türkçe’de “bölünmez bütünlük” dediğimiz şeydir.

Demek ki Allah, varlığı ve birliği ile bölünmez bir bütündür. Aynı şekilde varoluş bütün halinde tek bir organizmadır. Denizin, içindeki balıkları, incileri, yosunları, mercanları vs. ile tek bir su kütlesi olması gibi, Allah da yeri, gökleri, güneşi, ayı, yıldızları, canlıları, bitkileri, madenleri vs. ile tek bir bütündür. Bunlar birbiriyle rekabet halinde, her biri ayrı ayrı tanrılar tarafından yaratılan ve yönetilen varlıklar değildir. Varlık âleminde bir tek hakikat vardır ve O yerlerin ve göklerin nuru, bütün varlığın ruhudur. Hem aşkın, hem içkindir. Her bir varlık kendinde ayrıdır, fakat birbiriyle sıkı bir “birliktelik” içindedir ve hepsi kopmaz, bölünmez bir bütün halindedir. Demek ki evren, varlık, yerler, gökler, canlılar, insanlık vs. tek bir oluşun bölünmez parçalarıdır. Allah’ın nuru da bu oluşun bütüncül ruhudur. Oluş ve akışın her zerresiyle anbean dinamik ilişki halindedir (hayyu qayyum)…

Demek ki bütün o eski dünyanın tanrı-karısı-oğlu şeklindeki panteonları (tanrı ailesi meclisleri) uydurma ve hurafedir. Çünkü Allah’ın birliği ve bölünmez bütünlüğü her hangi bir ortaklığa izin vermez. Kendi tanrısal tözünden parçalar dağıtmaz. Tanrı’nın kapısı (Babil), Tanrı’nın yeryüzündeki gözü (Fi-Ra-vun), Tanrı’nın oğlu (İbnullah) ve bunlara utangaç öykünmeyle Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi (Zıllullah fi’l-arz) iddiaları geçersizdir. Siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçları itibariyle bütün bunlar batıldır. O’nun dışındaki her şey mahlûktur (yaratılmış) ve mahlûkat adalet üzere kaimdir…

Demek ki Kuran, insan idrakinin ufkuna “pürüzsüz kaya” metaforu üzerinden “Allah” tasavvurunu, “bölünmez bütünlüğü” vurgulamak için koyuyor. Yoksa sabitliği, değişmezliği, derinliği, yüksekliği, enlemi, boylamı, sınırları açısından değil. İşte bu “kaya” kendi içinde boyuna devinen ve fakat buna rağmen kendisinde her hangi bir eksilme ve çoğalma, girme, çıkma, düzelme, bozulma olmayan tek bir bütündür. Devinim kemale doğru değil; kemal içinde olmaktadır. Bu anlamda Allah “orada öylece duran” bir kozmik statüko (ex-stence) değil; varlıkla iç içe devinen (kün fe yekun) “Mutlak Oluş”tur…

Burada “mutlak”, ıtlak olunmuş, kayıt altına alınmamış, azade (free/sonsuz özgürlük) manasındadır. Yani oluş halinde olduğu halde bir şey olmaya doğru gitmeyen, devindiği halde değişmeyen, hareket halinde olduğu halde yer değiştirmeyen manasındadır. Aristo’nun başkasını hareket ettirdiği halde kendisi hareket etmeyen Muharrik-i Evvel’i değil…

Bunun anlamı bir bütünün özündeki sonsuz derinlikleri anbean açması, inkişaf ettirmesi, bunun bir sınırının, enleminin, boylamının bulunmamasıdır. Keza bu aynı zamanda varlıkla karşılıklı dinamik ilişki (hayyu qayyum) halinde olmak demektir. Bu nedenle Allah, karakterini “uyku ve uyuklamanın tutmadığı” sürekli yaratılışta gösterir. O’nun tabiatı, bize yansıdığı kadarıyla henüz ortaya çıkmamış bir “imkânlar toplamını” ifade eder.

Demek ki tevhid ilkesi, varlıkların birbirinin karşısına Tanrı olarak çıkmasına mani olmakla, onlara kendi istikametlerinde sonsuz bir inkişaf seyri sağlıyor. Keza Allah kendisi için “Hiçbir şeye benzemez” demekle varlığın önüne her hangi bir duvar da örmemiş oluyor. Bu durumda “Allah”, “Rabb”, “Ehad”, “Samed” gibi tarif ve tanımları “Mutlak Oluş” ile yani “O” (Huve) ile ilişkiye geçmemizi sağlayan ve bizim algı dünyamıza ait bir takım “geçici kelimeler” olarak görmek icap eder.

Demek ki Allah ile ilişki “Ben giderim yol gider” sözündeki gibi bir şeydir… Her “bitti, işte bu son nokta” denilen yerde yeni bir ufuk, yeni bir derinlik açıldıkça açılıyor. İşte bu, insanoğlunun şu anki idraki ile Tanrı konusunda varabileceği en son bilinç düzeyidir. Bu tasavvurun, tarih boyunca böcekler gibi yerlerde sürünen insanoğlunu nerelerden alıp nerelere götüreceği üzerinde iyi düşünülmelidir.

***

Madem işin felsefi ve teolojik temeli böyle, buradan siyasal, sosyal, ekonomik hatta ahlak, estetik ve sanata yansıyan yüzüne geçebiliriz. Öyle ya, böylesi birci ve bütüncü bakışın insanların dünyasında yaşayan yüzü de olması gerekir. Aksi halde yeni bir “donmuş itikat” da biz üretmiş oluruz.

Demek ki tarihe, hayata, tabiata, insanlığa, kamu hayatına, siyasete, ekonomiye, sosyal sınıflara, ahlaki davranışlara, hatta sanat ve estetiğe hep bu “birlik ve bütünlük” açısından bakacağız. Tevhidî bilinç bu demek…

Ali Şeriati’nin tabiri ile buna “tevhidî dünya görüşü” diyoruz.

Buradan bakış, “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” ezeli sorusuna tek bir noktadan ve bütünü kavrayarak bakmamızı sağlar. Çünkü insan beyninin ritmik atışı için böylesi tek nokta yakalaması şarttır.

Matematik bile böyle işler. Mesela “bir” (1) olmasa matematik zihninizi allak bullak eder, darmadağın olursunuz…
 

chamdali

New member
Katılım
28 Nis 2006
Mesajlar
647
Tepkime puanı
123
Puanları
0
devamı:


Aristo, estetiği (güzellik) “şekillerin uyumu” olarak tarif eder. Yani bir takım şekilleri tek bir noktada toplayıp, uyumlu (bütün) hale getireceksiniz. Uyumlu bütünlük bozulursa mesela burnu uzun, kulağı kepçe, göbeği şiş vs. o estetik olmaz…. Bu durumda “çirkin” şekil bütünlüğünün, “yanlış” davranış bütünlüğünün, “yalan” da söz bütünlüğünün bozuluşudur. Yani birinin diğerini tutmamasıdır. “Orkestra” da çalgının bütünlüğü esastır. “Ayrı telden çalmak” deyimini düşünün… Bu anlamda “senfoni” de bütüne uyumlu demektir. Keza “hastalık” organların çalışma bütünlüğünün bozuluşu, “piskopat” da ruh bütünlüğü bozulmuş kişi demektir.

Bunların hepsi birlik ve bütün halinde olandan sapma (dâllîn) dir…

Yine Aristo’ya göre “komiklik” bir ve bütün halindeki davranışın bozuluşudur. Komik bulduğumuz şeylere dikkat edin hep sözde, davranışta veya şekilde eğrilmeler, çizgi (bütün) dışına çıkmalar olduğunu görürsünüz. Ağzını eğip, gözünü pörtleterek “nanik” yapan adamı düşünün…Bütün halindeki normal davranışın dışına çıktığı için insanlar ona gülmektedir. Bunun sözde ve davranışlarında da olduğunu düşünün, “gülünç olmak” dediğimiz şey de budur. Zaten “normal” norma/bütüne uygun olan, “anormal” da norm/bütün dışına çıkan demek…

Doğal hayata bakın her şeyin “bir” noktaya doğru gittiğini ve “bütün” halinde hareket ettiğini görürsünüz. Örneğin karıncaları izleyin. Vızır vızır dolanırlar. Fakat hepsi de “bir” amaca yönelmiş ve “bütün” halindedirler… İstanbul’a uçaktan hiç baktınız mı bilmem. Yolların, otobanların, kavşakların aktığını, oradan oraya boyuna dolanma olduğunu görüyorsunuz. Hızlandırılmış filmlerde daha iyi görünür. Koca şehir sanki “bir” noktaya etrafında ve “bütün” halinde karınca topluluğu gibi vızır vızır dolanıyor… Dünyanın tamamına uzaydan baksanız yine aynı şeyi görürsünüz.

Gerçi postmodernizm bu türden birci ve bütüncü bakışları “büyük üstanlatılar” olarak görür ve devrinin sona erdiğini iddia eder. Onlara göre olup bitenleri bu şekilde tek bir nokta ve bütün içinde açıklamak “totaliterizm” ifade eder. Büyük dinleri, İslamiyeti, hatta Marksizmi, Modernizmi vs. bunun tipik örnekleri olarak görürler. Ama alttan alta da “Dünya artık büyük bir köy” diyerek “globalizm” (küreselcilik) üretmekten de geri durmazlar. Çünkü amaçları küresel hegemonyanın karşısındaki tüm birci ve bütüncü bakışları, büyük bütünleri yok etmek, çözmek, dağıtmak, yegane birci ve bütüncü bakış olarak küreselciliği ikame etmektir. Sevsinler sizi!

Geçelim…

Gördük ki insanoğlu hep bir ve bütün olanı arıyor. Bu bakışı kaybederse zihni dağlıyor, bakışı paramparça olup düşünemez hale geliyor.

İnsan beyni, matematik, estetik, sanat ve doğal yaşam vs. böyle olduğu gibi siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki hayat da böyle olmalı değil midir? İşte birlikçi (tevhidî) ve bütünlükçü (samedî) bakış bize bunu verecektir. Yukarıda felsefi ve teolojik açıdan birci ve bütüncü bakışın ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştım. Bakın, siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki açıdan bu ne anlama geliyor.

***

Siyasi açıdan birlik (tevhid) ve bütünlük (samed): İnsanlık bir ve bütündür. Toplumlar bir ve bütündür. Herkes eşittir. İçimizden her hangi birisi veya herhangi bir kesim, aile, hanedan, kurum vs. bu bir ve bütün halinde oluştan ayrılıp üste çıkarak egemenlik taslayamaz. Bu ilkten gayrı meşrudur ve bütüne karşı suçtur. Diğerleri üzerinde kendi başına hakimiyet kuramaz. Hele bu hakimiyeti Tanrı’dan aldığını hiç iddia edemez. Çünkü zaten Tanrı bir ve bütündür ve ondan kimseye tanrılık yetkisi geçmez. Tabiri caizse ne aşağıdan ne de yukarıdan birlik, bütünlük ve aynı hizada oluş bozulamaz.

Bu anlamda “kamu” bütüne ait olan demektir. Bütünden ayrılarak kendine ayrıcalıklı konum biçmek bu nedenle büyüklenme arzusu (istikbâr) olur. Kur’an der ki: “Allah’ın yoluna (hablun minellah) yani insanlığın yoluna (hablun minennâs) dönmedikleri sürece nerede olurlarsa olsunlar alçaklık damgası yemeğe mahkumdurlar.” (Al-i İmran; 112). Ayette hablullahın hablunnâs olarak tefsir edildiğine dikkat ediniz…

İşte bunun için bir şeyin Allah’a ait olması, insanlara (en-Nâs’a) ait olması demektir.

Bu durumda “lailahe illallah” (Allah’tan başka tanrı yoktur) demek, bir ve bütünden ayrılarak tanrılık taslamaya hayır, yoktur, geçersizdir demektir. Böyle yapanlar bütüne geri dönmedikçe alçaklık damgası yemeğe mahkumdurlar. Çünkü hepimiz insanız, aynı hizadayız, bir ve bütünüz. Keza “La havle ve la kuvvete illa billah” (Allah’tan başka güç ve kudret yoktur) da şu olur: Bütünden ayrılarak kendinde sorgusuz ve sualsiz, ebedi devlet ve iktidar kudreti görenler, bilsinler ki, güç ve kudret bütündedir, bütünde tecelli eder. Bu manada devlet kurucusu veya yöneticisi diye kimse tanrı gibi davranamaz, kendini tanrı gücünde göremez veya böyle birisine kim olursa olsun tanrı muamelesi yapılamaz. Hiç kimseye, hiçbir nedenle Tanrılıktan bir parça geçmez, geçemez. İsterse bu bir peygamber olsun…

Keza “Sizden olan emir sahiplerine itaat edin” de şu demek olur: Bütünle uyumlu olan, bütünün adına iş ve icraat yapan, sizin (bütünün/kamunun) rızasını alarak iş başına gelenlere itaat edin. Çünkü onu siz/hepiniz seçtiniz. İtaat etmeyecektiniz niye razı oldunuz, madem razı oldunuz o halde o artık sizdendir ve itaat etmeniz gerekir…

Ekonomik açıdan birlik ve bütünlük: Mülk Allah’ındır (lehu’l-mülk). Yani kamunun/bütünün/herkesindir. Kapitalizmin öngördüğü gibi herkes/bütün aç bîilaç dururken, mülk tek başına özel bir şahsın olamaz. Bir adam tek başına bütün köyün ağası, geri kalan bütün de onun marabası haline gelemez. Kazanılacaksa herkes/bütün hep birlikte kazanmalıdır. Bu sağlanıncaya kadar da bölüşülmeli, yardımlaşılmalıdır. Bunun için tek yanlı yığma ve biriktirme (kenz) yasaktır. Bunu yapanlar tek yanlı olarak bütünden ayrıldıkları için ekonomik istikbâr içine girmiş olurlar. Yığdıklarını (kenz) bütüne/herkese döndürünceye kadar alçaklık damgası yemeye mahkumdurlar.

Komünizmin öngördüğü gibi de bütünü/herkesi mülksüz bırakıp tüm mülk devletin olamaz. “Devlet” adı altında gayri şahsi bir heyula icat edip bütün/herkes politbüronun marabası haline gelemez. Aslolan özel veya devlet mülkiyeti değil; kamunun/herkesin/bütünün mülkiyetidir. Yani toplumsal mülkiyettir. Malın ve mülkün tek tek bütün herkese ait olmasıdır. Oluncaya kadarda bölüşme, paylaşma ve yardımlaşma esastır. Bu, bir tür yaşayan cennet yaratma çabasıdır. Orada mülk birkaç zenginin elinde dolanıp duran devlet haline gelmez. Orada devlet diye gayr-i şahsi kurum da yoktur. Mülk tek tek sahiden insanların/bütünün/herkesindir.

İşte ekonomide tevhid/samed yani birci/bütüncü bakış bu anlama geliyor.

Sosyal açıdan birlik ve bütünlük: İnsanlar konuştukları dillere, derilerinin rengine, cinsiyetlerine, sosyal sınıflarına göre bütünden ayrılıp kendilerine ayrıcalıklı konum biçemezler. Bütün insanlar Adem’den olup insanlık bir ve bütündür. İnsanlar arasında üstünlük dile, ırka, kavme, bölgeye, renge, cinsiyete, sınıfa, zenginliğe göre değil; bütüne/herkese karşı duyduğu saygı ve sorumluluğa göredir. Çünkü Allah’a karşı sorumluluk ve saygı (takva), insanlığa ve doğaya karşı sorumluluk ve saygı demektir. Zira bunlara karşı saygı ve sorumluluk bilinci (takva) olmadan Allah’a saygı ve sorumluluk içi boş bir iddiadır.

Hukukta birlik ve bütünlük: Kamunun/bütünün yararına olan iyi, güzel ve doğru davranışlara “maslahat” dendiğinden, hukuk, kamunun/bütünün faydasını gözetir. Cana, mala, ırza, namusa, akla, nesle ve şerefe saldırı kimden gelirse gelsin bütünü tahrip etmek olacağından büyük suçtur (günah). Hangi dinden, dilden ve renkten olursa olsun bir insana kurşun sıkan bütün insanlığa sıkmış gibidir. Demek ki şeriatın (hukuk) amacı bütünün yararını korumaktır (makasıd-ı şeria). Dikkat ederseniz bütün toplumlarda hukuk kamuyu/bütünü koruyup kollayan normlardan oluşur. Bu kalktığı an bütünlük bozulur, toplumlar hercü merc olur yani ye’cüc ve me’cüc baş gösterir… Din dilindeki “ye’cuc ve me’cüc”, insanlıkta veya bir toplumda hukuksuzluk hali, sosyolojinin normsuzluk, birliğin ve bütünlüğün bozuluşu, dağılışı demek olan “anomie” durumunu ifade eder…

Sonuç olarak Allah’ı tabiattan; tabiatı Allah’tan, Kur’an’ı hayattan; hayatı Kur’an’dan, peygamberi beşerden; beşeri peygamberden, dünyayı ahiretten; ahireti dünyadan, ruhu bedenden; bedeni ruhtan, devleti milletten; milleti devletten, kadını erkekten; erkeği kadından vs. ayırmayacak, bunları tek bir bütünün yüzleri olarak kavrayacağız.

Aksi halde zihnen, ruhen, kalben, siyaseten, iktisaden, hukuken ve dahi sosyal ve toplumsal açıdan paramparça oluruz.

“Yaşayan tevhid” ise paramparça olanı birler, bütünler.

Sana, bana, ona, hepimize, tüm insanlığa lazım olan bu değil mi?

R. İhsan ELİAÇIK
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Onun bunun ağzı ile Ehli Sünnete ve Hadislere laf atmayın kardeşim. Burası duvar gazetesi değil, İslam Forum!
 

shazzas

New member
Katılım
11 Kas 2008
Mesajlar
6
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Yaş
44
Konum
istanbul
islam dairesi içinde her farklı düşünce, zihinlerimizdeki ehl-i sünnet duvarına çarpıp geri dönüyor ve bizler tarafından ötekileştiriliyor maalesef...sahi muhammed ikbal'in dahi dışına itildiği ehl-i sünnet nedir gerçekten de ??
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Ehli Sünnet Nedir?

Ehli Sünnet Nedir?

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.
"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u İmrân, 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır, 35/43). Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.
Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.
Kur'an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5).
Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).
İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s.54).
Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. "İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).
Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1). Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.
Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mâce. Fiten. 8). Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).
Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.
Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).
İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk. Buhâri, Ahâd, I; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.
Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303). Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.
Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-İstikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)'dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31). "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır" (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid Œerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.40. 43). Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.
Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir. Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472).
Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti dönemindedir.
Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, a.g.e, 1, 15).
İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).
Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe' Yemenli bir yahudidir. İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.
Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.
İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.
Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.
Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97).
Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş'ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.
Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: "İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). İmam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.
Maturidîler ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146).
Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.
Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.
İbni Teymiyye ile İbnü'l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.
Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:
1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,
2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,
3- Muhaddisler,
4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,
5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,
6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,
7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,
8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).
İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın hayata tatbikidir.
İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).
Câbir b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm, 6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.
İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588).



Sanırım Anlarsınız...
 

shazzas

New member
Katılım
11 Kas 2008
Mesajlar
6
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Yaş
44
Konum
istanbul
teşekkür ederim verdiğiniz bilgiler için ancak bir takım bidat ve hurafeleri de kendimize göre ehl-i sünnet dairesi içine alarak, İslam'ın üzerini örtmeyelim lütfen....
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
teşekkür ederim verdiğiniz bilgiler için ancak bir takım bidat ve hurafeleri de kendimize göre ehl-i sünnet dairesi içine alarak, İslam'ın üzerini örtmeyelim lütfen....


Şimdi beni çok iyi dinleyin kardeşim.

Maalesef, tüm iyi niyetimiz ile bu forum da siz ve sizin gibi "kafasına göre takılan" muğlak islami tiplerle mütemadiyen cedelleşmek ve sürekli aynı şeyleri yazıp durmaktan usandık artık.

Burası Ehli Sünnet itikadı çerçevesinde yürütülen bir forumdur.

Özetle, bu forum sizi memnun etmeyebilir ve burada bulunma gibi bir cebriyet de yoktur ama sizin haddi aşan söz ve sövgülerinizi de duymak zorunda değiliz.

Dikkate alırsınız umarız.
 
Son düzenleme:

gercegi_arayan

New member
Katılım
13 Kas 2008
Mesajlar
12
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
41
Burası ehlı sunnet uzere bır forum degıl maalesef.kufrun sırkın ısmını ehlı sunnet koymussunuz muvahhıdlere saldırıyorsunuz.kuran ayetlerı soylende ama ehlı sunnet soyle dıyorsunuz.

Adam ben allahım dıyor karsı cıkana ehlı sunnet degıl dıyorsunuz.
 

shazzas

New member
Katılım
11 Kas 2008
Mesajlar
6
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Yaş
44
Konum
istanbul
Özetle, bu forum sizi memnun etmeyebilir ve burada bulunma gibi bir cebriyet de yoktur ama sizin haddi aşan söz ve sövgülerinizi de duymak zorunda değiliz.

Dikkate alırsınız umarız.

Ben ne haddi aşan bir söz ettim, ne de sövdüm saydım lakin sizi anlıyorum...

Zira Müslümanların hızlı bir sekülerleşme sonucu geçirdiği travmalar ve İslam'ı yaşamanın adeta yeraltına itilerek, kabile asabiyetinin körüklendiği düşünüldüğü zaman, şunu da belirtmek icap ediyor ki;

Bizler ancak öteki ve düşman üzerinden vücud bulabiliyoruz..
Oysa ben o düşmanlardan! değildim ancak yine de hakkınızı helal edin...ben size ettim
 

casus021

New member
Katılım
30 Ocak 2007
Mesajlar
1,475
Tepkime puanı
380
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
Web sitesi
www.islamportali.net
Burası ehlı sunnet uzere bır forum degıl maalesef.kufrun sırkın ısmını ehlı sunnet koymussunuz muvahhıdlere saldırıyorsunuz.kuran ayetlerı soylende ama ehlı sunnet soyle dıyorsunuz.

Adam ben allahım dıyor karsı cıkana ehlı sunnet degıl dıyorsunuz.

kimse kimseye saldırdıgı yok egerki kuran ayetlerini kendi çıkarları için yarısını alıp yarısını almadan ve bu konuda farklı yazı ve ayetler getiren insanlar ise evet onlara sözümü de söyleriz yeri geldigi zaman hiddetle kınarız çünkü peygambere s.a.v lafatanlara bizde lafımızı söyleriz çünkü kuranı tam manası ile anlamış degillerdir eger anlamıs olsalardaı söyledikleri sözleri iyi düsünür ona göre söylerdir hadis inkarcılıgı insanı küfre götürür ve bu konuda bilinçsizce yazılar yazılıyor bunu farkında da degillerdir isteyen burada kalır isteyen çeker gider kimseyi burada zorla tutacak degiliz kardeşim
 

casus021

New member
Katılım
30 Ocak 2007
Mesajlar
1,475
Tepkime puanı
380
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
Web sitesi
www.islamportali.net
sunuda ifade etmekte yarar var kardeşlerim kuranın tabiki iölü insanlar için inmedigini biliyoruz çünkü bunu ayette söylüyor peygamberde s.a.v söylüyor kuran dirilere inmiştir ölüye şu sekilde faydası dokunur sevabı gerisinin zeten bir faydası olmaz kuran okunmasında bir rahmet ve bereket hidayet var ise ölüyede okunmasında rahmeti vardır işte biz bu yönden okuyoruz kuranı ölülere yoksa kalkıp onu yasasın diye degil kardeşim

1-Anne-babası için dua eden hayırlı bir evlat bırakan kimse,
2-Arkada kamuya yararlı bir eser bırakarak ölen kimse,
3-Insanlara faydalı bir bilgi öğreterek ölen kimse.“
 

chamdali

New member
Katılım
28 Nis 2006
Mesajlar
647
Tepkime puanı
123
Puanları
0
Onun bunun ağzı ile Ehli Sünnete ve Hadislere laf atmayın kardeşim. Burası duvar gazetesi değil, İslam Forum!

Yazının neresinde Ehli Sünnete ve Hadislere laf atılmış?

Bir de yazının hangi bölümleri cezaya layık görülmüş öğrenebilir miyim?
 
Son düzenleme:

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Oysa ölen ölmüştür. İstersen üç bin ihlas, beş bin fatiha, yüzbin Yasin oku ölüye zerre kadar faydası yoktur.



............................

Bunlara ölülerin mi dirilerin mi ihtiyacı var?

Diriyken bunları yapmıyorsan, ölünce arkandan okunmasını ne yüzle isteyebilirsin ki?

.............................



Şahsen ben İslam’ın devlet marifetiyle Şaman formuna çekilmesine, Şamanlığın dini ihtiyaçlarını (Gök tanrı, ölüler, atalar, ruhlar, kurban, kandil) karşılayan bir fenomene dönüştürülmesine ve bu nedenle de “gerçek hayat dini” olmaktan çıkarılıp devlet güdümlü bir “tapınak dinine” çevrilmesine itiraz ediyorum!

...........................................

Bu makalede asıl üzerinde durmak istediğim “üç ihlas (tevhid) bir fatiha” vesilesiyle “tevhid” konusu…


............................................


Sayın chamdali

Yazının yukarıda ki bölümleri Peygamber Efendimiz (sav) ın sünnetlerini kinayeli bir şekilde hafife almaktadır.

Urarı verilmek istenirken sistem hatası nedeni ile, uyarı, ceza şeklinde işlem görmüş, ancak arıza anlaşılınca ceza kaldırılmıştır.
 
Üst Alt